YEMEN’DE AÇLIK, HASTALIK, VAHŞET, MEZALİM VE
SOYKIRIM!.. İİT (İSLÂM İŞBİRLİĞİ TEŞKİLÂTI) KAYITSIZ VE SEYİRCİ.
AH O YEMENDİR DUL KALAN
NENEN’DİR…
2015
yılından bu yana Yemen’de kıyasıya bir iç savaş devam ediyor. Savaşan
taraflardan birisini İran, birisini Suudi Arabistan destekliyor. Zaten fakir
olan Yemen halkı ise açlıkla boğuşuyor. “Save The Chıldren” isimli İngiliz
yardım kuruluşu geçenlerde açıkladı; 2015 yılından bu yana Yemen’de 5 yaşın
altında toplam 85 bin çocuk açlıktan öldü!
Bugün Cuma vaaz ve hutbesinde
duyuruldu; Diyanet, Türkiye sathındaki bütün camilerde Yemen’e Yardım
kampanyası adı altında yardım topladı.
Ayrıca
YEMEN yazıp 5601’e gönderince kampanyaya 10 TL. katkıda bulunacakmışız!
Şimdi sorulması gereken ve benim kafamı kurcalayan sorular şunlardır: Diyanet
camilerden toplamış olduğu bu yardımı kimlere ulaştıracak; İran’ın desteklediği
gruplara mı, yoksa Suudi Arabistan’ın desteklediği gruplara mı?
Öte yandan bu yardımların iç savaşta kullanılmayacağından ne kadar eminiz?
85 bin çocuğun ve Cemal Kaşıkçı’nın katili Prens Muhammed b. Selman’ın,
Türkiye’den gönderilecek yardımların muhafaza edileceği depoları, yardım
komvoylarını veya gemileri bombalatmayacağından emin miyiz? İran ve Suudi
Arabistan gibi iki petrol zengini Müslüman ülkenin, güç savaşına girdiği Yemen
halkını kurtarmak sadece Türkiye’nin görevi midir?
Madem “Dünya Devleti”
olmakla ve G-20 üyesi olmakla övünüyoruz, neden iki Müslüman ülke olan İran ve
Suudi Arabistan nezdinde girişimde bulunarak bu iki ülkeyi barıştırmıyoruz? Şu
İİT (İslam İşbirliği Teşkilatı) ne menem bir örgüttür; Yemen krizini çözmek
için bu örgütü neden devreye sokmuyoruz? Madem 2006 yılından bu yana Arap
Birliği’ne, diğer adıyla Arap Ligi’nde gözlemci üyeyiz, neden Arap Birliği’ni
Yemen krizi konusunda göreve çağırmıyoruz? Yaklaşık bir asır önce Yemen’de uğradığımız
felaketten ve elbette yediğimiz kazıktan daha mı ders almadık yoksa?
Yemen Türküsü hâlâ mı bize bir şey
hatırlatmıyor?
Sizin
“En büyük Osmanlı mezarlığı: Yemen” tabirinden de haberiniz yok ellam. Kolay
olanı bırakın efendiler, lütfen biraz da zor olana talip olun.
Bakın kutsal kitabınız ne diyor size; “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse
kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size
merhamet edilsin..”(Hucurât-49/10).
Şu halde gelin Müslüman kardeşlerimiz olan İran ve Suudi Arabistan’ın arasını
düzeltin ki; bu iki ülke Yemen’de güç mücadelesi yapmayı bıraksınlar. Önce
Suriyeliler, şimdi de Yemenliler.
Bu ülkenin kaynakları nâmütenahi değildir; bütün Müslümanları doyurmaya yetmez!
Bakın sizin bu sonu gelmeyen hesapsız-kitapsız yardım kampanyalarınız yüzünden
ülkenin fakir fukarası acı soğanı bile yiyemez duruma düştü.
Kilosu 4-5 TL’ye soğan mı olurmuş hiç?
“Kimse benim vatandaşıma pahalıya soğan patates yediremez” diyerek
vatandaşların depolarına baskın düzenleyip, sonra da muhtemelen o soğan ve
patatesleri ucuza alarak yardım adı altında Suriye’ye, Yemen’e, şuraya buraya
göndermek hangi akla hizmettir? Siz depolardan ele geçirdiğiniz soğan ve
patatesi, ucuza kapatıp yardım adı altında başka ülkelere gönderirseniz tabi
düşmez fiyatlar ve elbette buna bağlı olarak gıda enflasyonu! Osmanlı da tıpkı
böyle yapmıştı bir zamanlar; asırlarca vatandaştan zorla veya ucuza elde ettiği
yiyecek ve diğer ihtiyaç malzemelerini, âlâyı vâlâ ile tertip ettiği Sürre
Alayları ile “Peygamberin yakınları”, “Muhammed’in açları” ya da “Kutsal
beldelere hizmet” diyerek Arabistan’a göndermişti. Osmanlı’yı batıran
sebeplerden birisi de işte budur; yani hesapsız kitapsız şekilde büyük devlet gösterileri!
O sebeple siz önce gelin, bu ülkenin
açlarını doyurun.
Tamam Yemen halkına da yardım edelim ama, gelin önce şu asgari ücreti ve emekli
maaşlarını açlık sınırının üzerine çıkaralım efendiler… Ömer Sağlam-07.12.2018
– EK: 1. Foto: İran-Suudi Arabistan ve
sözde İİT (İslam İşbirliği Teşkilâtı yüzünden) Açlıktan ölmek üzere olan bir
sabi, masum çocuk. 2. Foto: Yemen’de Türk Askerleri
En büyük Osmanlı mezarlığı: Yemen
Türkülerden
bildiğimiz Yemen 2012’de iktidara gelen Abed Rabbo Mansur Hadi’yi bir darbe ile
deviren Şiiliğin Zeydi koluna mensup Husilere karşı Suudi Arabistan’ın başını
çektiği bir askeri müdahale ile gündemimize girdi “Havada bulut yok bu ne
dumandır/Mehlede ölüm yok bu ne şivandır/Bu Yemen elleri ne de yamandır/Ano
Yemen’dir gülü çemendir/Giden gelmiyor acep nedendir?” Bu hüzünlü türküyü
bilmeyenimiz var mıdır? Türkülerden bildiğimiz Yemen 2012’de iktidara gelen
Abed Rabbo Mansur Hadi’yi bir darbe ile deviren Şiiliğin Zeydi koluna mensup
Husilere karşı Suudi Arabistan’ın başını çektiği bir askeri müdahale ile gündemimize
girdi. Şii İran’la Sünni Suudi Arabistan arasındaki vekalet savaşlarında birine
benzeyen operasyonla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan”Durumun gidişatına
bağlı olarak lojistik destek vermeyi düşünebiliriz” dediğinde sosyal medyada
“bu Yemen neresi?”, “Yemen’den bize ne?” gibi sorular soranların çokluğunu
görünce şaşırmadım desem yeridir. Sadece yukarıdaki türkü bile Yemen’i
bağrımıza bir hançer gibi sokmuşken üstelik. Bunun üzerine bu haftaki yazımı
bazı kaynaklara göre “En büyük Osmanlı/Türk mezarlığı” olan Yemen’e ayırmaya
karar verdim. Elbette binlerce yıllık Yemen tarihini burada özetlemem imkansız.
Sadece başlıklar halinde saymak bile epey uzun olur. Dolayısıyla pek çok
boşluğu sizler dolduracaksınız. Ben sadece size kılavuzluk yapacağım.
YEMEN’DE OSMANLI EGEMENLİĞİ
Himyeriler, Kehlamlar ve Sabalar ile Süleyman ve Saba Melikesi Belkıs’ın
hikayesini duymuşsunuzdur mutlaka. 570 veya 571’de Yemen Valisi Ebrehe’nin
filleri ile Kabe’yi yıkmak için Mekke’ye saldırmasını ve bu orduyu yokeden
ebabil kuşları efsanesini de duymuşsunuzdur. Halifeler Ebubekir ve Ali
döneminde iki kez bölgeye seferler yapıldığını, daha sonra Eyyübiler,
Gassaniler, Memluklerin bölgede hakimiyet kurduğunu, ardından Portekizlilerin
Yemen sularında boygösterdiğini ekleyerek hızlıca 16. yüzyıla geleyim. Yavuz
Sultan Selim 1517’de Mısır’ı fethettiğinde, Yemen’de Memluklu Emiri İskender
tedbiren Osmanlı Devleti’ne bagˆlılıgˆını bildirmişti. 1520’de Rumi Hüseyin Bey
komutasındaki askerler İskender’in iktidarına son verdi. Yemen’in Maskat,
Hadamut, Aden, Mukalla ve Kızıldeniz sahilleri dahil fethi ise Hint seferinden
dönen Hadım Süleyman Paşa tarafından 1538 yılında gerçekleşti. Ancak bu
tarihten itibaren, Yemen’i kontrol etmek hiç de kolay olmadı. Osmanlı
yönetimine karşı çıkanlar Yemen’in dağlık bölgelerinde (‘Cebel’de) meskun olan
Zeydilerdi. 8. yüzyılda ortaya çıkmış olan Zeydiyye, Şii mezhebinin kollarından
biriydi. Fıkıh konusunda Hanefiliğe, kelam konusunda Mutezile’ye ve İmamiye’ye
yakındı. Yani Şiiliğin Sünniliğe en yakın koluydu. Ancak imamlıkla ilgili
doktrinlerinin katılığı yüzünden Osmanlı Hilafeti’ne karşı oldular. Öyle ki,
Osmanlı onlara göre ‘sarıklı kafir’di. Bu yüzden de karşı çıkışları pek
şiddetli oldu. Kıyı bölgelerdeki nüfus ise Sünniliğin Şafii mezhebine bağlıydı.
Şafiilerin Osmanlı Hilafeti ile sorunları yoktu ama onların desteği bile Zeydi
isyanlarını bastırmaya yetmedi.
1635-1840 ARASINDAKİ FETRET DÖNEMİ
1911-1912’de yine bir Zeydi isyanını bastırmak üzere Yemen’de bulunacak olan
Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa Feryadım adlı eserinde o zaman dilimini şöyle
özetlemişti: “Cebel’de iç ihtilaller ve Zeydiye imamlarına karşı sürekli
savaşlarla Hicri 1045 (1635) tarihine kadar devam eden yüzyıllık kavgadan
sonra, hükümet merkezince Cebel’de unulutup bırakılan Haydar Paşa’nın uğradığı
kuşatma ve baskı üzerine Cebel’i İmam Müeyyed’de terkederek geri çekilmesi ve
Mısır’dan yeterli kuvvetlerle Tihame’ye gönderilen Kolfo Paşa’nın ahmaklığı ve
kötü idaresi yüzünden bütün Yemen bölgesi Zeydiye imamlarının idaresine
girmiştir.” Osmanlı kaynakları bu 100 yıl içinde Zeydilerle savaşta kaç kişinin
öldüğünü açıklamaz sadece “binlerce insan ölmüştür” demekle yetinir. “Yemen’e
gidip de gelmemek” 16. yüzyıldan beri kaderidir Osmanlı askerinin…
Yemen’in tekrar Osmanlı idaresine girmesi, 19. yüzyılın ortalarında oldu ancak
o da dolaylı yoldan. Önce merkezi devlete kafa tutan Mısır Valisi Kavalalı
Mehmed Ali Paşa’nın emirlerinden ‘Türkçe Bilmez’ lakaplı biri Kavalalı’ya
başkaldırdı ve Cidde’de topladığı askerlerle Yemen’e saldırdı ancak başarılı olamadı.
Bunun üzerine Kavalalı bölgeyle ilgilenmeye başladı. İngilizler bu kargaşadan
yararlanarak 1839’da Osmanlı Devleti’nin de izniyle Aden’de bir kömür deposu
kurdular. Kavalalı ile imzalanan 1840 Londra Anlaşması ile Kavalalı Yemen’i
boşaltmak zorunda kaldı. Ancak merkezi devletin bölgeye asker gönderecek hali
yoktu, bu yüzden Yemen’i Mekke Şerif’i Hüseyin’in idaresine bıraktı. 1849’da
merkezi hükümet bölgeden topladığı askerlerle Hudeyde şehrini ele geçirdi,
böylece 1635’ten beri süren fetret dönemine son verdi.
YEMEN İÇİN 7. ORDU KURULUYOR
1850’den sonra Yemen bazen valilik,bazen mutasarrıflık oldu. Ardından Zeydi
isyanları tekrar başladı. Bazı kaynaklar bu yeni dalgada İngilizlerin de
parmağı olduğunu söyler ki, bu kısmen doğruydu çünkü İngilizler bölgedeki
aşiretleri adeta maaşa bağlamışlardı ancak Zeydilik inancının Sünniliğe bakışı
ile Zeydi imamların egemenliklerini dışarıdan gelen bir güçle paylaşmaya
yanaşmamalarının etkisi çok daha baskındı. Sonunda Osmanlı Devleti sadece Yemen
için 7. Kolordu’yu kurdu. İlk valisi de Anadolu’daki şaki Kürt ve Türkmen
aşiretlerini yola getirmek için kurulan Fırka-i İslahiye’nin kumandanlarından
Ferik ‘Kürt’ Mahmud Paşa oldu.
Ancak aradan geçen 30 yılda Zeydi isyanlarını durdurmak mümkün olmayınca1872
yılında sırf Yemen için Ahmet Muhtar Paşa kumandasında 7. Ordu kuruldu. (Adı
orduydu ama gücü hiçbir zaman kolorduyu aşamamıştı.) Ahmed Muhtar Pas¸a’nın
Yemen harekatı tam 28 ay sürdü. Kanın oluk gibi aktığı bu 28 ayın sonunda işler
yoluna girmiş gibi görünüyordu. 1876’da tahta çıkan II. Abdülhamit de Yemen
meselesini halletmeye kararlıydı. Selim Deringil’in tabiriyle “Son dönem
Osmanlı tarihinde ‘meçhul asker’ konmunda olan” ve uzun süre Yemen Valiliği
yapmış Osman Nuri Paşa padişaha şu tavsiyelerde bulunmuştu: “Göçebeler ve
şeyhler adalet aşıklarıdır. Onlarla ilişki kurmanın en iyi yolu tümüyle dürüst
olmak ve verilen sözleri yerine getirmektir. Bu göçebe aşiretlerin kadın ve
erkekleri devlet dairelerinde iyi muamele görmeli, şikaetleri daima dinlenerek,
gerekli önlemler alınmalıdır. İçlerindeki ileri gelenlere nişanlar erilmeli ve
üstlerine düşülmelidir, çünkü bu halk alayiş ve ihtişamdan çok hazeder.”
(Mithat Paşa’nın Osman Nuri Paşa’nın valiliği döneminde Yemen’deki Taif
zindanlarında hayatını kaybettiğini not edelim.)
ABDÜLHAMİT’İN NAFİLE POLİTİKALARI
Abdülhamit bu tavsiyeleri tuttu ama bir yandan da yerel halklara “gerçek
İslam’ı aşılamak üzere” bölgeye din öğretmenleri, vaizler gönderilmes
talimatını da verdi. Merkezden atanan Arapça bilmeyen yöneticiler, kadılar,
halkın devlet dairelerinde ve mahkemelerde Türkçe kullanma zorunluluğu, sokakta
merdivenler üstünde yapılan yargılamalar, mahkeme masraflarının halktan
alınması, merkezden para gelmediği için yerel unsurlar ilişkiye (rüşvete,
maaşa) mahkum olan memur ve askerlerin dibine kadar battığı yolsuzluk batağını
kurutmaya memurların feslerine beyaz sarık sarması veya yerel giysilerle
dolaşması gibi yüzeysel adımlar yetmedi elbette. Yeni bir isyan dalgası
başladı. 1889’de İmam Hamidüddin’in isyanını Ahmet Fevzi Paşa iki yılda ancak
bastırabildi. Osmanlı Gazetesi’nin 1316 (1900) tarihli 15. sayısındaki “Yemen
Ahvali” başlıklı yazıda “Ahmet Fevzi Paşa’nın yanlış uygulamaları sonucu her sene
4.000 civarında bir asker ölürdü. Biçare Yemen ahalisi şikayet ettikçe, ip,
kazık kaçkını bir takım rezil memurini Yemen’e doldurulmuştur. Bunlar da aç
kurt gibi ahali üzerine saldırmışlardır” denecekti. 1895’teki isyanı bastıran
Hüseyin Hilmi Paşa ise halkı elleri alınlarında olmak suretiyle çiviletmiş,
bölgenin ileri gelenleri zincirlerle toplara bağlanarak halka teşhir etmişti.
Bu eziyetlere uğrayan aşiretler yeniden yeniden isyan etmişlerdi elbette.
1871-1894 ARASI KAYIPLARI
Bu isyanları bastırırken ne kadar kayıp olduğu konusu hala bir muamma ama
Yemen’de bir dönem yüzbaşı olarak görevlendirilen Müşir Galip şöyle demişti:
“Henüz yüzbaşı rütbesinde idim. Yemen’e yeni memur edilmiştim. Erkan-ı
Harbiye’ye mülhak olarak çalıştığım için bütün kuvve-i umumiyye cetvelleri
elimden geçiyordu. Bu cetvellerde orduya gelen yeni askerlerle istibdal edilen
veya malul kalan askerler arasında geniş ve feci bir boşluk gözümden kaçmadı.
Hiç unutmam 1310 (1894) senesi içinde bulunuyorduk. Yemen, o tarihte daimi bir
harp mıntıkası idi. Şube Müdürü Erkan-ı Harp binbaşısı Cemil Bey’in müsaadesini
alarak cetveller üzerinde tetkikat yaptım. Yemen’e ilk defa ordu sevkinin
başladığı 1287 (1871) yılından 1310 (1894) yılına kadar Süveyş kanalından Şab
denizine (Kızıldeniz) girip Hicaz ve Yemen fırkalarına iltihak edenleri veya
isyanlar yüzünden kıta halinde seferber edilerek sevkedilenleri, sağ kalıp
memleketlerine dönenlerin miktarıyla muvazeneledim. Vardığım netce şu oldu:
Aradan geçen 22 yılda Hicaz ve Yemen çöllerinde tam 130.000 Anadolu yavrusu
gömülmüştü.”
Ancak bunca kayıba rağmen isyanlar durmadı. ve 1895, 1897-1898, 1900 ve 1902’de
İmam Hamidüddin yeniden isyan etti. Bunlar zorla bastırıldı ancak 1905’te
yerini alan oğlu İmam Yahya’nın isyanını bastırmaya Yemen’deki 7. Ordu’nun gücü
yetmeyince Trabzon’da konuşlu 4. Ordu ile Şam’da konuşlu 5. Ordu mıntıkasından
‘nizamiye’ (yani asıl askerler/ ve ‘redif’ (yani yedek askerler) olmak üzere 24
taburun Yemen’e gönderilmesine karar verildi. Ardından Rumeli’deki 2. ve 3.
ordudan da sekiz tabur eklendi. Böylece Yemen’de Zeydilere müdahale edecek
tabur sayısı 114’e çıktı. Her taburun yaklaşık 800 kişi olduğu düşünülürse
yaklaşık 90 bin kişilik bir kuvvet seferber edilmişti.
REDİFLERİN ÇİLESİ
Sonucun ne olduğunu anlatmadan uzunca parantez açmak istiyorum. Yemen
türküsünde “Kışlanın önünde redif sesi var/Açın çantasını acep nesi var?/Bir
çift kundurayla bir de fesi var” dizeleriyle yer alan redif (yedek asker)
tes¸kilatı, II. Mahmud döneminde 1834 yılında kurulmus¸tu. Buna göre 5 yıllık normal
askerlik süresini tamamlayanlar 7 yıl da rediflik hizmetinde bulunacaklardı.
(II. Abdülhamit döneminde rediflik süresi 8 yıla çıkarılmıştı.) Yemen’deki 7.
Ordu dıs¸ında Osmanlı Devleti’nin digˆer altı ordusunda redif tes¸kilatı
mevcuttu. Ancak Yemen’e esas olarak Merkezi Erzincan olan 4. Ordu (ki Osmanlı
Devleti’nin en genis¸ mıntıkaya sahip ordusu olup Trabzon, Sivas, Erzurum,
Ma’mûretü’l-aziz, Bitlis, Van ve Diyarbakır vilayetlerini kapsamaktaydı) ile
merkezi Şam olan 5. Ordu’nun redifleri gönderiliyordu.
ZORLU YOLCULUK
Redifler daha önce askerliklerini muvazzaf olarak yıllarca yapan garibanlar
olarak zaten çok yorgun, çok perişandılar ancak Yemen seferleri ayrıca
iflahlarını kesiyordu. Rumeli’den, Trabzon’dan, Diyarbakır’dan, Van’dan
günlerce süren kara yolculuğuyla İskenderun limanına ulaşan rediflerin ahvalini
Mirliva Rüştü Paşa, Yemen Hatırası adlı kitabında, şöyle anlatır:
“İskenderun’da tamamlanmamış bir kışla var. Bu kışlanın döşemesiz, camsız, üstü
örtülü bir koğuşta Yemen’e sevkolunmak üzere firardan gelmiş, gözaltında yeni
askerle ve yine usulünde gelmiş vapur bekleyen yeni askerler gördüm. (…) Bu
askerlere pişmiş yemek verilmiyor, sözde yevmiye veriliyor. Hükümette para
olmadıkça bu da verilmiyor. Para alamayan askerler toplu olarak hükümet önüne
ve kumandanın evine gelerek dua ile karışık bağrışmalarla dert yanıyorlar. Para
bulunursa karınlarını doyuracak yevmiye veriliyor, olmaza parası olan kendi
kesesinden yiyor, olmayan arkadaşlarının muavenetine (desteğine) muhtaç
kalıyordu. (…) Anasından, babasından, ailesinden ayrılmış, köyüden iskeleye
kadar yol yürümüş, bu yorgun yolcularımızın yorgunluklarını giderecek ve
sıhhatlerini koruyacak bir sıcak yemek yediremediğimiz (…) askerler aylarca
fena beslenmeye maruz kalıyor. Bu müşkülata karşı duramayanlar firar ediyor
veyahut ölüyor. (…) Firar etmeyenleri ve firara takati kalmayanları Yemen’e
sevkediyoruz.” “1321/1905 yılında İskenderun’da Garp vupurunda Adana’dan
gönderilen 2000 çuval peksimet gördüm. (…) Peksimetleri İskenderun’da
doktorlara muayene ettirdim İnsanın değil hayvanın bile yemesinin müsait
olmadığını gösterir rapor verdiler. (…) Vapur içinde ambarda 100’den fazla
hayvan gördüm. (…) Vücutlarının yarısını zayi etmiş, birbirinin yularını, yele
ve kuyruklarını yemiş…”
Ama yolculuk daha da zorluydu. Askerler önce Adana ve Mersin’e gelirler, oradan
Yafa’ya kadar gemilerle, oradan Hicaz şimendiferi ile Maan’a, oradan develerle
5 günlük kara yürüyüşüyle Akabe’ye, oradan vapurla Hudeyde’ye gelirlerdi. Daha
balık istifi, aç bilaç yapılan bu korkunç yolculuk sırasında başlardı ölümler.
Örneğin 1905’te 4. Ordu’ya bağlı Trabzon Redif Taburu, 809 mevcutla vapura
binmiş, Hudeyde’ye 738 kişi varmıştı.
Hudeyde limanına gemiler uzun süre ac¸ıkta bekletilirdi, çünkü Hudeyde’de kışla
yoktu. Nihayet karaya çıkanlar geceleri dışarıda geçirirlerdi. Gündüzler ne
kadar sıcak ve kuraksa, geceler o kadar soğuk ve rutubetli olurdu. Günler sonra
isyanın kalbi Sana’ya doğru yola çıkılırdı. Bu yol bes¸ gu¨nde katedilirdi.
Yolda Zeydiler tarafından iyice hırpalanan birlikler Sana’ya vardıklarında
‘arbiş’ denilen barınaklara tıkılırlardı. Ardından İmam Yahya’nın kalesinin
bulunduğu Şehare’ye doğru yola çıkılırdı. Denizden yüksekliği 6 bin metre olan
Şehare’ye Sana’dan hayvanla ancak altı günde gidilirdi. Üstelik sadece
insanları değil, ağır topları da çekmek zorundaydı zavallı hayvanlar. Dimdik
duvar gibi yamac¸ların arasından korkunc¸ uc¸urumların kenarından Şehare’ye
varıldıktan sonra, İmam Yahya’nın kaldığı yere ulas¸abilmek ic¸in 800 metrelik
bir uçurumu atlamak gerekirdi. Uçurumun üzerinde küçük kemerli bir köprüden
başka bir geçit yoktu. Askerler köprüyü geçerken birden tepeden kurşun ve kaya
yağmuru başlardı. Şehare’ye Ekim 1905’te yapılan sefer aynen burada anlattığım
gibi geçti ve katliama ‘Şehare Felaketi’ denilerek kolektif belleğin
derinliklerine atıldı.
SANA KUŞATMASINDA İNSAN MI YENDİ?
“Sonuç ne oldu?” derseniz, “koca bir hüsran” demek ayıp olur, çünkü 1905’te
İmam Yahya kuvvetleri tarafından Sana’da kapana kıstırılanların trajedisini
anlatmaya kelimeler yetmez. Osmanlı ordusu Şehare’yi ele geçiremediği gibi,
İmam Yahya’nın Sana’yı kuşatmasını da engelleyemedi. Kuşatma sırasında şehirden
kaçmaya çalışanları birer birer avlayan İmam Yahya kuvvetleri, Sana’yı da
açlığa ve ölüme mahkum ettiler. Kuşatma sırasında şehirde olan Yüzbaşı Sami
Efendi’nin Hasan adlı arkadaşına yazdığı mektuptan öğrenelim olanları: “Artık
yaşama ümidimiz kalmamıştı. Ölüm sayısı günde 250-300’ü bulmuştu. Koca şehir
zalim bir ölümün pençesinde çırpınıyordu. Artık yiyecek ester, eşek, köpek
kalmamış, semalarımızdan kuş bile uçmamaya, asker insan eti yemeye başlamıştı.
(…) Ben bir aralık merkez kumandanı olarak çalışıyordum. Sur duvarları dibinde
bulduğum el ve ayaklar 13 çocuğun yenmiş olduğuna delalet ediyordu. Bunlardan
ikisi zabit çocuğu idi.”
İnanılması güç ama açlıktan insan yendiğine dair başka kaynaklar da var. Yine
de “inanmayalım” derseniz, devrin Yemen Valisi Tevfik Bey’in şu soğukkanlı
ifadelerine kulak verelim: “Artık yiyecek bir şey kalmadı. Askerler halkın
bahçelerindeki ham meyve ağaçlarına saldırıyorlardı. Açlık ve yokluktan ölümler
başlamıştı. Asker, subay ve ailelerinden günde 60 kişi ölüyordu. Bir ay evvel
6000 kişi olan asker sayısı, ölüm, firar gibi nedenlerle 2000’e düştü…”
Sana, 20 Nisan 1905’te İmam Yahya kuvvetlerinin eline geçti. Ve Osmanlı Devleti
pes etti. Yapılan anlas¸ma geregˆi, s¸ehirdeki bütün memurlar ve sadece 800’ü
silahlı olmak üzere 11 bin asker kafileler halinde Sana’dan çıkarak Menaha’ya
çekildiler. Devlete ait birçok es¸yanın dıs¸ında, muhtelif çapta 56 top, 11 bin
mermi, yeni silahlardan 16 bin tüfek ve 160 sandık fis¸ek I·mam Yahya’ya
bırakıldı.
Erik Jan Zürcher “1904-1905 ayaklanmasında Yemen’de bulunan 55 bin Osmanlı
askerinden 30 bini öldürülmüştür” diyerek trajediyi özetliyor. Trabzon Redif
Taburu üzerine çalışan Cengiz Çakaloğlu, Trabzon’dan yola çıkan 809 kişiden
sadece 50’sinin geri döndüğünü belirtiyor. Bu oranı diğer taburlara aynen
uygulayamayız mutlaka ama, yine de kaybın büyüklüğü hakkında bir fikir veriyor.
İttihat ve Terakki’nin yayın organı İçtihad’ın 30 Kasım 1921 tarihli 139.
sayısında Port Said İstatistik Dairesi’nin raporlarına dayanarak “Süveyş
Kanalı’nın açıldığı 1869’dan 1905 yılına kadar Yemen’de 1.000.000 Anadolu
evladı gömülmüştür” deniyor. Bu rakam çok abartılı görünüyor ama, ölüm sayısını
100 bine düşürürsek bile içimiz rahat etmeyeceğine göre devam edelim.
II. MEŞRUTİYET’TE YEMEN
Peki 1905’te dert bitti mi? Hayır bitmedi. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından
sonra Sadrazam Kamil Paşa, İmam Yahya’ya ilişkilerin gözden geçirildiği bir
mektup göndermişti. “Faziletli Seyyid İmam Yahya İbn-i Muhammed” diye başlayan
mektup anlam ve içerik olarak diğerlerinden farklıydı. Mektupta Yemen’deki
idarenin yetersiz valiler yüzünden bu hale geldiği itiraf edilerek ve bölgede
bir ıslahat çalışması yapılacağı ama en önemlisi ise Yemen’de Zeydilerin nüfus
olarak yoğun olduğu Sana ve çevresinin idaresinin İmam Yahya’ya verileceğine
söz veriliyordu. Ardından da eğer isyan etmekte direnirse üzerine kuvvet
gönderileceği ihtar ediliyordu. 19 Şubat 1909’da Kamil Paşa’nın yerini alan
Hüseyin Hilmi Paşa’nın isteğiyle Yemen’in ileri gelenlerinden bir heyet adeta
zorla İstanbul’a getirildi. Heyet İstanbul’da iken 31 Mart Olayı patlak verdi.
Heyet, hediyelerle alelacele geri gönderildi. Böylece İmam Yahya meselesi
tekrar buzdolabına konmuş oldu. Dönemin Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa,
Yemen’de boş inadın bırakılmasını, dağlık bölgeyi Zeydilere bırakmayı, kıyıdaki
Şafii bölgenin elde tutulmasını ve Sana da sembolik bir garnizon bırakılmasını
önerdi. Elde kalan yerlerde acilen reformlara başlanmalıydı. İzzet Paşa’ya
göre, zengin demir, kömür ve gaz yataklarına sahip olan Yemen’le ilişkilerin
düzeltilmesi Osmanlı Devleti’nin çıkarınaydı. Dahiliye Nazırı Talat Bey de
kendisini destekledi ancak bu planları uygulamak kısmet olmadı.
CİZAN FELAKETİ VE KATIRLARIN İNTİHARI
İmam Yahya ve Asir Emiri İdrisi, 1910’da aynı anda isyan etti. Bu iki aktör
birbirine düşmandı ama en çok da Osmanlı Devleti’ne düşmandı. İmam Yahya bir de
Osmanlı’ya cihad ilan edince Ahmet İzzet Paşa’nın Hamidiye Kruvazörü ile
bölgeye gönderilmesine karar verildi. Paşa’nın yanında 40 tabur piyade vardı.
Ancak takviye kuvvetler bile Osmanlı ordusunun kaderini değiştirmedi. İmam
Yahya yine yenilemedi.
İdrisi’yle yapılan savaşa gelince, onu da o dönemde Yemen’de sivil muhabere
memuru olarak çalışmış Asaf Tanrıkut’tan öğrenelim: “Küçük karakollardan,
Hilyos’ta bulunan mevkilere yakın yerlerden telgraf ile bir günlük suyumuz
kaldı, yiyeceğimiz kalmadı veya günlük yiyeceğimiz kaldı, suyumuz kalmadı gibi
yazılar geliyordu. Böyle telgraflar içimizi sızlatıyordu. Susuz ve yiyeceksiz
kalan ve kendilerine bunları gönderme imkanı olmayan bu askerler ölüyorlar veya
Arapların eline düşüyorlar ve onların cenbiyeleri altında can veriyorlardı.
İdrisi’ye gönderilen bir alay açlık ve susuzluk içinde (Cizan’daki) Asan
denilen yerde su kuyularına koşuyor. Ama su içenleri koruyacak gözcülerin
konması ihmal ediliyor. Bir anda ortaya çıkan İdrisi kabilesinin savaşçıları
askerleri kurşun ve cenbiyelerle (ucu kıvrık özel bir hançer tipi) yok ediyor.
Bir kısım asker denize atlıyor, yüzme bilmeyenler ölüyor. Askerleri takip eden
katırlar da denize atlıyor, başlarını suya sokarak intihar ettikleri
anlatılıyor. Buna da ‘Katırların İntiharı’ denilmiş…”
1911 DAAN ANLAŞMASI
Tarihe ‘Cizan Felaketi’ olarak geçen bu katliamı da Osmanlı Devleti sineye
çekmek zorunda kaldı. O sırada Trablusgarp Savaşı patlak vermişti. Balkanlarda
savaş tamtamları çalıyordu. Yemen’deki birliklere başka yerlerde ihtiyaç
olabilirdi. Sonunda devlet pes etti, Zeydilerle anlaşma masasına oturdu. Daan
köyünde 13 Ekim 1911’de imzalanan anlaşmaya göre Yemen Şafii ve Zeydi bölgeleri
olarak ikiye ayrıldı. İmam Yahya Osmanlı Devleti’ne karşı olan
‘emir-ül-müminînlik’ savlarından vazgeçecek ve Osmanlı Hilafeti’ni tanıyacaktı.
Osmanlı Devleti de Zeydi bölgesinde İmam Yahya’nın ve ardıllarının ruhani ve
dünyevi liderliği tanıyacaktı. Zeydiliğin egemen olduğu bu topraklarda Zeydi
şeriatının uygulanmasına izin verildi. Osmanlı’nın kazancı ise, İdrisi’nin
olası isyanında Osmanlı kuvvetleri ile İmam Yahya’nın kuvvetlerinin bundan
sonra beraber hareket edecek olmalarıydı. İmam Yahya İdrisi’ye karşı 10 bin
kişilik askeri kuvvet oluşturacak ve buna karşılık kendisine aylık 10 bin lira
ödenecekti. Osmanlı Devleti, söz verdiği paraları ödemediği halde, İmam Yahya
ne Trablusgarp Savaşı sırasında ne de I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı
Devleti’ne düşmanlık etmedi. İdrisi ise, Trablusgarp Savaşı’nda İtalyanlarla
işbirliği yaptı.
YEMEN’İN TERKİ
Savaşı müttefikleriyle birlikte kaybeden Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri
arasında 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi uyarınca Yemen’deki
Osmanlı birliklerinin silah bırakması gerekiyordu ama Vali Mahmut Nedim Bey bu
konuda emir İngilizler eliyle geldiği için bu emre inanmak istemedi. Silah
bırakmamak için uzun süre direndi. Nihayet 15 Kasım 1918 günü, Sana İmam
Yahya’ya teslim edildi. Teslim törenini Süleyman Sırrı Kadak şöyle anlatmıştı:
“Onu karşılamak için gireceği sur kapısına bir ihtiram kıtasıyla mızıka takımı
çıkarılmıştı. Fakat İmam Yahya’nın başka bir kapıdan gelmekte olduğu
anlaşılınca mızıka takımının yüzbaşıları ile birlikte davullarını, mızıka
aletlerini taşıyarak sokaklarda koştuklarını unutamam. O günlerde vali ve
kumandan Sana’da değillerdi. Her zaman asker adımlarıyla muntazam yürüyüşlerini
görmeye alıştığımız mızıka efradının koşuşmaları bende sanki ordu başsız
kalmış, paniğe uğramış gibi hisler oluşturdu. Dertleşecek bir kimse bulurum
ümidi ile hükümet konağına çıktım. Hüseyin Paşa ile mektupçuyu karşı karşıya
oturmuş düşünür halde buldum. Onlarla beraber odada oturuyorduk. O sırada
İmam’ın şehre girişini selamlamak için kaleden atılan top sesleri içimizde öyle
bir hüzün oluşturdu ki her üçümüz coşan teessür hislerimizi zapt edemeyerek
birbirimizin yüzüme baka baka ağladık.”
Yemen’den asker çekilmesi 15 Şubat- 20 Mart 1919 tarihleri arasında peyderpey
oldu. Son olarak silah ve mühimmatı İmam Yahya’ya teslim eden 7. Kolordu ve 40.
Tümen’in komutanı Sana’dan ayrılarak 25 Mart 1919 tarihinde yedi ay esir olarak
kalacağı Aden’e gitti. Geride Vali Mahmut Nedim Bey ve iki yüz sivil memur ile
dört yüze yakın asker kalmıştı. İmam Yahya bunların ayrılmasına izin vermiyordu
çünkü yıllardır maaş alamayan bu kadrolar Yemenli tüccarlara, hatta İmam
Yahya’ya bile borçluydular. Vali Mahmut Nedim Bey son yıllarda askerlerin
asgari masrafları ile kendi geçimini İmam Yahya’dan aldığı paralarla sağlıyordu
yıllardır.
‘TBMM YEMEN VALİSİ’NİN HÜZÜNLÜ SONU
Kısa süre sonra Anadolu’da Milli Mücadele başladı. Mahmut Nedim Bey, hem kendi
halini, hem Yemen’deki rehinelerin halini TBMM’ye anlattı defalarca. Ama hiçbir
mektubuna cevap alamadı. Son mektubu “TBMM Yemen Valisi” diye imzaladı. Ona da
cevap alamadı. Ankara’nın başını kaşıyacak vakti yoktu. Ayrıca vakti olsaydı da
Yemen’in dertlerini çözecek ne gücü, ne parası vardı. 30 Ağustos 1922’de
Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin kazanılmasının ardından İmam Yahya da
Ankara’ya bir tebrik mesajı gönderdi. 1923’te Lozan Barış Görüşmeleri sürerken
yeniden yazdı ve Yemen’in kaderinin tayininde Ankara’nın yardımını istedi.
Ankara 13 Ekim 1923 tarihli cevabında, Yemenlilerin kendi idarelerini
kurmalarının uygun ve gerekli olduğunu, maddi taleplerin yerine getirilmesinin
mümkün olmadığını, ancak teşkilatlanma için gerekli uzman veya memura ihtiyaç
duyulduğu takdirde maaşlarının Yemen idaresi tarafından verilmesi kaydıyla
Türkiye’nin yardımcı olabileceğini belirttiğinde, Yemen’deki Osmanlı mirası ile
ilgisinin olmadığını zımnen belirtmiş oluyordu.
Ankara’dan ümidini kesen İmam Yahya, Lozan Barış Antlaşması’nın TBMM’de
onaylandığı gün olan 23 Ağustos 1923’te görevi biten Mahmud Nedim Bey’in
Yemen’de kalmasını istedi ancak o kabul etmedi. Buna rağmen Yemen’le
Türkiye’nin arasını düzeltmek için uğraşmaya devam etti. Ankara, 13 Ekim
1923’te de Yemenlilerin kendi idarelerini kurmalarının uygun ve gerekli
olduğu,maddi taleplerin yerine getirilmesinin mümkün olmadığı, ancak
teşkilatlanma için gerekli uzman veya memura ihtiyaç duyulduğu takdirde
maaşlarının Yemen idaresi tarafından verilmesi kaydıyla Türkiye’nin yardımcı
olabileceği bildirildi. Mahmut Nedim Bey, 1924 yılında Türkiye’ye döndü.
Dönüşünden itibaren geçmiş maaşlarını almak için bitmek tükenmez bir yazışma
trafiğine girişti. Birikmiş maaşlarını alamadı ama Necid Emiri Abdülaziz 8 Ocak
1926’da Hicaz kralı ve Necid sultanı ilan edilince Türkiye’nin Necid’e
gönderdiği diplomatik heyete dahil edildi. Bir yıl süren bu görevinden sonra
yine sıkıntılı günler başladı onun için. Sonunda çabaları sonuç vermiş olmalı
ki, 1932’de kendisine 5 bin lira değerinde gayrimenkul verilmesine karar
verildi. 1934’te Akdilek soyadını alan Mahmut Nedim Bey, 1935 yılında Recep
Peker’e yazdığı mektupta mealen “Yaşım 70’i geçti, fakru zarurete düştüm,
çocuklarımın okul parasını bir dostum verdi, altımda bir yatak bile kalmadı,
elime 70 lira geçiyor, halbuki 100 liraya ihtiyacım var” diye yakınıyordu.
Cevap mealen şuydu: Devlet ona ev vermişti, daha fazlasını veremezdi! Yıllarca
maaş bile almadan Yemen’de çile dolduran Mahmut Nedim Bey, 11 Mart 1940 günü
İstanbul’da vefat etti.
(Mahmut Nedim Bey’in Recep Peker’e mektubu, Serap Sert’in künyesi kaynakçada
belirtilmiş yüksek lisans tezinde)
İMAM YAHYA YEMEN’İ KURUYOR
İmam Yahya, Osmanlı Devleti’nin son Hudeyde Mutasarrıfı Ragıp Bey’i katip
olarak istihdam etmişti. Fransızca bilen Ragıp Bey sayesinde dünya ile yazıştı,
uluslararası camiaya hitap etti. Bu çabaların sonucu, 1934’te Yemen’in kuzey ve
güney hudutları çizilerek İngilizler tarafından bağımsızlığı tanındı. Yemen’de
monarşi idaresi kuran İmam Yahya 1948’de Eh Ahrar örgütü tarafından bir
ayaklanma sırasında öldürüldü. Bundan sonrası başka bir yazı konusu olacak
kadar karmaşık.
YEMEN TÜRKÜSÜ KİME AİT?
Yazıya Yemen türküsüyle başlamıştım, Yemen türküsüyle bitireyim. 1990’dan
itibaren “Havada Bulut Yok” adıyla ünlenen türkünün Muş’a mı yoksa Elazığ’a ait
bir türkü mü olduğu konusunda bir savaş yürüyor. TRT’nin kaynaklarına göre,
1944 yılında Anadolu’yu gezerek derlemeler yapan Muzaffer Sarısözen, Halil
Bedii Yönetken ve Rıza Yetişen’den oluşan ekip tarafından, Duriye Keskin adlı
Muşlu bir mahalli sanatçıdan derlenen türküyü notaya Muzaffer Sarısözen notaya
geçirmişti. (Türkü
derleme sürecine dair ayrıntılı bilgi için tıklayın)
Şemsettin Taşbilek Elazığlı bir araştırmacı ise türkünün 1936 tarihli Elaziz
Halk Türküleri ve Oyunları adlı kitapta hem notalarıyla hem de orijinal
metniyle Harput türküsü olarak yer aldığını ileri sürdü. Yazara göre kitap
zamanın Elaziz Valisi Tevfik Gür başkanlığındaki Ferruh Arsunar, Sadi Günel ve
Hafız Osman Öge’nin içinde yer aldığı Elaziz Halkevi 1936 yılı Sanat
Komitesi’nce derlenmiş olup İstanbul-Beyazıt Kütüphanesi’ nde 47950/5 numara
ile kayıtlıydı.
Harput türküsüdür diyenler, “Burası Muş’tur, yolu yokuştur” şeklindeki
nakaratta yer alan Muş ifadesinin aslında Yemen’de bulunan Huş veya Simuş adlı
bir yerleşim yerinin adının, yanlış yazılması suretiyle kayıtlara geçtiğini,
dolayısıyla nakarattan hareketle türküyü Muş’a maletmenin yanlış olduğunu
söylüyorlardı. Bu iddianın kaynağı ise yıllar önce Yemen’e bir seyahat yapmış
olan ve güya burada Huş diye bir yer olduğunu öğrenen Barış Manço idi. Manço
çok inandırıcı bulunmuş olmalı ki, TRT türkünün künyesini “Eski Türkçeyle
yazılırken -h- harfinin üstündeki nokta unutulmuş da onun için Muş, Huş olmuş.”
diye düzeltti. Bu düzeltmeyi yapanların, Eski Türkçe bildikleri şüpheliydi
çünkü, üzerinde nokta olan Hı harfinden nokta kaldırılınca M olmaz, Ha diye
okunurdu. Bu kesime göre “zaten Muş’un yolu yokuş falan da değildi.” Tartışmaya
Yücel Paşmakçı, Musa Eroğlu, Mehmet Özbek gibi halk müziği ustaları girdi. Bu
kişiler haklı olarak “Burası Huş’tur” veya “Burası Simuş’tur” şeklindeki
nakaratın, ancak türkü Yemen’de yakılmışsa manalı olacağını, o zaman da “Giden
gelmiyor, acep ne iştir” sözünün anlamsız olacağını söylediler. Ayrıca
Muşlular, “1950’li yıllara kadar Kurtik Dağı’nın yamaçlarındaydı. Bitlis’ten
kaleye çıkan yol 45 derece eğimliydi” dediler. Sonunda Muş Valisi bir Mülkiye
Müfettişine rapor bile hazırlattı. Rapora göre, türkü kesinlikle Muş’a aitti.
Ancak müfettişin bu sonuca varırken kullandığı argümanların bilimsel hiçbir
yanı yoktu.