15. asırdan bu yana emperyal sömürgeciliğin
pençelerini üzerinden çekmediği Afrika, acılarla yoğrulmuş bir tarihe sahip.
Pek çok tarih kitabında “Avrupa’nın dünyayı anlamak adına giriştiği çaba”
şeklinde naif tanımlar yapılsa da, coğrafi keşifler Afrika için büyük acıların
başlangıcına işaret eder.
Batı’nın Afrika’yı işgali, Atlas
okyanusuna uzanan Sagres adlı küçük bir burunda, Portekiz Kralı I. John’un oğlu
‘Denizci’ lakaplı Henry’nin kurduğu denizcilik okuluyla Portekiz’de başlar.
Vasco de Gama, Kristof Kolomb, Magellan gibi kâşiflerin sıralarından geçtiği bu
okul, aynı zamanda siyasi iktidarın desteğiyle zenginlik ve şöhret arayışında
olan insanlar çıkarmış ve Afrika için sömürgeciliğin ilk kurumsal yapısını
oluşturmuştur. 1487’de Portekizli gemici Bartolomeu Dias’ın Ümit Burnu “keşfi”
ve 1498’de Vasco de Gama’nın Ümit Burnu’nu geçerek Hindistan’a varması ise
Afrika kıtasının zenginliğini Batı’ya taşımada dönüm noktası olmuştur.
Gördüğü
zenginlik karşısında Afrika’nın halklarını ve devletlerini yok sayan Batı,
hızlı bir şekilde köleleştirme ve kolonileştirme faaliyetlerine başlamıştır.
Kendisi için bilinmeyenin keşfi, hâkim olma arzusuna ve dilediği gibi tasarruf
etme hırsına dönüşmüştür. Zengin kültürü ve medeniyetiyle büyülü bir dünya
denilebilecek Afrika, gelişmiş ülkeler için katıksız ve büyüden yoksun bir
ticari araç haline gelmiştir. Sömürgecilikle ülkelerine çok şey götürenler,
geride çok az şey bırakmış, önce köle, sonra hammadde kaynağı ve en sonunda
pazar olarak iştah kabartan kıta ise 19. yüzyılla birlikte büyük bir rekabet
alanına dönüşmüştür. Bu süreçte sadece iki Afrika devleti (Etiyopya ve Liberya)
bağımsız kalabilirken, masa başında cetvel ile sınırlar çizilmiş, milyonlarca
Afrikalı zulümle yaşamını kaybetmiştir. “Her büyük servetin arkasında bir suç
gizlidir” diyen Fransız yazar Balzac’ın işaret ettiği gibi, sömürgeciliğe geç
girenlerin hırsı, önde gidenlerin kaybetme korkusuyla birleşince ortaya daha
büyük bir yıkım çıkmıştır.
Afrika ülkelerinin imajını zedeleyen bakış açısının
değişmesi lazım
Afrika
ülkelerinin çoğu, II. Dünya Savaşı’ndan sonra “siyasi bağımsızlığa” kavuşsa da,
kıtanın içinde olduğu durum ve imaj hiç değişmedi. “Batı’nın medeniyet
götürmesi gereken” Afrika, iç savaş, terör, siyasi istikrarsızlıkla, zavallı ve
her türlü krize gömülmüş bir tablo şeklinde tasvir edilmektedir. Maalesef,
gelişmiş ülkelerin ve uluslararası yardım kuruluşlarının yardım anlayışı da bu
kısır döngü içerisindedir. Basmakalıp söylemler ve duygusal istismar boyutuna
varan fotoğraf kareleriyle bütün kıtada açlığın, sefaletin, hastalıkların ve
insani dramın öne çıkarıldığı yardım çağrıları, geçmişte olduğu şekliyle aynen
tekrarlanmaktadır.
Bilindiği
üzere, dünya nüfusunun yüzde 15’ine ev sahipliği yapan Afrika, 1 milyarı aşan
nüfusu ile hiçbir kıtanın sahip olmadığı doğal ve beşeri kaynaklara sahiptir.
Petrol, doğal gaz yatakları, altın ve elmas madenleri, ormanları, su
kaynakları, deniz ürünleri, zengin endemik bitki türleri, yılda 3-4 kere ürün
alınabilen iklim çeşitliliği ve turizm potansiyeliyle kıtadan adeta zenginlik
fışkırmaktadır. Vaziyet böyle iken gelişmiş ülkeler, kurumları, medyası ve uluslararası
yardım kuruluşlarıyla yoksulluk ve sefalet bataklığına saplanmış bir Afrika
imajı çizmekte ısrar etmektedir. Özellikle Boko Haram, Eş Şebab, El Kaide gibi
terör örgütlerinin haberlerinin, saldırıların ve ölümlerin sürekli öne
çıkartıldığı, geri kalmışlığın yanı sıra güvenlik sorunlarının da Afrika
ülkelerinin imajına eklendiği küresel bir algı yönetimi görülmektedir.
Hâlbuki
insani krizler bugün sadece Afrika’da yaşanmamaktadır. Birçok gelişmekte olan
ülkede fakirliğe bağlı ölümler yaşanmakta, hatta gelişmiş ülkelerde dahi evsiz
ve işsiz yüz binlerce insan yaşam mücadelesi vermektedir. Yemen’den, Libya’dan,
Suriye’den, Irak’tan kaçan milyonlarca sivilin Akdeniz’deki botları gelişmiş
ülkelerin sahil güvenliklerince batırılmakta, sınır kapılarında, kamplarda
milyonlarca mülteci açlık ve sefalet içinde yaşamaktadır. Aslında Afrika için
çizilen imajın bir benzeri, bugün gelişmiş ülkelerin yanı başında cereyan
etmektedir. Ancak yaşanan bu dramlara karşı küresel kamuoyunun sessiz tavrı,
mazluma bakıştaki samimiyetin sorgulanmasına neden olmaktadır.
Fakirlik edebiyatı ile daha da zenginleşmek isteyenler
Afrika’ya
dair oluşturulan olumsuz imajın yıllardır sürdürülmesi, yardımlar konusunda da
kısır bir döngü ortaya çıkarmıştır. “Fakirliğe mahkûm olmuş ve sorunlarını
çözemeyen” bir Afrika, uluslararası yardım kuruluşları için geniş bir faaliyet
alanı anlamına gelmektedir. Toplanan fonlar nedeniyle bu kuruluşlar etrafında
birçok firma kümelenmekte ve yeni tedarik kanalları açılmaktadır. İlaç, gıda,
tekstil, ulaşım gibi belli sektörler, sadece bu yollardan dahi
zenginleşebilmektedir. Ayrıca birçok yardım kuruluşu, insan kaynağına bağlı
masraflar nedeniyle, toplanan fonların önemli bir kısmını yönetim giderlerine
ayırmaktadır. Böylece, ülkelerde kalıcı bir kalkınma süreci başlatmak yerine,
yoksulluktan beslenen bir uluslararası yardım sektörü oluşmaktadır. Bu sektörün
en acı tarafı ise duyguların ve insani dramların sömürüsü üzerinden rant elde
ederek varlığını devam ettirmesidir. Maalesef farkında olmadan, iyi niyetli pek
çok yardım kuruluşu da bu sürece dâhil olmaktadır.
Zaman
zaman belli bölgelerde insani krizler yaşanması doğal bir durumdur. Fakat
krizlerin, tonlarca acil yardım malzemesinin getirilip bu bölgelere
yığılmasıyla çözülemeyeceği artık anlaşılmaktadır. Zira çoğu zaman yardımlar,
ülkelerin lojistik altyapılarının eksikliği nedeniyle ihtiyaç sahiplerine
ulaşmamakta ve çürüyüp gitmektedir. Yardımlar ulaşsa bile geçici bir iyileşme
sağlanmakta ve yeni krizlerde tekrar başa dönülmektedir. Los Angeles Times’da geçtiğimiz
günlerde yayınlanan “Dış yardım: Para israfı veya dünya istikrarına katkı?”
başlıklı makaleye göre, dünyanın en büyük bağışçı ülkesinin 2016 yılında sıtma
ile mücadele programı için Afrika’ya gönderdiği 15 milyon dolarlık ilaç ve fon
desteğinde, ilaçların çalınarak karaborsada satıldığı ve yerel kişilerce para
aklama yoluyla fonların da başka yerlere aktarıldığı skandalı ortaya çıkmıştır.
Benzer olaylar, acil insani yardım ve fon transferlerinde artık sıkça
yaşanmaktadır. Dolayısıyla, toplanan milyarlarca dolar, verimsiz ve kalıcı
çözüm üretmeyen işlerde heba edilmektedir. OECD’nin 2016 öncül verilerine göre,
dünyada resmi kalkınma yardımları miktarı 143 milyar dolara ulaşmıştır.
1950’lerden bu yana her yıl milyarlarca dolar yardım yapılmasına rağmen, hâlâ
az gelişmiş ülkelerde kalkınma adına netice alınamamış olması, meselenin
finansal kaynakla ilgili olmadığını açıkça göstermektedir. Peki, yapılması
gereken nedir?
Sil baştan başlamak gerekir bazen
2000’li
yılların başından itibaren, fakirlik ve az gelişmişlikle mücadele konusunda BM
tarafından ortaya iddialı hedefler konulmuştur. ‘Bin Yıl Kalkınma Hedefleri’nin
yerini 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin alması, küresel ölçekte ortak
bir irade oluşmasına katkı sağlasa da, söylemler hâlâ arzu edilir ölçekte
eyleme dönüşmemektedir. Dolayısıyla derin bir zihniyet dönüşümüne ihtiyaç
vardır. Zira rahata düşkünlük ve ülkelerin çıkara dayalı bencil hesapları,
giderek en büyük sorun haline gelmekte ve paylaşmayı bilmeyen bir dünya inşa
etmektedir. Bu noktada en temel gaye, samimi bir şekilde insan onurunu merkeze
alarak hareket etmek olmalıdır. Başta Afrika ülkeleri olmak üzere, insan
haysiyetine yaraşır şekilde, hiçbir ülkenin kalkınması ve zenginleşmesi diğer
ülkelerce bir tehdit veya rekabet nedeni olarak algılanmamalıdır.
Kalkınma
yardımları konusunda ise artık daha gerçekçi ve kalıcı yaklaşımlara ihtiyaç
duyulmaktadır. Çoğu zaman yardım adı altında yürütülen faaliyetler, ülkelerin
kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayacak imkânları yok etmektedir. Örneğin
belli fon transferleriyle bir takım ekonomik ve ticari imtiyazlar elde edilerek
ülkelerin gelişme potansiyeli olan sektörleri bitiriliyor, kaynaklarına el
konuluyor ve birkaç bin kişiyi faydalandıracak adil olmayan bir gelir sistemi
kuruluyor ise burada kalkınmadan değil bağımlı-sömürgeci bir ilişkiden
bahsedilebilir. Son dönemde dış yardım alanına giren yeni aktörlerin de benzer
bir anlayışla az gelişmiş ülkelerin kaynaklarını tamamen kendilerne seferber
etmeye çalışması, oraları bir pazar ve hammadde rekabet alanı olarak görmesi de
aynı şekilde kabul edilemez.
Asıl
olan, ülkelerin refahına ve istikrarına kalıcı hiçbir katma değer sağlamayan,
günü kurtaran yardımların terk edilmesi ve her ülkenin kendi kaynaklarını
kullanabileceği altyapıların kurulmasına ve yapısal dönüşüme olanak sağlayan
yeni bir kalkınma işbirliği modelinin geliştirilmesidir. Bu anlamda, bugün
başta BM olmak üzere birçok uluslararası kuruluş tarafından hâlâ Afrika için
geçici acil yardım çağrıları yapılırken, Türkiye daha kalıcı çözümler üretecek
çalışmaları öncelemektedir. “Türk Tipi Kalkınma Yardımı” diyebileceğimiz yeni
bir modelle, tüm kurumların ve STK’ların işbirliğiyle Afrika’da açılan 21 TİKA
ofisiyle her alanda ülkelerin ihtiyaç duyduğu temel altyapıların kurulmasına yönelik
projeler hayata geçirilmektedir. Dünyanın görmezden geldiği Somali örneğinde
olduğu üzere, inşa edilen hastane, klinikler, yollar, okullar, açılan su
kuyularıyla ülkelerin en temel hizmet alanlarında altyapı ve kapasite birikimi
oluşturulmaktadır. Ormancılık, hayvancılık, seracılık, balıkçılık, tarım gibi
pek çok üretim sektörü desteklenerek istihdam yaratılmasına ve ekonominin
canlanmasına katkı sağlanmaktadır. Bütün bu çabaların gayesi, küçük rakamlarla
dahi olsa, gerçek ihtiyaçları dikkate alarak somut projeler üretildiğinde
ülkelerin sağlıklı bir kalkınma sürecine girebileceğini kanıtlamak, hiçbir
ülkenin fakirliğe mahkûm olmadığını dünyaya göstermek ve Afrika’nın “karanlık
kıta” imajının ortadan kalkmasına katkı sağlamaktır.
Yapısal
dönüşümü sağlayacak kalkınma faaliyetlerine başlandığı zaman, örneğin 3333
kilometreyle Afrika’nın en uzun kıyı şeridine ve coğrafi açıdan son derece
önemli bir konuma sahip olan Somali’nin gelecekte bir Dubai veya Abu Dabi
olmaması için hiçbir neden bulunmamaktadır. Aksi takdirde, bu kıyılardan Somali
faydalanamadığı gibi, yoksullukla terörize edilen guruplar deniz korsanları
olarak sahaya çıkarak saldırılarıyla küresel ticarete darbe vurmaktadır. Bir
Dünya Gelecek Vakfı’nın (One Earth Future Foundation) “Deniz Korsanlığı-2015”
raporuna göre, 2010 ila 2015 yılları arasında Somali’nin bulunduğu batı Hint
okyanusu bölgesinde meydana gelen korsan saldırılarının insani ve ekonomik
maliyeti 25 milyar doların üzerine çıkmıştır. Bu demektir ki işbirliği yapılan
ülkelerde yapısal dönüşümü önceleyen bir kalkınma anlayışı gerçekleşmedikçe,
dünya bir taraftan yardım yapmaya, diğer taraftan ise daha fazlasını kaybetmeye
devam edecektir.
Bugünün zengini yarının fakiri olabilir
Âli
İmrân suresinin 140. ayeti, sevinçli ve kederli günleri Allah’ın insanlar
arasında evirip çevirdiğinden bahseder. Yani ne zenginlik ya da fakirlik ne de
güzellik ya da kötülük kalıcıdır. Bugünün gelişmiş ülkeleri, iki dünya
savaşıyla açlık ve büyük bir yıkım yaşadığı, 100 milyona yakın insanını
kaybettiği halde yeniden toparlanabilmiştir. Benzer şekilde, Afrika ülkelerinin
de kalkınmasının önünde bir mani görünmemektedir. Yeter ki onları kırılgan ve
başarısız ülkelere dönüştüren süreçler samimiyetle anlaşılabilsin.
Evvela,
hiçbir ülke elde ettiği zenginlik nedeniyle küçümseme içine girmeden Afrika’ya
saygıyla bakmayı öğrenmelidir. Beş asır boyunca kölelik ve sömürgecilik altında
ezilmiş, iç savaşlar, terör ve daha birçok zorluk yaşamış olmasına rağmen,
Afrika halkları gelenekleriyle, dilleriyle, kendine özgü el sanatlarıyla zengin
kültürünü korumayı ve bugüne taşımayı başarabilmiştir. Hatta köleleştirilerek
götürüldüğü Amerika ve Avrupa kıtasına dahi kendi kültürünü taşıyarak oraları
zenginleştirmiştir. Pek çok insanın yapamayacağı şekilde, doğal hayatla örnek
bir uyum geliştirmiştir. Yaş ortalaması 20 olan, nüfusu her sene ortalama yüzde
2,5 artan Afrika kıtasında, yetişmiş insan kaynağı da oluşmaya başlamıştır.
Somali, Güney Afrika, Namibya, Kenya, Senegal gibi ülkelerden birçok insan gelişmiş
ülkelerde, uluslararası kuruluşlarda üst düzey görevlerde çalışmaktadır.
Dolayısıyla “Afrika’nın az gelişmişlik sorunu”nun arkasında bir “cehalet”in
olduğundan bahsetmek de mümkün değildir. Yapılması gereken, tüm ülkelerin,
“Afrika’nın sorunlarına Afrika’dan Çözümler” düsturu ile Afrika’nın yetişmiş
insanına daha fazla söz hakkı verecek ve kalkınma potansiyelini
gerçekleştirebilecek kalıcı imkânlar sunmasıdır.
‘Karanlık Kıta’ imajı ile işbirliği yürümez
Afrika’nın
kalkınması isteniyorsa, artık kıta ile yeni bir iletişim dilinin kurulması
gerekmektedir. Sefalet, hastalıklar ve savaşlar üzerinden oluşturulan bir imaja
insanların dikkatleri yoğunlaştırılarak zenginliğine kolayca el konulan Afrika
artık mazide kalmıştır. Bugün dünyanın her yerinde olduğu gibi Afrika halkları
da okumakta, kendini geliştirmekte, olup biten hadiselere ve haksızlıklara
karşı sesini yükseltmektedir. Belli olumsuzlukların öne çıkarılarak ülkelerinin
itibarının zedelenmesini ve gelişimlerine mani olan her türlü girişimi de
reddetmektedir. Bilinmelidir ki kıtaya yönelik olarak oluşturulan olumsuz algı,
hem kalkınma hem de uzun vadeli işbirliği adına yapıcı değil yıkıcı etki
yapmaktadır. Zira Afrika’nın sorunu yetişmiş insan veya doğal kaynak kıtlığı
değil, bu potansiyeli harekete geçirecek güven ortamının eksikliğidir. Şayet
Batı’nın Afrika’ya bakışı olumlu yönde değişir ve küresel anlamda kalıcı bir
güven hissi oluşmaya başlarsa, Afrika’nın bütün ülkeleri, kalkınma sürecine
doğal olarak, kendiliğinden girecektir. Böylece yabancı sermaye çekmenin,
ticaret yapabilmenin, siyasi ve ekonomik istikrar sağlayabilmenin, kısacası
daha kalıcı bir zenginlik ve refah üretmenin yolu da açılacaktır.
Sonuç
olarak, Afrika asla “Karanlık Kıta” değildir. Güneşi hiç eksilmeyen, büyük
acılarına rağmen bembeyaz dişleriyle tebessümünü hiç bırakmayan dünyanın en
sevimli çocuklarının geleceği aydınlık olacaktır. Yeter ki dünya buna inansın
ve samimi olsun.
[İşletme
ve uluslararası ticaret eğitimi alan Dr. Serdar Çam Türkiye İşbirliği ve
Koordinasyon Ajansı’nın (TİKA) başkanıdır.