(
Madenlerde ve zirai alanlarda çalıştırılmak için Almanya’ya gönderilen Avrupai
pelerinler ve kepler giydirilmiş 14-16 yaş arasındaki yetimlerimiz… 06.05.1917 )
GÖRDÜNÜZ MÜ
BERLİN’DEKİ TREN GARINA İNEN 314 YETİM ÇOCUĞUN GÖZLERİNDEKİ ÜRKEKLİĞİ ?
İnsan şeş cihet bir varlıktır. Önü arkası sağı solu
aşağısı ve yukarısı olan bir varlıktan bahsedişimiz bizleri Hz. Adem’in
merakına yenildiği zamanın hemen sonrasına kadar götürür. Değişikliği talep
ederken nefsine yenilen insan ilk dört cihet itibari ile yatay bir varlıkken
son iki cihet itibari ile de dikey bir varlıktır. Öte yandan dünyada yaşayan
bütün varlıkların dört yönünün varlığı kabul gören bir durumdur. Sadece insan
altı yönlü olması itibari ile diğer varlıklardan ayrılır. Geçmiş aşağı ciheti
vurgularken gelecek yukarı cihetle irtibatlandırılır.
Toplumsal yapılarda bunalımın arttığı dönemler
insanoğlunun sadece yatay boyuttaki mefhumlarla ilgilendiği dönemlere denk
gelir. Bunalımdan çıkış yolu olarak geçmişin ve geleceğin entelektüel zihinler
tarafından aydınlatılmasından geçer. Bu itibarla çocuklarımızın dört cihetinde
(sağında solunda önünde arkasında) mevzilenmiş abur cubur duyguların
düşüncelerin ve arkadaşların şahsiyet üzerindeki nüfuzu; ancak aile okul ve
entelektüel zihinlerce azaltılabilecek bir nüfuzdur.
Çocuklar sınırsız varlıklar olduğu için özellikle
ergenlik dönemi fırsatların ve imtihanların kesif geçtiği bir dönemdir.
Sınırsızlık ve sabırsızlık abur cubur duyguların önünde beklemeden içeri
girdiği alanlardır. Bu iki alan insana doğuştan yüklenen fıtri bir durumdur.
Eğitim bu iki alana kapılar inşa etme sürecidir. Geçmişe müracaat ederek
gelecek hakkında bir tasavvur inşa etmeye taliptir eğitim.
Nisan 1917.
Berlin’deki gara bir tren yanaşır. İçinden 14-16 yaşlarında 314
çocuk iner şaşkın ve meraklı bakışlarla. Almanya’ya zirai alanlarda
çırak olarak çalışmaya gelen bu çocuklar Osmanlı’nın yetim çocukları idi. Darü’leytamlarda her geçen gün sayısı artan
1. Dünya Savaşı sırasında şehit düşen vatan evlatlarının çocukları idi onlar.
Osmanlı Devleti’nin dar’üleytamlara iaşe vermekte
zorlandığı bir dönemde yetim çocukların Almanya’ya gönderilmesi bir çare olarak
ortaya atılmıştı. Fakat bazı şeyler istenildiği gibi gitmemişti. Zirai
alanlarda çalışan Alman ustaların değil daha çok madenlerde çalışan Alman
ustaların yanına verilmişti Osmanlı’nın yetim çocukları. Madenlerdeki şartların
ağırlığı çocukların hastalanıp ölmesine neden oluyordu. Yemeklerdeki kültürel
farklılık çocukların en çok zorlandığı konuların başında geliyordu. Domuz
etinin ucuzluğu nedeni ile Alman ustaların sık tükettiği domuz çorbalarına
Osmanlı’nın kara bahtlı yetimleri el sürmüyordu. Ekmekle karınlarını doyurmaya
çalışıyorlardı. Tuvaletlerde taharet musluğunun olmaması da çocukları zorlayan
bir diğer faktördü. Şartların ağırlığı yetersiz beslenme kıyafetlerin
kifayetsiz olması gibi nedenlerden dolayı birçok çocuk hastalanıp ölüyordu.
Fırsatını bulanlar kaçıp Berlin sokaklarında başıboş
dolaşıyorlardı. Fakat Alman polisi çocukları yakalayıp tekraren Alman ustalara
teslim ediyorlardı. Bunun bu şekilde yürümeyeceği anlaşılınca bir kısım çocuk
trenlerle İstanbul’a geri yollanmıştı.
Gurbet ellerde anasız babasız ve vatansız bırakılmış
bu çocuklar bu topraklarda yaşanmış ya da yaşatılmış bir travmadır. Geçmişe
dönüp bakıldığında bu tür acı hikâyeler çocuklarımızın sınırsızlığının ve
sabırsızlığının ortadan kaldırılması için müracaat edilmesi gereken alanlardır.
Bu acı hikâyelerden dersler alarak gelecek tasavvurunu inşaa etmekte fayda
olduğuna inanıyoruz. Böylece önünü arkasını sağını solunu aşağısını ve
yukarısını bilen şahsiyetler yetiştirmek üzere yola çıkmış oluruz.
Yaşadığımız şu günlerde adeta cihetsiz bırakılmış
varlıklara döndük. Günlük cihetler ve günlük hevesler bizi ele geçirmiş gibi
adeta. Çabuk vazgeçen çabuk sıkılan istekleri çelişkili kendini değiştirmeyi
değil ama etrafını ve eşyasını değiştirmeyi ilke edinen insanlar bizi etkiler
konuma geldi. Hâlbuki yapmamız gereken çocuklarımızla birlikte sabırla
hakikatin mevziisinde durmaktır. Tıpkı Çanakkale’de mevziisinde sabırla duran
kahramanlar gibi…
Kendimizi anlatmayı bırakmanın zamanı gelmedi mi?
Kendimizi dinlemek mi? Ya kendimizin içi kocaman bir nefisle dolmuş ise
dinleyebilecek miyiz hala kendimizi? O zaman da duyamayız ki hakikatin sesini.
Susmalı insan. Dinlemeli gökleri… Zira artık görmeli Nisan 1917’de Berlin’deki tren garına inen 314 yetim çocuğun gözlerindeki
şaşkınlığı ve ürkekliği.