ÖZEL BÜRO NOTU : AŞAĞIDA OSMANLI’NIN NE GİBİ
MEZİYETLERİ OLDUĞUNU ANLATAN BİR YAZI VAR VE DOĞRUDUR. HER SATIRINA KATILIRIZ. ATALARIMIZ
ÇOK MERHAMETLİ İNSANLARDI, ÇOK FAYDALI İŞLER YAPTILAR. O DÖNEMİN EN MODERN
FİKİRLERİNİ HAYATA GEÇİRDİLER. BUNLARA BİR İTİRAZIMIZ YOK. AMA TÜRKLER’İN TARİH
SAHNESİNDEN SİLİNMESİNE DE YİNE ONLAR SEBEP OLUYORDU. SON PADİŞAH KAÇTI VE
ÜLKENİN MAKUS TALİHİNİ KADERİNE TERK ETTİ. İŞTE BU DÖNEMDE ATATÜRK, SİLAH
ARKADAŞLARI VE MEHMETÇİK KADERİMİZİ TAYİN EDEN SAVAŞLARI KAZANMASAYDI NE
OLACAKTI ? BİR DE BUNU DÜŞÜNÜN. HİÇ BİR TÜRK EVLADI MAZİSİNİ RED ETMİYOR. ETMEZ
DE. AMA MAZİ MAZİDİR. GEÇMİŞİ KONUŞMANIN BUGÜN BİZE NE FAYDASI OLACAK BUNU DA
TAKDİRİNİZE BIRAKIYORUZ.
Düşünün;
Hava buz gibi.
Camiye gittiniz.
Şadırvan da abdest alacaksınız ama buz gibi su içinizi
titretiyor.
Tam o anda elinde ibrik yanınızda bir genç bitiyor.
“Buyurun Beyefendi” diyor.
“Abdestinizi sıcak suyla alın”
Şaşırıyorsunuz.
Sonra gencin yakasındaki karta ilişiyor gözünüz:
“Kışın Abdest Alanlara Sıcak Su Temin Etme Vakfı Görevlisi!”
yazıyor.
Ya da tam tersi.
Ağustos sıcağı, dilinizi damağınıza yapıştırmış.
“Şöyle buz gibi bir su olsaydı” diye içinizden geçirirken, bir
bardak uzanıyor elinize.
Suyu kana kana içiyorsunuz, içiniz ferahlıyor.
Teşekkür etmek ve eline üç-beş kuruş tutuşturmak için bardağı
uzatan gence dönüyorsunuz.
Ama o parayı kabul etmiyor.
Daha da şaşırıyor ve “Sen de kimsin?” diyorsunuz.
“Ben, Yaz Günleri Soğuk Su Dağıtma Vakfı Görevlisiyim” diyor
genç.
Bitmedi, çok fakirsiniz.
Evlilik çağına gelmiş bir kızınız var.
Ama çeyizi bile yok.
Bir gün akşam karanlığı çökmek üzereyken, kapınız çalıyor.
Kapıda iki bayan; ellerinde paket paket danteller, el
işlemeleri, çeyizlik havlular, saten örtüler.
Gözünüz yaşlı, sesiniz titrek soruyorsunuz; “Siz de kimsiniz?”
“Biz” diyorlar. “Fakir Kızlara Çeyiz Hazırlama Vakfı‘ndan
geliyoruz”
Şaka gibi geliyor ama inanın bunların hepsi gerçek.
Hem de bundan 500 yıl önce bu topraklarda yaşanıyordu.
Nereden mi biliyorum?
Vakıflar Genel Müdürlüğü, harika bir çalışma yapmış.
Osmanlı‘da kurulan vakıfların listesini çıkarmış.
İnsan okudukça çarpılıyor, tüyleri diken diken oluyor.
“Yarabbi bu nasıl büyük bir medeniyettir, nasıl üstün bir
meziyettir” demekten kendini alamıyor.
Kimisi 15. yüzyılda kurulmuş, kimisi 16. yüzyılda.
Hani Türkiye ilerliyor, demokratikleşiyor, sivil toplum
güçleniyor deniyor ya.
Hepimize kapak olsun, işte Osmanlı’da kurulan vakıflar:
1.
Güzel Yazı Öğretme Vakfı,
2.
Sokak Hayvanlarına Ekmek Verme Vakfı,
3.
Hastalara Evinde Bakma Vakfı,
4.
Kızlara Çeyiz Hazırlama Vakfı,
5.
Duvar Yazılarını Silme Vakfı,
6.
Kadın Sığınma Evi Vakfı,
7.
Sıcak Pide Dağıtma Vakfı,
8.
Yaz Günlerinde Soğuk Su Dağıtma Vakfı,
9.
Kışın Abdest Alanlara Sıcak Su Temin Etme Vakfı,
10.Sıcakta Sebillere Kar Koyma Vakfı,
11.Yol Güvenliğini Sağlama Vakfı,
12.Helalleşme Vakfı,
13.Hristiyan Esirleri Kurtarma Vakfı,
14.İlkokul Hocalarına Tütünü Yasaklama Vakfı,
15.Yoksul Mahkumlara Harçlık Verme Vakfı,
16.Güvercin hane Yaptırma Vakfı,
17.Leylekleri Koruma Vakfı,
18.Dara Düşenlerin Vergisini Ödeme Vakfı,
19.İflas Eden Tüccarlara Yardım Vakfı,
20.İlmi Kitapları Bağışlama Vakfı,
21.Şehit ve Sahabe Türbelerini Tamir Etme Vakfı,
22.Şehir Estetiğini Koruma Vakfı,
23.Hayvanlara Mera Açma Vakfı.
Daha onlarcası var.
Ama hepsini yazmaya imkan yok.
Ancak şimdi siz karar verin;
500 yıl önceki Osmanlı mı ileri, yoksa bugün çağdaşım diye kan
ve gözyaşı ile beslenenler mi?
YAZIYI OKUDUNUZ. OSMANLI’YI ÖVÜP MODERN TÜRKİYE’Yİ KARALIYOR. ATALARIMIZ
OSMANLI’NIN NE KADAR ÖRGÜTLÜ VE FAYDALI İŞLER YAPTIĞINI ELBETTE BİLİYORUZ. BİR
İTİRAZIMIZ YOK. AMA OSMANLI’NIN DEVRİ OSMANLI ZAMANINDA KALDI. ÇÜNKÜ
YÖNETİCİLERİ YANİ PADİŞAHLAR VE AVANELERİ SONUNDA ÜLKEYİ O HALE SOKTULAR Kİ
ÜLKE TÜM EMPERYALİSTLERİN BİR DÖNEM YERLEŞTİĞİ, SÖMÜRDÜĞÜ BİR ÜLKE OLDU. EĞER
ATATÜRK GİBİ BİR DAHİ VE KUVAYI MİLLİYE GİBİ YURTSEVER ÖRGÜTLER OLMASAYDI BUGÜN
TÜRKİYE DENEN ÇAĞDAŞ BİR ÜLKENİN ÖZGÜR VATANDAŞLARI OLARAK BU SATIRLARI KALEME
ALAMAYACAKTIK. KISACA OSMANLI BİZİM ATAMIZDIR VE SON DERECE SAYGI DUYUYORUZ.
SEVABIYLA GÜNAHIYLA, İYİSİYLE KÖTÜSÜYLE BİZİM MAZİMİZ. AMA ADI ÜSTÜNDE MAZİ
OLDU. BİZİM YAPMAMIZ GEREKEN İSE GELECEĞE BAKARAK BU TOPRAKLARIN ÜZERİNDE
BAYRAĞIMIZIN İLELEBET DALGALANMASINI TEMİN ETMEKTİR.
ŞİMDİ DE AŞAĞIDAKİ YAZIYI BİR İNCELEYİN.
29 Ekim 1923’te, Osmanlı Devletinin küllerinden Türkiye
Cumhuriyeti doğdu.
Osmanlı,
teokratik bir sülale devletidir. Egemenlik, kayıtsız şartsız padişahındı. Ne
var ki padişah, vereceği kararların şeriata uygun olup olmadığını
şeyhülislamlar belirler. Osmanlı Devleti, 624 yıl 36 padişah tarafından
yönetilmiştir. Çocuk yaşta padişahlar olduğu gibi akıl hastaları da (Deli
İbrahim, Deli Mustafa) vardı.”
Osmanlı
Dönemi’nin fotoğrafı şöyle:
Kanuni
dönemindeki devlet, 300 yıl geride kalmış. Kaç zamandır yarı sömürge halinde,
güçsüz bir devlet söz konusu. İdari, ekonomik, mali ve hukuki kapitülasyonlar
sürüyor. Halk yurttaş değil, padişahın kulu. İlkel bir tarım toplumu, iflas etmiş
bir maliye. Büyük bir dış borç, yarı ölü bir ekonomi. Cılız, küçük bir sanayi.
Ağır sanayi neredeyse sıfır. Kişi başına düşen milli gelir, sadece 4 lira. Pencere
camı bile ithal edilir durumda. Şeker de ithal ediliyor. Anadolu buğdayı İstanbul’a
taşınamadığı için, buğday Rusya’dan alınıyor. Ülkede 40 bin köye karşılık ebe
sayısı 200 kadar… 0-2 yaş grubu çocuklarda ölüm oranı yüzde 60. Bütün imparatorlukta
sadece 158 ortaokul ve lise, bir tane de medrese uzantısı bir üniversite var.
Anadolu, çağdışı ilkel medreselerin elinde.
Tüm liselerde okuyan kız öğrenci sayısı 230.
(Turgut
Özakman, Sözcü, 30 Eylül 2013)
Atatürk’ün
“Benim en büyük eserim” dediği Cumhuriyet’in 93. yıldönümü.
Cumhuriyet’in
sabır taşını çatlatacak bir kararlılık, olağanüstü bir savaşım ruhu ve
bilinciyle kurulduğunu en iyi ortaya koyan yapıt, Nutuk’tur. Atatürk, Nutuk’ta
,Cumhuriyet’in özelliklerini, şu sözlerle yansıtmaktadır.
“Ben,
manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural
bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor,
milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile
değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek değerler olduğunu ileri sürmek,
aklın ve bilimin gelişimini yadsımak olur… Benim Türk ulusu için yapmak
istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek
isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul
ederlerse, benim manevi mirasçılarım olurlar. Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da
Samsun’a çıkarak Cumhuriyet’in temellerini atar. İnsanca yaşamak için yapılır;
İnönüler, Sakaryalar, Dumlupınarlar…30 Ağustos 1922’de mezar olur düşmana
Anadolu. Mehmetçik sel olur dokuz günde Afyon’dan İzmir’e akar. İzmir’e
girişimiz, zaferin çabukluğu, geniş ve kesin neticeleri itibariyle bütün
dünyada büyük hayret yaratan bir psikolojik ortama rastlar. Yunanlılar,
bozgundan sonra Anadolu’dan çekilme koşuluyla ateşkes için İngilizler ’e
başvururlar… 3Ekim 1922’de Mudanya Konferansı başlar. Konferansta
İngiltere’yi General Harrington, Fransa’yı General Charpy, İtalya’yı da General
Mombelli temsil ediyordu. Ateşkes Sözleşmesini 11 Ekim 1922 sabahı saat 6’da
imza ettik. (İsmet İnönü, Lozan Antlaşması,29-46) Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli de Lozan’da
atılır. Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 günü imza edilir. İmza törenleri uygar
bir ölçüde ve Türkiye için onurlu bir biçimde düzenlenmiş,
neticelenmiştir.(ade. s.67
Ali Naci
Karacan, antlaşmanın imza törenini ‘Lozan’ adlı yapıtında şöyle anlatmaktadır:
23
Temmuz sabahı Lozan Palas’ta uyananlar bir gece içinde otelin, barış şerefine
gelin gibi donatıldığını görerek şaşakaldılar. Büyük girişten holün sonundaki
pencerelere, koridorlara kadar her tarafa bayraklar asılmıştı. En göze çarpan
köşelere dostluk belirtisi olarak kırmızı-beyaz bir Türk armasıyla mavili
beyazlı bir Yunan arması takılmıştı.
Lozan
Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yolunu açar. Mustafa Kemal,28 Ekim
1923’te bazı arkadaşlarını (Fethi Bey, İsmet Paşa, Kazım Özalp Paşa, Halit
Paşa, Kemalettin Sami Paşa, Fuat Bulca, Ruşen Eşref Ünaydın…)yemeğe davet
eder. Yemekte,”Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz !”der. 29 Ekim 1923’te
Cumhuriyet’in bayrağı dalgalanır. tek başına, bağımsız bu gökyüzünde. Savaştan
sonra, emperyalizmin kıskacından kurtulmuş, tam bağımsız bir devlet kurulur. Bu
devlet, Cumhuriyet ilkeleriyle gelişir, kalkınır, yücelir…
29 Ekim
1923 Türk ulusunun yeniden varoluşudur. Cumhuriyet devriminin mimarı Mustafa
Kemal Atatürk’tür. Türkiye Cumhuriyeti’nin mimarı, Samsun’a çıkarak düş
evreninde oluşturduğu Cumhuriyeti ilmik ilmik dokur. Yoluna çıkan engelleri;
bilimin, askeri yeteneğinin ışığında eritir, yok eder. 19 Mayıs 1919’da
Samsun’da bir kıvılcım çakarak, karanlıkları yırtar; Anadolu’yu aydınlatır. Bu
aydınlıkta uyanır; yürür düşman üstüne eriyle, kadınıyla, kızıyla Anadolu
insanı. Tutsaklıktan kurtulmanın yollarını arar. Kurtuluşa, Çanakkale kahramanı
Mustafa Kemal’in izinden giderek ulaşacağına inanır; çünkü Mustafa Kemal’e
güvenmektedir. O, tutsak bir ulusu, bağımsızlığına kavuşturmak için
emperyalizme savaş açan ilk Doğulu liderdir. Emperyalizmin olduğu yerde;
nemelazımcılık, kadercilik her şeye boyun eğiş vardır. .Sivas ve Erzurum
Kongreleri’nin amacı, ulusu bu felsefeden kurtarmaktır. Mustafa Kemal,
tutsaklığın Türk ulusunun yapısına aykırı olduğunun bilincindedir. Anadolu
insanına ulus olma bilincini aşılamaya çalışır. (Osmanlı, imparatorluktur.
Uluslar vardır. Bu uluslar, imparatorun uyruğudur.)
Türk
toplumu, ulus olma bilincine Cumhuriyet’le erişir. Misak-ı Milli’yle bağımsız,
çağdaş bir devletin sınırları çizilir. Bu sınırlar içinde yaşayan tüm
toplumlar, Cumhuriyet’in bireyleri olarak yaşamlarını sürdürür; ülkenin
kalkınıp gelişmesine katkıda bulunurlar. Her birey, yasalar karşısında eşit
haklara erişir. Osmanlı’nın yıkılışıyla ağalık, şeyhlik tarihe karışır. Ağalık,
şeyhliklerini sürdürmek isteyenlere de fırsat verilmez; çünkü Cumhuriyet,
özgürlüğe, toplumsal uyanışa, değişime de yol açmıştır.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerini bilim adamları iki başlıkta toplarlar: Temel
ilkeler ve bütünleyici ilkeler.
Temel
ilkeleri:Laiklik, cumhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık, devrimcilik,
devletçiliktir.
Bütünleyici
ilkeler:Ulusal egemenlik, ulusal bağımsızlık, ulusal birlik, demokrasi,
çağdaşlıktır.
Bunlardan
en önemlileri kuşkusuz devrimcilik ve laikliktir. Devrimcilik ilkesiyle
eskimiş, yıpranmış, çağdışı kalmış Osmanlı kurum ve kuruluşları atılmış; yerini
Cumhuriyet kurumları almış, Türk toplumunun giyim kuşamı, özetle yaşam tarzı,
düşünce yapısı çağın gereklerine uyarlanmıştır. En önemlisi tembellik yuvaları
olan tekkeler kapatılmıştır.
Cumhuriyetin
temeli laiklik ilkesidir. Atatürk devrimlerinin özünü, Atatürk’ün gösterdiği
çağdaş uygarlık düzeyine erişme hedefinde en önemli araç ve temeli oluşturan
laikliktir. (Prof.Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen panel“Türkiye
Cumhuriyeti’nin Temel İlkelerinden Laiklik”)
Laiklik,
dinsizlik değildir. Laiklik karşıtları, laikliği yıpratmak için laikliği
dinsizlik olarak görmekte, böyle olduğunu yaymaktadırlar. Oysa laiklik, devlet
ile din işlerinin ayrılığı; devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi
bakımından yansız olmasıdır.(TDK Türkçe Sözlük)
Laiklik,
devletin vatandaşlarıyla olan ilişkilerinde inançlara göre ayrım yapmaması ve
ayrıca, herhangi bir inancın, özellikle de bir toplumda egemen olan inancın,
aynı toplumda azınlıkların benimsediği inançlara baskı yapmasını önlemesi
demektir. Diğer bir tanımlamayla da devlet yönetiminde herhangi bir dinin
referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan
ilkedir. Devlet düzeninin, eğitim kurumlarının ve hukuk kurallarının dine
değil, usa ve bilime dayandırılmasını amaçlar.
Laik
devletten, laik hukuktan, çağdaş eğitimden uzaklaşmanın nasıl bir felâket
olacağını görmeliyiz. Bunu anlamak için, çevremizde olup bitenlere bakmamız
yeter. Teokratik bir dikta rejiminin ve çağdışı bağnazlığın, eline geçirdiği
ülkeyi, nasıl karanlığa sürüklediği gözler önündedir. Laikliğe ve çağdaşlaşmaya
düşman teokratik bir dikta rejiminin, yalnız uygulandığı ülkeye değil,
İslamiyet’e de ne büyük zararlar verdiğini görmemek için kör olmak
gerekir.(Prof.Dr. Turhan Feyzioğlu, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu,
Atatürk Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen panel “Türkiye Cumhuriyeti’nin
Temel İlkelerinden Lâiklik”)
Laiklik,
devletçilik dışındaki diğer ilkelerin hepsinin de ön koşulları içinde yer alır:
Demokrasinin ön koşuludur; çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü
de olamaz. Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü laikliği kabul etmemiş bir
toplumda, bilimin ve çağın gereklerinin gerisinde kalmış kurumları
değiştirmenin tartışması bile genellikle yapılamaz. Halkçılığın ön koşuludur;
çünkü bir din devletinde halkın istekleri değil, dinsel “seçkin”lerin
düşünceleri önemlidir. Atatürk, laiklik anlayışını, kendi el yazısı ile kaleme
aldığı “Medeni Bilgiler” kitabında, sadece din ve devlet işlerinin
değil, dinin de siyasetten ayrılması ve yasaların dine göre değil, toplumun
gereksinmelerine göre yapılması ilkelerine bağlamaktadır. Laikliğe kolay
ulaşılmamıştır. Teokratik bir yapıdan demokratik yapıya birtakım aşamalardan
geçilerek gelinmiştir.
Özellikle
bu ilke doğrultusunda ulus olma özelliğini kazanmış; teokratik yapıdan
demokratik yapıya geçilmiş; böylece ekonomik ve politik bağımsızlığa
erişilmiştir. Geniş anlamıyla Atatürk bağımsızlığı; siyasal, mali, ekonomik,
adli, kültürel ve askeri bağımsızlıktır. Bu düşünceyle sömürülen yoksul Doğu
insanına, yeni bir ruh, yeni bir biçim, yeni bir yön verilir. İmparatorlukla
birlikte, medrese ve ulema düşüncesi de tarihe karışır. Ne yazık ki günümüzde
medrese düşüncesi yeniden filizlenmiştir. Genç dimağları şeriatçılık suyuyla
yıkayıp ümmetçiliğe doğru kaydırmak isteyenler vardır.
Medrese
düşüncesinin egemen olduğu kimi çevrelerde Atatürk ilkelerinin yerini tarikat,
cemaat ilkeleri almaktadır. Böyle yetişen gençler, elbette ekonomik
emperyalizmin bir ahtapot gibi ülkeyi sardığını algılayamayacak, dünyadaki
gelişmelerden ve yeni sömürü sisteminden habersiz olarak yetişecek, ülkenin
ilerlemesini, kalkınmasını bir Ortaçağ görüsü olan ümmetçilikte arayacaktır.
Şeriatçı yapı ümmetçiliğe yol açar. Demokrasiyle şeriat bağdaşmaz; çünkü
şeriatta farklı düşüncelere yer yoktur. Dogmatiktir. Ümmetçi toplum, belli
çerçevenin dışına çıkamaz; araştırmaz, incelemez, irdelemez. Düşünceleri, aklın
süzgecinden geçirmez. Türkiye’yi diğer Müslüman ülkelerinden ayıran Atatürk’ün
açtığı aydınlık yoldur. Bu yoldan sapmak, ülkemizi çıkmaz sokaklara taşır.
Bugün
özellikle, eğitim-öğretimde Atatürkçü düşünceye yer verilmemektedir. Atatürkçü,
demokratik eğitim, Atatürk ilkelerini içeren izlencelerin (programların)
uygulanmasıyla gerçekleşir. Ne var ki okulların yeniden yapılanmalarıyla,
çağdaş, bilimsel araştırma bulgularına dayanan eğitim-öğretim izlencelerinden
uzaklaşarak gelecek kuşakların beyinlerini Orta Çağ’ın dogmatik bilgileriyle
doldurarak düşünme, irdeleme, eleştirme yetilerini yok etmeye çalışmakla ümmet
toplumu yetiştirme amaçlanıyor. Bu eğitim-öğretim programlarıyla Cumhuriyet’in
temel ilkelerinden, felsefesinden uzaklaşılacak din temeline dayalı
izlencelerin uygulanmasıyla “dindar toplum” yetiştirilecektir. Eğitimin amacı,
dünyanın hiçbir ülkesinde dindar toplum yetiştirmek değildir
Atatürk
Cumhuriyeti; laik, çağdaş, sosyal, bir hukuk devletidir. Türk Devrimi’nin
ürünüdür. İnsan hak ve özgürlükleri temeline dayalı, bu yolda tüm uygar
insanlığa örneklik edecek bir başyapıt değerindedir. Bu başyapıtı, her türlü
sömürgeci, bölücü anlayış ve düşüncelerden korumak, Türk ulusunun hem de tüm
uygar ulusların üniversiteleriyle, bilim, düşün ve sanat çevreleriyle
üzerlerine düşen bir insanlık görevidir. Çünkü Cumhuriyet; özgürlüktür,
kardeşliktir, erdemdir. Tasada, kıvançta ortak olmaktır. Bu ülkede yaşayan her
birey, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e gönülden bağlanmalı; Cumhuriyet’in temel
ilkelerinden, değerlerinden sapmamalı ki bu başyapıt sonsuza değin yaşasın,
ışığıyla ülkemiz aydınlansın. Gelecek kuşaklar, böyle aydınlık bir ülkede
huzurlu, mutlu yaşasınlar.
Bu
tarih, bir ulusun yeniden doğusudur. Bu tarih, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe
gömülüşü, teokratik düzenin sonudur. Bu tarih, ulus egemenliğine dayanan laik,
sosyal, hukuk devletinin varoluşudur.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin temel nitelikleri, Lozan Antlaşması’nda da yer almıştır. Buna
göre, ülkesi ve ulusuyla bölünmez bir bütün oluşturan Türkiye’de yaşayan ve
Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes eşit ve aynı haklara sahip
Türk ulusunu oluşturmaktadır.
Saltanatın
kaldırılmasının ve Lozan Antlaşması’nın ardından TBMM’de en çok tartışılan
konulardan biri olan yeni devletin niteliği sorunu Mustafa Kemal Paşa’nın 28
Ekim gecesi İsmet İnönü’yle, devletin niteliğinin Cumhuriyet olduğunu saptayan
bir yasa tasarısı hazırlaması ile son buldu.
29 Ekim
1923 günü;
“Hâkimiyet
kayıtsız ve şartsız milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve
bilfiil idare etmesi esasına dayanır. Türkiye Devletinin hükümet şekli
cumhuriyettir” esasına dayalı olarak Cumhuriyet ilan edildi ve yeni Türk
Devleti’nin adı artık Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Türk
milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir
(1924).
Cumhuriyet
rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir (1933).
Cumhuriyet,
yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet faziletti
(1925).
Devrimin
hedefini kavramış olanlar, onu korumayı her zaman başaracaklardır.”
Cumhuriyet,
aydınlığa açılan kapıdır. Bu tarih, insanca yaşamanın tarihidir.
Cumhuriyet; dil, hukuk, yazı, tarih,
dil, eğitim alanındaki yeniliklerle çağdaşlığa açılan kapıdır.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin sağlam temeller üzerinde kurulması için özellikle eğitimde
başarıya ulaşılması gerekiyordu. Bu nedenle Atatürk, toplantılarda, cehaletin
ve yoksulluğun ancak eğitim yoluyla ortadan kaldırılacağını önemle belirtmiş.
Belirtmekle de kalmamış; yazılması, okunması zor Arap alfabesi yerine Latin
alfabesinin kabul edilmesini sağlayarak Cumhuriyet’ten önce % 4’lerde olan
okuryazarlık oranını Cumhuriyetin ilan edildiği yıllarda, okuryazar oranı %10
civarındaydı. Harf devrimi ile Latin harf öğretimine başlanması okuma yazma
oranını geçici olarak biraz daha düşürdü.
1923
yılında, Türkiye genelinde, 5 bin 133 ilkokul, ortaokul ve lisede toplam 361
bin 514 öğrenci, 12 bin 266 öğretmen mevcuttu.
1924
yılı başlarında, 479 medresede 1800 öğrenci bulunuyordu.
Tevhidi
tedrisat- öğretim birliğinin sağlanması hakkındaki kanun ile (3 Mart 1924.)
medreseler kaldırılarak tüm okullar Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı.
1935
nüfus sayımı istatistiklerinden anlaşıldığı üzere, erkek nüfusun % 23,3 ü,
kadınların ise % 8,2 si okuma yazma bilmekte ve 10 binden az nüfuslu yerlerde
okuma yazma bilmeyenlerin oranı, %89,3, 10 binden çok nüfuslu yerlerde %57,7
idi.
Atatürk’ün
hedeflediği, ”mutlu uluslar düzeyine” ne derece çıkabildik? “Gerilik ve
hurafeler üzerine kurulu bir toplum düzenini” değiştirebildik mi? Yoksa
“gerilik ve hurafelere” dayalı bir düzenin özlemini çekenler, günden güne daha
da güçleniyorlar mı? Çocuklarımızı, gençlerimizi, özetle geleceğimizi bu
düşünce mi biçimlendirecek? Bu kaygıları yaşadığımız bir dönemde olduğumuzu
düşünüyorum. İlköğretimindeki çocuklara Arapçayı öğretmenin yararı nedir?
Arapçanın çocukların bilişsel, duygusal, devimsel gelişmesine yararı nedir?
Böyle bir eğitim-öğretim anlayışı, bizi gelişmiş, çağdaş ulus olmaya değil;
gelişmemiş, demokratik yaşama geçememiş Arap ülkelerinin düzeyine indirecek;
çocukların kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Çocuğun
gelişimiyle bağdaşmayan bu yapının ülkenin yararına olmayacağını düşünüyorum.
Eğitimin amacı, ülke kalkınmasına katkıda bulunmak olmalıdır. Bu da çağdaş,
bilimsel bir eğitimle gerçekleşebilir. Bilimin ışığında yetişen kuşaklar, bilgi
çağını yakalayabilir. Atatürk, akıl ve bilim yoluna verdiği önem, şu sözlerde
en kesin ifadesini bulmuştur: ”Dünyada uygarlık için, hayat için, başarı için,
en hakiki mürşit (doğru yolu gösteren) ilimdir, fendir.”(Atatürk’ten
Düşünceler,1924,s.81)
“Atatürk,
Anadolu gezisine çıktı. Halka yazı öğretmenliği yapıyordu. Ankara’ya döndükten
sonra bazı işaretlerin halka güç geldiğini, alfabeyi daha sadeleştirmemizi
söyledi. Öyle de yaptık. Bugünkü yazımız meydana geldi.
Yeni
yazı yasalaştıktan sonra biri Atatürk, ikincisi İnönü, hiçbir zaman eski yazıyı
kullanmamışlardır. Atatürk’e eski yazı gösterildiği zaman:
__
Okumasını bilmiyorum, derdi.(Falih Rıfkı Atay, Dünya, 10.11.1958)
Atatürk,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni bağımsızlık, özgürlük ilkesine oturtur.
Kapsamlı anlamıyla Atatürk bağımsızlığı; siyasal, ekonomik, adli, kültürel,
askeri alanlardaki bağımsızlıktır. Başka bir deyişle tam bağımsızlıktır. Her
konudaki kararları, Türkiye Büyük Millet Meclisi, hiçbir etki altında kalmadan
verir. Toplumun tüm kesimlerinin görüş ve düşünceleri bu Meclis’e yansırdı.
Atatürk,
ulusçuydu. Kendi çıkarını değil; ulusun çıkarını, kalkınmasını düşünürdü.
Kimileri gibi mal-mülk peşinde de değildi. İsteseydi, ülkenin kaynaklarına
sahip olabilirdi. İstemedi. Yurdunun kaynaklarını, ülkesinin kalkınması,
gelişmesi için kullandı.
“Atatürk’ün
başlıca ereğinin Türk ulusunu her bakımdan Batılı bir ulus haline getirmek
olduğunu kabul edince, bu ereği gerçekleştirmek için konulmuş her birinin bir
evrensellik, insancı bir değer kazandığını da kabul etmemiz gerekir. Bu
ilkelerin ereği, Türk ulusunu yükseltmek kadar, insanlığı da yükseltmektir.
Türk ulusunu korumak için konuldukları kadar insan özgürlüğünü, insan onurunu,
insan değerini korumak için de konulmuşlardır.
Evrensel
ulusçuluk bir alçakgönüllülük, kendini küçük görme ulusçuluğu değildir. Ama
insan kendi ulusunun yüceliğini, üstünlüğünü önyargılarla, kuru böbürlenmelerle
değil, ancak anlının teriyle, kafasının ve gönlünün zenginliğiyle
sağlayabilir (Tahsin,
Yücel,”Atatürkçülük”,hzl: Yaşar Nabi, Atatürkçülük Nedir? s.270,271)
O’nun
ulusçuluğuna yön veren felsefeyi, emperyalizme karşı açtığı savaşın adından da
çıkarabiliriz. Milli Mücadele başka bir deyişle Ulusal Kurtuluş Savaşı. Bu
savaş sonunda, ulusal bir devlet olma yolu açılmıştır. O halde ulus devlet
olmak, ne demektir? Bu sorunun yanıtını Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim
yapısına bakarak verebiliriz. Osmanlı İmparatorluğu’nun temel dünya görüşü
ümmetçiliktir. Türkler, bu ümmetin tarihsel özü; ama bir parçasıydı. Türk dili,
Türk tarihi, Türk uygarlığı Osmanlı potası içinde eritilmişti. Atatürk’ün
ulusçuluk anlayışı, bağımsızlık ilkesine dayanır. Bağımsızlık olmayınca
ulusçuluk gerçekleşmez. Bu temel ilkeye bağlı olarak da ulusal değerler, yaşar
ve gelişir. Bu gelişmenin bilimsel ve çağdaş düşünce doğrultusunda olmasına özen
gösterilir. Bu düşünceyle Anadolu insanı, us (akıl) dışı ve kaderci
özelliklerinden uzaklaştırılır. Batıl ve kaderci felsefenin filizlenip
yeşerdiği yerler olan tekkeler kapatılır. Böylece çağdışı yapılanmaya son
verilir.
Atatürk,
skolâstik düşünceyle bilimsel düşüncenin bağdaşmayacağının bilincinde olduğu
için tekkeleri kapatmıştır; çünkü skolâstik düşünce bilimsel, özgür düşünceye
kapalıdır. Onun için Atatürk, bağımsızlığı, özgürlüğü, temel ilke olarak almış;
gelecek kuşakların bu doğrultuda eğitim almalarına özen göstermiştir.
Mustafa
Kemal Atatürk, dünyaya kapalı bir doğu ülkesini; cumhuriyete, aydınlanmaya,
uygarlığa, çağdaşlaşmaya adım adım hazırlar.”Ama ya Atatürk’ün büyüklüğünü
anlamayan vatan kardeşlerimiz? Onların anlamaması yetişmelerinden, telkinlerden
kaynaklanıyor. Böyle yetiştiriliyorlar. Oysa tarihimizi bilseler, düşünseler,
kafalarına yerleştirilen önyargıları, yanlış bilgileri aşabilseler onlar da bu
büyüklüğü benimseyecek, Atatürk’ün Allah’ın bir lütfu olduğunu anlayacaklar”
(Özakman, 2010, s.9)
İslam
ülkelerinde, Atatürk’e gelinceye değin, ülkelerin yönetiminde bilimsel
yaklaşımlardan, bağımsızlıktan söz eden devlet başkanı göremiyoruz.
Hükümdarlar, halifeler kutsallık perdesi arkasından ülkelerini yönetme yolunu
tutmuşlardır.(Bugün sözde Arap Baharı olarak anılan birçok Arap ülkesini
sarsan, iç savaşa sürükleyen nedeni de
sözünü etiğimiz yönetim biçimleridir. Ne var ki bu ülkeler, tek kişi ya da
oligarşi yönetiminden kurtulalım derken radikal İslam’ın pençesine
düşeceklerinin bilincinde olduklarını sanmıyorum.) Bu yöneticiler, çıkarlarını
ön planda tutmuşlar, halklarının istemlerini duymazlıktan gelmişlerdir.
Atatürk’se, bu yola sapmayarak ulusal güçten yararlanmayı erek(amaç) edindiği
için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışını zorunlu görmüştür. Bu yöntemle
ulustan güç almış; Türkiye’yi uygar bir toplum durumuna getiren devrimleri
gerçekleştirmiştir. Böylece ulusumuz demokrasi anlayışı, düşünüşü, yaşayışı ve
ulusal kurumlarıyla çağdaş, uygar bir ulus olmanın ilk adımını atmıştır.
Müslüman
ülkelerin hangisinde Türkiye ölçüsünde uygarlık, çağdaşlık, demokrasi, özgür
yaşam vardır. Bu yaşam tarzını Atatürk’e ve onun devrimlerine borçlu olduğumuzu
unutmayalım. Arap ülkelerinin düştüğü duruma düşmememizin nedeni, Atatürk
Cumhuriyeti’nin aydınlığıdır. Cumhuriyet’in değerini, ”Cumhuriyet” adlı
yapıtında Turgut Özakman şöyle vurguluyor:
Sevgili
gençler!
Cumhuriyetin
ne kadar büyük nimet olduğunu anlamak için Afganistan’ı, Irak’ı, İran’ı,
Pakistan’ı, Emirlikleri, Suudi Arabistan’ı, Mısır’ı, Libya’yı, Tunus’u,
Cezayir’i, Fas’ı Müslüman Afrika’yı düşünün.
Cumhuriyetin
önünde hazır bir model yoktu. Yolunu düşünerek, arayarak, deneyerek açtı.
Şartlardan, ihtiyaçlardan, olanaklardan, tarihten yararlandı. Para yok, kredi
yok, yetişmiş yeterli sayıda elaman, uzman yok, araç-gereç yok. Osmanlı’dan
borca batık bir miras kalmış.
O altın
kuşağın iki gücü vardı sadece: Akıl ve yurtseverlik. Bu iki güçle yola
çıktılar. Mucizeler yarattılar. Atatürk, gençlere şöyle seslenir:
“Küçük
hanımlar, küçük beyler! Sizler geleceğimizin gülü, yıldızı, talih ışığısınız.
Memleketi asıl aydınlığa sizler ulaştıracaksınız. Ne kadar önemli, değerli
olduğunuzu düşünerek, ona göre çalışınız. Kızlarım, çocuklarım, sizlerden çok
şeyler bekliyoruz.”
Durdu,
sordu: ”Çok çalışacaksınız değil mi?”
Çocuklar
avaz avaz bağırdılar: “Söz!”
Arkadaşlarımla
birlikte ne yaptıksa sizler için yaptık. Sizin mutluluğunuz onurunuz için
yaptık. Başınız dik gezin, kimsenin kulu kölesi olmayın diye yaptık. Bir daha
bu acı günleri yaşamayın diye yaptık. Ödülümüz sizin temiz, güzel sevginizdir.”
Fevzi
Paşa’nın gözleri yaşarır.
23 Nisan
1920’de kurulan Meclis’e ulusçuluk, laiklik, devrimcilik, halkçılık,
devletçilik, demokrasi ilkeleri egemen olmuştur. Bu ilkeler doğrultusunda
“Egemenlik, kayıtsız, koşulsuzulusundur.”anlayışı ülkemize yerleştirilmeye
çalışılmıştır. Bu yaklaşımla ülkemiz, ümmetçilikten, Osmanlıdan, padişahlıktan
kurtarılmış; demokratik kurum ve kuruluşlara kavuşmuştur. Atatürk, özellikle
laiklik ilkesiyle ülkenin yönetiminde dinin etkinliğini kaldırmış; akılcı ve
çağdaş yönetim anlayışını, ülkeye yerleştirmeye çalışmıştır.
”Laiklik,
din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Herhangi bir din, mezhep ya
da tarikat devlet işlerine kesinlikle karışamaz, kendisi için bir ayrıcalık
isteyemez. Devletin yasaları, uygulamaları bir dine ya da mezhebe göre olamaz.
Devlet bütün din, mezhep ve inançlar karşısında tarafsız olacaktır.”(hzl: Sina
Akşın ve diğerleri, Yakınçağ Türkiye Tarihi,s119) Ne yazık ki Türkiye
Cumhuriyeti’nin ‘olmazsa olmazı olan laiklik ilkesi, zaman zaman yıpratılmış,
yok edilmeye çalışılmıştır. ”Ortaçağ düzeninin devamında çıkarı olanlar,
laiklik kavramını yıkmak için ellerinden geleni yaptılar; yapmakta da devam
ediyorlar. Bağnazlar her toplumda vardır; fakat etkileri bizdeki kadar kötü
olabilmek kudretini yitirmişlerdir artık.
”(Muzaffer
Hacıhasanoğlu,”Düşünür Atatürk” Varlık, S.585,1Kasım 1962)
Özetle,
Osmanlı İmparatorluğu’yla medrese ve ulema düşüncesi de tarihin derinliklerine
gömülmüştü. Ne yazık ki tutucu, gerici çevrelerin egemenliğinde tarikatlar,
cemaatler yeniden hortlamış; çocuklara, gençlere kancalarını takmışlardır. Bunlar,
genç dimağları şeriatçılık suyuyla yıkayıp ümmetçiliğe kaydırmak isteyenlerdir.
Atatürk devrimlerinin yerini nurculuk ilkeleri almıştır. Bu ilkeler
doğrultusunda yetişen gençler, elbette ekonomik emperyalizmin bir ahtapot gibi
ülkeyi sardığının farkına varamayacak, dünyadaki ekonomik gelişmelerden ve
sömürü sisteminden habersiz olarak yetişecek, ülkenin ilerlemesini bir Ortaçağ
görüşü olan ümmetçilikte arayacaktır. Bu düşünceyle demokrasi, özgürlük,
bilimsellik bağdaşmaz; çünkü bu düşünce sorgulamaya, irdelemeye, incelemeye
izin vermez.
29 Ekim
1923 felsefesi, bu düşünceyi ve anlayışı silerek ulusu demokrasiye, özgürlüğe,
bilimsel düşünceye yöneltmiş; ulus olma bilincine ulaştırmıştır. Ülkemizin
gelişmesi, kalkınması Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yoludur. Bu yol,
ülkemizi aydınlatacak; çağdaş, gelişmiş, kalkınmış ülkeler düzeyine
çıkaracaktır. Hatta bu yol, ülkemizi Atatürk’ün de amaçladığı gibi çağdaş
uygarlığın da üstüne çıkarmada rehber olmalı.
Ulu
Önder Atatürk’,” Benim en büyük eserim Cumhuriyet’tir” demiş ve bizlere emanet
etmiştir. Emanete hıyanet olur mu? Ne yazık ki Atatürk’ün önderliğinde kurulan
Cumhuriyet’i içlerine sindiremeyenler, gelecek kuşakları, Atatürk sevgisinden
uzaklaştırarak laik, sosyal, hukuk devletinin yerine, dinsel kuralları temel
alan bir Cumhuriyet kurmayı amaçlamaktadırlar.
Cumhuriyet’imiz,
isyanlarla, darbelerle yaralar almış; ama 15 Temmuz 2016 FETO darbe girişimi
gibi büyük bir tehlikeyle karşılaşmamıştır.”Besle kargayı oysun gözünü” Kargayı
besleyenler, bugün suçu başkalarına yüklemeye çalışıyorlar. Devletin tüm
kurumlarına bir virüs gibi giren FETÖ’ cüler, özellikle son on yılda, devleti
ele geçirmeye cesaret edecek kadar güçlendiler. Ülke kıl payı, radikal İslamcı
bir diktatörlükten kurtuldu. En büyük değerimiz “Cumhuriyetimize”
sahip çıkalım. Cumhuriyet, bizim
varoluşumuzdur.
Atatürk’ü
sevmek, O’nu tanımak ve anlamakla olur. Anlamak için de O’nun düşüncelerini,
hayat görüşünü, kişiliğinin belirgin özelliklerini, ilkelerini ve devrimlerini
bilmek gerekir. Aynı şekilde, Cumhuriyet’in değerini anlamak için, onun ne
koşullarda, nelere karşın ve ne pahasına getirildiğini bilmek gerekir. Öyle ki,
Cumhuriyet tarihini öğrendikten ve devrimlerin öncesini, amaçlarını ve
getirdiklerini değerlendirdikten sonra, Türkiye’nin parçalanması için
sahnelenen oyunlara, Türkiye’nin çıkarlarına karşı girişilen planlara karşı
hiçbir Türk’ün seyirci ve duyarsız olacağı düşünülemez.