TÜRK SİNEMASI DOSYASI : YILDIZ KENTER

kişi, şahıs, insan yüzü, giyim, gülümsemek, gülüş içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Yıldız Kenter (1)

İngiliz gavur anayla, sarhoş babanın müthiş aşkı

Olağanüstü yetenek. Onun yüzünde, hayatın, yaşanmışlığın, birikimin izleri var. Ama Yıldız Kenter’in annesi, babası kimdi, çocukluğu nasıl geçti, hangi şartlarda yetişti, neleri aştı da Yıldız Kenter oldu? İşte Yıldız Kenter, hayatının Yıldız Kenter olmadan önceki bölümünü anlattı. Ki müthiş bir öykü…

Ahmet Naci Bey kim?

– Rönesans prensi gibi yetiştirilmiş bir adam. Ailesi, varlıklı ve aristokrat. Dedesi Bağdat kadısı, babası Galip Bey, Ayan azası. Çamlıca’da bembeyaz saçaklı, işlemeli tavanlı muhteşem bir köşkte yaşıyor. Ve ailesi bu genç adamı, iyi bir tahsil alsın diye İskoçya’ya Glasgow’a yolluyor…

Olga Cynthia kim?

– Londra’da bir resepsiyonda tesadüfen Ahmet Naci Bey’in yanında oturan çok güzel bir İngiliz kadın. Yanındaki genç adama bakıyor ve gülümsüyor. Belli etmemeye çalışmasına rağmen, Ahmet Naci Bey’in dişinin ağrıdığını anlıyor. Anlamamaya olanak yok zaten, yüzü arı sokmuş gibi şişmiş. Olga, dişi apse yapan bu adamı görür görmez aşık oluyor.

Sonra ne oluyor?

– Olga Cynthia, Hyde Park’ta ata bindiğini söylüyor, Ahmet Naci Bey de ertesi sabah soluğu Hyde Park’ta alıyor. Birlikte at biniyorlar, yemeğe gidiyorlar. Gözlerini birbirlerinden alamıyorlar. Ahmet Naci Bey de Olga’ya vurulmuş durumda. Bu İngiliz kadından kopmak istemiyor. Aksi gibi, tahsilini de tamamlamış, ülkesine dönüp, hariciyeci olarak çalışması gerekiyor. Ne yapsa? İmkanı olsa onu cebine koyacak, Türkiye’ye götürecek. “Yeri ve zamanı olmayabilir ama benim karım ve çocuklarımın annesi olur musun? Benimle evlenip, Türkiye’ye gelir misin?” diyor.

Çok heyecanlı. Olga ne cevap veriyor?

– Çığlık atıyor. “Çok isterim ama ne yazık ki imkansız!” diyor.

Neden? O da aşık değil miydi Ahmet Naci Bey’e?

– Evet ama Jack var!

Jack de kim?

– Olga Cynthia’nın ailesinin, gezginci bir tiyatro kumpanyası var. Annesi, babası da oyuncu. Babası ölünce, annesi bir başka adamla Avustralya’ya kaçıyor. Olga’yı da anneannesine bırakıyor. Anneanne de 16 yaşındaki bu kızla nasıl başa çıkacağını bilemiyor. İyisi mi onu evlendireyim diyor. Kader bu ya, harbe giden koca dönmüyor ve geride 16 yaşında hamile bir genç dul bırakıyor. Jack, Olga’nın minik oğlu…

Eeeee?

– Eeee’si, Ahmet Naci Bey, Olga’ya sıkı sıkı sarılıyor, “Hiç sorun değil” diyor, “Hiçbir yere bırakmıyorum sizi. Geliyorsunuz. Hemen şimdi. Sen, ben ve oğlumuz, Türkiye’ye gidiyoruz…” İşte, annemle babamın Türkiye’ye geliş hikayesi budur! Ve tabii üvey abim Jack’in…

Yarısı Yavrumun Yarısı, Yarısı Yılan Yavrusu…

Bu aşk öyküsü, o yılların Türkiye’sinde nasıl karşılanıyor?

– İşgal yılları. Ruslar, İngilizler, Yunanlılar, İtalyanlar ülkeyi bölmeye çalışıyorlar. Zor ve karışık zamanlar. Herkesin herkese şüpheyle baktığı yıllar. Bizimkiler Orient Express’le Sirkeci’ye geliyorlar. Vapura biniyorlar ve Üsküdar’a geçiyorlar. İngiliz annemin, nefesi kesiliyor İstanbul’un güzelliği karşısında. O Boğaz’a bakmaya kıyamıyor. Savaş da neymiş, o dünyanın en mutlu kadını, sevdiği adamın peşine takılıp gelmiş. Onun için müthiş bir macera. Faytona binip Çamlıca’ya babamın ailesinin yaşadığı köşke geliyorlar. Dantela gibi saçakları olan beyaz bir köşk. İşte kabus, o köşkte başlıyor…

Neden?

– Çünkü babamın ailesi annemi istemiyor. “Bu gávur karıyı da nereden buldun getirdin?” diyor. Hatta Nedim Abim doğunca, babaannem, abimi “Yarısı yavrumun yarısı, yarısı yılan yavrusu!” diye seviyor.

Anneniz bu zorluğu nasıl aşıyor? Bunalıma girmiyor mu?

– E biraz zor oluyor tabii. Ama her şeye göğüs geriyor. Hatta sevdiği adam uğruna kara çarşafa bile giriyor. Müslüman oluyor ve Nadide ismini alıyor. Londralı Olga Cynthia, oluyor Bandırmalı Nadide…

Pardon ama o nasıl oluyor, Bandırma nereden çıkıyor?

– Nüfus idaresindekiler, “Dini Müslüman, adı Nadide, bunun doğum yeri Londra olamaz, yanlış yazmışlardır, olsa olsa Bandırma’dır” diyorlar.

Sonra ne oluyor?

– Babam Ahmet Naci Bey, Lozan’da İnönü’nün özel kalem müdürü oluyor. İyi tahsil görmüş, gelecek vaat eden bir genç. Kim bilir memlekete daha ne faydaları dokunacaktı ama maalesef mümkün olamıyor.

Hayırdır şimdi ne oluyor?

– Yeni bir kanun çıkıyor: “Hariciyecilerin karısı yabancı olamaz.” Bu kanun, bizim hayatımızın dönüm noktası oluyor, hayatımızın içine ediyor. Gerçi İsmet İnönü, babama şöyle pratik bir formül öneriyor: “Resmen boşan, ama birlikte yaşa.” Öyle yapan dışişleri mensupları var. Ama babam bunu, aşkı uğruna memleketini, ailesini terk eden karısına bir hakaret olarak algılıyor, “Hayır efendim” diyor, “Mesleğimden vazgeçerim ama karımdan vazgeçmem.” İstifa ediyor. Ivır zıvır işler yapmaya başlıyor, gazetelerde tercümanlık filan. Sonra Ankara’da Ziraat Bakanlığı’nda iş buluyor. Ama esas olarak, mesleğinden olunca babamın hayatı kayıyor. Tabii bizim de…

Bunun sonuçları ne oluyor?

– Fakr-u zaruret. En son ben doğmuşum Çamlıca’daki köşkte. Ama bütün eşyalar zaten satılmış. Beni saracak bez yok, çarşaflar yırtılıyor filan. Sonra köşk de satıldı. Ben kendimi bildim bileli fakirdik. Ama ne yoksulluk. Gözümü kapatıp geçmişi düşününce, hep aynı kare geliyor gözümün önüne, bir evden bir başka eve taşınıyoruz, daha ucuz diye. Bir araba tutulur, İngiliz anne öne sürücünün yanına oturur, arkaya da, soba boruları, tel dolaplar filan, tıngır mıngır yeni eve gideriz. Ankara’da ve İstanbul’da hep fakir semtlerde yaşadık. Aile nüfusu da artıyor. Annem güya Türk kadınlarını eleştiriyor, “Aman bunlar da tavşan gibi doğuruyor!” diye. “Ama anne biz de 6 kardeşiz” diye hatırlattığımızda susup, duymazlığa geliyor.

Bu arada nasıl bir aileydi sizinki?

– İngiliz gávur ana, her daim sarhoş bir baba… Ama sevgi dolu bir aile. Fakirdik ama mutluyduk. Babam, içmediği zamanlarda inanılmaz iyi bir insandı. Müthiş bir centilmen. Evimiz dağınıktı, annem tertiple düzenle pek ilgilenmezdi. Zaten bütün bu sefaletimize rağmen, evde hep bir yardımcı vardı, nereden nasıl bulunurdu, onlara para ödenir miydi bilmiyorum. Hepsi de bizim evimizde yatarlardı. Ama ev, zaten yol geçen hanı gibiydi. Hastaneden çıkartılmış, 2 çocuklu kadın, sokakta dilenen bir nine, zerzavatçı, Mösyö Dörö diye bir kaçak Fransız, Cok diye İskoç, bir de üstüne sokak kedileri, köpekleri… Garip bir aileydik. Etraftan tuhaf bakarlardı. Bir gün hiç unutmuyorum, yine kavga ettiler, babam hepimizi evden kovdu. Sarhoştu. Annem de topladı bizi, babamın arkadaşlarından birinin evine gittik. E orada kalacak halimiz yok ya, akşam geri döndük tabii. O da ne! Bütün komşular pencerede, ne oluyor diye bir baktık, babam var olan üç beş parça eşyamızı toplamış, kapının önüne yığmış. Komşular soruyor, ne oluyor diye. Evde badana var da diyoruz, babamızı korumaya çalışıyoruz. Bu arada baba aç kapıyı diyoruz, açmıyor. Bulaşık kapları, domatesler ve tuzluklarla birlikte biz de bekliyoruz, kapının önünde….

*** 

Devamı ikinci bölümde…

*** 

Söyleşi : Ayşe ARMAN

Yıldız Kenter (2)

Dün yayınlanan 1. Bölümün devamıdır…

Bütün bunlar sizi nasıl etkiledi?

– O kadar doğal geliyordu ki. Bizim ailede olur. Nasıl olsa, babamın sarhoşluğu geçer, kapıyı açar. Babam alkolik diye hiç utanmadım. Tuhaf bir şekilde normal kabullendim. Sarhoş-marhoş babamızdı, başımızın üzerinde yeri vardı.

Peki alkole karşı tepki duymadınız mı?

– Hayır hayır, içmekten hep keyif aldım. Ama ailemizde alkolizm sıkıntısı hiç eksik olmadı, Müşfik’te de vardı.

Babanızın bu kadar içmesinin sebebi neydi?

– Babam, aşkının bedelini çok ağır ödedi, kendini içkiye vurdu. Bir de tabii şu var: Güçlü biri değildi, zaafları vardı. İnsanın 6 çocuğu varken, bulduğu üç beş kuruşu içkiye harcaması normal bir şey değil. Ayıkken parayı kitaplardan birinin içine saklardı, sonra nereye koyduğunu unuturdu. Biz bulurduk, o parayla yemek yemek isterdik, üzerimize atlardı, boğuşurduk, parayı elimizden alır, sobaya atardı, bize kızdığı için. Bir başka sefer, yine onun elinden para kapmak istiyoruz, üzerine çıkıyoruz filan, annem bu sefer, “Sevgilimi, kocamı rahat bırakın! Sizi terbiyesiz çocuklar!” diye bize saldırıyor. Annem, hayatı boyunca Naci’sini korudu, bizden bile…

Babanızla ilişkiniz böyle kavgalı dövüşlü müydü?

– İçmediği zamanlar mükemmeldi. Dünyanın en iyi babasıydı. İnanılmaz şefkatli, bilgili, araştıran, yardım eden. Ve 6 ay içmediği zaman olurdu. Sıradışı bir alkolikti. Ama sonra bir başlardı, tut tutabilirsen…

Anneniz, “Böyle bir ortamda çocuk yetiştirilmez. Onları alıp gideceğim” demedi mi hiç?

– Asla. Bir gün bile demedi. Hatta İngiliz Sefareti’nden birtakım adamlar geldi eve. Sivri burunlu ayakkabı giyen birtakım şık adamlar geldiler. Güya bizi kurtaracaklar. Bizi İngiltere’ye yollamak istediler, eğitimimizi İngiliz devleti üstlenecek, sosyal güvencemiz olacak… Annem, onları eve bile sokmadan gönderdi. Babamı görmelerini de engelledi, çünkü babam içeride sarhoş yatıyordu. “Ben gitmek istemiyorum. Benim çocuklarım Türk. Babaları da Türk. Onlar burada, babalarının yanında büyüyecekler…” dedi. Annem de babam da, her zaman aklını kullanan insanlar değildi. Ama bazen aklı kullanmamanın da bir güzelliği vardır. Babam, annemi boşayabilirdi. O yapmadı, bunu gurur meselesi haline getirdi, kendince annemi onore etti. Annem de ona, İngiliz hükümetine sırt çevirerek karşılık verdi.

Peki bu kadar zor durumda olan bir aile, nasıl ayakta kalabildi?

– Bir tek cevabı var: Aşk.

En Büyük Pişmanlığım…

Rockefeller bursuyla Amerika’ya gidecektim. Gitmeden önceki akşam, babamla kavga ettik. İçkisi yüzünden. “Birkaç sene yokum. Üç beş arkadaşımı veda yemeğine çağırmak istiyorum. Ne olur bu akşam içmesen baba” dedim. Acayip sinirlendi. “Cehennemin dibine kadar yolun var. Git, gelmez ol. Gelecek olursan da beni bulma inşallah” dedi. Bu sözler kıymık gibi battı yüreğime. Kavgalı ayrıldık. Ama sonra güzel bir mektup yazdı: “Aklım orada diyorsun, yüreğim buruk. Af diliyorsun sonra da. Anam suratlı kızım, sen de biliyorsun ki, af dilemesi gereken benim. Diliyorum da nitekim. Ama ne olmuş yani, bağırdık, çağırdık, attık içimizdeki pisliği, arındık. Bitti. Hayyam’dan bir dörtlükle kapatıyorum yavrum bu bahsi: Neylesem bu benim iç kavgalarımla/ Pişmanlığım, kendi düşmanlığımla/ Sen bağışlasan da, ben yerim kendimi/ Neylesem bu yüz karam, bu utancımla…” Ne yazık ki canım babam, bu mektubu yazdıktan sonra öldü. Çok gençti, 61 yaşında. Yanında olamadığım için çok pişmanlık duydum.

Anneniz peki?

– Zatürree gibi bir şey oldu, iyileşti. Tekrar yatağa düştü, hastaneye kaldırdık. O gün oyunum vardı. Gece geldim hastaneye, “Anneniz iyi” dediler, yanında kalmak istedim, ama ertesi gün de iki oyunum vardı, tiyatrodan arkadaşlarım “İyiymiş, hadi gidelim” dediler. Uydum onlara, sabah 4’te telefon çaldı. “Annenizi kaybettik” dediler. Çok fena oldum. Ne annemin ne babamın ölümüne yetişebildim.

Bakınca geriye, takdir edilmeyi beklediğim anlarda tokat yediğimi hatırlıyorum

Ailenizin lisanı neydi? İngilizce mi konuşulurdu, Türkçe mi?

– Genellikle Türkçe. Ama araya İngilizce girerdi. Ve annemin kendince İngilizce’den Türkçe’ye çevrilmiş bir dili vardı. Asla gözlük dedirtemezdiniz, gözlükler derdi; pantolon da demezdi, pantolonlar ve zeytins. Türkçe’yi de çok güzel bir aksanla konuşurdu. Zaman zaman da sen ve sizi karıştırırdı, “Sen çok terbiyesiz bir çocuksunuz!”

Bunca gürültünün arasında nasıl okudunuz?

– Ortaokuldayken her sene ikmale kaldım. Geride durmayı tercih eden bir çocuktum. Konservatuvara girdikten sonra açıldım, parlak bir öğrenci oldum. Ablam Güner’in çok güzel sesi vardı, konservatuvara girmek istedi, bırakmadılar onu. Ben girebildim, babam annemden gizli kaydettirdi.

Anne niye izin vermiyor?

– Orada okuyan kızlara orospu dendiğini duyuyor. “Ben çocuklarıma orospu dedirtmem!” diyor. Bazı konularda çok tutucuydu. Şükran’la gizli evlendim ben.

Neden?

– “Bir defa denedin yapamadın. Yeter artık işte!” dedi.

İtişip kakışır mıydınız hep böyle?

– En az anlaştığı çocuğu bendim ama ölünceye kadar benimle yaşadı. Bazen onu sinir etmek için, “Senin bir sürü çocuğun daha var. Niye onların yanına gitmiyorsun?” derdim. “Onları seviyorum ama sana güveniyorum” derdi.

En çok hangi çocuğunu severdi?

– Ablam Güner’i. Sonra da en küçük bebeği Müşfik’i. Güner, raşitikti. Cumhuriyetin birinci yılında 29 Ekim’de annemi Ankara’da hastaneye kaldırmışlar. Ve babama sormuşlar “Anneyi mi kurtaralım çocuğu mu?” Anneyi, demiş babam. Karnını yarmışlar ve Güner’i çıkarıp bir faraşın üzerine koymuşlar. Annem de hep anlatır, Tanrım koru o küçük bebeği diye nasıl dua ettiğini. Ama faraşta yaşamış ablam. Ona çok zaafı vardı. Güner’i bir gün yatağa yatırdılar, çikolatalar, şekerler, çekirdekler filan. Güner de böyle yatıyor. Sonradan öğrendim ki, Güner regl olmuş, annem ona bir kutlama yapıyor. Ben de o günü bekliyorum, ben de yatağa yatacağım, çikolatalar, şekerler. O gün geldi, ben tuvaletten bağırıyorum, “Anneeeee geeeeeel” Kapı da kilitli. “Geldim aç kapıyı” dedi. Heyecan içinde açtım, beni de kutlayacak diye. Bir tokat. “Bir daha kapını kilitleme!” diye. Şimdi bakınca geriye, heyecanla takdir edilmeyi beklediğim anlarda tokat yediğimi hatırlıyorum.

Kardeşlerden kaç tanesi hayatta?

– Dört tanesi. Ablam Güner, ben, Müşfik ve Mahmut.

Peki Jack abiniz?

– O 14 yaşındayken Türkiye’yi terk ediyor. Annem sonra onun izini Güney Afrika’da buluyor. Geri geliyor. Sonra eşi ve çocuklarıyla bizi hep ziyaret etti. Ama o da artık hayatta değil.

Yaşlandıkça annenize mi benzediniz?

– Evet, hem de nasıl! Görünüşüm benziyor bir defa. Ve başka bir dolu şeyim. Günden güne daha da çok ona benziyorum. Ben boş ev severim, ıvır zıvır sevmem. Fakat son zamanlarda, evimde birtakım ıvırlar zıvırlar fark etmeye başladım. Aynen annem gibi, bir dolu şeyi oraya buraya koyuyorum. Ben de bu duruma şaşırıyorum. Hepimiz özümüze dönüyoruz, aslımıza rücu ediyoruz. Bir de tabii, annemin yaşama inanılmaz bir bağlılığı vardı. “Aslan gibi ölmektense, köpek gibi yaşamayı tercih ederim” derdi. Ben de öyle diyorum…

Kızım Leyla…

Kızınız Leyla şu anda nerede?

– Kenya’da. Leyla, Cambridge’de iki fakülte bitirdi, hariciyeci oldu. Sonra evlendi. Kocası da hariciyeciydi. Aynı yerlere göndermiyorlardı, istifa etti, Büyükelçi karısı şu anda. Fakat merkeze geldikçe, Bilkent Üniversitesi’nde ders veriyor. Yarın Türkiye’ye geliyor. Bir ameliyat geçirecek. Kanser de. İyi olacak inşallah (Ağlamaya başlıyor…)

*** 

Söyleşi : Ayşe Arman