E. TÜMA. CEM
GÜRDENİZ : DENİZ KUVVETLERİ NEDEN HEDEFTE ????
21 Eylül 2012 Balyoz davası kararları ile Deniz Kuvvetleri’ne
mensup 36 Amiral, 115 subay ve 5 astsubay 13-18 yıl arasında değişen ağır
cezalara çarptırıldı. Hepsi dijital terör ürünü sahte delillerle söz konusu
cezaları aldı. Böylece dünya deniz harp tarihinde benzeri zor görülecek bir
durum ortaya çıktı. Deniz Kuvvetleri’nin önceden normal koşullar altında emekli
olan 11 amirali hariç, aktif görevdeki 50 Amirali’nin yarısı sahte delillere
dayalı bir dava sonunda tasfiye edildi. Tasfiye edilen -yüzde doksanı kurmay,
yurt dışı görevde bulunmuş ve yüksek lisans eğitimi yapmış- deniz subayları da
sınıflarının birincileri ve halen Deniz Kuvvetleri’nin vuruş gücünü temsil
edebilen Harp Filosu, Denizaltı Filosu, Hücumbot Filosu, SAT, Deniz Hava
ve Amfibi birliklerde kritik kadrolarda görev yapan, donanmanın en güçlü savaş
gemilerinin komutan ya da komodorları arasında bulunuyorlardı. Bu subayların yarısından
çoğu geleceğin Amiralleri ve Kuvvet Komutanı adayları arasındaydı. Bu arada
Balyoz davası haricinde sözde Amirallere Suikast, Poyrazköy, Ergenekon, İrtica
ile Mücadele Eylem Planı, Kafes, Casusluk ve Fuhuş gibi davalar içinde sahte
suçlamalara maruz kalan denizci subayların sayısı 300 civarındadır. Bu subaylar
da Balyoz’da tasfiye edilen subaylarla ortak özelliklere sahiptir.
SAVAŞ GEMİSİ
3 YIL DA TEMİN EDİLİR BİR AMİRAL İSE 25 YIL DA YETİŞİR
Yaşanan durum, Fransız ihtilali sonrası Fransa Donanması’nın düşürüldüğü
duruma benziyor. Yani böylesine acımasız ve gözü kara tasfiyeler ancak
ihtilallerde yaşanabilir. Unutulmamalıdır ki, bir savaş gemisi, yeni inşa
edildiği takdirde üç yıl içerisinde temin edilebilir. Ancak buna kumanda
edebilecek gemi komutanı 15 yılda, komodor 20 yılda, amiral ise 25 yıl da
yetişir. Savaş gemileri ile silah ve sistemler onlara kumanda edecek etkin ve
yetkin Amiral ve komutanlar olmadan bir hiçtir.
Gelecek vadeden birikimleri, deneyimleri, kişilikleri ve
bulundukları görev yerleri ile bu personel, Türkiye’nin Akdeniz’de etkin bir
deniz gücü olmasında en büyük rolü oynayan nitelikli ve liyakatli yetişmiş
insan gücünü temsil ediyordu. Diğer bir deyişle Deniz Kuvvetleri’nin “A”
takımıydılar.
TEK
“SUÇLARI” BAŞARI VE ATATÜRKÇÜ OLMAK
Hukuk adına, hukuk katledilerek Silivri, Hasdal, Hadımköy,
Şirinyer ve Maltepe’de bu acıları aileleri ile beraber çeken çok kıymetli,
seçkin, ulusal duruşu yüksek, Deniz Kuvvetleri mensubu amiral, subay ve
astsubayların tek suçu, Deniz Kuvvetlerine 90’lı yıllardan sonra tek kelime ile
“kuantum sıçraması” yaptıran üretken
ve yaratıcı değerler arasında bulunmaları ve Atatürk’ten en küçük bir sapma
göstermeyecek karakter ve meslek prensiplerine sahip olmalarıydı. Cezaevlerinde
rehin alınan bahriyeliler, aslında bu yükselişin gerçek sahibi seçkin neslin
altın vardiyası idiler. Onlar deniz tarihimizin Çeşme, Navarin, Sinop ve Haliç
baskınlarını aratmayacak kansız bir baskının rehinleri olarak deniz tarihimizde
yerlerini aldılar.
Amerikalı Stratejist George Friedman’ın “Bir donanma gücü oluşturmak, gerekli teknolojiyi üretmek için değil,
ama iyi amiraller ortaya çıkaran birikmiş bir tecrübenin devredilmesi gerektiği
için, nesiller alır”[1] değerlendirmesi, 2008 ile 2011 yılları arasında
Türk Deniz Kuvvetleri’ne karşı, tasfiye amaçlı acımasızca uygulanan asimetrik
psikolojik ve asimetrik hukuk savaşlarının ana teması oldu.
ATATÜRK’ÜN
HAYAL ETTİĞİ DENİZCİ TÜRKİYE’NİN BİR MODELİ OLMUŞTUK
Soğuk Savaş süresinde enerji toplayan ve bu enerjiyi Soğuk Savaş
sonrası dönemde büyük bir ivme ile açık denizlere çıkarak, dışa vuran
Cumhuriyet Donanması’nı ne ekonomik krizler, ne de Gölcük depreminin yok edici
enerjisi durdurabildi. Cumhuriyet Donanması özellikle 90’lı yıllardan itibaren
tarihinde benzeri görülmemiş bir şekilde yükselmeye devam etti.
Cumhuriyet Donanması 2010 yılı başında eriştiği seviye ile hayal
ettiğimiz gerçek anlamda denizci bir devletin sahip olması gereken
seviyedeydi[2]. Aslında 21’inci yüzyılın başlangıcındaki Türk Deniz Kuvvetleri
Atatürk’ün hayalindeki denizci Türkiye’nin bir modeli idi. Denizciler günümüzde
çağdaş teknoloji üreten ve kullanan, kendi kendine yeterli, milli nitelikleri
ve yaklaşımları bakımından dışa bağımlılığı daha az ve son derece yetenekli bir
askeri güç olmanın yanı sıra, Atatürkçü felsefeyi yaşamında uygulayan personeli
örnek bir konumdaydı.
TÜRKİYE’NİN
DENİZCİLİKTEKİ BAŞARISI ABD’NİN GÖZÜNE BATIYORDU
Bu olağanüstü başarılar özellikle dünya deniz düzeninin jandarması
olan ABD ve peşindeki Avrupa-Atlantik yapının çok gözüne batıyordu. 2008
yılından itibaren Deniz Kuvvetlerine maalesef kendi hükümetinin ve
parlamentosunun gözleri önünde akla hayale gelmeyecek iftira ve yalanlara
dayalı komplolar kuruldu. Amiral ve subayları mütareke döneminde yaşanana
benzer karalama kampanyaları ile itibarsızlaştırıldı. Aslında bu operasyonun
perde arkasındaki asıl makro hedefin, Türkiye’nin denizcileşmesi ve bölgesel
bir Deniz Gücü olmasının engellenmesi olduğunu sorumlu mevkide olanlar da
göremedi. Görmek istemedi.
İlerde tarihin yazacağı üzere, Balyoz ve benzeri kurgu davalar
yüzyılın en büyük komplosudur. Genelkurmay Başkanlığı ve Deniz Kuvvetleri
komuta heyetinin yanlış durum muhakemesi ve hatalı kararları sonucunda, kendi
ordusuna, donanmasına, hava kuvvetlerine ve savunma sanayine komplo kurma
cesaretini bulanlar, sahte deliller ile beslenen değişik sahte davalar ile
yüzlerce Amiral, general, subay ve astsubayı şiddet ve kapsamı genişleyen
dalgalar halinde tutuklamaya devam ettiler.
Bu komploda önce yandaş medya oluşturuldu. Müteakiben etki
tabanlı, dış destekli asimetrik psikolojik harekât saldırıları, asimetrik hukuk
savaşları ve her türlü yalan haberi ve iftirayı yayma cesaretini bulan yandaş
medya terörü ile sürdürüldü. İnternet ortamında yapılan iftira ve yalanlara
dayalı tüm itibarsızlaştırma saldırılarının ABD ve Avrupa ülkelerinden
yapılması bu sürece damgasını vurdu. Özellikle 11 Şubat 2011 gecesi, Türk
hukuk tarihine Silivri toplama kampının, “Auschwitz”
tutuklamaları olarak geçti. Savunma hakkı verilmeden 163 Amiral, general
ve subayın dakikalar içinde tutuklanmasından sonra, sahte davalar bir kanser
olarak büyüdü ve “hukuka saygılıyız”
diyenleri de sahte deliller ile yutmaya devam etti.
DÜNYA DENİZ
TARİHİNDE BÖYLE BİR BAŞARI YOK
Türk Deniz gücünün neler yapabileceği yakın tarihimizde saklıdır.
Kıbrıs’a 1974 yılında, Rum müdahalesinden sadece beş gün sonra, son 50 yıldır
hiç savaşmamış olduğu halde Cumhuriyet Donanması, denizaşırı bir amfibi
harekâtı başarabilmiş ve Kıbrıs Girne’de kıyı başını tutabilmiştir. Bu
başarının bir benzeri dünya deniz tarihinde yoktur. ABD bile, Kuveyt ve Irak
krizlerinde aylarca süren hazırlık sürecinden sonra deniz aşırı harekât icra
edebilmiştir. Ocak 1996’da yaşanan Kardak krizinde de Cumhuriyet Donanması, 12
saat içinde savaş konumuna geçebilmiş ve karşı tarafı caydırarak siyasi
inisiyatifin Türkiye’ye geçmesini sağlamıştır.
DENİZ
KUVVETLERİ 500 YIL SONRA TEKRAR DENİZLERE HAKİM
Cumhuriyet Donanmasının yükselişi o denli büyük oldu ki, bu
yükseliş, 21’inci yüzyılda Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’in küresel kurgular
ile şekillenmesine izin vermeyen, önemli çıkarları olan Hint Okyanusu’nda 2009
yılından itibaren sürekli savaş gemisi bulundurabilen, kendi savaş
gemisini, sensör ve silahını yapabilen, var oluş nedenini Mustafa Kemal Atatürk
ve ulusal güçten alan Türk Deniz Gücü’nün oluşumunu gerçekleştirdi. Daha da
öte, Cumhuriyet Donanması Türkiye’nin denizcileşmesinin lokomotifi oldu.
Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı bu görevi, emsalsiz başarılar ile
sürdürebildi. Cumhuriyet Donanması Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan, “Toprak Gemi” Anadolu’yu sırtında
taşıyarak, “Mavi Vatan” denizlerimize
yaklaştırmanın ve her ikisini buluşturmanın hayati sorumluluğunu üstlendi.
Ege’de milli çıkarları kararlı bir şekilde korumuş, Kardak Krizi ile Ege’de çok
önemli kazanımlar getirecek bir süreci başlatmış, Karadeniz’de İkinci Dünya
Savaşı ve Soğuk Savaş sırasındaki stratejik kazanımlarını ve Montrö rejimini
koruyabilmiş, 2010 yılının sonuna kadar Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Rum Kesimi ve
Yunanistan’ın deniz yetki alanlarımıza yönelik hak ihlallerini caydırmayı
başarmıştır.
Cumhuriyet Donanması ulusal savunma ve çıkarlarımızın korunmasına
sadece çevre denizlerde değil, uzaklarda, ana karadan binlerce mil ötede Hint
Okyanusu’nda Aden Körfezi gibi alanlarda da hizmet etti. NATO görev ve
faaliyetlerinin yanı sıra Birleşmiş Milletler barış destek faaliyetlerinde,
Lübnan, Kosova ve Afganistan’da gerek gemiler gerekse deniz piyade birlikleri
ile görev aldı. Deniz Kuvvetleri’nin Akdeniz’de eriştiği güç, 2010 yılında
Preveze Deniz Zaferi’nden sonra geçen kabaca son 500 yılın en yüksek seviyesine
ulaşmıştı.
TÜRK DENİZ
KUVVETLERİN’NİN 40 YILI İPOTEK ALTINA ALINDI
Bir deniz gücünün iki ana unsuru vardır. Bunlardan ilki kuvvet
yapısıdır. Diğeri de komuta yapısı. Her ikisi etle tırnak gibidir. Kuvveti
olmayan en seçkin amiral ve komutanlar bir işe yaramazlar. Diğer taraftan iyi
amiral ve gemi komutanları olmayan bir donanma da savaşamaz. Her iki durumun
dünya deniz tarihinde sayısız örnekleri vardır. Osmanlı donanmasının maruz
kaldığı baskınlarda ve yenildiği savaşlarda başında iyi yetişmiş amiralleri ve
liyakatli komutanları yoktu. İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’nda çok iyi
amiralleri ve denizcileri vardı ancak savaş gemisi yoktu. ABD eğer onlara
savaşın ilk yıllarında “lend-lease” uygulaması ile 75 adet muhrip ve refakat
gemisi vermeseydi şüphesiz Atlantik savaşının sonu farklı olurdu. Fransız
İhtilali sonunda Amiralsiz ve komutansız kalan Fransız donanmasında üsteğmenler
amiral yapıldı. Sonuç, 1805 yılında Trafalgar sonrası hem Atlantik hem de
Akdeniz’den atıldılar.
Türk Deniz Kuvvetleri’nin isimli davalar ile sadece seçkin
denizcileri tasfiye edilmiyor. Aynı zamanda gelecek 40 yılı ipotek altına
alınıyor. 2008-12 yılları arasında neredeyse sekiz ayrı isimli davada tutuklu
yargılanan, özel yetkili savcılara ifade veren, tanık ya da sanık sandalyesine
oturtularak korkutulan deniz subaylarının sayısı 500 civarındadır. Bu
rekor bir sayıdır. Deniz Kuvvetlerinden rahatsız olan iç ve dış mihrakların
kini ve korkuları öylesine büyüktür ki sahte delil ve iftiralarla ucu açık
davaları sürdürmeye ve istemedikleri kişileri bu davalara eklemekte engel
tanımamaktadırlar. İzmir’de devam eden sözde İkinci Casusluk ve
Fuhuş davasına eklenen denizcilerin içinde Türkiye’nin ilk milli gemisi
“MİLGEM” in mühendisleri ile doktorları ve bilim adamlarının tutuklu
yargılanmaları amaçlanan tasfiyenin ve cezalandırmanın boyutlarını ortaya
koyuyor. Böylece Domaklesin Kılıcı, yurtsever ve Atatürkçü denizcilerin
üzerinde sallanıp duruyor. Bu davalar ve mahkemelerin Stalin döneminin
“grotesque” mahkemelerinden farkı kalmamıştır.
Tasfiyeye uğrayan Amiral ve denizcilerin ortak yönü, donanmanın
yükseliş dönemindeki başarıların hemen hemen hepsinin planlayıcısı ya da
uygulayıcısı olmalarıdır. Hain eller onları cımbızla seçmiştir. Onları sadece
tasfiye ile cezalandırmamış, ağır hapis cezaları vererek gelecek nesillere de
mesaj vermiştir. Akdeniz’de, Ege de ve Karadeniz’de ulusal çıkarlarınızı
Avrupa-Atlantik çıkarlara üstün tutacak ulusal bir Donanma varlığına
girişmeyin. Sonunuz Balyoz gibi olur!
Yaşanan tasfiyelerin sonunda beklenen açık ve net hedef,
Türkiye’nin denizcileşmesinin ve Cumhuriyet Donanması’nın bölgesel bir güç
olmasının önlenmesidir. Bu süreçte hayali suçlarla yargılananlar ve hüküm
giyenler Deniz Kuvvetleri’nin seçkin denizcileri değil, Türkiye’nin
denizcileşmesinin ta kendisidir.
BU SÜREÇ
SONUNDA KISA VADEDE NELER YAŞANDI?
-Nüfusu Kadıköy
kadar olmayan Güney Kıbrıs Rum kesimi, Doğu Akdeniz’i tamamen sahiplendi.
Eskiden Türk Donanması’nın en küçük tatbikatını BM veya AB’ye şikayet eden
hatta AB 2009 Türkiye ilerleme raporunda ismen Türk Deniz Kuvvetleri’ni
saldırgan olarak kaydettiren Rumlar 2003’te tek taraflı ilan ettikleri ve
Türkiye ile KKTC’nin çıkarlarını yerle bir eden münhasır ekonomik bölgede
petrol ve doğal gaz zenginliklerini artık Türk donanmasının hiçbir engellemesiyle
karşılaşmadan sömürüyorlar. Bu arada İsrail-GKRY ve İsrail-Yunan yakınlaşması
Ortodoks-Yahudi tarihinin altın çağını yaşamaktadır. Doğu Akdeniz ve Ege
kaynaklı geleceğin krizlerinde Türkiye’nin yalnızlığı bu durumda şüphesiz
artacaktır.
-1996 yılından itibaren
Kardak’ta tesis edilmiş devlet uygulamalarımız artık sulanmıştır. Aynı durum
Kuşadası Körfezindeki Bulamaç (Farmakonisi) ve Eşek (Gaidoros) adacıkları için
de geçerlidir. Bu formasyonların Yunanistan’a herhangi bir andlaşma ile
devredilmediği açıktır. 2010 öncesi bu bölgelere destursuz giremeyen
Yunanistan, içinde bulunduğu zor ekonomik koşullara rağmen Türk Donanmasına
artık meydan okuyabilmektedir. Zira Türk donanması içerden vurulmuştur.
Yunanistan tek Avro harcamadan 50 yılda elde edemeyeceği üstünlüğü sağlamıştır.
Türk Deniz Kuvvetlerinin en seçk,in Amiralleri ve gemi komutanları tasfiye
edilmiştir.
-Türkiye’nin başta
Montreux Boğazlar Sözleşmesi ve Deniz Kuvvetlerinin öncülüğünde geliştirdiği
bir çok girişimle hassas dengeleri koruduğu ve bir barış denizi haline
getirdiği Karadeniz’de, NATO’nun sürekli operatif varlık göstermesine neden
olacak Füze Savunma Sistemine Türkiye’nin aktif iştiraki kısa ve orta vadede
Türk-Rus ilişiklerini zedeleyecektir. Karadeniz’de sürekli barış ve istikrarın
yolu bu denizin özel statüsünün korunması ve Basra Körfezine dönüşmesinin
engellenmesidir. Silivri ve Hasdal’da iki senedir haksız yere yatan
Amirallerinin pek çoğunun Karadeniz’in bir istikrar denizi haline dönüşmesini
sağlayan, tüm sahildarları bir araya getiren başta BLACKSEAFOR ve Karadeniz
Uyumu Harekatı ile Karadeniz Sahil Güvenlik İşbirliği Forumu olmak üzere bir
çok girişimin fikir babaları ve uygulayıcıları olmaları tesadüfle izah
edilemez.
-Türkiye’nin ilk
milli gemisi olan TCG Heybeliada, 27 Eylül 2012 tarihinde yüzde 60 milli katkı
payı ile Deniz Kuvvetlerinin İstanbul tersanesinde tamamlanmış ve donanmaya
teslim edilmiştir. Böylece Deniz Kuvvetlerine sahip 130 ülke içinde Türkiye
kendi savaş gemisini yapabilen 14 ülke arasında yer almıştır. Bu başarı da çok
görülmüştür. Sahte davalar ile artık mühendislerin de hedefe alınması,
Türkiye’nin bu yüksek başarısına en büyük darbeyi indirmiştir. Milgem’e hayat
veren mühendisler ile bu projeye en büyük katkıyı sağlayan HAVELSAN Genel
Müdürünün isimli davalar ve sahte deliller ile tutuklu bulunması da tesadüfle
ve hayatın normal akışı ile izah edilemez. Başlarına neler geleceğini gören
genç mühendislerin bahriyeden ayrılmaları da her halde birilerini çok
sevindiriyordur.
-NATO’nun ve Avrupa
Atlantik bloğun Türk askeri ile donanmasının kendi çıkarları doğrultusunda
kullanımının yolu Balyoz davasının 11 Şubat 2011 Silivri tutuklamalarından kısa
süre sonra açılmıştır. Türk Donanması ortada TBMM tezkeresi yokken Fransa ve
İngiltere öncülüğünde Libya’da girişilen acımasız enerji paylaşım savaşına en
fazla sayıda gemi ile katılanlar arasında yer aldı.
-Avrupa-Atlantik
yapı soğuk savaş sonrası ABD hariç küçülen Avrupa donanmalarının yanında Türk
Donanmasının büyümesini istemiyor. Doğu Akdeniz’de deniz dibi enerji
kaynaklarını kendi iradesi paralelinde çıkarılmasını istiyor. Karadeniz’e
Montreux Sözleşmesi kısıtlamalarına bağlı olmadan sınırsızca girip çıkmak
istiyor. Türklerin Anadolu’da ulusal çıkarları paralelinde kullanacakları güçlü
bir deniz gücü oluşturmasını istemiyorlar.
Sonuç olarak Donanma kan kaybediyor. Türk halkı artık bu durumun
kısa, orta ve uzun vadede neler doğuracağının gerçekleri ile yüzleşmelidir.
Unutulmamalıdır ki, Anadolu’yu yenmek için önce donanmayı yok etmek
gerekir. Tarih bunu böyle yazıyor.
…İnebahtı Savaşı[3] sonrası Venedikliler, denizlerdeki üstünlüğün
gemilerden çok insanlara bağlı olduğunu anlamıştı. Papa’nın kapıldığı dehşete
aldırmadan Venedikli Amiral Venier’e acilen erişimi dahilindeki tüm
yetenekli Türk denizcileri gizlice ve en uygun şekilde öldürme emri verdiler.[4]
İspanya’dan da aynı şeyi yapmasını rica ettiler. Bu tür
önlemlerle Türk’ün denizlerdeki üstünlüğünün etkili ve kalıcı şekilde
kırılacağını umuyorlardı. Onlara göre Osmanlıların denize dair meselelerdeki
üstünlüğü artık mantıken sönmüştü.[5]
Cem Gürdeniz
[1] Friedman, George, Gelecek On Yıl, Pegasus Yayınları,
2011, Sayfa.233
[2] Türk Deniz Kuvvetleri mevcut olanak ve yetenekleri
paralelinde, dünya çapında kabul gören dokuz kademeli deniz kuvveti
sınıflandırmasında dördüncü grup olan “orta çapta bölgesel güç intikal
yeteneğine” sahip bir deniz gücüdür. (Till, Geoffrey, Sea Power, A Guide for
the Twenty-First Century, Routledge, London, 2009 Sayfa: 114)
[3] 7 Ekim 1571 tarihinde İspanyol, Papalık ve Venedik müttefik
donanması karşısında Türk donanması İnebahtı’da büyük bir yenilgiye uğradı. 25
bin Türk ölmüş, 3500’ü tutsak olmuştu. Bu yenilgi gerek Osmanlı deniz tarihi
gerekse dünya siyasi tarihi için önemli sonuçlar yarattı.
[4] Lesure, M. , Lépan , La Crise de L’empire Ottoman,
Paris, 1972, Sayfa 7.
[5] Crowley, Roger, İmparatorların Denizi, Akdeniz, April
Yayınları, Ankara, 2008, Sayfa 393.