İRTİCA & DİN & DİYANET

DİN & DİYANET DOSYASI : İslâmiyet'in Türk yorumu, HORASAN Okulu ve Ahmet Yesevi


KAYNAK : http://srecaio.blogspot.com.tr/2016/11/islamiyetin-turk-yorumu.html


Protestanlık mezhebini ve ondan doğan bazı tarikatları, cemaatleri ve
örgütleri önceki yazımda incelemeye çalışmıştım. Bu kez, İslam’da önemli bir
yeri olan Türk Müslümanlığını ve Yeseviliği ele alacağım. Ilımlı İslamcı
Tarikatlar ile Liberaller, CIA, İngiliz MI6, Alman İstihbaratı Ajanları ve
Derin Dünya Devleti, Küresel Yağmacı Elitler Koalisyonu’nun içimizdeki önemli
ortaklarına bakmaya küçük bir adım atıyorum…  


Hatırlanacağı gibi, Huntington 1996’da yayınlanan “The Clash of Civilizations
and The Remaking of World Order “ kitabında “21. yüzyılın din ağırlıklı bir
uygarlıklar çatışması ile belirleneceğini” söylüyordu; çoğunluğu Katolik ve
Protestan Hıristiyanlardan oluşan Batı, Ortodoks Hıristiyan, Çin veya
Konfüçyan, İslam, Hindu ve Japon medeniyetlerini kendine göre tanımlıyordu.
İslam ve Konfüçyan medeniyetlerini kısmen yükselişte ve Batı medeniyetini
nispeten düşüşte görüyor ve çatışmanın Çin ve İslam medeniyeti ile Batı
arasında olacağını öngörüyordu. Birden fazla uygarlığın etkisinde olan ülkeler
için “bölünmüş ülkeler ” ifadesini kullanan Huntington, Türkiye’yi
İslam ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüş bir ülke olarak tanımlıyordu…


Önce, İlk çağlardaki Türk tarihine kısa bakış…


Altay dağlarından ve Orta Asya steplerinden gelen Türkçe konuşan göçebe
toplumlar, 200-300 yıları arasında batıya ilerledi, Hint-İranlıları kovdu veya
özümsedi, Türkistan’ı işgal etti. 300-700 yıları arasında Türk göçebeler
yerleşik düzene girdi, Horasan’da, Batı İran’da, Anadolu’da, Balkanlarda
(Avarlar, Kumanlar, Peçenekler, Bulgarlar) ve Volga havzasında devletler kurdu.
Bu insanların dinlerine bakıldığında, İslamiyet’ten önce birçok dini kabul
ettikleri görülür. Bunların içinde Şamanizm öncelikli bir yer tutar, ancak bazı
Türk topluluklarca Budizm, Musevilik ve Hıristiyanlık da kabul edilmişti.


Burada önemli bir noktayı vurgulamalı…


Mutlakıyetçi yöneticilerinin kabul ettiği yeni din, toplumların eski
inançlarını tümüyle ortadan kaldıramıyor, eski inançlar yeni inancın kisvesi
altında yaşamaya devam ediyor ve toplumun kendi din yorumu oluşuyor…


Yani, Şamanizm’in Budist, Musevi, Hıristiyan ve Müslüman Türklerde bir
şekilde devam ettiğini düşünebilirim.


Şamanizm Türklerin ve birçok Asya halkının ortak inanç sistemi idi. Ancak,
Göktürk kitabelerinde, atalarımızın, yeri, göğü ve insanı, yani bütün
varlıkları yaratan ve yöneten “Bir Tanrı” veya “Gök Tanrı”
anlayışı da dikkat çekici. Oğuz Han’ın “Tanrının Birliği”ni temel
alan bir anlayışın yayıcısı olduğu da söylenir. Dolayısıyla, Şamanizm’in
insanlık yazılı tarihinden önceki bazı izleri taşıdığını da düşünmek mümkün…


Ziya Gökalp, Türk Töresi eserinde; Türklerin İslam ile tanışmadan, uzak
doğu medeniyeti ile ilişki dönemindeki yaşantılarını ve dini inanışlarını
incelemiş. Dörtlü inanışa (Yeşil Han, Sarı Han, Kızıl Han, Ak Han) sahip Tisin
Türkleri, Çinlileri de etkilemiş ve Çinliler de bunu beşli inanışa dönüştürmüş.
Tisin Türklerindeki dörtlü inanış; yön, mevsim, yer-su, unsur, hayvan
sınıflamalarına göre zamanla yeni şekiller almış. Türk mantığı birçok konuda bu
dörtlüye göre şekillenmiş. Daha sonra Tisin dinine Şamanizm denmiş.


Tisin (Şamanizm) dininin dört temel unsuru olan ağaç, su, demir ve ateş,
hem birbiriyle ayni düzeyde, hem de birbirine karşıt. Bu karışık durum
Şamanizm’in ana felsefesini oluşturuyor. Sayılar üzerine kurulu eski Türk
inanışları, günümüz Türklerindeki birçok geleneğin ve göreneğin de kalıntıları.
İlaveten, Ziya Gökalp, Türk Mitolojisi dediğimiz, Türk Yaratılış Destanı, Dokuz
Oğuz Destanı, Oğuzhan Destanı, Sane Destanı, Ergenekon Destanı, Göktürk Destanı
ve diğer Türk destanları hakkında da aydınlatır.


Şimdi İslâmiyet’in Türk yorumuna, Türk Müslümanlığı’na geçebilirim…


Orta Asya Türk kavimleri ilk büyük devleti Göktürk adı altında göçebe
kavimler konfederasyonu olarak 536’da kurdu. Eski Türkçe devri Göktürkler’in
tarih sahnesine çıkmasıyla başladı. Türk kelimesini ilk defa resmi olarak
kullanan siyasi teşekkül Göktürk İmparatorluğu oldu.


751 tarihi Türk tarihinin bir dönüm noktası. Talas (Kırgızistan)
Savaşı’nda, Karluk Türklerince desteklenen Araplar Çinlileri yendi, Orta
Asya’yı Çinlileştirmek çabası engellendi ve Türklerin İslam’ı kabulü başladı.


Ama buna rağmen, 762’de Uygurlar Zerdüştlükle Hıristiyanlığın sentezi olan
Mani dinini kabul etti. Bir dönem hayli yaygınlaşan bu inanç, İran ve Roma’nın
sert tedbirleri ile kanlı bir şekilde tasfiye edildi.


Uygurları 840’ta deviren Karahanlıların, Hükümdar Saltuk Buğra Kara Han
zamanında, 950’de, İslâmiyet’i resmî devlet dini olarak ilk kez kabul edişi de
önemli bir dönüm noktası… Böylece, İslâmiyet’i benimseyen Türk’ler, Türk -
İslâm sentezine dayanan yeni bir kültür geliştirmeye başlamış, toplumsal düzen,
devlet ve dünya görüşlerine, hatta tüm dünyaya bu kültürle yeni bir şekil
vermiş. Ancak, devletin dini, kolayca Türk insanının dini olamamış…


HORASAN OKULU’na geliyorum…


Hz Muhammed’in ölümünden sonra iki önemli görüş çıkıyor…


Biri, Arap milliyetçiliğinin önde tutulduğu görüş, diğeri İslamiyet’i
evrensel bir din kabul eden görüş. Evrenselliği benimseyenler Arap
milliyetçiliğinden kaçarak, Türklerle meskûn Horasan’a yerleşenler, Horasan
Okulu’nu oluşturuyor…


İslamiyet’in evrensel bir din kabul edilen fikirleri Horasan’da yayıldı.
İslamiyet’in en önemli fikirlerinden “Tanrı’ya ortak koşmamak” temel alındı.
İslami inanç ve düşünce Türk gelenek ve görenekleri ile kaynaşmaya başladı.
Arap etkisinin dışında, bölge halklarının eski inanç ve kültürünü de içine
alan, evrensel İslam anlayışı, yani Horasan Okulu ortaya çıktı.


Horasan Okulu’nun en etkili kişisi Ahmet Yesevi’ye değinmek gerek. Çünkü
Yunus Emre’den önceki büyük Türk mutasavvıflarından ve Türkistan’da yetişen büyük
velilerden Ahmet Yesevi özel bir ilgiye layık…


1000 yılları…


Ortadoğu dünyanın mihveri… Arapça bilmeyen çağdışı sayılıyor… İslam
hanedanları siyasal, askeri ve iktisadi gücü temsil ediyor… İslami ilahiyat,
felsefe, bilim ve teknoloji alanında yaratıcı düşünce patlaması yaşanıyor…


İspanya’da Endülüs Emevileri, Antik Çağ’ın temel yapıtlarını Arapçaya
çevirerek kurtarıyor, o yapıtları değerlendirme ve geliştirme çalışmaları ile
Avrupa’da Rönesans ve Reform’un temelini atıyor. Küreselleşmenin ilk biçimi
denebilir… 


Avrupa 800-1500 arasında 700 yıllık KARANLIK ÇAĞI’nı yaşıyor. 1054’te
büyük görüş ayrılıklarından dolayı Katolik ve Ortodoks kiliseleri ayrılıyor,
birbirlerini aforoz ediyor. 1095-1270 arasındaki Haçlı Seferleri. Ortadoğu ve
Avrupa’da 30’ar milyon nüfus yaşıyor, Ortadoğu’da 50.000’den fazla nüfuslu
şehir sayısı 13, Avrupa’da ise sadece Roma.


1040-1157 arasında hüküm süren Büyük Selçuklular dönemine bakıyorum. En
güçlü dönemde Harezm, Horasan, İran, Irak, Suriye, Arap Yarımadası ve Doğu
Anadolu’ya egemen, kapladığı alan 10 milyon kilometre kare.


Yesevi, Karahanlılar ve Büyük Selçuklular döneminde, bugünkü Kazakistan’ın
Yesi veya Sayram kentinde doğmuş. Doğum yılı bilinmiyor. 1156, 1165 veya 1166
yılında ölmüş. 73 yaşında ve 1166 yılında öldüğü şeklindeki yaygın görüşe göre
1093 yılında doğduğu tahmin ediliyor.


Mevlana’nın 1207’de Horasan’da, Yunus Emre’nin 1238’de Anadolu’da
doğduğunu hatırlıyorum…


Yesevi’nin babası Hace İbrahim’in soyunun Hazreti Ali’nin oğlu Muhammet
bin Hanefi’ye dayandığı söylenir. Babası erken yaşta ölünce Yesi kentinde
Arslan Baba adında bir sufi öğretmenin etkisinde kaldı. Eğitiminin ilk
aşamasından sonra Buhara’ya giden Yesevi, önde gelen din bilginlerinden Yusuf
Hamedani’ye bağlandı ve eğitimini 1140 yılında tamamladı. Hamedani’nin
ölümünden sonra bir süre Buhara’da irşad postuna oturdu, sonra makamını
Adülhalik Gücdüvani’ye bırakarak Yesi’ye döndü ve Yeseviye Ocağı’nı kurdu.
Ölene kadar orada yaşadı.


Gücdüvani de Muhammed Bahaüddin Nakşibend’i yetiştirdi. O dönemde Yeseviye
Ocağı dışında ortaya çıkan iki büyük tarikattan, Buhara’da kurulup, Afganistan,
Hindistan, Irak ve Anadolu’ya yayılan Nakşibendi Tarikatı’nın öncüsünü… Bu
tarikat önemli. Türkiye’nin siyasetini ve ekonomisini etkiliyor…


Fazla dağıtmadan, biraz da tasavvuf ve tarikatlar…


Tasavvuf, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, İslam fetihlerinin yol açtığı
‘aşırı zenginleşme’den ve ‘dünya nimetleri’nden kaçmaya çalışmak demekti.
Başlangıçta sufinin isteğine bağlı ibadet ve zikirler kurallara bağlandı ve
şeyh, mürşit, rehber gibi adlarla anılan manevi makamlar ortaya çıktı. Sufiler
bir tarikata girmek ve mürşide bağlanmak zorunda kaldı, bireysellik, özgür
irade sona erdi, köle düzeni, yozlaşma ve sapma başladı. Tarikatlar tasavvufun
yozlaşmış hallerinden biri oldu. Dinin kişisel çıkarlar için istismarı her
dinde olduğu gibi, Müslümanlıkta da gerçekleşti…


 Yesevi, öğretisini “Ehli
Beyt” sevgisi ve tasavvuf anlayışı üzerine kurmuş. Bir Türk sufi
tarafından kurulan bu ilk büyük Türk öğretisi veya ocağı, önce Maveraünnehir,
Taşkent çevresi ve Batı Türkistan’da etkili olmuş. Sonra Horasan, İran ve
Azerbaycan’da Türkler arasında yayılan Yesevilik, 13. yy. daki göçlerle
Anadolu’ya, oradan da Balkanlara ulaşmış.


Bazılarına göre Yesevilik bir tarikat gibi kabul edilirse de, aslında bir
ocak sayılır. Zira tarikatın oluşumunu gerektiren, kisve, tekke, erkanname
zikir, riyazet, semah gibi özellikleri tamamlamamış, sonraları bazı tarikatları
doğurmuş, ama kendi konumunu koruyamamış.


Yesevi, yeni Müslüman olmuş, eski inanış kalıntılarını da İslâmiyet ile
uzlaştırmaya çalışan Türklere, bu dinin sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve
Tanrı sevgisine dayalı gerçek yüzünü tanıtmış. Türk toplumunun, yarı göçebe,
gelenek ve göreneklerini diri tutan yapısını iyi değerlendirmiş. Bu insanlara
fıkıh kuralları içinde, Arap – Acem kültür etkileri ile boğulmuş karma bir
Müslümanlık yerine, içten ve sarsılmaz bir iman anlayışını, dinî ve ahlâki
kuralları, kendi dilleri ile ve onların seviyesinde sunmanın, başarının temeli
olacağını görmüş. Türk Boyları’na, halk edebiyatı aracılığıyla, dostluğu,
dayanışmayı, Tanrı ve insan sevgisini öğretmiş.


Yesevi’nin Müslümanlık anlayışı, mevcut inanç sisteminin tamamen terk
edilmesini şart koşmamış. Bu yüzden, Türkistan topraklarında yaşayan Türk
topluluklarının çoğunda şaman gelenekleri varlığını sürdürüyor. Bu uygulamalar,
Ahmet Yesevi’nin izinden gidenlerce Anadolu’ya ve Balkanlar’a da taşınmış.


Ahmet Yesevi, öğretisini Dört Kapı olarak bilinen Şeriat, Tarikat, Marifet
ve Hakikat ilkeleri üzerine kurmuş. Dört Kapı, İslamiyet’ten önceki Türk
Şamanlığı inançlarından geliyor. Doğu, Batı, Kuzey ve Güney yönleri, kutsal
kabul edilen dört öge. Yönler dört renk ve dört kutsal varlıkla
simgeleştirilmiş: Mavi, Beyaz, Siyah ve Kızıl. Ağaç, Demir, Su ve Ateş. Şaman
inancına göre bunlar, evrenin ve insanın özünü oluşturur: Adalet, Kudret, Akıl
ve Uyum.


Dört Kapı ilkesi Hacı Bektaş Veli’nin öğretisine de temel oluşturdu. Hacı
Bektaş Veli her bir kapıya onar makam ekledi ve “Dört Kapı, Kırk
Makam” olarak adlandırılan ilkeler bütününü ortaya koydu.


İslâm tasavvufunda insan kâinatın özüdür. Her şey insan içindir. İnsan
“Kamil İnsan” olmaya çalışmalıdır, ahlakın kemaline ulaşmaya gayret
etmelidir, yaratılmışları sevmeli, incitmemelidir. Alçakgönüllüler her hususta
samimi kişilerdir. Âlemi ve her şeyi ilâhi aşkın eseri görür, her şeyi gönülden
sever. Ancak bu sevgi ile Allah’a ulaşılabileceğini bilir. Aşk’sız, Mevlâ’yı
anlamayı mümkün görmez.  “İlâhi
Aşk” Allah’tır der, bu Aşk’a düşenin, bencillik, gösteriş, iki yüzlülük,
kişisel çıkar gibi küçük hesapları düşünemeyeceğini öngörür.


İslam’ın değerlerini Türk kültürünün değerleri ile kaynaştıran Yesevi
öğretisi, özellikle bozkırlardaki Türk boylarının İslamiyet’i benimsemesini
kolaylaştırmış. Değerlerinden kopmayan bu topluluklar için, kentli din
bilginlerinin sunduğu kuralcı Müslümanlıktan çok, dervişlerin sunduğu, dine
esnek yaklaşan ve eski inançları yadsımayan bir İslam anlayışı daha yakın
gelmiş. Böylece “şaman” geleneklerinin bir kısmı bazı değişikliklerle
varlığını sürdürme imkânı bulmuş.


Biraz da Türk diline bakıyorum…


Selçuklular, tarihimizin uzun bir dönemini doldurmuş bu büyük bir devlete
adını veren Selçuk Bey ve beraberindekiler Türkçe adlar taşımış, ama son
hükümdarlarınki Keykavus, Keykubat gibi Farsça adlar! Devletin resmî dilinin
Türkçe değil Farsça olması daha da ilginç… Alpaslan’ın veziri, Nizam-ül Mülk
bir Fars ve adına kurduğu Nizamiye Medreseleri Farsça eğitim vermiş. Yani,
Selçuklu’da Türkçe avam dili, Farsça ise aydınların ve bilginlerin dili
olmuş…


Bu olumsuzluklar arasında, bilinçli bir Türk, Yesevi, Arapça ve Farsçayı
çok iyi bilmesine rağmen, Türkçeyi seçmiş. Öğretisinin bu denli etkili
olmasının nedeni Arapça veya Farsça yerine Türkçe’yi seçmesi. Hece vezniyle yazdığı
şiirlerle öğretisini hızla yaymış. Yesevi’nin “Hikmet” olarak
adlandırılan ve yüzyıllarca sözlü olarak yaşatılan şiirleri, 15. yy.da yazıya
geçirilerek “Divan-ı Hikmet” adı altında toplanmış ve kutsal bir
kitap gibi elden ele dolaşmış.


Yesevi, İslâm tasavvufunu esas alan, bilim, edebiyat ve sanata önem veren
bir medrese kurdu. Bu medresenin dili Türkçe idi. Buradan yetişen binlerce
insan Türk Dünyası’nın her tarafına dağıldı, her yerde Yesevi’nin Türkçe
şiirlerini, Hikmet’lerini seslendirdi. Yeni bir Türk edebiyatı doğdu. Zamanın
edebi lisanı Farsçayı kullananlar, Yesevi’yi Türkçe yazdığı için eleştirse
de…


Yesevi Türk dünyasının yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden ve Türklüğün
sembol isimlerinden biri. Büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı; ” Ahmet Yesevi’yi
araştırın milliyetimizi asıl O’nda bulacaksınız?” diyordu…


Binlerce öğrenci-mürid, Yesevi dergâhından aldıkları inanç, bilgi ve
bilinci Horasan’a, Deşti Kıpçak diye adlandırılan Kuzey Türklük bölgelerine,
Anadolu’ya ve Avrupa Türklüğüne ulaştırmış. Bunların Anadolu’da ve Rumeli’de
Türk varlığının kökleşmesinde büyük hissesi var. Osmanlı Devleti’nin manevi
kurucuları olan Şeyh Edebaliler, Hacı Bektaş Veliler, Geyikli Babalar, Ahmet
Yesevi’nin takipçileri “Kolonizatör Türk Dervişleri” olarak ta anılır, yani
Osmanlı’nın son zamanlarında şikâyet ettiğimiz “Protestan Misyonerler”in
öncülleri…


Yesevi dergâhı, fakirler, yoksullar, yetim ve çaresizler için sığınak
sağlamış, Anadolu Türk edebiyatının gelişmesine zemin hazırlamış, büyük
şairlerin yetişmesine aracı olmuş. Halifeleri; Mansur Ata, Abdülmelik Ata,
Süleyman Hakim Ata, Muhammed Danişmend, Muhammed Buhari (Sarı Saltuk), Zengi
Ata, Taç Ata ve onların yetiştirdiği Ahi Evran, Hacı Bektaş, Mevlana, Yunus
Emre, Taptuk Emre gibi talebeler Anadolu’da Türk dilini, edebiyatını,
kültürünü, İslam dinini gelecek nesillere aktarmış. Hacı Bektaş Veli, Osmanlı
ordusunun belkemiği Yeniçeriliğin manevi öğretmeni (piri) idi. Yesevi’nin Hacı
Bektaş’a yardımcı gönderdiği Sarı Saltuk, Balkanlarda Müslümanlığı kökleştiren
kişi. Bursa’nın fethini hazırlayan Geyikli Baba gibi.


Yesevi dervişleri, Anadolu’nun Türkleşmesi sırasında, 12’nci, 13’üncü ve
14’üncü yüzyıllarda, gerektiğinde savaşçı dervişler “Alperen” adını
almış, savaşmış ve savaşın ruhu olmuş. Gerektiğinde, ticarete ahlak ve disiplin
getiren ahlak savaşçıları “Ahi” adını almış. Kadınların aydınlanması
yolunda uğraşmış, “Bacıyan” olmuş. Boş arazileri canlandırmak ve
yeşertmek işini üstlenmiş, yolların güvenliğini sağlamış. Gönüllerde inanç,
zihinlere bilgi ışığını saçan aydınlatıcı olmuş. Gaziler, Ahiler, Bacılar ve
Abdallar Osmanlı’nın temelini atmış, insanlık tarihinin büyük başarılarından
birini ortaya koymuş, asırlar süren “Osmanlı Barışı”nı
gerçekleştirmiş.


Osmanlının gerilemesinin bir nedenini de bu ruhtan, yani “ahlak, bilim,
sanat, edebiyat, gerçek milliyetçilik, sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve Tanrı
sevgisine dayanan İslâm tasavvufu” çizgisinden uzaklaşmaya bağlamak mümkün…


İslam’ı doğru anlayanların anlayışında, kadın ve erkek işte, üretimde,
mescitte, mecliste ve dergahta birlikte olmuş, kadın hayatın dışına itilmemiş.
Dinin on temelinden biri de bilim olmuş. Başka din mensuplarına ve bütün
insanlara şefkat ve hoşgörüyle bakılmış. 1492’de, dinlerinden ötürü işkenceye
ve yok edilme tehdidine maruz İspanya Musevilerini gemiler göndererek
İstanbul’a getiren Osmanlı Sultanı II. Bayezit, bu anlayışın takipçisi ve
uygulayıcısıydı, hatta Yesevi dervişi olduğu da söylenir… 


Üç hizmeti ve yedi ilkesi:


Yesevi’nin üç hizmetinden birincisi; aydınlarımızın Arapça ve Farsça
yazdığı bir dönemde, şiirlerini Türkçe yazmış olması. Türkçe İslami şiirler
geleneğini başlatmış ve büyük bir edebiyat geleneği doğmuş. Türkçe’nin bugünkü
diriliğini ve yaygınlığını ona da borçluyuz. İkincisi, yetiştirdiği
öğrencilerini, öğreticiler olarak Türk Dünyası’na göndermiş, Türkler arasında
İslam’ı yaymış. Üçüncüsü, İslam’ın Türk yorumunu ortaya çıkarmış.


Bu Türk yorumunun esaslarını da yedi ilkeyle ifade eder. Birincisi,
Allah’a aşkla yöneliş. “Aşkı olmayanın ne dini vardır ne de imanı.”
İkincisi, ihlas, yani, içtenlikli Müslümanlık. Riya’dan, gösterişten uzak,
sadece Allah için Müslümanlık. Üçüncüsü, insan sevgisi. İnsan var edilenlerin
en kutlusudur, varlığın özü, özetidir. İnsanın derdiyle dertlenmek, insana
hizmet, İslam’ın tam kendisidir. Dördüncüsü, hoşgörü. İnsanların din, dil,
renk, cinsiyet farklılığından ötürü horlanmaması, farklılıkların kavga konusu
yapılmaması. Beşincisi; kadın ve erkek eşitliği. Altıncısı, emek ve işin
kutsallığı. Yedincisi, bilim. Dinin on esasından biri olan bilim insanı Allah’a
ulaştıran ve varlığı bilerek Yaratanı bilmeyi sağlayan yoldur.


Yesevi’nin Mozolesi Güney Kazakistan’da Türkistan kentinde 1389 ile 1405
yıllarında Timurlenk tarafından yapılmış, 2002 yılında UNESCO tarafından dünya
tarih eseri olarak kabul görmüş, türbesi Türkiye Cumhuriyeti tarafından restore
edilmiş…


Nakşibendiler, Süleymancılar, Nurcular, Fethullahçılar ve ötekiler, inanç
topluluğu niteliğini aşarak ve demokrasinin olanaklarından yararlanarak, iç ve
dış siyasetin, ekonominin, eğitimin, toplumsal hayatın her köşesinde giderek
güç kazanan biçimde insanları şekillendirirken; Atatürkçülerin,
Milliyetçilerin, Çılgın Türklerin, insanımızı kazanmak, İslam’ı yobazların ve
çıkarcıların elinden kurtarmak için, dinimizi, kültürümüzü ve tarihimizi daha
iyi bilmeleri gerek…


Birlik ve beraberlik ruhumuzu ayağa kaldıracak, farklılaşmaları azaltacak
bir uyanışın imkanları kendi yazdığımız tarihimizde ve kültür dünyamızda
mevcut. Batı’nın her türlü baskısından ve hegemonyasından kurtulabilmek, gönül-inanç
ve kültür birliğimize yönelebilmek, gerçek milli ve manevi değerlerimize
dönebilmek zor değil…


Sömürgeciliğin saldırılarıyla yaralanmış, fakat gelenek ve töreleriyle
tekrar canlanabilecek Doğu vicdanı, kültürü ve uygarlığı Batı’nın olumlu
değerleriyle sentezlenebilir. Bu sentezin tarihteki büyük temsilcisi Atatürk
Türkiyesi, bugünkü “Fetret Devrini” geçici sayabilir ve Batı’nın maddeci, doğal
kaynakları tüketen, açgözlü, ihtiraslı, para bağımlısı modern yaşam
taklitçiliğinden kurtulup, geleceğe eldeki maddi ve manevi güçlerle
odaklanabilir. Zayıfların güvenlik ve yaygın refah arayışına, özgürlük,
masumiyet, merhamet gibi ahlak ve hamiyet duyguları da katarak, kahraman olduğu
kadar, düşünen, hisseden, alçakgönüllü bir ulus olarak yeniden örnek olabilir…


Yesevilik ocağının kollarından sayılan, asil ve kutsal hedeflerinden
uzaklaşarak, Kuzey Irak’ta da karşımıza çıkan, Cumhuriyet Düşmanlığı ile
suçlanan Nakşibendilik tarikatına da değinmeli. Zira doğurduğu Nurculuk ve
Nurculuktan çıkan Fethullahçılık Batı’nın oyuncağı olmuş durumda, zavallı ve
nerelere sürüklendiğinin ayırdında değil.


Doğu Sorunu- Eastern Question- Şark Meselesi- bitmedi…