ÜMİT ELÖNÜ’NÜN RÖPORTAJI
“ZİHİN
KONTROLÜ TIBBÎ İDAMDIR!”
Zihin kontrolü var mı, mümkün mü? Hâlen tartışılan ve
pek de gündeme getirilmeyen bir mevzu. Tartışmalar devam ededursun, biz,
yaklaşık 20 sene önce İsveç’te zihin kontrolü işkencesine maruz kalmış ve
Türkiye’de olmasına rağmen kendisine zihin kontrolü saldırısının hâlâ devam
ettiğini söyleyen Ertuğrul Taşdemir ile konuştuk. Çocuğunun, yaşadıklarından
haberdar olmaması için isminin ve resminin yayınlanmasını bugüne dek
istemiyordu. Taşdemir, daha önce haftalık bir dergiye ve bu mevzuda kitab yazan
bir yazara bu şartlarda verdiği röportajlar, ismi açıkça yazılarak ve resmi de
basılarak yayınlanınca, bir daha basına konuşmama kararı almıştı. Geçmişe
dayanan tanışıklığın verdiği güvenle, Ertuğrul Taşdemir, basına konuşmama
kararını Furkan Dergisi için bozdu. İsmini yayınlamamıza izin verdiği için de
açık kimliğini artık belirtiyoruz. Ü.E.
-
İsveç’e gitme sebebinizle başlayalım.
-
1978 senesinde İsveç’e okumaya gittim. Okuldan sonra lokanta işletmeye
başladım. Lokantacılığın yanısıra, ırk ayırımı gözetmeden İsveç’teki göçmenlerin
problemleriyle ilgileniyordum. Irkçılığa karşı…
-
İsveç’te ırkçılık yaygın mı?
-İsveç’in
temelinde ırkçılık ve İslâm düşmanlığı vardır. Biz de buna karşı, göçmenlerin
örgütlenmesi yolunda öncülük etmeye çalıştık.
“BUZUN
ALTINA GÖTÜRECEKLER”
-
Zihin kontrolüne tâbi tutulmanız bu süreçte mi başladı?
-
Irkçılığa karşı faaliyetlerde önde olmam, İsveç devletini rahatsız etti.
Bölgenin 80 bin tirajlı mahallî gazetesinden, “ırkçılığı kıran adam” diye
benimle röportaj yapmaya geldiler. Gazetecilere “beni hedef göstermiş
olursunuz” diyerek, röportaj isteklerini kabul etmedim. Lokanta müşterilerimden
bir polis, İsveç devletinin faaliyetlerimden duyduğu rahatsızlığı dile
getirdikten sonra, “seni buzun altına götürecekler” dedi.
-
Tehdit etmek için mi gelmiş?
-
Yok, bir dost olarak uyarmaya gelmiş.
-
Dostunuz olan polis “seni buzun altına götürecekler” dediğinde, sizin cevabınız
ne oldu?
-
Bunun için bir sebeb olmadığını, vergimi verdiğimi, kanun dışı bir şey
yapmadığımı söyledim. O da bana, “bak, göreceğiz!” dedi.
-
Dediği çıktı!
-
Evet. 29 Nisan 1991 tarihinde, Göteborg şehrinde üç arkadaşımla bir lokantada
yemek yerken, İsveç gizli servisi tarafından gözaltına alındım. Beni Göteborg
Polis Merkezi’ne götürdüler. İfadem alınmadan beni hücreye koydular. Tam yatağa
uzanacağım, hücrenin bir tarafından “yavru yavru huma kuşu yükseklerden
seslenir” türküsü, diğer tarafından da “analarıyla cinsî ilişki kurmuş
Türkler’den ve Yahudîler’den bıktık; hepinizi kudurta kudurta geberteceğiz” şeklinde
küfürler ihtivâ eden yayınlar başladı. Hemen “Allah, Allah” diyerek ayağa
fırladım. İlk önce kendimle dalga geçtim; delirdim diye. Ama kendimi iyi
tanıyorum, psikolojik bir problemim yok. Yapılan yayınları kulaktan duymuyorum!
Bunları düşünürken yayınların yerleri değişti; nokta yayını yapıyorlar. Aklıma
lazerin göz ameliyatlarında kullanılması geldi ve dünya için “eyvah!” dedim.
-
Niçin?
-
Çünkü lazer, istenilen noktalara, istenilen güç ve oranda hiç hata yapmadan
gönderilebiliyor; yani kontrol edilebilir bir enerji parçası. İnsanların
beynini lazerle…
-
Sizin zihin kontrolü hakkında daha önce bilginiz var mıydı?
-
Hiçbir bilgim yoktu.
-
O gece yayın sürekli devam etti mi?
-
Belli bir süre sonra uyudum. Sabah kalktığımda, gece gördüğüm rüya için “bu
rüya bana ait değil” dedim. Ve bunların elinde rüyaları kontrol edebilen bir
âlet olduğunu anladım.
-
Rüyanın size ait olmadığına nasıl kanaat getirdiniz?
-
Dünyada en iyi kimi tanırım; kendimi! Rüya bana ait değildi, bundan emindim.
Serbest bırakıldıktan sonra, İsveç emniyetinde görevli olan bir doktor
tanıdığıma bunu anlattığımda bana, “sen kimsin, bunu nasıl çözdün? Evet
bizde bu tür âletler var” dedi. Hücrede, ellerinde rüyayı kontrol edebilen
âlet olduğunu çözdüm ama, aklıma ellerinde zihni kontrol edebilen bir âlet
olduğu gelmedi.
-
Niçin gözaltına alındığınızı söylediler mi?
-
Sabah kahvaltıyı getirenler, “bir sıkıntın var mı?” diye sordular.
Onlara akşam yaşadıklarımı anlatmadım. Sabah 8’de üst kata çıkardılar. İfademi
alacak olan polis müfettişi Ake Petterson’u, 1979-80’de okuldan tanıyordum. Ona
niçin gözaltına alındığımı sorunca, yanımda çalışan bir işçiyi telefonla tehdit
ettiğimi söyledi. Kimseyi tehdid etmediğimi söyleyince, bana telesekreter
kaydını dinletti. Evet, ses benimdi ama konuşmada anlamını bilmediğim bir
kelime kullanıyordum. Petterson’a, “anlamını bilmediğim bir kelimeyi nasıl
kullanırım?” diye sordum. Konuşmayı tekrar dinledi ve “anlamını
bilmediğin kelime, yalnızca yazı dilinde ve yazışmalarda kullanılır!” dedi
ve “senin hiçbir suçun yok, savcılıkta serbest bırakırlar” diye de
ekledi. O zaman anladım ki, bunlar insan sesini taklid etmede çok marifetliler.
İfadeden sonra beni tekrar hücreye götürdüler.
24
SAAT KESİNTİSİZ ANA DİLDE YAYIN YAPTILAR
-
Savcılığa çıkartmadılar mı?
-
Kendisini tutukevi asistanı olarak tanıtan birisi hücreme gelip, bir
ihtiyacımın olup olmadığını sordu. Ben de kendisine, gayet iyi olduğumu,
rahatımın yerinde olduğunu söyledim. Çıkarken hücrede bulunan gözaltı kâğıdımı
alıp gitti. Böylece o gün savcılığa çıkmam engellenmiş oldu. Ertesi gün de 1
Mayıs; İsveç’de resmî tatil. 1 Mayıs’ta çıkartıldığım nöbetçi mahkeme, gözaltı
süremi mahkemenin olacağı 15 Mayıs’a kadar uzattı. O gün beni başka bir hücreye
naklettiler.
-
Yeni hücrede yayınlar arttı mı?
– 24
saat kesintisiz ana dilimde yayın yapıyorlardı.
-
Hep hakaret muhtevâlı mı?
-
Genellikle. Fakat, en sevdiğim Türkçe müzikleri de çalıyorlardı. Ankara Polis
Radyosu’nun yayınlarını dinletiyorlardı. Benimle sohbet etmek istiyorlardı.
-
En sevdiğiniz müzikleri biliyorlardı!..
-
Evet.
-
Niçin en sevdiğiniz müzikleri dinletiyorlardı?
-
Sebebini söyleyeceğim ama, o bahse gelmeden önce anlatacağım başka şeyler var.
TELEVİZYONDA
CANLI YAYINDA ÖLÜM HABERİMİ SEYRETTİM
-
Buyrun.
– 30
Nisan akşamı yapılan yayında, Götaland’da silâhla yakalandığımı, tatbikat için
Götaland’a götürüleceğimi ve orada öldüreceklerini söylediler. 2 Mayıs akşamı
televizyonda 19.20 Götaland haberlerini -İsveç’te akşam ana haber saatinden on
dakika önce mahallî haberler yayınlanır- izlerken, bir muhabir bir parkın
içerisindeki ağaçlık bir yeri gösteriyor ve yabancı bir erkeğe ait bir cesed
bulunduğunu anlatıyordu ki, tarif ettiği cesed ve cesede ait giysiler ve
giysilerin markaları tıpatıp bana uyuyordu! 3 Mayıs günü hücreme yaptıkları
yayınlarda ırkçı hakaretler ve beni öldürme tehditleri artınca, ben de radyoyu
sonuna kadar açıp işkencecilere sövmeye başladım. Bir ânda radyo yayını kesildi
ve işkenceciler radyodan, onlara ettiğim küfürleri yayınladılar. Böylece 2
Mayıs’taki televizyon haberinin bunlar tarafından hazırlandığını anladım.
-
Küfürleri sizin sesinizle mi yayınladılar?
-
Evet. İşkenceciler, sesi çıkış noktasında bloke edip konuşan insanın ses
tonunun aynısından, konuşmaların muhtevâsını kendi istedikleri gibi
değiştirerek insanlara aktarabiliyorlardı.
-
İşkenceciler, yayın dışında, sizi rahatsız etmek için başka ne yapıyorlardı?
-
Vücudumun çeşitli yerlerine lazer ışını yolluyorlardı. Lazer saldırısına ve
yayınlara karşı, içimden “Hasbünallahü ve ni’mel vekîl” diyerek nefes
alıp veriyordum; bunun çok faydasını gördüm.
-
Sizi öldürmeye yönelik bir teşebbüsleri oldu mu?
-
Bilinen işkence metodları dışında, öldürmeye yönelik fiilî bir saldırı olmadı.
Zaten zihin saldırısı yanında Filistin askısının, falakanın lafı bile olmaz.
Beyne falaka çekiyorlar! Lazer saldırısıyla birlikte, ellerimin derisi
dökülmeye başladı.
-
Vücudunuzda yanma oluyor muydu?
-
Yanma yok, ama belimi oynatamıyordum, kamburum çıkmıştı. Beni felç etmek için
özellikle omuriliğime saldırıyorlardı; bunu da sonradan örendim. Öldüğüme
yönelik televizyondan yaptıkları haberden sonra, yayınlarda, “ailene senin
öldüğünü söyledik” dediler ve anne-babamın ağlama seslerini verdiler.
-
Anne-babanızın sesini mi taklid ediyorlardı?
-
Hayır. Anladığım kadarıyla, daha önceden annemle ve babamla yaptığım telefon
görüşmelerini kaydetmişler.
“SENİN
KİLİT KELİMENİ ÇÖZDÜK”
-
Verilen yemeklerde bir tuhaflık hissediyor muydunuz?
-
Yok. Yalnız, 4 Mayıs akşamı verilen yemeği yedikten sonra rahatsızlandım ve
sabaha kadar uyuyamadım. Tahminimce, yemeğin içine sinir bozucu ilâçlar
koymuşlardı. Sabah olunca, uykusuz hâlde, hücrede içimden “Hasbünallahü ve
ni’mel vekîl” diyerek volta attım. Bu esnâda bana, “senin kilit kelimeni
çözdük!” dediler. Ben, acaba söylerken dudaklarım mı kımıldadı diye
düşünürken, onlar, “yok yok, delirdin o… çocuğu!” dediler. Aklımdan
geçen düşünceye cevab verdiler! Ben de düşünce yoluyla, “o… çocuğu sizsiniz!
Düşüncelerimi konuşma hâline getiriyorsunuz!” dedim. Hücredeki cama doğru
yürürken, aklıma bunların rüyalarımı da yönlendirdikleri geldi. Âni bir
refleksle yatağı yaktım ve üzerine çıkıp tepinmeye başladım. Hastahâneye gitmek
için deli numarası yapıyordum.
-
Hastahâneye götürdüler mi?
-
Hastahâneye götürmeden önce beni küçük bir odaya aldılar ve dışarıdan
getirdikleri dazlaklara, beyzbol sopalarıyla dövdürdüler. Daha sonra da,
ellerim arkadan kelepçeli ve yüzüstü vaziyette polis arabasına yatırılarak
Lilhagen Hastahânesi’ne götürüldüm. Hastahâneye arka kapıdan soktular ve odada
iki kişi vardı.
-
Sizi bekliyorlardı
-
Evet; bir erkek, bir bayan. Erkeğin elinde yarım bir eldiven vardı. Ensemi
ovmaya başladı. Bu sırada polis arabasında olan istihbaratçı, “bunu arabada
öldüremedik, burada öldüreceğiz ama, kovanları ne yapacağız?” dedi. Onlara,
“hücreme yaptığınız yayınlar çok güzeldi!” dedim. Daha önce hiçbir
şekilde onlara yayınlardan bahsetmemiştim. İstihbaratçı, “şimdi yayın var
mı?” diye sordu. Ben, “evet, var!” deyince, yarım eldivenli olan
adam sırıttı. Odadaki kadın, elindeki beyaz sıvıyı bana uzatarak, “iç!”
dedi. “İçmem!” deyince, istihbaratçı silâhını ağzıma sokarak, “içeceksin!”
dedi. İçmemekte ısrar ettim. Ölümden korkmadığımı söyledim. “O zaman iğne
vururuz!” dediler. İğneden tiksindiğim için, verilen sıvıyı içtim.
-
Sıvıyı içince ne oldu?
-
Kendimden geçmişim. Gece uyandım. Uyandığımda bir sürü âletin bana bağlı
olduğunu gördüm. Odanın içinde bulunan kişilere, “siz kimsiniz?” diye
soracağım ama konuşamıyorum. Konuşma kabiliyetimi kaybetmişim. Umursamadım,
tekrar uyudum. Sabah uyandığımda odada iki genç vardı. Konuşabiliyordum; “telefon
etmek istiyorum” dedim. Kabul etmediler. Hastahânede ne doktor, ne hemşire
görmeden beni çıkardılar.
-
Yayın devam ediyor muydu?
-
Aralıksız yayın devam ediyordu.
-
Hastahânede kaç gün kaldınız?
– 2
gün.
ÇOCUK
PROGRAMI SUNAN İŞKENCECİ KADIN
-
Gerek hücrede gerek hastahânede olsun, yapılan yayınları duyuyor muydunuz;
yoksa…
-
Duymak yok. Yayınlar, sanki ben düşünüyormuşum şeklindeydi. Yayınlar direkt
beyne veriliyordu. Hastahânede en çok dikkati çeken şey, iki İranlıydı. Tipleri
tam Farslı tipiydi. Bir tanesi bana ismimle hitab edip, “niçin yemek
yemiyorsun?” dedi. Şimdiye kadar beni kimseyle görüştürmeyenler, niçin
İranlılarla görüştürmüşlerdi diye hâlâ düşünüyorum.
-
Niçin olduğunu çözemediniz mi?
-
Çözemedim. İsveç istihbaratının elemanları beni hastahâneden çıkartıp cezaevine
götürürken, daha enteresan bir şey oldu. Arabayla giderken kırmızı ışık yandı.
O sırada bisiklete binmiş çarşaflı bir kadın arabaya yaklaştı.
-
Bisiklete binmiş çarşaflı bir kadın!
-
Evet. Yüzü seçilebiliyordu. İstihbarat elemanlarıyla bir şey konuşup gitti.
Daha sonra bu kadını hapishânede gardiyan olarak gördüm!
-
Niye böyle bir mizansen hazırlama gereği hissetmiş olabilirler?
– Hem
beni hem de daha sonra yaşadıklarımı anlatacağım kişileri, halüsinasyon
gördüğüme inandırmak için. Bakınız, bana işkence yapan kadınlardan birisi,
İsveç televizyonunun 2. kanalında çocuk programı yapıyordu!
-
Kadınlar da mı giriyordu işkenceye?
– Evet!
Zihin kontrolü, ekib işi. Zihin kontrolü yapılacak 1 kişi için 20-25 kişilik
ekib gerekiyor. Beni camdan aşağı sarkıttılar. Sonra da “öldün!” diyerek
tabuta soktular ve bana seyrettirdiler. Camdan sarkıtmadan önce Kur’an-ı Kerîm
ve Türk bayrağını getirdiler; üzerlerine işemem için. Kabul etmeyince camdan
sarkıttılar. Tüm bunları korkutmak için yapıyorlar. Mevzu tamamen psikolojik.
Korkmadınmı, yapılan hakaretlere karşılık verdinmi ve yayınları dinlememeye
çalıştınmı, zihin kontrolcüler başarılı olamıyorlar. Allah’a inanacaksın ve
O’na teslim oldunmu bunlar başarısız olur. Sevdiğim müzikleri yayınlamalarının
sebebi de, yayınları dinlememi sağlamak. Mahkemenin 15 Mayıs’ta olması
gerekiyordu. Fakat beni istedikleri şekle sokamayınca, gözaltı süresi uzattılar.
21 Mayıs’ta çıktım mahkemeye.
-
29 Nisan’da gözaltına alınıyorsunuz ve 21 Mayıs’ta mahkemeye çıkartılıyorsunuz;
neredeyse bir ay gibi uzun bir süre. Sizi hiç arayan soran olmadı mı veya
olmamış mı?
-
Beni daha önce uyaran polis dostum, arkadaşlarıma, “… öldürecekler,
mahkemeye dilekçe verin!” demiş. Arkadaşlarım da dilekçeyi vermişler.
Dilekçe sebebiyle beni infaz edememişler.
-
Mahkemede neler yaşadınız?
-
Mahkemede de yayın devam etti. Bana kurulan tezgâh orada da sürdü; beraat etmem
gerekirken şartlı tahliye edildim. Yaşadıklarımı anlattığım arkadaşım Hasan
Hüseyin’in yaptığı araştırma sonucu, İsveç’te bu metodla, Türk, Kürt ve Arab,
15 kişiyi delirttiklerini öğrendim.
HÂLÂ
YAYINLAR DEVAM EDİYOR
-
Tahliye olduktan sonra da yayın devam etti mi?
-
Etti ve hâlâ ediyor!
-
Türkiye’de de mi?
-
Türkiye’de de… Sizinle görüşmeden iki gün önce, Merter’de lazer saldırısına
uğradım. Yanımda olan eşim, korkudan bir saat konuşamadı. Bana gelen bir MİT
mensubu, “evine giren çıkan belli değil, çıkar çevrelerine dikkat et;
kendini koru!” dedi. Eşim de, “bu adam tek başına, nasıl kendini
koruyacak?”…
-
Siz ne güne duruyorsunuz…
-
Evet…
-
MİT ve Emniyet yardımcı olmadı mı?
-
Onlardan, “bıraksın bu işleri” diye haber geliyor.
-
Niçin bu kadar üzerinizde duruyorlar? İsveç’teki doktor gibi sorarsak, siz
kimsiniz?
-
İsveç’te bu operasyonu kime yaptıysalar sonuca ulaşmışlar; ben hariç! Serbest
kaldıktan sonra yaşadıklarımı İsveç kamuoyuna anlatmaya çalıştım ama olmadı.
Beni, “seni buzun altına gönderecekler!” diye uyaran İsveç polisindeki
dostum, ağlayarak evime geldi. Bana, “seni oğlum gibi severim. Buradan git,
seni öldürecekler!” dedi. Ben de Türkiye’ye döndüm.
-
Türkiye’ye döndüğünüzde neler yaşadınız?
-
Türkiye’ye gelmeden önce, sağlık kontrolü için Bulgaristan’a gittim. Orada
çekilen beyin EEG’sini gören doktor, “sen nasıl yaşıyorsun, nasıl kalb krizi
geçirmedin?” diye hayretle sordu. Yaşadıklarımı anlattıktan sonra, doktor
beni odadan çıkardı, bana yardımcı olan Bulgar arkadaşıma, “Kim bu adam?
Anlattıklarının hepsi doğru. Başımıza ikinci Mehmet Ali Ağca olmasın!” demiş.
Türkiye’ye geldiğimde, Bulgaristan’da çektirdiğim EEG ile, annemin tanıdığı bir
beyin cerrahına gittik. Doktor, yanındaki asistanla EEG’ye bakıp, “ne kadar sağlıklısın!”
dedi; aynı Kemal Sunal’ın filmi gibiydi. Annemin dediğine göre “Türkiye’nin
en iyi beyin uzmanı” ama, hiçbir şeyden haberi yok. Bir de Türkiye’de EEG
çektireyim dedim ve Amerikan hastahânesine gittim. EEG bölüm şefi Engin Mengü
adında bir doktor. Benim EEG’yi çekti. Verdiği raporu onun yanında okuyorum;
Bulgar doktorlardan öğrendiklerimle Dr. Mengü’ye, “hocam, raporda beyin
hasar görmüş gözüküyor. Bu hasar içeriden mi, yoksa dışarıdan bir müdahaleyle
mi olmuş?” diye sorunca, doktorun eli ayağı titremeye başladı. “Burada
bir nörolog Nevzat bey var, sen onunla görüş!” dedi. Annemle Nevzat beyi
beklerken, elinde siyah bir çantayla geldi.
Anneme,
“sen dışarıda kal!” dedi. Doktorla ufak bir odaya geçtik. Elindeki
çantayı sert bir şekilde masaya vurarak, “kardeşim, bu işin peşini niye
bırakmıyorsun, niye uğraşıyorsun?” dedi. Şaşkınlığım geçtikten sonra, “beyefendi,
İsveç’te 1 milyon dolarımı kaybettim, onun peşindeyim!” dedim. “İki
dakika sonra geliyorum, bekle!” dedi ve odadan çıktı. Odada beklerken annem
geldi, “oğlum ne bekliyorsun, muayene bitmiş!” dedi. Anneme, vitamin
hapı yazdığı bir reçete vermiş ve “oğlunuz işkence görmüş, onun etkisiyle
böyle konuşuyor!” demiş. Zaten Bulgarlar, “Türkiye’ye gitme seni rezil
ederler!” demişti.
-
Haklılar!
-
Hastahâne maceram daha bitmedi! Aynı hastahânede kan tahlili yaptırdım.
Sonuçları beklerken, tahlil sonuçlarını değerlendirecek hanım doktora da
yaşadıklarımı ve öğrendiklerimi anlatıyordum ki, bana, “bunları bilmek için
5 üniversite bitirmek lâzım!” dedi. Tahlil sonuçlarında, kanımda olması
gerekenden 10 kat fazla radyasyon çıktı. Doktor hanım, “anlattıklarınız
doğru çıktı. Siz İnsan Hakları Vakfı’na başvurun” dedi.
-
Gittiniz mi?
-
Gittim ama benimle ilgilenmediler.
-
Bilmediklerinden…
-
Biliyorlar… Beni vakıfta psikolojik testten geçirdiler. Test sonuçlarına bakan
profesör hanım, “sen buradaki herkesten daha zekisin. Sende süper zekâ var.
Seni şartlandırmış olmasınlar?” dedi. Ben, “zeki insan şartlandırılmaz!”
deyince, “lazerin haberleşmede kullanıldığını biz biliyoruz ama sen bunu
Türkiye’de anlatma, yanlış anlarlar” dedi. Ben de, “yanlış anlayan
anlasın!” dedim. Bana kimse sahib çıkmadı.
-
Son olarak, zihin kontrolünü nasıl tanımlarsınız?
-
Zihin kontrolü, “Tıbbî İdam”dır!