ATATÜRK VE MİLLİYETÇİLİK

ATATÜRK VE TÜRK MİLLİYETÇİLERİ DOSYASI /// İlber Ortaylı : MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü ANLATIYORUM


Yakın Tarihin Gerçekleri


Atatürk için
“diktatör” diyorlar ve sonra “Ancak o dönemde dünya zaten
diktatörlükler tarafından yönetiliyordu. Atatürk’ün ise bir özelliği vardı; o
da aydınlanmacı bir despot oluşuydu” şeklinde yorumlar yapılıyor.
Atatürk’ün amacı gerçekten diktatör olmak mıydı? Bu bağlamda Cumhuriyet’in
kuruluşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?


Cumhuriyet’in kuruluşu itibariyle
diktatöryanın teorisi yapılmış değil.


Yani ortada şahıs idare edecek diye
bir teori yok.


Tam aksine Cumhuriyet’in kurucu
kadroları Enver Paşadan, İttihat Terakki’nin ‘triyumvira’sından, hatta merkezî
umumî diktatöryasından çok şikâyet ediyorlar.


Buna da “merkezî umumî
diktatöryası” diyorum, çünkü İttihat Terakki’nin de fazla günahını
almayalım.


Totaliter partilerde bir politbüro
olur ve üyelerin sözleri burada sanki eşit şekilde geçer.


Hâlbuki bu böyle değildir; aslında
orada bir kişinin sözü geçer.


Faşist partilerde bu durum zaten
“Duçe” veya “Führer” diye açıkça dile getirilir.


İttihat Terakki’de ise merkezî umumî
diktatöryası var.


Yani sözü geçen üç, hatta beş kişi
mevcuttur.


Peki Atatürk İttihatçı değil miydi?


Bütün genç subaylar gibi Atatürk de
İttihatçı idi.


Ama İttihat’tan çok erken bir zamanda
soğumuş, bu ideolojiyi bırakmış ve dahası bir süre sonra buna cephe dahi
almıştır.


Enver Paşa’yla birbirlerini pek
sevmedikleri söylenir, bu doğru mudur?


Daha ziyade Enver Paşa’nın onu pek
sevdiği söylenemez, kendisi Mustafa Kemal’den pek hazzetmiyor. Onu konumu
itibariyle muhteris, gayri memnun biri olarak görüyor.


Mustafa Kemal açısından ise Enver
Paşa sevilip sevilmemenin de ötesinde tehlikeli birisi olarak görülüyor.


Atatürk, Enver’i bir tehlike olarak
görüyordu. Bu ikisi tamamen farklı şeyler…


Mustafa Kemal’e gelince, kendisi
şartlar dolayısıyla diktatördür.


Ama teorisinde diktatörlük yoktur.


Nitekim iki kere çok partili düzene
geçmeyi denedi.


Tabii bu partiler kendisinin istediği
partilerdi.


Şunu da açıkça ifade edeyim:


Atatürk’ün istediği çok partili süreç
1950-60 arasında oldu.


Bu dönem, aşırı solun pek bulunmadığı
ve aşırı sağın yasak olduğu belirli çizgiler çerçevesinde şekillenen partilerin
olduğu birçok parti dönemidir.


Ama zamanla bunun bile mümkün
olamayacağı anlaşıldı.


Çünkü birinci denemede İttihatçılar
hâkim oldu.


Terakkiperver Fırka’da mürteci denen
tayfa meclise girdi.


İkincisinde hâkim olan taraf ise asıl
solculardı.


Ama Serbest Fırka denemesinde
solculardan çok gene öbür grubun sesi çıktı.


Neticede partiyi kurmakla
görevlendirilen yakın arkadaşı bile işin nereye gittiğini fark edemedi. Mesela
Makbule Hanım en başında icazetle o tarafa katılmıştır.


Fakat kendisini o kadar kaptırmış ki
bir süre sonra Yalova köylerinde rejim aleyhine “Din ortadan kalktı”
tarzında konuşmaya başlamış.


Burada iş çok tatsız bir aşamaya
ulaşmıştır.


“Kendi kurdurduğumuz ve göz
yumduğumuz partiye karşı daha toleranslı davranmamız gerektiği söylendiği
hâlde” Kılıç Ali, Ali Çetinkaya gibi isimler bu partinin arkadaşlardan
birine görev olarak verildiği düsturunu ve mutabakatını unutarak alenen
saldırıya geçmiş ve Ali Fethi Bey’i hıyanetle suçlamaya başlamışlardı.


Şüphesiz bu, çok yaralayıcı bir durum
teşkil ediyor.


Böylece bu deney de iyi
sonuçlanmıyor, ta 1946 yılına kadar…


Atatürk’ün bu çok partili düzene
geçiş için yaptığı denemelerle ilgili çeşitli teoriler var. Mesela bunu ülkede
kimler kendisinin yanında, kimler ona karşı bunu görmek ve karşı olanlara karşı
tedbir almak için yaptığını söyleyenler var.


Çok yuvarlak bir yaklaşım bu…


Yani “Kim yanımda kim değil,
açığa çıksın da göreyim” gibi çocuk oyuncağı işler değil bunlar. Bugün
İstanbul’da otuz bin polis var, onu da az buluyoruz. O günkü Türkiye’de kaç polis
var biliyor musunuz? Genel nüfus on yedi milyon ve polis sayısı dokuz bin
civarında… Bu insanlar kurmay kafasıyla bu işi daha iyi görürler, bazı
deneylerin şakası yoktur. O yüzden bu söylemler kahvehane tabirleridir demek
amiyane olmaz. Eğer iddia edilen şekilde olsaydı onu anlamak için şüphesiz
başka yöntemler vardır.


Kendisi hakikaten Batı
demokrasilerinin safında görülmek istemiş.


Öncelikle 1924’te Batı demokrasisi
dediğimiz şey neydi, bunun konuşulması gerekiyor.


Bütün kıtada, yani bugünkü Avrupa
Birliği’nin esas üyelerinde demokrasi falan yok. Fransa’da demokrasi dejenere
oluyor ve iyi işlemiyor. Macaristan’da bunu konuşmak bile ayıp, Polonya’da lafı
bile edilemez, Almanya’da nereye gittiği belli ve Avusturya’da ise sokak
savaşları oluyor. Neticede Avusturya’da diktatör bir yönetim hâkim oluyor. Yani
Hitler demokratik bir Avusturya’yı ilhak etmedi, İtalya’ya benzeyen faşist bir
ülkeyi ilhak etti. İngiltere bugün de olduğu gibi kıtanın dışındaydı.


Keza İskandinavya da öyledir.


Demokrasi bu şekildeydi. Bernard
Lewis’in bir toplantıda müstehzi ifadesiyle Avusturyalılara ve diğerlerine
“Demokrasi İngilizce konuşan milletlerin rejimidir” diyerek sanki
size ne oluyor ki gibisinden söylediği bu cümleyi hiç unutmadığımı hep
söylerim. Hiç kimse de zaten buna itiraz edememişti. İtalya, İspanya malumdur.
Franco, İspanya’da demokrasiyi yok etmiş değil. Franco’nun geldiği İspanya’da
“sol faşizm” denilen başka türlü bir faşizm vardı. Sol faşizmin ise
başka bir zaafı vardı; zayıflardı. Anarşistler, komünistler sürekli
birbirlerini yiyorlardı, orada da demokrasi falan söz konusu değildi.


Bazı kişiler “Franco’nun
İspanya’ya faydası vardır” deyince kızıyorlar.


Şu anlamda vardı: NATO’nun üyesi
olmadı ama üslerini aldı ve Amerika’ya kendini kabul ettirdi. Oraya kadar İspanya’ya
yaptığı hizmet denebilecek iki şey vardı; birincisi harbe girmedi. Kendisini
destekleyen arkadaşlarını, dostlarını açıkta bıraktı, oyaladı. Açıkçası girecek
hâli de yoktu.


İkincisi Franco, İspanya’ya bir sürü
Yahudi mülteci aldı.


Para için aldığı yönünde söylemler
mevcut, ama neticede bu, Yahudileri almış olduğu gerçeğini değiştirmiyor.


İspanya, Yahudilerin iltica ettiği
ülkelerden biriydi.


Sonra bu tip kapalı rejimler
turizmden çok korkar ve istemezlerdi, fakat Franco turizmin önünü açtı. Böylece
turizm gelişti. Sıkı bir demir yumruktan sonra başka bir sistem getirdi. Ben
onu dehşetle görmüştüm. Vitrinde Marksist kitaplar vardı. 12 Eylül’de biz kitap
yakarken burada kitap okunuyordu ama diğer yandan da lokantaya beş kişi beraber
polisi bilgilendirmeden gidemeyeceğimiz söylenmişti. “Peki bu civardaki
kafedeki edebiyat matinesi nedir?” diye sorduğumuzda onun bir
“anane” olduğu cevabını verdiler. Herhalde polis yine tedbirini
alıyordu. 70’lerde bile bu devam ediyordu. Kılık kıyafete karışıyorlardı,
bürokraside kadının müdür olmasını geçin, daha alt görevlerde dahi işe
alınmıyordu. Özetle hoş bir devir olduğu söylenemezdi. Görüldüğü üzere Avrupa
kıtasının demokratiklik geleneği laftaydı. Ama eğitim vardı, dışarıda da
okunuyordu ve İspanya demokrasiye hazırlanıyordu.


O zaman Atatürk dönemi
entelektüelleri bugünkülerin söylediği gibi çıkıp “Avrupa’yı örnek
almalıyız” deselerdi faşizmi örnek alacaktık, öyle mi?


Alan alıyordu zaten.


Falih Rıfkı gibi bir adam bile
Moskova ve Roma hakkında yazılar yazıyor, “İkisinin iyi taraflarını
uzlaştıralım” şeklinde öneriler getirirken Londra’nın adı mevzubahis bile
değildi, bu son derece ilginç bir durumdur.


Burada dikkat edilmesi gereken nokta,
eğer hâlâ çok parti gibi bir hayalden, söylemden, idealden söz ediliyorsa,
bunun sebebi Atatürk’ün kafasında gençliğinde öyle öğrendiği bir Avrupa’nın
varlığının olmasıdır.


Kendisinin bu idealinden vazgeçmemiş
olduğunu göstermesi açısından bu oldukça önemli bir husustur. Fikr-i sabiti de
budur. Bir de bazı şeyleri Atatürk’ün etrafındakiler yazmıyor. Rahmetli Uluğ
İğdemir’den, Reşat Kaynar’dan ve Afet Hanım’dan duydum. Hatta Reşat Beye
özellikle bunu nerede duyduğunu sordum. Park Otel’de duyduğunu söyledi.
Olabilir, çünkü kendisi otel lobilerini çok sever ve takip ederdi. Keza Afet
Hanım’la Uluğ Bey de etrafında… Tevfik Bıyıklıoğlu kendisine “Fransız
ordusu mu, Alman ordusu mu?” diye sorduğunda “Fransız ordusu”
cevabını vermiş. Niçin? Çünkü “Ben, Kayzer manevraları sırasında ferikin,
korgeneralin, livayı yani tuğgenerali kamçıyla dövdüğünü gördüm. Hâlbuki
Picardie Manevraları sırasında General Foch, ‘Ca va mon ami?’ diyerek teğmenin
sırtını okşadı. Bu tip orduyu seviyorum.” demiş. Peki, Fransız ordusu tam
olarak böyle miydi? Değildi, kendisinin görmüş olduğu ordu bu şekildeydi.
Mesela Sofya’da kafenin birinden müşterilerden birini kıyafetleri bakımsız diye
kovuyorlar. Adam yerinden kalkmıyor ve “Bulgaristan’ı bu köylü besliyor,
paramı da verdikten sonra hizmet edersin” diyor ve kalıyor. Bu tarz
şeyleri seviyordu. Bu bir vatandaşlık kültürüdür.


Bir adam böyle şeyleri sevince pek
öyle diktatörlük düşüncesiyle, “Bunlar sopayla adam olur”
düşüncesiyle hareket etmez.


Ama sonunda öyle bir rejim kuruluyor
ki bunun adı otoriter rejimdir, totaliter değildir.


Sonra dikkat etmek gerekir ki
komünist diye içeri giren adam, daha sonra o rejimde genel müdür oluyor.
Kominternin dosyaları arasında Türkiye’den tek layihası olan Komünist Parti
Genel Sekreteri Vedat Nedim Bey’dir (Vedat Nedim Töre).


Kendisinin ceberrut ama aynı zamanda
da pederşahi bir devlet modeli var.


Zaten kültür oraya oturuyor. Kademe
kademe vatandaşı, kanun ve nizamı farklı olmakla birlikte bütün kıta bu
şekildedir. Sizin demokrasi dediğiniz şey Anglosakson’dur. Zaten böyle bir
gelenekten geldiği için de Avrupa’da bazen tıkanıyor. Aslında kendisi
demokratik uygulamalar getirmeyi planlarken, diğer tarafta başka zümreler için
baskıcı bir ortam yaratıyor. Bu hususların üzerinde durmak gerekir. Efendim,
“Türk milletinin okuma yazması yoktu” diyorlar. Doğrudur, Cumhuriyet’in
ilk yıllarında halkın % 85’i okuma yazma bilmiyordu. Hatta bu oran belki daha
da fazladır. Zaten imparatorluğun sonundaki bir gözlem, İttihatçıların
Bulgarlara hayran oluşudur. Neden? Çünkü 1830’larda Aprilov ortaya çıktı.
Kendini Helen zannediyordu. Keza okula giden bütün Bulgarlar kendilerini Helen
zannederler, hâlbuki Bulgarlıkları başka özelliklerindedir. Onlar da bunun ne
olduğunu bilmezler. Çünkü en başta gittikleri okul bir Rum okuludur. Bulgarlar,
Bulgar bilincini okulda edindi. Hakikaten Bulgar cemiyeti bu basit okullarla
kalkındı da denilebilir. Bu okullarda hızlı okuma öğretiliyordu (Britanya işçi
çocuklarına uygulanan Bell-Lancaster metodu). Üzerinde özellikle durulması
gereken bir diğer husus da hayata kadınların da dahil olmasıdır. Balkanlarda
muallime hanımların hayata girmesi çok önemlidir. Bizde Bulgaristan’a karşı bir
hayranlık söz konusuydu.


Bulgaristan’da bir kongre olmuştu ve
Yalçın Küçük bu konu üzerinde durarak “Köy Enstitüleri’nin modeli Bulgar
Çiftçi Hareketi’dir” demişti, doğrudur. Çok uzak bir model olduğu
söylenemez.


Nedense bizde Bulgar eğitim modeline
böyle bir hayranlık vardır. Bunu tatbik etmeye çalışıyorlar ve tabii ki bu da
düşünüldüğü kadar kolay bir şey değil.


İttihatçıların ilk zamanlarında Ahmet
Şerif Bey Anadolu’yu gezerek röportajlar yapmıştır (Bu röportajlar Anadolu’da
Tanin adıyla kitap haline getirildi.) Gezi sırasında kendisi çoğu okula
gittiğini ve nereye giderse gitsin mutlaka Ermenilerin iyi okullarıyla
karşılaştığını belirtiyor; fakat diğer tarafta Müslümanlarınsa okulu yok, olan
okulların da pek iyi olmadığını üzerine basarak belirtiyor.


Peki, Atatürk doğduğunda Balkanlarda
nasıl bir resim vardı? Dahası Atatürk o resmin neresinde duruyordu?


Balkanlarda bugünkü görüntü bile pek
iç açıcı değil. Burası benim de gençliğimde 20-25 yıl kesif ilgilendiğim bir
bölge… Çünkü Osmanlı orada kuruldu, inkişaf etti. En parasız dönemlerimde ve
sosyalist dönemin o imkânsızlıklarında koca koca bavullarla oradan oraya
gezdiğim bir dünya… Her ülkede muhtelif etnik gruplar vardır, hiçbiri tam
anlamıyla homojen değildir. Herkes herkesin düşmanıdır. Ama aynı zamanda herkes
herkesin bir tarafına ısınır ve beraber yaşarlar. Çünkü âdet, anane birbirine
çok benzer. Atatürk’ün dünyası da bu şekildeydi. Bütün Balkanlıları içkisiyle,
yemeğiyle, dansıyla ve folkloruyla biliyor ve seviyordu. Belirgin ölçüde
Balkanlardaki her dille ilgisi vardı. Çünkü kendisi de Selânikli… Tabii o
müthiş milliyetçi, infiratçı, gerilim yüklü atmosferden etkilenmiş.
Etkilenmemesi de mümkün değil. Bu sebeple çözülmezlikler içinde yetişen
insanların zekâlarının çabuk geliştiği ve olgunlaştıkları söylenebilir. Zaten
aynı zamanda kendisi bu imparatorluğun bir zabitidir.


Bir sene Suriye’de Vatan Cemiyeti’ni
kuruyor, ertesi sene Makedonya’ya geliyor, oradan Trablusgarp’a koşuyor.


Trablusgarp’taki görevi bitince
tekrar bu tarafa geliyor. Bu durum tabii ki kendisini ve düşüncelerini müthiş
etkilemiştir. Balkanlarda bir zabit, başka imparatorluklarda olduğundan daha
başka yetişir. Bugünün insanı bunu anlayamaz. Günümüz çocukları otuz yaşına
gelseler dahi olgunlaşmıyorlar. Onlar ise otuz yaşında çoktan yetişmiş,
olgunlaşmış oluyorlardı. Benzer durum belki diğer imparatorluklarda da
mevcuttur.


Ama bunların içinde en büyük
trajediyi yaşayan ve bir çıkış yolu arayan Osmanlı insanıdır, Türklerdir. Bu
yüzden bu kuşağı bilmek, dinlemek gerekir. Tabii ben bu kuşaktan değerli
insanlarla çok az konuştum. Pasif olarak dinledim. 1960’larda Birinci Dünya
Savaşı’nın gazileri henüz gençlerdi. Uzun tren yolculuklarında onlarla konuşur,
anlattıklarını dinlerdim. Adamlar olgundu ve kendini onları dinlemek zorunda
hissederdin. İtiraz da edemezsin. Bunun sebebi de sırf yaşlı olmaları falan
değildi. Çünkü onların bir mantığı vardı, şüphesiz orada bir realite
konuşuyordu. Onlar büyük faciaların, yıkımların, büyük yapımların adamları…
Bu şartlarda yetişen liderler de başka türlü oluyor. Belirgin tavırları vardı.
Çoluk çocuktan sayılmazlardı.


Bizim siyaset hayatımızda bazı
insanlar var, hiç büyümüyorlar. Bu durum onlarda görülmüyor. Beğenmeyebilirsiniz
ama Celal Bayar’a bakın, kendisinde bir ölçü, olgunluk vardır.


Yine beğenmeyeni çok olan İsmet
Paşa’nın da çok sağlam prensipleri ve dayandığı müesseseler vardır. Hepsinin
içinde Atatürk tabii ki çok başka olacaktır.


Atatürk’ü çağdaşlarıyla karşılaştırırsak
bunlar arasındaki yeri nedir? Avrupalı, Atatürk’e ve kurduğu rejime nasıl
bakıyor?


Açıkçası bu konunun çok iyi
araştırıldığı kanaatinde değilim.


Mesela Lloyd George “Yüz senede
bir, bir dâhi gelir; küçük Asya’dan çıkacağını ben nereden bilebilirdim”
demiş.


Bu söz hâlâ tevsik edilmedi. Sonra
Churchil’e ait olduğu söylendi.


Ama bu kadar önemli bir söz, en başta
kendiniz buna çok önem veriyorsunuz, fakat bunu tevsik etmiyorsunuz ki bu
isimlerin ikisi de başbakan olduklarından konuşmaları da toplanmıştır.


Yani bunu araştırmak o kadar da zor
değildir.


İşin kötüsü bizde kilise gibi bir
kurum olmadığı için vaftiz edilen yok ki bu tarz kayıtlar mevcut olsun. Evlilik
kaydedilmez, ölüm kaydedilmez.


Hatta öyle ki çok yakın zamanlara
kadar ölüm bizde deklare dahi edilmezdi.


Yahudilikte de bu gibi şeyler gettoda
yaşadıkları için çok sonradan oturmuştur.


Burada şecereler çok sağlam değildir.


Mesela Macaristan’da bir ailenin
asalet beratı nerededir, hangi kalede saklanır, bu gibi hususlar bellidir çünkü
noteryal bir senet gibi hak verildiğinden bunun korunması gerekir. Mesela bizde
adamın biri paşanın kızıyla evlenir. Kız ölünce adam da bütün sülalenin
şeceresini alıp gider, başka yerde evlenir. Ondan sonra da bu aileden geldiğini
iddia eder. Öyle ki bazıları kadın tarafından gelmelerine rağmen erkek gibi o
ismi taşıyorlar. Bu tarz durumlar bu dönemde oldukça yaygındır. Mesela
Köprülü’nün şeceresiyle ilgili bir tartışma çıkmıştı. Baba tarafının ulemadan Kıblelizâde
ailesinden geldiği, Köprülüzâde adının ise anne tarafına ait olduğu
söylenmişti. Bunu ileri süren Ali Emirî Efendi idi. Fuat Bey çok kızmıştı.
Babinger de bunu bir kusur gibi aldı. Tabii bu durum, Türk toplumuyla onun
Alman anlayışının bağdaşmamasından kaynaklandı.


Bizde şecereler ne kadar sağlamdır
bilemezsiniz, çünkü ortada bir kayıt söz konusu değildir.


Maalesef Türkiye’de kimse şeceresini
sağlam bir şekilde çıkaramaz.


Atatürk bir kurmay subaydı. Bir
kurmay subay nasıl her konuya hakim olabilir? Banka kuruyor, sanayi kuruyor,
devlet kuruyor…


Bu tamamen başka bir boyut…
Kapıkulu askeri, eyalet askeri kaldırıldı. Dolayısıyla Devlet-i Aliyye 20 yıl
kadar ordusuz yaşadı. Nihayet Kırım Savaşı sebebiyle bu durum sonlandı. Bu
arada teknik donanım konusunda Polonya’ya, Macar muhacirlerine çok şey
borçluyuz. Öncelikle bu, tarihimizin teferruatı değildir, bunun bilincinde
olmak gerekir. Burada enteresan bir durum söz konusu oldu. Ordu yeni kurulurken
Kurmay Mektebi, Erkân-ı Harp Okulu kuruldu. Bu bir yenilikti. Peki nerede?
Bütün kara Avrupası’nda. Yani Prusya, Avusturya, Rusya ve Fransa gibi kara
orduları kuvvetli memleketler bile üç beş sene farkla bunu kurmuşlardı. Bu okul
kurulunca ortaya otomatikman elit bir asker sınıfı çıkıyor.


Bu okuldan mezun olanlar asker
olmalarının yanı sıra başka şeyler de kazanıyorlar.


Mesela ben eminim ki çok uzun zaman
fihriste bakıp nizamname aramayı, lügate bakıp kelime öğrenmeyi bunlar
biliyorlardı. Yani diğer eğitim branşları buna müsait olmasa da onlar
matematikçi olmamalarına rağmen logaritma cetveli bakmayı biliyorlardı.


Keza Atatürk de biliyor. Tabii bir de
konuşmaya çok dikkat ediyorlar.


Atatürk yapı olarak sinirli bir
adamdır.


Belirli bir dönemden sonra haşin
davranmış olabilir ama kurmay subaylar üslup olarak hiçbir zaman çok açık
konuşmazlar.


Üslupları çok ölçülüdür. Yani bizim
alıştığımız politikacıların, bürokratların üslubu gibi değildir. Bürokrasinin
üslup kaybına uğradığı günümüzde bu bilhassa hissediliyor. O günün kurmayı ile
Ankara bürokrasisinin herhangi bir adamı arasında dağlar kadar fark vardır. Ama
bu konuda Dışişleri’nin hakkını yememek lazım. Burada hâlâ yazımda ve konuşmada
o üsluba dikkat ediliyor. Buna bir eğitim gözüyle bakmak gerekir ve bunun
dışına çıkanın meslek hayatı kararır. Atatürk’ün ne filolojiyle ne hümaniter
dediğimiz bilimlerle teknik bir adam olarak alâkası vardı.


Ama işte o zamanın kıt Türkiyesi’nde
üniversite ıslahatında İstanbul Edebiyatı ve Allah’ın çölü Ankara’da Dil
Tarih’i kurdu. Dil Tarih, Ankara Üniversitesi’nden de eskidir. Sümeroloji,
Hititoloji, Hindoloji gibi bölümleri neden kuruyor? Bir kere anlıyor ki Türk
tarihini anlamak için dünya tarihini bilmek lâzımdır.


Bir kurmayın bunları düşünmesi
enteresan değil mi?


İşte iyi bir kurmay olursan ve deha
sahibiysen düşünürsün. Dünyayı, zamanları ve mekânları kontrol etmen gerek.
Arkasından gelenlerin bu olayı pek anladığını zannetmiyorum. Zaten
üniversitenin 1947 Olayları da bunu göstermiştir. 47 olayları Dil Tarih’te
maalesef her iki tarafıyla Atatürk’ün kurduğu partinin, hükümetin kusurudur.
Bunu da özellikle belirtmek gerekir.


Hep şu söylemin doğru olup olmadığı
merak edilir: “Atatürk olmasaydı da Türkiye bir şekilde kurtulurdu.”
Sizce bu doğru mudur?


Yavaş yavaş kendince kurtulurdu belki
ama İzmir bizim olmazdı. Oraya gelir, yerleşirlerdi. İlk başta oradaki yerli
Helenlerin ve Venizelos hükümetinin üniversal kozmopolit Levantenler ile
anlaşamadığı belli ama elbet bir şekilde anlaşacaklardı. Çünkü bu kişiler
tüccardır. Buraya da nüfus sürekli geliyordu, zamanla bu daha da hızlandı.
Çünkü İzmir hinterlandı adalarda sürünen insanlar için çok bereketli, cennet
gibi bir yerdi ve nüfusu muhakkak artardı. Türkiye de yine acayip bir ülke
olarak ortaya çıkardı. Yani Türk milleti ortadan kalkacak değildi. O zaman
nüfus 13 milyondu. Bu oldukça önemli bir rakamdır.


“Demokrasi gelirdi”
diyenler de var. Demokrasi ithal gelmez.


İstanbul’da sendika kurulmuş,
Komünist Partisi varmış, filmler varmış…


Bunlarla bir topluma demokrasi gelip
yerleşmez.


O ihtiyacı hissedip demokrasiyi
kendin tesis etmelisin.


Yirmi yaşındaki üniversiteli genç
bazı filmleri görmek istiyorsa iyidir. Sansür orada çatlamıştır.


Ama millette talep yoksa sen o filmi
getirip göstersen ne olur, değil mi?


Demokrasi mahallî tefekkürün
kaynaması, mahallî müesseselerin gelişmesidir.


Bu zannedildiği kadar kolay değildir.
Demokratik çalışmanın mesaisi akşam saat beşte bitmez. Propaganda da akşam
beşten sonra meyhanede başlamaz. Bu süreç uzun, sistematik ve son derece can
sıkıcı bir faaliyettir. Demokrasi adına parti çalışması yapmak demek, birtakım
kişilerin evden kaçmak için kullandığı bir şey de değildir.


Mesela İsrail’de, İngiltere’de
“Bizim çocuklar bugün eve geç gelecekler, parti çalışmaları var”
diyorlar. Ben de diyorum ki herhalde gece yarısından falan bahsediyorlar.


Bir bakıyorum, yemeğe sadece yarım
saat geç geliyorlar.


Ortada kurulu bir düzen var ve o
bozulmuyor. Ama diğer yandan da erken yaşta siyasal eğitim çalışmalarına dahil
olunuyor. Orada sadece okumuyorlar tabii. Yeri geliyor, pul da yapıştırıyorlar.
Bu faaliyetten geçmeyen bir ülkeye ve halka demokrasi gelmez. Oturup sadece
atıp tutmakla da olmuyor. Gerçi ondan sonra demokrasi vardı demek ne kadar
doğru olur, düşünmek lazım. İspat hakkının olmadığı bir demokrasi olur mu? Bir
kere matbuatta yalan söylenen bir demokrasi olamaz. Kendi kendini kontrol
etmeyen kurumların olduğu bir yerde demokrasinin mevcudiyetinden söz edilebilir
mi? Üniversite kendini kontrol edecek, intihali cezalandıracak; basın kendi
içinde yalan haberi cezalandıracak.


Diyelim ki ülke kurtulduktan sonra,
meclis toplandı ve devlet başkam olarak Atatürk’ü değil de Kâzım Karabekir’i
seçti. Bütün bu gelişmeler yine olur muydu? Yoksa Atatürk’ün ayrı bir dehası
var mıydı?


Kâzım Paşayı az sayıdaki insan
dışında kimse reis seçmez.


Kâzım Karabekir çok yetenekli ve
bilgili bir kurmay olmakla birlikte çok dürüst, inanmış birisi; keza İsmet Paşa
da öyle.


Yaşam biçimi olarak ikisi de
muhafazakârdır.


İsmet Paşa’nın da Kâzım Paşa’nın da
evleri belli ve bohem bir hayat tarzları yoktur.


Kâzım Karabekir tutucu bir adamdır.
Mesela İzmir İktisat Kongresi’nde Latin harflerini reddeder. “Kesinlikle
olmaz, Azeriler saçmaladı” şeklinde tepki gösterir. Yalnız İsmet Paşanın
da çok istediği söylenemez. O da bu işin olmayacağını iddia etmiştir.


Peki ne olurdu? Belki hilafeti
kaldırmakta gecikirlerdi.


Atatürk’ün etrafında biri daha var:
Rauf Orbay.


Rauf Orbay çok daha muhafazakârdır.
Hem İttihatçı hem muhafazakâr nasıl olmuş bilemiyorum. Rauf Bey Balkan
muharebelerinde dahi politika yapacak kadar İttihatçı’dır.


Atatürk ile ilgili “Çok kan
döktü” diyenler de var.


Saymışlar mı? Birisi bir konuşmada
delil veriyordu. Hatta bunun Pakistanlı bir profesör tarafından tespit edildiği
söyleniyor. Ama hangi profesör, niye Pakistanlı, bunlar hiç belli değil.
İstiklal Mahkemeleri’nde yargılananlar bütün Osmanlı devrindekilerden
fazlaymış. Bu sayı hangi kaynaktan, nereden sayılıp nasıl mukayese ediliyor?


Elbette Türk İnkılâbı’nın seçimle ve
yumuşak yastıklar üzerinde taşınarak meydana gelmediği belli. Uzun bir harbin,
direnişin sonunda gerçekleşen bir inkılâp olduğu aşikârdır. Fakat şurası da bir
gerçek ki ne Fransız İhtilali ne de Rus İhtilali ile de mukayese edilemez.
Belirgin bir yerden sonra da bu bir denge meselesidir. Bir rejim yerleşeceği
zaman artık cezalandırmalar da durdurulmalıdır. Muhtelif yerlerden örnekler
vermek gerekirse; mesela Mihaylovski, Tito’ya karşı olan partizanlardandı.
Kralcı ve Sırpçı idi. Tito’nun kuvvetleri geldi ve hâkimiyet sağladılar. Bir
süre sonra bu başkaldırıları durdurduğu gibi Mihaylovski’nin taraftarlarına da
maaş bağlandı. Franco da bir yerden sonra bu işi durdurdu.


Çünkü insanlar korkar ve korktukları
zaman ne yapacakları belli olmaz.


Hatta İspanya’da sağdan ve soldan
olanlar aynı yere (Valle de los Caidos Anıt Mezarı) gömüldüler. Bunlar hep
sembolik ve ortamı yatıştırmaya yönelik uygulamalardı. Biraz da bu açıdan
bakmak gerekir.


Rejimi değiştirdik, Cumhuriyet’i ilan
ettik, inkılâpları yapıyoruz. Ama ilelebet bir cezalandırmaya gidemezsiniz.
Tarih yazmasa insanlar hatırlar. Kaç kişi sana geliyor da “Benim dedemi
İstiklal Mahkemeleri’nde astılar” diyor? Buna da bakmak lâzımdır.


Atatürk’ün dine bakışı nasıldı?


İç dünyasını hiç merak etmiyorum.
Zaten kimse de ne kadar dindar, ne kadar değil bilemez.


Yalnız şunu belirtmek gerek, Atatürk
uçuk biri değildi.


Dine karşı olacak, pozitivizm
uygulayacak, bunlar gülünç şeyler…


Tutun ki daha muhafazakâr biri olsun.
Zannediyor musunuz ki her yerde tekkeleri besleyecek, her gün bir yerde cami
yaptıracak? O karakterde birinden bu beklenemez. Çünkü realist düşünüyor, kendisinde
hayalci bir lider tipi yok.


İstiklal Harbi yıllarında yanında hep
ulemadan insanlar var.


İstiklal Harbi’nden sonra da yanında
din adamları var. Onların bazılarını biz uzaktan tanıdık. Çok orijinal, dindar,
bilgili, hem de çok bilgili yani künhüne inerek bilen insanlardı. Öyleleri var
ki Farsça’nın yanında Pehlevi biliyor. Yani tam böyle hafız şerh edecek kadar
İslâmî bilgisi ve kültürü olan insanlar… Ama Atatürk her zaman din
bilginleriyle oturup mesele tartışacak birisi değil. O bakımdan bu cevaplandırılması
oldukça zor bir soru…


Atatürk Birinci Dünya Savaşandayken
Filistin’de çok kötü günler geçirmişti. Araplara bakış açısı orada mı değişti?


Birinci Dünya Savaşı’nın sadece
komutanlarında değil; neferlerinde de bu durum mevcuttur.


Arap düşmanlığının ucu dine zarar
verecek diye çok laf etmiyorlar ama o İslâmî zırh çok ince, biraz kazıdığın
zaman harp zamanında oraya gidenlerde bir Arap karşıtlığı olduğu belli oluyor.


Atatürk öldüğü gün Türkiye’de nasıl
bir ortam vardı? Siyasi ortam nasıldı? Çekişmeler var mıydı?


Siyasi ortam, çekişmeler tabii ki
vardı. Şükrü Kaya’yı cumhurbaşkanı yapmak isteyenler mevcuttu. Şükrü Kaya
aslında çok becerikli bir adamdır. Hatta öyle ki dâhiliye vekillerimizin en
beceriklisidir. Mareşal Fevzi Çakmak ise arkadaşı İsmet Paşa için ağırlığını
koyuyor. Birtakım zümreler Atatürk öldüğü zaman “Bize ne olacak?”
diye çok korkmuşlardı. Ama genelde rükn-ü hükümet, hikmet-i hükümet, kaide-i
tedriç ve itidal ölmeyen prensipler…


O konuda Tanzimat büyükleriyle
Cumhuriyet’in inkılâpçıları arasında fark yok. Hayat derli toplu kanunlar ve
nizam çerçevesinde devam edecek. Nitekim öyle de etmiş.


Peki, Mareşal Fevzi Çakmak
cumhurbaşkanı olamaz mıydı?


Mareşalin çok saygın bir kişiliği
olmasına rağmen politikada şansı olmadığı belli ve hiçbir zaman da meclisi
tercih etmemiş. Onun için üniformayı da çıkarmamış. Hatta muhtemelen Atatürk’ün
yakın arkadaşlarına “Haydi, hepiniz meclise!” demiştir, ama Fevzi
(Çakmak) Paşa mutlaka istemediğini belirtmiş olmalıdır.