Dr. Galip ÇAĞ /// Bir
Bellek Problemi : Balkan Kavramının Kullanımı – BÖLÜM 1 VE 2
İsim krizinin
çözüldüğü iddiası ve Yunanistan’daki büyük yangın, bir süredir Balkan
coğrafyasından uzak kalan gözleri bu bölgeye yeniden çevirtti. Zira sorunları
artık oldukça mikro düzeyde ve bir paradoks haline gelmiş olan bölgede, sürekli
güncellenen bir dış politik bakışın zaruriliği herkesçe malumsa da pratikte çok
fazla eyleme dökülmediği de açık. Kadim sorunların bölgede artık etnik bir
varoluş meselesi haline geldiği düşünüldüğünde, bu eylemsizliğin, en başta
kavramlar üzerindeki hataların giderilmesine bağlı olarak giderilebileceği
fikri önem kazanmaktadır. O vakit iç politikada başlayan yeni dönemle birlikte
Balkanlar’a dair kavramsalsorunlara da yeni bir bakış getirmenin vakti
gelmiş olabilir.
*
* *
İnsanın bir belleğe sahip olması gibi toplumlar ve dahi dünya da bir belleğe
sahiptir. Bu bellek tarihtir. Ancak zaman zaman insanın belleği ile tarihin
belleği birbirine karıştığında ortaya kaotik bir sarmal çıkar. Gerçek ile kurgu
birbirine karışır. Bu karmaşa bazen doğruya evirebilir kendini ancak bazen
tarih boyunca da süregelir. Balkan kavramı bu tarz bir süreğenliğin en net
örneklerinden biridir. Zira batı belleğinin de kurucu metni kabul edilen
İlyada, uygarlık ve barbarlıkarasındaki
sınırı çizerken bugüne dek sürecek olan ve belki de Truva Savaşı’na son verecek
barışın da adresini verir[i]: Balkanlar.
Emperyal bir düzlemde ve gücün sahiplerinin kendi aritmetiklerini
oluşturdukları bir yüzyılda ortaya koydukları yeni adlandırmalar, bugünün
dünyasının gerçekleri haline getirildi. Şimdi de yenidünya, politikalarını bu
kavramlar üzerine inşa etmeye çalışmakta. Ötekileştirmeler,
itibarsızlaştırmalar ve dahi tek tipleştirmeler de kaçınılmaz olmakta elbette.
Bu tartışmayı, daha evvel sorulmuş ancak yakın tarihin gürültülü münakaşaları
içerisinde fazlaca duyulamamış bir soru ile devam ettirmek yerinde olacaktır[ii]:
Coğrafi ya da tarihsel açıdan Balkanlara ait oldukları söylenenler
bu adla nasıl baş ederler? Ya da Balkan/lar bir adlandırma mı,
sınıflandırma mı, yoksa sınırlandırma mıdır?
Balkan kavramı ortaya çıktığı andan itibaren
Batı’nın bir yanlışlayanı, negatif yanı ya da ötekisi olarak şekillendi.
Anakaranın bu kısmına hak etmediği bir imaj kurguladı. Bölgenin halkları da
edilgen bir nesne haline getirilerek bu yeni hali kabullenmek zorunda
bırakıldılar.
Ancak bu tanımlama süreci stabil şekilde kalmadı ve sürekli gelişti. Örneğin
Balkan/ları tanımlarken kullanılan yeni sayılabilecek bir kavram var
şimdilerde: Kanonik topraklar.
Kanonik tabiri; edebiyat ve sanat vasıtasıyla
yaratılmış “hayali evren”in karakterlerinden ve kavramlarından
bahsederken kullanılır. Bu karakterler ve kavramlar, ilgili eserlerin
hayranları tarafından gerçekmiş gibi kabul edilir ve hayali evrenin bir öğesi
haline getirilir. Kanonik sözcüğü bu karakterlerin ve kavramların orijinalliğini
simgelerken, “kanonik olmayan” tabiriyle, uyarlama ve yan
ürünlerdeki öğeler kastedilir. Bu durumda kanonik olan, Avrupa’nın yeni hali
midir yoksa bunun karşısında Balkanlar mıdır? Tartışma tam da burada başlar.
Balkanlar’ın durumunu ifadede kullanılabilecek bir diğer kavram da aksiyomatiktir.
Aksiyomatik, kanıtlanmamış ama doğru olduğu kabul edilen bilgilere dayalı olan
olgular için kullanılır. Farklı disiplinlere dair bilimsel bilgi türlerini
karşılasa da 19. yüzyıl sonrasının inşa edilmiş Güneydoğu Avrupası’nın
Balkan/lar’a dönüşümünün karşılığı gibidir. Doğrulanmamış ama kabul edilmiş!
*
* *
14. yüzyıl Avrupa’da unutulan bir mazinin yeniden tezahürü gibidir. Attila’nın
öncülüğünde Avrupa’nın tepesine inen “karabulut” 10. yüzyıl itibariyle etkisini
kaybetmiş ancak kaybolmamıştır. Türkler sadece unutulmuştur bu süreçte. Bu
çalışmada bellek problemi derken kastedilen ilk problem de tam burada başlar.
Osmanlı Türkleri’nin bölgeye yeniden gelişi ve sadece Türklükleri ile değil bu
kez İslam kimliğiyle de hâkim oluşları, belleği devreye sokar. Bu kez durum çok
daha vahimdir, Avrupa için. Belki de bilerek unutulur bu her
yerinden rüzgar almaya müsait[iii] coğrafya.
Avrupa’nın güneydoğu bitim ucu artık Avrupa/lı değildir. Ancak İnalcık ve Karpat Balkan
kelimesinin coğrafik bir tanımlama olduğunu; hem özel hem de cins bir isim
olarak dağlık, sıradağ, engebeli, Bulgaristan’ı Batı’dan Doğu’ya bölen dağ
silsilesi manasına geldiğini belirtirlerken[iv],
bu kelimenin nasıl olup da bir tahkir malzemesi, siyasal bir sınır hatta
ideolojik bir söylem haline geldiği konusu ciddi bir muammadır. Kaldı ki
kaynakların, bölgenin bu yeni adlandırma ile ilgili olarak verdiği tarihlerde
mutabakat olmamakla birlikte 18. yüzyıl öncesine tarihlendirme (18. yüzyıl
Robert Vaugongy, 19. yüzyıl Ami Boue) yapılmaması Balkan adının ancak bu
yüzyıllar itibari ile dünya gündemine bir siyasal söylem olarak girdiği
gerçeğini ortaya koymaktadır.
Avrupa’nın
Doğu Sınırında Gezinmek
Balkanlar’ın Doğu ile Batı arasında bir araf oluşu
meselesi 20.yüzyılın başında bazı kalemlerce dile getirilmeye başlanmıştı bile. Allen Upward Avrupa ile yani modern
dünya ile doğu arasındaki ayrımı, oryantalist bir bakışla şu şekilde açıkça
ifade etti[v]:
“Balkan dünyasının gözünde tanrı rolünü oynayan Avrupa Adriyatik
Denizi’nde sona erer. Avrupa, uygarlığının beşiği olan,
Avrupa’nın kutsal bir boğa tarafından dünyaya getirildiği topraklar o
Avrupa’nın parçası sayılmaz. Siyasal gerekçelerle Rusya’yı da içine alır,
ama başka yönlerden, Balkanlılar için Avrupalı, Bizanslılar için Frank’ın
taşıdığı anlamı taşır. Kısacası, Avrupa Latin Hıristiyan
dünyasıdır, Paris başkentidir, Fransızca da dilidir.”
Upward’ın açıkça belirttiği bu tecrit bölgede farklı bir tarihsel süreci de
başlatır. Şimdi bölge halkları, kendini dışlayan Avrupa’ya aslında onlardan
farkı olmadığını gösterme çabasına girer. Hatta zaman zaman kendi Balkanlılıklarını da
inkâr eden bir dil geliştirirler. Örneğin Balkanların kuzey sınır efendisi
kabul edilen Romenlerin cüretkâr kalemlerinden İonescu 1940’da şunları söyler:
“Orijinal ve otantik bir Balkan kültürü gerçekten Avrupalı
olamaz. Balkan ruhu ne Avrupalıdır, ne de Asyalı. Batı hümanizmiyle
hiçbir ilişkisi yoktur… Orada tutkular varlık gösterebilir, ama
sevgi hayat bulamaz. İsimsiz bir nostalji kendini gösterebilir, ama
belli bir yüz kazanamaz, bireyselleşemez. İnce alay yoktur, hatta ironi yoktur,
yalnızca acıması, kaba köylü şakaları vardır… Hepsinden önemlisi
Balkanlılar hayırseverlik nedir bilmezler. Dinleri, Katoliklerin ve
Protestanların duygusal, psikolojik ve entelektüel dininden o kadar büyük
bir farklılık taşır ki, din bile sayılamaz. Papazlar materyalist, pratik,
sözcüğün Batılı anlamıyla ateisttir; eşkıyadır onlar,
satraptır, kara sakallı, kurnaz, acımasız, dünyevi yaratıklardır.”
Balkanlı ile Avrupalının bu
zıtlığı, maddi olmaktan öte bir zihin problemi olarak göze çarpar. Görüntüde,
tarihsel birliktelik ya da otantik halde bir farklılıktan bahsetmek başlı
başına bir kültür emperyalizminden ve zorlama bir stereo tipleştirmeden öte
tavrı ortaya koymazken, bu kavramın bugünün küresel düzeninde kullanıla gelmesi
hatta üstte bahsedildiği şekli ile tarihsel bir geçmişi yaşatması dikkat
çekicidir.
Yakın tarihin en büyük trajedilerinden Bosna ve Kosova’da yaşanan savaşa dair
Eylül 1990’da Saraybosna’da yayın yapan Oslobodenje (Kurtuluş)
Gazetesi’nde yayınlanan bir makalede şöyle deniyordu[vi]:
“Böylece, Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası haline gelecek
yerde, yeniden Balkanlaşıyoruz, Lübnan’da, Zagreb’te,
Belgrad’da, Stara Pazova’da, Foça’da, Velika Kladuşa’da,
Priştine’de ve Üsküp’te Balkanlaşma süreci kendini gösteriyor.”
Çalışmanın başında da denildiği gibi tarih bir aktarıcıdır. Zamanı durdurur
bazen ve olanı olmadığı bir zamanda yeniden diriltir. Yunan tarihçi
Constantinos Paparrigopoulos’un da ifade ettiği gibi; tarih
sadece bir bilim değildir. Hem bugünün Kutsal Kitabı, hem de yarının
anavatanıdır[vii].
Tarih aynı zamanda her politik ulusal oluşumun da ahlaki temelidir. Ama her
zaman ahlakla hizmet etmeyebilir. Bu zamanlarda gerçeği farklı bir menfeze
taşıyarak Balkanlar gibi bir coğrafik düzlemi siyasal bir arenaya devşirebilir.
İşte tam bu noktada bölge ile bağlarımızı düşündüğümüzde aslolan problem
kendini gösterir:
Bu bellek doğru okunmaz ve zamanın muktedirlerince tesis edilen
yeni adlandırmalar bir politik yol haritası haline getirilmeye çalışılırsa ne
olur?
[i] Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve
Sınırlar Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu, Çev. Şirin Tekeli,
İletişim Yay., Ankara, İstanbul, 2010, s. 13.
[ii] Maria Todorova, Balkanlar’ı Tahayyül
Etmek, Çev. Dilek Şendil, İletişim Yay., İstanbul, 2003, s. 87.
[iii] Yerasimos, a.g.e., s. 46.
[iv] Halil İnalcık, Türkler ve
Balkanlar, BAL-TAM Türklük Bilgisi, III, Prizren, 2005, s. 20;
Kemal Karpat, Balkanlar mad., DİA, V, İstanbul, 1992, s. 25.
[v] Allen Upward, The
East and Europe: The Report of an
Unofficial Mission to the European Provinces
of Turkey on the Eve of the Revolution,
Londra: John Murray, 1908, s. 50.
[vi] Galip Çağ, Avrupa’nın Ötekisi
Balkanlar, Çankırı Karatekin Üniversitesi, ÇAVSAM Yay., Çankırı,
2012, s. 14.
[vii] Richard Clogg, The Greeks and
Their Past, Historians as Nation-Builders: Central and South East Europe,
eds. D. Deletant, H. Hanak, London: MacMillan Press &School of Slavonic and
East European Studies of London University, s. 15.
Dr. Galip ÇAĞ : Bir
Bellek Problemi: Balkan Kavramının Kullanımı – II
“Bu bellek doğru okunmaz ve
zamanın muktedirlerince tesis edilen yeni adlandırmalar bir politik yol
haritası haline getirilmeye çalışılırsa ne olur?” sualiyle bitmişti
yazının ilk bölümü. Şimdi bu sorunun cevabıyla devam ediyoruz.
Batıya Bakarken Doğuyu Görmek!
Her ülke kendi dış politikasını belirler. Bunu belirlerken de birçok
parametreyi devreye sokar. Coğrafik konum, ekonomik ortaklıklar, bölgesel
dengeler gibi olgular bunların sadece birkaçıdır. Ancak Türkiye gibi ülkeler
için bu parametreler genişler ve çeşitlenir. Bu açıdan bakıldığında tarihi ve
tarihine dairleri Türk dış politikasının en mühim parametrik unsurlarıdır.
Türkiye Osmanlı geçmişi ile birçok coğrafyanın tarih ortağı oldu. Belki de aynı
medeniyetin mirasçısı. Kendi adına devamcısı. Aradaki fark Birinci Dünya Savaşı
sonunda ortaya çıktı. Zira Osmanlı sonrasında Anadolu’nun da içinde bulunduğu
Doğu Akdeniz havzası için emperyal güçlerin çizdiği kader çizgisini takip
etmeyen Türk halkı diğerlerinden farklı bir konuma kavuştu. İstiklal Harbi,
kurgusal ulusçu söylem ve inşaların aksine doğal bir birlik ruhu oluşturdu.
İşte bu noktada Türkiye bölgenin Osmanlı sonrasındaki –her ne kadar biraz süre
alsa da- umudu haline geldi.
Cihan Harbi sonrasında Avrupa’da yaşanan çöküş, akabinde Büyük Ekonomik
Bunalımla birleşince siyasal etkinlik gitgide azaldı. Avrupa artık bölgesel
politikaları daha fazla önemseyen bir yapıya dönüştü. Eski kıtada yeni unsurlar
ortaya çıkmaya başladı. Belki de Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na giden yolda
kendini savaşın dışında bırakma gayesi ile attığı adımlar, çalışmanın da konusu
olması hasebiyle, bilhassa Balkanlar’ı Osmanlı sonrasında bir kez daha
birleşmeye yöneltti. Ancak başarılı olamadı.
İç politik istikrarsızlıklar Türkiye’nin dış politikasını oldukça sert bir
şekilde etkiledi. Misak-ı Milli sınırlarına bağlılık algısı Türkiye’yi
Balkanlar ve Kafkaslar başta olmak üzere mazisinin kesiştiği birçok bölgeden
uzaklaştırdı. Belki de bu yüzden bölge ile olan mesafe gitgide açıldı.
90’ların başında Balkanlar’ın Osmanlı sonrasındaki belirsizlikleri bir
çatışmaya dönüştü. Bölgeyi Osmanlı’dan kurtaran! milliyetçi kurgu şimdi kendi
kendini tüketen bir hastalığa dönüştü. Bu noktada Batı’nın geçmişte bölgeyi
yaftaladığı az gelişmişlik ve Avrupalı olmama durumu kendini bir kez daha
gösterdi. Daha evvel Balkan Savaşları’nın Avrupa’nın bitim ucunda meydana
getirdiği felaketin sebeplerini arayan! medeni Batı’nın uzun bir araştırma
sonucu kaleme aldırdığı rapor[1] mühim
tespitler ortaya koydu:
“Balkanlarda karşı karşıya
geldiğimiz acı gerçek şu: Eski Çağlardaki gelişmelerin, yalnızca
Türk egemenliği dönemindeki değil, ondan daha önceki gelişmelerin sonucu,
Avrupa kıtasının güneydoğusuna, Avrupalı olmayan ve bugüne dek Avrupalı
olmama niteliğini büyük ölçüde koruyan bir medeniyetin hâkim olmasıdır.”
Aynı raporun bu ifadeyi de içerecek şekilde 1993’te Kosova ve Bosna’da
yaşananlar sonrasında yeniden yayınlanması ile yaşananlara dair önemli bir yeni
bakış ortaya çıktı. Zira raporun bu şekilde yeniden yayınlanması 100 yıllık bir
araya rağmen Batı zihnindeki Balkan algısının henüz değişmediğini ortaya koydu.
Edward Said burada yaşanan önyargı temelli ötekileştirmeyi oryantalizm adı ile
formüle ederken şunları söylüyordu[2]:
“Onunla ilgili önerme ortaya atarak, görüş belirterek,
tanımını yaparak, öğreterek, çözümleyerek, yöneterek doğuyla
uğraşan kurum, özetle Doğu’ya tahakküm kurmanın, onu yeniden
yapılandırmanın ve üzerinde otorite sahibi olmanın batılı yoludur.”
Oryantalizmi Balkanlar üzerine entegre ederek ortaya konan Balkanizm kavramının
temel noktası; oryantalizmin doğuyu ötekileştirmesi ile tamamıyla
özdeşleşir. Zira Osmanlı sonrası Balkanlar üzerine çalışan birçok
araştırmacı Müslüman doğu ile Hıristiyan Doğu’nun aynı kefeye
konulduğunu, bunun da aslında Batı’da tam bir Hıristiyan tekelinin
olmadığının bir ispatı olarak görülmesi gerektiğini ifade eder. O zaman burada
sorulması gereken asıl soru şudur:
Balkanları bu kadar doğu yapan ya da başka bir ifade ile Batı’dan
koparan şey nedir?
Balkanlar mı? Balkan Ülkeleri mi?
Bozidar Jezernik Balkan Yarımadası’nın 19. yüzyıla kadar bir ismi olmadığını bu
ismin August Zeune isimli Alman bir coğrafyacı
tarafından verildiğini ifade eder. Hatta Türkçe’de bir nevi sıfat olarak dağlık
manasına gelen Balkan kelimesinin sehven bir özel ada dönüştürüldüğünü iddia
eder.[3] Bu durum
aslında bölgeye dair sınırsal ve coğrafik muğlaklığı farklı bir boyuta taşır.
Kaldı ki tarihin derinliklerinde şimdiki bölge “devletlerinin her birinin toprağı, modern ardıllarının toprağından
büyüktü. Bunun sonucunda, modern dönemde her Balkan ulusu, atalarının bölgenin
büyük bir bölümünü kontrol ettikleri bir zamana dönüp bakabiliyor. Bu anılar
modern zaman siyasetçilerince, “büyük” Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan veya
Yunanistan’ı destekleyen tarihsel emsaller olarak, çoğu kez çatışmaya yol açacak
şekilde canlandırılıp kullanılacaktı. Oysa bu “büyük” Ortaçağ devletleri içinde
yaşayan herkesin gerçekten Sırp, Hırvat vb olduğuna inanmak anakronizmden başka
bir şey değildir. Devletler genişlediler, küçüldüler ve burada yaşayanlar, en
azından resmen, farklı bir derebeyinin tebası haline geldi. Pratikte kendi
yerel önderlerinin tebası olarak kaldılar ve vergiler ödeyemeyecekleri seviyeye
çıkmadığı, hayatları ve mülkleri güvende olduğu sürece krallarının Sırp mı,
Bulgar mı yoksa Bosnalı olduğuna aldırmadılar?[4]”
Üstteki değerlendirme aslında bugünün bölge araştırmacılarının içine düştüğü
mühim bir çıkmazı ortaya koyuyor. Doğru şekilde adlandıramadığınız,
tanımlayamadığınız, sınırlandıramadığınız bir coğrafi alanı nasıl olur da
çözümleyebiliriz? Bölgede aktif olarak tartışılagelen birçok problemin kökü de
tam olarak bu tanımsızlık değil midir? Lafız ile mefhum burada birbirinden
ayrılmamış mıdır?
Son birkaç yıldır sadece Türkiye’de değil Balkanlar’da da bu manada bir
belirsizliğin olduğunu düşünenler var. Bu düşünceye sahip olanlar genelde
bölgedeki Türkiye algısını iki temel algı üzerine inşa ediyorlar. Bunlardan
ilki Türkiye’nin yükselen bir değer olarak bölgede bir
fırsat ve kaynak odağı olduğu düşüncesinde olanlardır ki bu algıya sahip
olanlar genelde halkının önemli bir kısmı Müslüman olan ve kadim bağlarla Türk
İslam kültürüne yakın duran bölge devletleridir. Ancak bunun yanında bugün
Batıda bir hayalet gibi gezen Osmanlı geçmişinin modern karabasanı gibi
algılatılan Neo – Osmanlıcılık düşüncesi ile ürkek
davrananlar da mevcut elbet.
Türkiye’de her daim taze tutulan Osmanlı-Türkiye-Balkan Müslümanları bağı bugün
tüm bölgede hâkim bir algı değil. Bu sert iddia şüphesiz ki adet olagelen
Osmanlı Balkanı söylemine ters bir tavır gibi durur. Ancak salt tarihsel
atıflarla ayakta tutulmaya çalışılan bölge ile olan yakın ilişkilerin, bugün
Batı’nın kültür emperyalizmi karşısında direnmekte zorlandığına dair oldukça
somut veriler bulunmaktadır. Örneğin Gallup Balkan Monitor’un
2010 tarihli anket sonuçlarına göre, Arnavutluk’ta halkın yüzde
75,1’i, Bosna-Hersek’te yüzde 60,2’si, Kosova’da yüzde 93,2’si ve Makedonya’da
76,6’sı Türkiye’yi dost ülke olarak görüyor. Ne var ki, Batı Balkanlar’ın
Müslüman nüfusu yoğun olmayan ülkelerinde durum farklılaşıyor. Örneğin, 2010’da
Hırvatistan’da halkın yüzde 26,7’si Türkiye’yi dost ülke olarak görürken, bu
sonuç Karadağ’da yüzde 33,5, Sırbistan’da ise yüzde 18,2 gibi düşük bir
düzeydeydi[5]. Bu noktada
algısal farklılıkların ya da belki de hataların sadece Türkiye’de değil bölgede
de hâkim olduğu ve bunda etnik ve/veya inanca dayalı ayrışmanın etkili olduğu
açıkça görülüyor. Bu durumda bahsedilen farklılıklar göz önüne alındığında tüm
bu ayrışmayı göz önüne almayıp coğrafyanın bu ülkeler özelinde değil de Batı
emperyal zihninin üretimi bir tanımlama ile Balkanlar olarak tanımlanması ne
derece uygun düşer, tartışılmalıdır.
Politika politikacıların işidir. Politikacının temsil ettiği ya da ettiğini
iddia ettiği halk birçok defalar politikanın temel prensipleri ile çelişir.
Çünkü politikaların hızlı ve sert değişimlerine rağmen zihinler kolay
değiştirilemez, dönüştürülemez. Algılar yönlendirilebilir kolayca ama olguları
çarpıtmayı becerebildiği sürece, gizli el. Karpat bu
gizli eli tarihsel milliyetçilik şeklinde isimlendirir. Ona göre; “Tarihsel
milliyetçilik, genellikle yanlış varsayımlar üzerine kuruludur ve mitlerle
beslenir, fakat siyasal devletlerin kurulmasında temel bir rol oynama ve
insanlık tarihinin gidişini belirleyici bir biçimde etkileme kapasitesine sahip
olağanüstü güçlü bir öğretidir.[6]”
Bahsedilen politikacı ve değiş(e)meyen zihniyet meselesine iki somut örnek
olması hasebiyle çok değil birkaç yıl önce ülkemizi ziyaret eden iki bölge
devlet başkanının başına gelenleri hatırlamak yerinde olacaktır.
“Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov’un 20 Mart 2012’deki Ankara
ziyareti son derece başarılı geçti aslında. Türk ve Bulgar heyetleri arasında
basın, ulaştırma, iletişim teknolojileri, turizm, kültür, ekonomi ve enerji
gibi alanlarda 17 belgeye imza atıldı. Bu yönde başarılı bir ziyaretin
gerçekleşmiş olmasına rağmen, Bulgar medyası buradan da olumsuzluklar
çıkartmayı başardı. Her şeyden önce Türkiye’nin vaatlerini yeterince samimi
bulmayanlar ve Türklere güvenilmemesi gerektiğini söyleyenler oldu. Borisov’un
resmi karşılama töreni kıtasını Türkçe olarak “Merhaba asker” diye selamlaması
ise Bulgar milliyetçilerini kızdırdı. Borisov’un bu şekilde Türkçe seslenmesini
Bulgarlar açısından aşağılayıcı bulanlar oldu.
5-6 Nisan 2012’de Türkiye’ye resmi ziyaret gerçekleştiren
Arnavutluk Başbakanı Sali Berişa’yla da Borisov’a benzer bir durum yaşandı.
Ankara’da yaptığı konuşmasında Berişa Türklerle Arnavutları kardeş milletler
olarak nitelediği için, böyle nitelemeyi hazmedemeyen Arnavutluk medyasında
adeta bir eleştiri bombardımanına tutuldu[7].”
Şimdi bu iki durumu bugünün Türkiye – “Balkanlar”
ilişkilerini tarihsel bir örüntü ile ortak mazi bağlamında pembe bir tabloya
aktaran zihinler için bir kez değerlendirmekte fayda vardır.
Tük dış politikası son yıllarda yukarıda ifade edilen çıkmazda büyük bir
kararsızlık içerisinde. Öncelikle Balkanlar’a ontolojik mi epistemolojik mi
bakılacak? Bu noktada iki alternatifin de kendi içerisinde sahip olduğu
tutarsızlık, temel problemin alternatiflerden öte aslen kavramın kendinin
tarihsel öncüllerinin tutarsızlığını ortaya koyar. Biraz daha net bir tavır
ortaya koymak gerekirse bu problemin temeli küreselleşmenin bizatihi kendisidir
denebilir. Karpat durumu, küreselleşme, esas olarak, çeşitli
sosyo-politik birimlerin ekonomik, kültürel ve siyasal olarak daha geniş bir
oluşum içinde erimesi sürecidir[8] şeklinde özetler. Bir anlamda küreselleşme ile bahsi
geçen sosyo-politik birimler gitgide tek tipleştirilir ve farklılıklar /
zenginlikler zamanla unutulur. Bu durumun politik bir söylem ve dahi jargon
haline gelişi doğru bakışın ortaya konmasını engeller.
Bu kısma dair yapılacak son değerlendirmeyi şu şekilde özetlemek mümkündür:
Tarihsel gerçeklik muhakkak ki inkâr edilemez. Bu gerçekliğin kurguladığı
bölgesel yapılar ve adlandırmalar da öyle. Ancak tarihin reelliği kadar bu
reelliğin politikacılar tarafından yorumlanışı da başka bir realiteyi ortaya
koyar. Önce de ifade edildiği üzere tarih sadece bir hafıza değil aynı zamanda
her politik oluşumun da ahlaki temelidir[9].
Bu ahlaki temelin bir şekilde olması gereken mecranın dışında çıkar odaklı bir
yöne kaydırılması günümüz politik söylemi ve bölgeye dair değerlendirmeleri
noktasında bir takım yanlışları beraberinde getirir.
Bugün Türkiye’nin AB üyeliğinin temelinde de inkâr edilemeyecek bir Balkan
bölge istikrarı çabası yatmaktadır. Bölgede Türkiye’nin önderliğinde
sağlanabilecek bir istikrar Avrupalılık iddiasında ısrarcı Türkiye’nin[10] en
azından Avrupa’nın güneydoğu bölgesindeki etkisi açısından mühim bir referans
olabilecektir.
Doğru
Görmek İçin Doğru Bakmak
Yukarıda sunulan tüm argümanlar ve değerlendirmelerin temel iddiası Osmanlı’nın
Rumelisi’nin ya da Avrupa’nın Güneydoğusunun – Balkanlar değil- bugün artık
yeni bir tanımlamaya ihtiyaç duyduğudur. Yugoslavya’nın dağılması sonrasında
mazinin karanlık günlerine yeniden dönen ve bir kaos yumağı haline gelen
bölgenin tam da bu özelliği mebdesinde kavuşturulduğu “Balkanlılık” kisvesinin
bir şekilde değiştirilmesi; söylemde değişmeyecekse bile uygulamada yeni
bakışlarla analiz edilmesi zaruridir. Halkının neredeyse tamamının Müslüman
olduğu bir bölge ülkesi ile yine tamamına yakınının Katolik olduğu bir bölge
ülkesinin aynı kavramla adlandırılırken – coğrafik dahi olsa – aslında 20.
yüzyıl başında yapılan tek tipleştirmelere hizmet edildiğinin farkına varılması
gerekmektedir.
Konuya vakıf birçok araştırmacının Balkan, Balkanlar, Balkanlı, Balkanlaşmak
gibi tabirlerin suniliğini ortaya koyan çalışmalar yapmak suretiyle bugün bazı
kabulleri reddetme çabaları Türkiye’de de etkisini göstermektedir. Bu sayede
artık Balkanlılıktan öte kendi ülke ve kültürlerinin bir parçası olarak
adlandırılmaları konusunda zaman zaman milliyetçiliğe kayan çizgilerde mücadele
veren bölge ülke ve halklarının sözlerine kulak vermek gerekmektedir. Bu sese
kulak vermek yerine sadece Osmanlı ve öncesine yapılan atıflarla uzun yıllardır
emperyal sistemin içerisinde ezilen bu halkların tümünü politik bir planın
içerisine almak dahası yakınlaşmak mümkün değildir. Bu ikaz dikkate alınmaz ve
bölgede manen, Türklükleri ve Müslümanlıklarını muhafaza yolu ile Türkiye’ye
bağlı kalan ve bir dayanak noktası olarak gören halklar Balkanlılık üzerinden
tanımlanmaya çalışılırsa bir çözüm odağına kavuşmak oldukça zorlaşacak, hatta
belki de bahsi geçen Türk İslam ahalisi bir tercih kavşağına çekilerek içinde
bulundukları şartlar daha da zorlaştırılacak.
Soğuk Savaş sırasında Doğu ve Batı arasında inanç ve siyasi anlamda bir ara
nokta haline gelen Yugoslavya’nın dağılıp yeni konjonktürün bir kez daha
Balkanlar şeklinde tanımlanması ile hortlayan bölgesel tek tipleştirmenin bugün
Türk Dış Politikası’nın da aşması gereken bir arıza olduğu düşünülmeli; acilen
Balkan uzmanları değil, ülke uzmanları yetiştirmeye başlanmalıdır. Ancak bu
takdirde doğru parametre ve paradigmalar oluşturulabilecek, dillerden düşmeyen
tarihsel atıflar çok daha net bir düzleme oturtulabilecektir.
[1] Report
Of the İnternational Commission to İnquire in to the Causes and
Conduct of the Balkan Wars,
Washington D.C.: Carneigne Endowment for İnternational
Peace, 1914. Konuya dair bir değerlendirme için bkz. Galip Çağ, “Balkan
Savaşlarına Uluslararası Bir Bakış: 1914 Carnegie Vakfi Raporu”, I.
Uluslar arası Balkan Kongresi 24-26 Eylül 2012, Süleyman Şah
Üniversitesi., 2012 ss. 1409-1422.
[2] Edward
W. Said, Orientalism, New York: Pantheon, 1978, s. 3.
[3] Bozidar
Jezernik, Vahşi Avrupa, Batı’da Balkan İmajı, Çev. Haşim Koç, Küre Yay.,
İstanbul, 2006, s. 1.
[4] Andrew
Baruch Wachtel, Dünya Tarihinde Balkanlar, Çev. A. C. Akkoyunlu, İstanbul,
2009, s. 53.
[5]http://www.tepav.org.tr/upload/files/13353636229.Turk_Dis_Politikasi_Balkanlar_da_Nasil_Algilaniyor.pdf
(E. 05.05.2014)
[6] Kemal
Karpat, “The Balkan National States and Nationalism: İmage and Reality”, Islamic
Studies, Özel sayı: Islam in the Balkans, XXXVI / 2-3 (1997), s.
329.
[7]http://www.tepav.org.tr/upload/files/13353636229.Turk_Dis_Politikasi_Balkanlar_da_Nasil_Algilaniyor.pdf
(E. 25.05.2014)
[8] Kemal Karpat, “Küreselleşme, Üst Kültür ve Geleneksel
Etnik-Dinî Kimlik”, Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve
İdeoloji, Timaş Yay., İstanbul, 2009, s. 93.
[9] Dritan Egro, “Tarihçi mi? Siyasetçi mi? Devlet İnşacıları
Olarak Balkan Tarihçileri”, Çev. Galip Çağ, Tarih Okulu
Dergisi, XI, Eylül-Aralık 2011, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir,
2012, s. 132.
[10] Baskın Oran, “Türkiye’nin Balkan ve Kafkasya Politikası”, AÜSBF
Dergisi, L / 1, Ankara, 1995, s. 274.