Dünyanın
pek çok yerinden pek çok sayıda insan hızla artan ve uzun süren çatışma
ortamları, baskı, çeşitli kriz ve büyük yaşamsal çıkmazlar nedeniyle yurtlarını
terk etmek zorunda kalmış ve kendilerine refahı ile dikkat çeken diğer
ülkeleri, özellikle de Batı’yı hedef görmüştür. Batılı yasa koyucular ve
toplumlar da en temel ve en büyük göç ve iltica akını ile 2015’in ortalarında başlayıp
hiç memnun olmadıkları bir şekilde yüzleşmiştir. Bu kriz sadece
hedef ülkelerde değil, Türkiye gibi göç güzergahlarındaki köprü ülkelerde de
belirgin bir şekilde hissedilmekte olsa da göç konusu özellikle Batı dünyasında
birçok konuya etki etmiş, bu husustan doğan toplumsal rahatsızlıkların ortaya
çıkması gecikmemiştir. Batı medyasında da sıklıkla gündeme gelen Avrupa ve
genel anlamda Batı’da büyük yankı bulan Donald Trump’ın ABD başkanlık zaferi ve
İngiltere’nin Avrupa Birliği üyeliğinden ayrılma kararı almasının (Brexit)
göçmen kriziyle doğrudan ilişkilendirilmesi, meselenin Batılı toplumlarda
bir travma gibi algılanmaya başladığını göstermektedir.
Küreselleşmenin
de etkisiyle krizlerin ve her türlü etkisinin dünya çapında hissedildiği
çağımızda kasten ya da kasıtsız olarak oluşturulan toplumsal algıların
toplumları, iç ve dış siyaseti dolayısıyla da ülkeler arasındaki ilişkileri
doğrudan etkilemektedir. Tüm dünyada ve özellikle de ülkemizde en kanlı
haberlerin gündemimizi sarsmaya devam ettiği, terörün her anlamda evrilirken
canımızı sürekli ve daha çok yaktığı bu süreçte dikkatle incelenmesi gereken en
temel hususların başında şüphesiz ki toplumsal hafızaya etkileri gelmektedir.
11 Eylül’ün yarattığı travma sonrasında uluslararası ilişkilerde gündemimizi
yoğunca meşgul eden terör tartışmaları gibi şimdilerde de özellikle Batılı
ülkelerde göç konularının siyasi kampanyalardan sosyal hayata birçok alanda
olumsuz algılandığı gözlemlenecektir. Bu nedenle Batı ve Doğu arasındaki
halihazırdaki ayrışmanın giderek daha da derinleşmesine sebep olması bakımından
yakından incelenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla kanaatimizce meselenin göçmen
krizinden ziyade Batılı toplumların üzerinde oluşan/oluşturulan algı açısından
travma olarak tanımlanmasında sakınca görülmemiştir.
Periyodik
olarak Avustralya’dan ABD’ye ve Avrupa’ya gelişmiş pek çok ülkenin göç
meselesinin olumsuz yönlerini gündemlerine taşımaları meselenin tarafları
arasındaki görüş farklılıklarını derinleştirmektedir. Öyle ki seçim
kampanyasını koyu bir göçmen karşıtı retoriğe dayandıran ABD’nin Başkan
adaylarından Donald Trump’ın sürpriz başarısı göçmen karşıtı politikaların
başarısı olarak algılanmıştır. Bu ise sadece ABD’deki değil, tüm Avrupa’daki
benzer rahatsızlıkların yine tüm Avrupa’da benzer sonuçlar doğurabileceğinin
işareti olmuştur.
2016
Haziran’ında Brexit olarak bilinen İngiltere’nin beklenmedik bir şekilde Avrupa
Birliğinden çıkma kararı ve ABD Başkan adaylarından Donald Trump’ın başkanlık
seçimlerindeki sürpriz başarısı sadece bu yılın iki büyük popülist zaferi
olarak tarihe geçmekle kalmayıp, Batı’da büyük bir kimlik krizi yaratmıştır. Bu
başarılar liberal demokratik toplum değerlerini paylaşan ortak paydayı derinden
sarmıştır. Batı’da göçe, farklılıklara ve uluslararası işbirliğine açıklık gibi
uzun yıllar boyunca tartışılmamış ve üzerinde konsensüse varılmış prensipler
yerinden oynamıştır.
Avrupa’dan
Brexit ile yükselen Avrupa’ya yönelik endişeler göçmen krizinin sadece
dışarıdan Avrupa’ya gelen Ortadoğulular ya da “diğerleri” değil, Avrupa’nın
kendi içinden bile gelenlerden duyulan rahatsızlık olarak algılanmıştır. Bu
algının oluşturduğu dalga ise Atlantik’i sarsmış, adaylığı bile başlangıçta
dikkate alınmayan bir başkan adayı olan Trump göçmen karşıtı sert
politikalarıyla Başkanlık zaferini göğüslemiştir. İki kampanyada da birbirinden
farklı amaçlar için yapılmış olsalar bile zaferi getiren göçmen karşıtı
söylemler olarak algılanmakta, bu ise başka popülist hareketleri harekete
geçirebilmesi bakımından sembolik bir değere sahiptir.
Avrupa
genelinde yabancı karşıtı veya İslamofobik partilerin hızla güçlenerek
seçimlerde başarılarını arttırdıkları ortadadır. Öyle ki, Almanya’nın radikal
sağcı partilerinden Alternatif Almanya Partisi’nin yıldızı, tüm sönük geçmişine
rağmen parlamış, 16 Alman federe devletinden onunda temsil edilmekte ve 2017’de
ise ilk federal zaferi için çalışmaktadır. Danimarkalı koalisyon hükümeti ise
yine göçmen karşıtı bir parti olan ve 2015’te ülkenin en büyük ikinci partisi
haline gelen Danimarkalı Halklar Partisi (DPP)’nin desteği ile yasama
yapabilmektedir. Tarihin en “özgür, açık” ülkeleri arasında iddialı bir geçmişi
olan İsveç’te de sağ kanattan İsveç Demokratları kamuoyu yoklamalarında yüzde
20’lere tırmanmayı başarmıştır. Bunun sebebi ise yine genel anlamda 2015
yılında sığınmacı başvurusunun Almanya’daki kişi başına düşen sayının iki katı
kadar olması olarak görülmektedir.
Bu
siyasi başarılar yereller ve sonradan gelenlerin, göçmen ve kabul eden
toplumların, genç ve yaşlıların, küreselleşmenin kazanan ve kaybedenlerinin
arasındaki çatlağın giderek büyümesine yol açmaktadır. Dolayısıyla tehlike
sadece dışarıdan gelenleri değil içerideki yabancıları da kapsamaktadır.
Popülarizmin yükselişinin altında yatan sebebi ekonomik güvensizlik ve kültürel
endişelere dayandıranlar artık bunların hep birlikte bir etmen olduğu görüşünü
ileri sürmektedir. Toplumlardaki büyüyen “diğerleri” algısı, kendilerinin
geride kalmasına sebep olanlar ya da kendileri geride kalırken ilerleyenler
olarak algılanmaya başlamıştır. Bu bakımdan Donald Trump’ın seçim vaatlerinden
biri olan yasal olmayan sınır geçişleri ve Müslümanların ülkeye girişlerinin
yasaklanmasıyla unutulmuş çalışan kesimin “kontrolü geri kazanması” vaadi ve
Marine Le Pen’in Fransızlara yaptığı “sınır hakimiyetini yeniden kazanma” ve
kendi ulusal çıkarlarını savunmaları için köklü kültürel asimilasyon çağrısı
sadece göçmenleri değil azınlıkları da yakından ilgilendirmektedir. Öte yandan
11 Eylül sonrasında tespit edilen 345 cihatçı teröristin yüzde 77’sinin ABD
doğumlu ya da vatandaşı olduğu tespiti uluslararası ilişkilerdeki temel
dinamiklerin yerinden sarsıldığı ve adeta dünya çapında başta terör algısı
olmak üzere yeni bir döneme girildiği 11 Eylül saldırısından sonra terörü
dışarıda aramaya dayanan anlayışın yeniden gözden geçirilmesinin gerektiğini
ortaya koymuştur.[1] Dolayısıyla şimdiye kadar tanımlanan
terör, güvenlik ya da sorun tanımlamaların daha karmaşık bir hal aldığı
ortadadır.
Bu
açıdan bakıldığında Batı’da politika yapıcıların toplumları başarılı bir
şekilde ekonomik ve kültürel endişelerini harmanlayarak ulusal bir tehdit
yaratabildiklerini ve seçicilerin artık tanıyamadıkları kendi ülkelerinde
“diğerlerinin” gerisinde kaldıkları korkularını körükleyebildikleri ortadadır.
Göç hareketlerinin durdurulamaması ve mülteci sayısının giderek artması konunun
ulusal ve uluslararası gündemlerden düşmesinin önüne geçmekte ve sorunu küresel
bir mesele olarak sıcak tutmaktadır. Bu ise büyük bir ekonomik krizi geride
bırakmaya çalışan veya krizle mücadele etmeye devam eden Batılı ülkelerde
sorunların sebebi olarak görülmeye başlanmıştır. Avrupalı hükümetler de bu
akınlardan korunma yolunu tercih ederek, daha fazla içe kapanmaya
yönelmektedir.
Devam
eden göç olaylarının yanında sığınma talepleri reddedilenler (returns) de
endişe yaratmaya başlamıştır. Bunun çözümü de yine Türkiye ve AB arasında Mart
2016’da yapıldığı üzere Geri Kabul Anlaşmalarında görülmüştür. Avrupa’nın kendi
içerisinde ise başka bir yöntem kullanılmaktadır. Almanya örneğinde olduğu
üzere, 2015’te varılan anlaşmaya göre Kosova, Arnavutluk ve Kardağ gibi
ülkelerin güvenli kaynak ülkeler olarak belirlenmesiyle bu ülkelere geri
gönderim işlemlerinin daha aktif bir şekilde sürdürülmesi hedeflenmiştir. Tüm
bu uğraşlara rağmen sadece Almanya’da 2016 yılında yarım milyondan fazla insan
sığınma talepleri reddedildiği halde ülkeyi terk etmemiştir. Geçtiğimiz yılın
en fazla sığınma talebi ile Avrupa’ya başvuran ülkelerinin başında gelen
Afganistan ile Almanya, İsveç, Finlandiya ve AB geri kabul anlaşması imzalamış
benzer bir süreç Nijerya, Ürdün, Tunus ve Mali gibi ülkelerle de
sürdürülmüştür. Hatta Afganistan ve AB arasındaki geri kabul süreci komşu
ülkeleri İran ve Pakistan’ı harekete geçirmiş ve benzer anlaşmalar imza edilmiştir.
Bunun neticesinde ise sadece 2016 yılında bir milyona yakın Afgan, İran ve
Pakistan’dan geri gönderilmiştir. Yine istenmeyen göç ve sığınmacı akınlarını
önlemek üzere kaynak ülkelerle vize anlaşmaları yapmak veya doğrudan yatırım
ABD gibi Avrupa’nın da gündeminde yer almaktadır.
Olası Neticeler Ürkütücü
Trump’ın
ABD Başkanlık seçimlerindeki sürpriz başarısının düşen ilk domino taşı olma
olasılığı Batıda yaklaşan seçimlerin akıbeti bakımından dikkatle çalışılması
gereken önemli bir husustur. Zira 2017’de hem Fransa’daki başkanlık seçimleri
hem de Hollanda’daki genel seçiler için aşırı sağcıların oldukça iddialı
oldukları görülmektedir. Fakat kanaatimizce Batı’daki bu popülizmin
şimdilik etki alanı göçmen politikaları üzerinde olacaktır. Batı’daki siyasi
kültüre ve tarihe bakıldığında aşırı sağcı partilerin koalisyon kurmadaki
başarısızlık ya da isteksizlikleri dikkat çekecektir. Bu bakımdan 2017’de Batı
dünyasında yapılması planlanan seçimlerde popülist siyasetin hükümetlerin
dışında kalarak veya hükümetlere etki ederek göçmen kısıtlamalarında etkili
olabilecekleri öngörüsünde bulunmak mümkün olacaktır. Bunun ise en büyük örneği
Brexit kampanyasında anahtar bir rol oynayarak parlamentoda sadece bir koltuğa
sahip olmasına rağmen kampanyanın başından zafere kadar adeta kaderini
belirleyen Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP)’dir. Tarih boyunca
açıklığıyla bilinen İskandinavya ülkelerinin sığınmacılara sağladıkları sosyal
yardımların düşmesi, sığınmacı akınlarının önüne geçme politikalarından sadece
bir tanesidir.
Batı’daki
bu iki popülist zaferin maalesef en kaçınılmaz sonucu ise Batı siyasetinde
göçmen karşıtı politikaların normalleşmesi olmuştur. ABD’de büyük partiler
tarafından daha önce hiçbir zaman yabancı karşıtlığı üzerine kurulmuş, hatta belki
de sadece bu söylemin kazandırdığı, bir kampanya yürütülmemişti ve belki de
böyle bir kampanya ile başarı elde edilebileceği dahi düşünülmemişti. Trump’ın
yasadışı göçmenlerin ve onların ABD’de doğan çocuklarının sınır dışı edilmesi,
göçmenlere ideolojik test uygulanması gibi kampanya vaatleri şu anda Amerikan
basınının ve ABD siyasetinin gündemindeki en birincil konular olarak
tartışılmaya devam etmektedir. Avrupa’da ise, hiç beklenmedik bir şekilde Alman
Şansölyesi Angela Merkel’in de katıldığı üzere, burkanın yasaklanmasına yönelik
çağrılar hızla artmaktadır. Tüm bunlara rağmen 2016’nın son çeyreğinde Pew
Research Center’ın AB genelinde yapmış olduğu bir ankette Avrupa genelinde
halkın halen farklılıkları iyi yorumladığı gözlemlenmiştir.[2] Yunanistan
ve İtalya dışındaki AB ülkelerinde anket sonuçlarında şaşırtıcı bir şekilde
farklılıkların zenginlik olduğu yönünde bir sonuç çıkmıştır. Buna karşın
Almanya, Fransa ve Hollanda’da 2017’de yapılacak seçimlerde de göçmen korkularının
üzerine gidilmesi ve bu korkuların seçim kampanyalarında sıklıkla gündeme
gelmesi beklenmektedir.
Öte
yandan, Brexit ve Trump’ın başkanlık zaferi ile taçlanan Batı’da yükselme
eğilimindeki popülizm her ne kadar endişe ile takip edilmeli fakat popülizmin
Avrupa’da yeni bir olgu olmadığının, 1980’lere kadar Avrupa’nın bir parçası
olduğunun da farkına varılması gerekmektedir. Batı’daki popülizmin istikrarında
şüphe edilmeli ama yakından takip edilmelidir. Zira İsviçre’deki yine göçmen
karşıtı bir siyasi parti olan İsviçre Halkları Partisi de 1999’dan beri yüzde
20’lik desteği elinde tutmaktadır. Avusturya’daki Özgürlükçü Parti (FPO)
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Mayıs ayında ilk turda kazandığı zafere karşın
Aralık ayındaki ikinci turda Yeşillere karşı kaybetmiştir. Avusturya, İkinci
Dünya Savaşından bu yana aşırı sağcı ilk lideri seçmemiş olsa da FPO,
kendilerini zafere yaklaştıran, çoğunluğu 30 yaş altı seçmenlerinin yani bir
sonraki jenerasyonun desteğini çoktan kazanmıştır.
Değerlendirme
Göçmen
krizi küreselleşmenin tek ve esas sorunu olmasa da görüldüğü üzere toplumların
korkularını ifade eden bir gerçeklik olarak büyümeye devam etmektedir.
Türkiye’yi de her açıdan yakından ilgilendiren, Batı olarak ifade ettiğimiz
genelde ise ABD ve Avrupa ülkelerinde değişen toplumsal algıların bir kimlik
arayışına sebep olduğu görülmektedir. Dolayısıyla bu husus, toplumlar
yaşadıkları korkuların temelinde göçmen konusunu görmeye devam ettikçe giderek
büyüyeceğe/büyütüleceğe benzemektedir. Bu bakımdan 2017’ye girdiğimiz şu
günlerde dönüp 2016’ya bakıldığında toplumlar açısından çatışan politik
öncelikler ve kargaşa yılı olarak görülecektir. Sınırları koruma politikaları,
başarısız entegrasyon ve kontrol çalışmaları, kaynak ülkelerden gelen
sığınmacıların kaçış sebeplerinde herhangi bir değişim yaşanmaz ve bu
ülkelerdeki halihazırdaki krizlerin sona erdirilmesi için yatırımlar
hızlanmazsa 2017’nin de aynı sorunları daha derin bir şekilde önümüze koyması
beklenmektedir.
[1] “77% of terror
plots are motivated by Islamic jihad doctrine”, https://www.jihadwatch.org/2013/08/77-of-terror-plots-are-motivated-by-islamic-jihad-doctrine,
Erişim Tarihi: 27.12.2016
[2]Jacob Poushter, “European opinions of the refugee crisis in 5
charts”, http://www.pewresearch.org/fact-tank/2016/09/16/european-opinions-of-the-refugee-crisis-in-5-charts/,
Erişim Tarihi: 26.12.2016