TARİH & TARİHİ ESERLER & ARKEOLOJİ & NOSTALJİ

TARİH : OSMANLI – ALMAN İLİŞKİLERİNDE SİYASİ, EKONOMİK ve ASKERİ ALANLARDA FARKLI DÜŞÜNCELER

OSMANLI – ALMAN
İLİŞKİLERİNDE SİYASİ, EKONOMİK ve ASKERİ ALANLARDA FARKLI DÜŞÜNCELER

(İngilizceden Tercümedir)

Ata Atun,  Şükrü Server Aya

Near East University

Kuzey Kıbrıs ve
Türkiye

ata.atun@atun.com – ssaya@superonline.com

ÖZET

Bu çalışmanın
amacı, tarihi tarayarak, Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya Krallıkları arası
(Prusya Krallığı, Baverya Krallığı gibi) ilişkilerde, 1’ci Dünya Savaşı sonuna
kadar vuku bulmuş bazı önemli olayları vurgulamaktır.

Bu çalışmanın
önemi, geçen asırda Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya Krallıkları arasındaki
devasa siyasî, sosyal, hukuksal ve askerî münasebetleri öne çıkarmaktır.

Sultan
II-Mahmut’un talebi üzerine, genç subay Yüzbaşı Möltke (Helmuth Karl Bernhard
Graf von Moltke) 1838’de danışman olarak Anadolu’ya yollanır ve böylece Prusya
Krallığı ile Osmanlı İmparatorluğu arasında askerî ilişkiler başlar; Almanya’ya
dönüşünde Rus-Türk ihtilâfları hakkında bir kitap yazar ve bu Almanların
Türklere karşı ilgi duymalarını başlatır. Moeltke 1857 yılına Prusya Ordusu
Genel Kurmay başkanlığını 30 yıl için üstlenir ve 1871 yılında Mareşal
rütbesine çıkartılır. (Karal, 1961, s.165)

Bu ilk atılım iki
imparatorluk arasında sağlam askerî bağların kurulmasına sağlam bir temel
teşkil etti ve Alman-Türk ilişkileri, Abdülhamit II devrinde zirveye erişti.
Alman Milli Birliğinin kurulmasının öncesinde ve Bismark zamanında bu
münasebetler daha yakınlaşmıştı fakat Bismark bir sulhsever idi ve “Doğu
Meselesine” karışmak istemiyordu.

Abdülhamit II’
nin Almanya’ya karşı sempatisi (veya ihtiyacı) bu defa kültürel münasebetlerin
kurulmasının önünü açtı ve bazı Türk subayları Almanya’ya eğitim için yollandı.
Almanya da,  Wettendof kumandası
altındaki bir danışman heyetini yolladı. Birkaç yıl sonra, bu heyet de
(1883-1895) Von der Goltz kumandası altında daha büyük bir heyet ile
değiştirildi. Alman Deutsche Bank İstanbul’da bir şube açtı ve Alman askerî
malzemesi ile malların ithalatı başladı. (Karal, 1961, s.174)

1888 yılında
Almanlara İstanbul – İzmit arası demiryolunun işletilmesi ve Ankara’ya kadar
uzatılması imtiyazı verildi. Eskişehir – Konya arası 1896’da tamamlandı.
Projeye göre, demiryolu Bağdat ve Basra’ya kadar uzatılacaktı. İngiltere, bu
demiryolu imtiyazını almak için rekabet etmekteydi faka proje Almanlara
verildi.

Osmanlı
İmparatorluğu ile Alman Krallıkları arasındaki bu karşılıklı askerî,  sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkiler her on
yılda, eskisine nazaran daha da kuvvetlenerek, iki ülke arasındaki bağları
sağlamlaştırmıştır.

Bu çalışmanın
sonundaki özetlemede de belirtildiği gibi:

Alman ve Türk
Devletleri ve halkları arasındaki bağlar, bütün devirlerde,  oldukça sakin, işbirlikçi ve tarafların
istifadesini olmuştur.

GİRİŞ

1299 tarihindeki ilk kuruluşundan bu yana,
Osmanlı İmparatorluğu önce Avrupa’ya yayılarak güç ve tüm teknik olanakların
kullanımında adeta bir model oluşturmuştur.

Sultan Mehmet’in 1453’te İstanbul’u fethi,  Macar asıllı olduğu söylenen Urban adlı döküm
ustasının yaptığı çok büyük toplar ile mümkün olmuştur. Bu devasa toplardan bir
tanesi, British Museum’da görülebilir; bunun ağız büyüklüğü 92 cm, gülle ağırlığı
yaklaşık 700 kg
ve atış menzili 1,200
metre
civarındadır.

İmparatorluk, (bugünkü İstanbul) Konstantiye
şehrinin, 70.000 kişilik bir ordu ile şehirde kalmış 10.000 kadar Hıristiyan
askere karşı (bunların çoğunluğu Ortodoks Bizans ve birkaç bini profesyonel
Venedikli ve Cenevizli idi) alınması ile üne kavuşmuştur. Bizanslılar, şehir
surlarının mukavemetine güvenmek zorundaydılar. Papa, Ortodoks Hıristiyanların
yardım talebini, daha önceki birçok çağrılara rağmen Katolik olmadıkları için,
ret etmişti. Sağlıklı ve paralı olanlar başka ülkelere gitmişti ve şehir adeta
boşaltılmışı.

Sultan Mehmet’in üvey annesi Sırp olduğu söylenen
Hıristiyan Mara idi. Sultan Mehmet’i

yetiştirdikten sonra Sırbistan’da Hıristiyan
olarak vefat etti.

Sultan Mehmet Rumcayı iyi bilirdi.  Konstantinye şehrinin fethinden dört gün
sonra, Galata’ deki Cenevizlilere verdiği ferman ve metni British Museum’da
görülebilir. (Aya, 2010, s.296)

Mehmet’in esas hedefi Roma şehri idi ve kendisini
Büyük İskender’e benzetirdi (Mansel, 1996, s.6). Müslüman olarak doğmuş ve
yetişmiş olmasına rağmen, ceddinin yaptığı gibi, diğer dinlere karşı çok
serbest görüşlü idi.

Yaptığı ilk iş, Ortodoks Patrikliğini yeniden
ihya etmek ve Ortodokslara din ve hürriyetlerini garanti etmekti.  Bunun akabinde 1461 yılında, Ermenilerin
şehre yerleşmeleri için izin verildi ve Eçmiyazin’den bağımsız bir Gregoryen
Patrikliği tesis edildi. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, İtalyanlar v.b.
milletler kucaklanarak şehrin canlanması için ticaret ve mesleklere olanak
yaratıldı.

Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu

Osmanlı İmparatorluğu genişlemeye devam etti ve
1517 yılında Sultan Selim I (D. 10.10.1470 – Ö. 22.09.1520) Mısır’ı fethetti ve
Halife unvanını alarak (Osmanlı, 2013) Allah’ın temsilcisi ve dünyadaki bütün
Müslümanların dini lideri ve İslamiyet’in uygulayıcısı oldu. Memluklar
tarafından idare edilen topraklar (Suriye, Filistin, Arabistan) da Osmanlı’nın
hâkimiyeti altına girdi (Uzunçarşılı, 2011, s.292).

Aynı zaman diliminde, Katolik Papaz ve sonra
teoloji profesörü olan Martin Luther, dinde büyük bir reform yapmakta ve
Almanya’da Protestanlık mezhebini tanıtmaktaydı. Mukaddes Roma İmparatoru
Charles V (1500-1558), 1529’da Din konusunda bir Kongre topladı ve yeni
Protestan İncilinin basımını ve dağıtımını yasakladı. (Uzunçarşılı, 2011,
s.485-6).

Luther taraftarları, Sultan Süleyman’dan Papa’ya
karşı yardım istemişlerdi. Anladığımız kadarı ile Süleyman bir haberci ve
mektup yolladı ve Lüther’cilerden yana davrandı (fakat daha sonra Protestanlar
Müslümanların düşmanı oldu). Matbaa makinesi icat edildiği vakit, sanat ve
bilimde yeniden bir doğuş (Rönesans) hızla gelişmeye başladı. Fakat Süleyman
Halife olmuştu ve “şeriat yasalarını bütün kurumlarda uygulamaya koymuştu” ve
bu nedenle kısa zamanda bütün modern gelişmelerde ve bilimde arkalarda kalındı.

Piri Reis’in, bugünkü modern araçların
hassasiyeti ile Afrika, Güney Amerika ve Kuzeyin bir bölümünü gösteren haritası
bilinmektedir; kendisi denizlerde seyir hakkında bir kitap yazmış ve

bunu 1525 yılında Sultana sunmuştu, fakat aynı
Sultan’ın emri ile 1554 yılında idam edildi.

Gene aynı anlamda,  İstanbul’da kurulan modern bir rasathane
kapatıldı, çünkü Allah’ı ve evreni nasıl yarattığını gözlemlemek günahtı.
Kısacası, batı âlemi karanlık çağlardan kendisini sıyırırken, Osmanlılar
mukaddes kitap Kuran’ın perdesini kendi başlarının üzerine çektilerve bugün
dahi süregelen “Müslümanlığın karanlık çağına” girdiler.

Sultan Murat III 
“müneccimbaşı” (aslında gökbilimci, hendese ve trigonometri) uzmanı olan
ve Takiyuddin adındaki bir Arap’a 10.000 altın bağışlamış ve yıldız hareketlerinin
daha iyi gözlemlemesi için bir rasathane kurdurmuştu. 1578 yılında inşaatına
başlandı, 1579 yılında açılarak o çağın en modern astronomi aletleri ile
donatıldı.

Görünüşte, yıldızlara bakarak olacakları önceden
okuyabilmekteydi. Bir yıl sonra (1580’
de) rasathane, denizden açılan top ateşi ile bir günde yıkıldı.  Bu yıkım için iki rivayet vardır.

Bir rivayete göre, “müneccimbaşı cennetteki
meleklerin bacaklarını seyrettiği” için bir fetva çıkarılmış ve bunun üzerine
burası yıktırılmıştı.

Diğer rivayete göre, o sıralarda bir deprem vuku
bulmuş ve verilen fetva ile “Allah’ın bu cezalandırmasının sebebi” ortadan
kaldırılmıştı. Müneccimbaşılıkta Almanların tutumu ise daha sonra anılacaktır.
(Uzunçarşılı, 2011, S.118).

Bir asır sonra, başka bir cesur adam, Hezarafen
Ahmet Çelebi (1609-1640) imal ettiği kanatlarla, 1632 yılında Galata
Kulesinden, Boğaz’ın diğer yakasına uçtu. Sultan Murat IV bu uçuşu gördü, fakat
ona “bu adamın uçabildiği için tehlikeli olabileceği” söylendi. Mükâfat olarak
kendisine bir kese altın verilerek Cezayir’e sürüldü ve orada genç yaşta öldü.

Osmanlı İmparatorluğunun ordusu:

İmparatorluğun erken çağlarında, “Yeniçeri Ocağı”
ordunun belkemiği idi. Yeniçeriler, 10-12 yaşlarındaki, genellikle sağlıklı ve
yetim Balkan Hıristiyan çocuklardan devşirilirdi ve onlara yüksek bir sosyal
sınıf oluşturma imkânı sağlanırdı. 
Yeniçeri Ocağı 1383’te kuruldu, İstanbul’un fethinde ve diğer
savaşlarda, yüksek disiplin ve kardeşlik ruhu sayesinde mükemmel başarılar
sağladı. Yeniçeriler, maaş alan ve özel kıyafetleri olan ilk ordu oldu.
(Uzunçarşılı, 2011, s.517). Ancak tekaüt olduktan sonra evlenmelerine izin
verilebilirdi.

Yeniçeri olmanın ve diğer toprakları fethetmenin
büyük avantajı, ganimetin paylaşımına hak kazanmaktı. Ganimetin beşte biri,
padişahın hakkı, ikinci beşte biri peygamber veya devletin hakkı ve geri kalan
beşte üçü de, mücahidin “helal hakkıydı”. 
Savaşılmadan – kendiliklerinden teslim olan şehirler, talan ve yağmaya
tabi tutulmazlardı.

Direniş gösterenler ise,  galip gelenlerin üç gün süre ile yağmalarlına
açık olurlardı. Söylendiğine göre bu Osmanlı kuralı, Viyana şehrinin 1683
yılında uzun süre ile kuşatma altında tutularak ciddî bir hücum yapılmayışına
neden idi zira rivayete göre Baş Vezirin endişesi, şehrin düştükten sonra maruz
kalacağı üç günlük talan ve tahribattı. Şehrin düşmesi beklenmekteydi, çünkü
lojistik kanallar kesilmiş ve yiyecekleri kalmamıştı.

1525 yılında Yeniçeri Ocağı, saraya büyük bir baş
kaldırmada bulundu; 1648 yılında bu baş kaldırma tekrarlandı ve bu ordunun
sarayı tehdit eden ve (zaferler ile mükâfat kalmadığı için) “bahşiş” isteyen
bir gruba dönüştüğü, hatta vezirlerin mukadderatını bile tayin ettikleri
görüldü. (Mansel, 1996, s.221)

Zaman süreci içinde Yeniçerilerin teşkilât ve
disiplini bozuldu; Avrupa’da gelişen yeni silâhlar ve mühendislik tekniklerine
uyum gösterilemedi.

Osmanlı İmparatorluğunun genişlemesi 1699 tarihli
Karlofça Antlaşması ile nihayet buldu. Eski silâhlar ve savaş yöntemleri artık
yeterli değillerdi. Avrupa kültürde, sanayide, sanatta ve bilimde büyük bir
reformu gerçekleştirirken, Osmanlı Sultanları haremlerinde sefa yapmayı ve
artık ordu ile savaşa gitmemeyi yeğlediler.

1730 yılında İstanbul’da başka bir başkaldırı
oldu ve sokak serserileri şehrin kontrolünü ele geçirdiler.  1826 yılına gelindiğinde Sultan Mahmut II
nihayet yozlaşmış Yeniçeri Ocağını dağıtabildi ve yıllar içinde oluşan büyük
gelişmelere göre yeniden teşkilâtlanmak yollarını aradı.

1827 yılında ise Osmanlı Donanması, Navarin
limanında birleşik Hıristiyan donanmasının tuzağına düştü ve tamamen yok
edildi.

Kapitülasyon hakları

Sultan Süleyman’ın en büyük hatası, 1536 yılında
Fransızlara bağışladığı haklar ile İmparatorluk topraklarında serbest ticaret
yapmalarına izin vermesiydi.  Bu
kapitülasyon antlaşması 1740  yılında
güncelleştirildi ve Avrupa sanayide, sanat, kültür ve ekonomide değişim
gösterirken, Osmanlı bağlamlı hale sokuldu. (Uzunçarşılı, 2011, s.118)

Aslında bu hak, Galata’daki Cenevizli Katolik
koloniye (Aya, 2010,s.296) İstanbul’un kuşatılmasında gösterdikleri (yaklaşık
iki mil bir mesafede, tepeler üzerine döşenen ağaçlar üzerinde kaydırılarak
Haliç’e indirilen Osmanlı donanmasına) yardımları nedeniyle verilmiş olan
fermanın bir uzantısıydı.

Bu nedenle, sanayide gelişmiş ülkelere tek
taraflı olarak bağışlanan bu tavizler ve Kuran’ın ağır tehditleri en basit
modern ilerlemeleri bile yasakladığından, 
bütün bunlar İmparatorluğun sonunu getirmeye başladı.

İngiltere ve İrlanda ile Baltalimanı Kapitülasyon
Antlaşması

Türk sanayi ve ticareti, batılı güçlere verilen
tavizler nedeniyle büyük dezavantajdaydı.

Türkler, 
isyan etmiş olan Mısırlı Mehmet Ali Paşaya karşı, İngiltere’nin
yardımına muhtaçtı.  O yıllarda,
ülkelerin çoğu ithal veya ihraç edilen mallar ile ham maddelerin tümüne iki
yönlü vergi uygulamaktaydılar. İngilizler, bu yardım talebine olumlu cevap
vermek için Türklerden yeni bir ticaret antlaşması istediler ve bu antlaşma
Ağustos 1938’de İstanbul, Baltalimanı semtinde imzalandı. Bu antlaşma ile
İngilizlere, hiçbir vergi ödemeden Türkiye’den istedikleri ham maddeleri
alabilmekte ve kendi mallarını hiçbir gümrük vergisi vermeden
satabilmekteydiler.

Bunun sonucunda, ev veya sokak çalı süpürgeleri
bile ithal edildi (Aya, 2012, s.16-17) ve “İngiliz Malı” ucuz mallar piyasayı
işgal etti ve yerli sanayinin arta kalanını da sildi. Benzer ticarî tavizler daha
sonraları başka Avrupa ülkelerine, örneğin, Fransa, Danimarka, İspanya, İsveç,
Portekiz ve benzerlerine de tanındı. 

Osmanlı – Prusya ilişkileri

Prusya – Osmanlı ilişkileri 1761’de başladı fakat
rivayete göre, Avrupa’da din savaşları ve engizisyon egemen iken, Türklerin
Viyana’yı 1683’te ikinci kez kuşatmasında bir Alman Ordusu da Türklere karşı
ilk kez savaşmıştı. Yaklaşık 500 ufak şehir devletini kapsayan Kutsal Germen -
Roma İmparatorluğu, ancak 1806’da tasfiye olmuştu.  Almanya’nın birleşmesinden sonra, Fransa ve
İngiltere’den ithal edilen mallar için yüksek gümrük vergileri konduğunu
biliyoruz. Bu sayede Alman sanayisi kısa zamanda gelişti. Bu kez onlar
mallarını başka ülkelere ve çoğunlukla Britanya ile rekabet halinde satmaya
muhtaçtılar.

Sultan Mustafa III orduyu yenileştirmeyi denedi.
Astronomiye karşı ilgisi nedeniyle, Fransa’dan bazı kitaplar ve ayrıca tıp
öğrenimi için balmumundan yapılmış insan vücudu organları getirtti.

Prusya’nın ufak bir ülke iken Rusya ile olan
yedi-yıl savaşlarını (1756-1763) kazanmasına şaşırmıştı. Bunun ancak çok iyi ve
uzağı görebilen müneccimlerle mümkün olabileceğini sanıyordu. Prusya Kralına
bir elçi gönderdi ve ondan üç müneccim yollamasını talep etti.

Kral Frederik şu cevabı verdi: “Sultanınıza deyin
ki, iyi bir orduya sahip olmak, bu orduyu sulh zamanında savaşa hazır olacak
şekilde talim ettirmek ve hazineyi dolu tutmak, benim üç tane müneccimim
olmuştur. Sultanınıza deyin ki, başka müneccimler yoktur.” (Karal, 2011, s.165)

Sultan Mahmut II, “Kayzer’den askerî danışmanlar
talep etmişti”; o da Anadolu’ya Yüzbaşı Moeltke’yi (Helmuth Karl Bernhard Graf
von Moltke) yollamıştı.  Mısır valisi
Mehmet Ali Paşa isyan etmiş ve yaklaşık 40.000 kişilik modern bir ordu ile
Anadolu’da ilerlemekteydi.

Osmanlı ordusu da sayıca eşitti, fakat çadırları
yoktu ve son sekiz ayda salgın hastalıklardan eziyet çekmişlerdi.  İki ordu karşılıklı mevzilere girdiği vakit,
kumandanın danışmanları olan genç Prusyalı subaylar, kumandan Hafız Paşa’ya
derhal hücum ettikleri takdirde galip gelebileceklerini söyledi. Günlerden Cuma
günü idi ve ordu içindeki dinsel danışmanlar, “Kuran’a göre Cuma günleri
savaşmak caiz değildir” deyince bu gerçekleşemedi.

Ertesi gün Prusyalı subaylar Paşa’ya, geceleyin
ani bir sürpriz hücuma geçilmesini tavsiye etti fakat bu da ret edildi, çünkü
böyle bir hücum Sultan’ın ordularının şanına yakışmazdı.  Bu arada Mısır Ordusu, Osmanlı Ordusunu
çember içine almaya başladı. Moeltke, ordunun derhal geri çekilmesi gerektiğini
söyledi. Lâkin bu defa da kumandan geri çekilmenin korkaklık olacağını söyledi.
Mısır ordusu hücuma geçti ve dört saat içinde Osmanlı ordusu binlerce ölü
vererek tamamen yok edildi. (Karal, 2011, s.141)

Moeltke daha sonraları Almanya’ya döndü, Türkler
hakkında bir kitap yazdı ve bu sayede Almanlar Türkleri tanımaya başladı.
Moeltke 1857 yılında Prusya Ordusuna otuz yıl süreyle Genel Kurmay Başkanı oldu
ve Mareşal rütbesine çıkarıldı. (Karal, 201, s.165). Bu olay, Doğu ve Batı ülkelerinin
zihniyetleri arasındaki büyük farkı açıklamaya yeterlidir.

19’cu yüzyılın son çeyreğinde ve Otto von
Bismarck’ın başa geçmesine kadar, Prusya’nın Osmanlı İmparatorluğuna karşı
davranışı temelde sıcak idi, fakat aynı zamanda diğer Avrupa Konseyi ülkeleri
ile olan daha öncelikli ilişkilere dokunulmamasına da dikkat edilmekteydi.
Prusya her vesile çıktığı zaman, dost bir arabulucu olarak davrandı ve Yakın
Doğu müzakerelerinde Osmanlıların menfaatine dikkat etti. Bu yaklaşım, 1829
tarihindeki Edirne Antlaşmasında ve Kırım harbini (1853-1856) takip eden sulh
müzakerelerinde etkili oldu. (Öncü, 2003, s.6)

Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa’nın Büyük Güçleri
ile ilişkileri

Alman-Osmanlı ilişkileri, Abdülhamit II devrinde
zirveye çıktı.  Alman Milli Birliğinin
kurulması ve Bismark çağında ilişkiler çok yakınlaşmıştı fakat Bismark bir
sulhsever idi ve Doğu Meselelerine karışmak istemiyordu. (Karal, 1962, s.161)

1877-78’de Rusya’nın Osmanlıya karşı savaşında
Türkler tamamen yenilmiş ve Ruslar bugünkü Yeşilköy hava alanının bulunduğu
Ayastefanos’a kadar gelmişlerdi. İngiltere müdahale etti ve donanmasını Boğaz’a
yolladı. Türkler en ağır sulh şartlarını ve kendileri müflis durumdayken 30
milyon altın tazminat ödemeyi kabul ettiler. (Aya, Osmanlı, s.34).

Britanya, ağır şartları hafifletmek için,
13.7.1878 tarihinde, Berlin’de yeni bir Konferans tertipledi. Ruslara başka
tavizler verildi, örneğin Osmanlı İmparatorluğundaki Hıristiyanları korumak
gibi… Kıbrıs, borçlar karşılığı İngiltere’ye kiraya verildi ve daha sonra
Britanya Krallığına bağlı bir İngiliz kolonisi haline geldi. (Aya, Osmanlı,
s.36)

Bismark, uzak ülkelerde kurulan kolonilere
karşıydı. Her ne kadar Afrika ve Yeni Gine’de bazı Alman yerleşim birimleri
olmuşsa da, bunlar tatminkâr değillerdi. 
Diğer yandan, yeni müstemlekeler için çok güçlü bir donanma gerekliydi
ve Almanya’nın coğrafik konumu bazı zorluklar arz ediyordu (Karal, 1962,
s.170).  Bu nedenle, Almanya Anadolu’nun
verimli topraklarına karşı ilgi gösterdi ve Türklerle kurulacak bir ittifakın
Fransa, Rusya ve Britanya’ya karşı vuku bulabilecek bir savaşta çok değerli
olacağı düşünüldü.

Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya arasındaki
Kültürel ilişkiler

Abdülhamit II, İngiltere veya Fransa’ya
güvenmezdi ve sevmezdi. Hıristiyan işadamları kanalıyla Osmanlı
İmparatorluğunda çok büyük ekonomik güç edinmişlerdi ve her çeşit malı ihraç
etmekteydiler. 1876 tarihindeki Tanzimat Fermanı ve Anayasaya göre bütün
vatandaşlara eşit haklar tanınmıştı ve satılan malların içinde silâhlar da
vardı.  Ermeniler bu serbestliği hemen
kullandılar ve her evde kadınlar için bile, birden fazla silah edinildi.
(Karal, 1952, s.173)

Abdülhamit II’ in Almanya’ya karşı olan sempatisi
(veya ihtiyacı) yeni kültürel bağların kurulmasına yol açtı ve bazı subaylar
Almanya’ya öğrenim için yollandı. Almanya da Wettendorf kumandasında bir grubu
askeri danışman olarak yolladı. Birkaç yıl sonra bunun yerine Von der Goltz
kumandasında daha büyük bir heyet yollandı. Alman Detusche Bank İstanbul’da bir
şube açtı ve Alman malları ile ordu malzemesinin ithalatı başladı. (Karal,
1962, s.174)

1889 yılında İmparator Giyom II, diğer adıyla
Kayzer Wilhelm II İstanbul’u ziyaret etti ve Abdülhamit II ile arkadaşlık
kurdu. Bu ziyaretin onuruna, şu anda Sultanahmet meydanında bulunan “Alman
Çeşmesini” İstanbul şehrine hediye etti. 
Kayzer Wilhelm II seyahatine devam etti, Şam, Kudüs ve Hayfa şehirlerine
gitti ve burada Araplar ve Yahudiler tarafından büyük sevgi ile karşılandı.
Kayzer,  böylece 300 milyon Müslüman’ın
dostu olduğunu gösterdi. (Karal, 1962, s.177)

Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya arasındaki
sınaî ilişkiler

1888 yılında Almanlara, İstanbul – İzmit arası
demiryolunu işletmek ve Ankara’ya kadar uzatılması imtiyazı verildi. Eskişehir
– Konya arası demiryolu 1896’da tamamlandı. Projeye göre demiryolu Bağdat ve
Basra’ya kadar uzatılacaktı.  Britanya bu
demiryolu hattı imtiyazı için Almanlarla rekabet halindeydi, fakat projenin
uygulanması Almanlara verildi.

Bu demiryolu hattını döşemek için oluşturulan
yeni şirketin sermayesinin yüzde 40’ı Alman Deutsche Bank ve diğer yüzde 40’ı
da Fransız Osmanlı Bankası tarafından temin edildi. Geri kalan % 20 hisse ise,
değişik hissedarların oldu. Bitirilen ve işletmeye açılan demiryolu hatları,
civardaki kasaba ve köylerde tarım ve ticaretin derhal artmasında etkin oldu.
Yatırım hissedarlara kâr veriyordu. Bu demiryolu sözleşmesi ile verilen teşvik
veya kapitülasyonun bir maddesi çok önemliydi. Buna göre, demiryolunun geçeceği
arazinin coğrafî ve topoğrafîk tercihleri yapımcı şirkete bırakılmıştı. Buna
göre, demiryolunun sağ ve solunda 20’şer kilometrelik bir arazi şeridinin
değerlendirilmesi de, örneğin taş ocakları, madenler ve bu şerit üzerindeki
diğer tüm kaynaklar, yeni petrol sondajları dâhil, yapımcı şirkete
bırakılmaktaydı.  Bir rivayete göre, bu
toprak şeridine Almanya’dan gelecek muhacirler yerleştirilecek ve fiiliyatta
müstakil bir Alman  toprağı  oluşturulacaktı. Britanya, Hindistan yolu
üzerinde olan Basra’ya kadar olan bu genişlemeden haliyle rahatsızdı.

Balkanlarda İsyanlar

1912 yılında Rusya’nın teşviki ile Balkanlardaki
Ortodoks Hıristiyan milletler (Sırbistan, Arnavutluk, Karadağ, Romanya,
Yunanistan ve Bulgaristan) toptan isyan ettiler ve Osmanlı orduları bütün
savaşları kaybederek İstanbul’a doğru çekildiler.  Bu ülkelerdeki beş milyondan fazla Müslüman
ahali, köylerini, arazi ve varlıklarını terk ederek Anadolu’ya hicret ettiler
ve bu arada bir an evvel gitmeleri için katliamlara maruz kaldılar.

Batılı ülkeler, Türklerin topyekûn yenilerek
Avrupa’daki topraklarını kaybetmelerinden sevinç duymaktaydılar. Bu konudaki
reaksiyonları Kasım 1912’de, 2700 askerden oluşan müşterek bir orduyu
(İngiliz-Fransız-Alman-Avusturya) İstanbul’a yollamaları ve İstanbul’daki
Müslümanların, Balkanlarda olanlardan dolayı yerli Hıristiyanlardan öç alma
ihtimalini önlemek olmuştur. Bu karmaşa içinde Jön Türkler (Enver-Talat-Cemal
ve arkadaşları) Babı Ali’yi basarak bir hükümet darbesi yaptılar. Enver,
Harbiye Bakanı oldu.

Yeni hükümet batılı güçleri tatmin etmeyi denedi.
Jandarma teşkilâtının yeniden yapılandırılması işi Fransızlara, donanmanın
yeniden düzenlenmesi ve halktan toplanan bağışlarla ‘drednot’ sınıfı iki savaş
gemisinin alımı da Britanya’ya verildi (Aya, 2009, s.220).  Kara ordusunun reformu tekrar Almanlara
verildi.  General Von der Goltz, 1882
yılından beri Türk ordusunun reformu ile uğraşmaktaydı ve bu konuda 4000
sayfadan daha fazla askerî ders veya neşriyatı tercüme edilerek basılmıştı.

Birinci Dünya Savaşında, Osmanlı İmparatorluğu
ile Almanya’nın ittifakı

Mayıs 1913’te Osmanlılar, Alman Kayzer Wilhelm
II’den bir “Ordu Reform Heyeti” yollamasını talep ettiler. İmparator, disiplini
ile ün yapmış olan General Liman von Sanders ve 42 kişilik bir subay heyetini,
Ekim 1913’te yolladı.  Liman von Sanders,
5 yıl süre için çok geniş yetkilerle göreve getirildi; yetkileri Harbiye
Bakanına eşit veya daha fazla idi. (Özgüldür, 1993, s.305)

Arşidük Ferdinant’ın 28 Haziran 1914 günü
Saraybosna’da suikastla öldürülmesi, Avusturya – Macaristan İmparatorluğuna,
birinci dünya savaşının beklenilenden çok daha erken başlatılması için bahane
oldu. Almanların Osmanlı’nın stratejik konum ve insan gücüne ihtiyacı vardı;
Osmanlılar ise, ufukta görünen Birinci Dünya Savaşı için bir müttefike muhtaç
idiler, çünkü bun konuda İngiltere’ye vaki önceki başvuruları ret edilmişti.
Fransa ve Rusya’ya 1914 ilkbaharında yapılan teklifler de aynı şekilde ret
edilmişti.

Türklerin ihtiyacı yalnız yeni bir ordu,
disiplini ve talim değildi. Aynı zamanda, silâh, cephane ve (Duyunu Umumiye
idaresi altındaki maliye nedeniyle) aylarca ödenemeyen subay maaşları için
paraya ihtiyaçları vardı.  Almanya ile
ittifak kaçınılmazdı. Almanya’da tahsil gören ve Kayzer’in sevdiği genç Harbiye
Nazırı, Avrupa’da 28 Temmuz 1914’te başlamış olan I Dünya Savaşına,  Osmanlı İmparatorluğunu aylar sonra
sürükledi.

Bütün dünyada, 
1915 yılı ortalarında, Doğu Vilayetlerinde başlatılan tehcirin kimin
tarafından emredildiği hususunda yanlış bir görüş vardır. Bütün taraflar Türk
hükümetini sorumlu tutar. Hâlbuki Doğu vilayetlerinde Ermeniler isyan ederek
Rusya Cephesinde Türklerin yenilgisinde etkin olmuşlardı ve Nisan 1915’te Van
şehrini işgal ederek, ordunun önemli bütün lojistik bağlarını kesmişlerdi.  Müttefik orduları 25 Nisan’da Gelibolu’ya
çıkmıştı ve geçici tehcir ve iskân kanunu da bütün bunlardan sonra 27 Mayıs
1915’te ilân edildi.

Birinci Dünya Savaşı tarihinde, Türkiye-Almanya
ittifakına ait bazı belgeler:

Büyükelçi Wangenheim tarafından, Almanya
Dışişlerine yollanan, İstanbul, 24 Temmuz 1914 tarihli mektuptan, (Ernst, 1944,
s.16).  

“Türklerin şartı,
savaş halinde Kayzer’in Alman askeri heyetini Türkiye’de bırakmasıydı. Buna
karşılık olarak da, Türkiye bir formül bularak Türk Ordusunun Baş Kumandanlığı
ile, yer değiştirecek tüm ordunun dörtte birinin gerçek idaresini savaş
başladığında Alman heyetine bırakılacaktı. Bu konudaki görüşmeler büyük
gizlilik içinde yapılacak ve Türk bakanlarının bile haberi olmayacaktı…”

Alman Şansölyesinden İstanbul Alman Elçiliğine,
Berlin, Temmuz 18, 1914:

< Paragraf
3:  Savaş halinde Almanya askeri heyetini
Türkiye’de bırakacaktır. Türkiye ise, (Türk) Genel Kurmay Başkanlığını (Alman)
askeri heyetine vermeyi garanti edecektir.>

İttifak Anlaşmasından bazı maddeler.  İstanbul, Tarabya, 2 Ağustos 1915 (Epkenhans,
2001):

S.42: <
Katliamlar: Avrupalılar ve Amerikalılar, Müslümanların öldürülmesi ve
Hıristiyanların katli hakkında tamamen farklı reaksiyonlar göstermektedirler.
Hıristiyanlar talihsiz maktul olduğu vakit, olay manşet yapılarak dramatize
edilmekte ve “kanlı Türk”e örnek olarak gösterilmektedir. Diğer taraftan, masum
Müslümanlar katledildiği vakit olay haber edilmemekte veya yanlış
duyurulmaktadır. Bu durum, Ermenilerin çocukları imiş gibi, İngilizlerin
himayelerine girdiği Berlin Antlaşmasından bu yana gözle görünür şekilde
gerçektir >.

S.46: < On
sekizinci yüzyılda bir Hıristiyan tarihçi şöyle yazmıştı: “Avrupalı
Hıristiyanlar, Yobaz Doğulu Hıristiyanların bu bayatlamış masallarını adeta su
hendeklerinde balıkmış gibi tutup çıkarmalarından utanç duymalıdırlar. “Türk”
hakkındaki önyargılar ve haksız değerlendirmeler bu tür kaynaklardan çıkmıştır.
Bunun içindir ki, Atatürk’ün sözleri ile: “Türkiye’nin medenî ülkelerin göz
bakışları ile değerlendirilmesi, hata ve öfke ile maluldür.”  >

İki ülke arasındaki mutabakata göre, ordu
kumandanı Alman olduğu vakit, kurmay başkanı Türk olacaktı (Liman von Sanders
ve İzzet Paşa). Ordu kumandanı Türk olduğu vakit, kurmay başkanı Alman
olacaktı, örneğin Enver Paşa ve kurmayı General Bronsart von Schellendorf, 4’cü
ordu komutanı Cemal Paşa ve kurmayı albay Kress von Kressentein,  6’cı Ordu Komutanı General von der Goltz ve
kurmay başkanı General Ali İhsan Sabis…gibi.

Birinci Dünya Savaşında, Türk-Alman askerî
işbirliği, disiplin ve kahramanlıkları, inanılması zor ilginç safhalarla
doludur; örneğin Mustafa Kemal’in Gelibolu’da bir yarbay olarak ileri görüşü ve
kısa zamanda General Liman von Sanders tarafından değerlendirilmesi gibi…

Diğer önemli bir olay, 1914 Noel zamanında, Enver
Paşa ile vekili General von Schellendorf tarafından planlanan ve felaketle
sonuçlanan Rus ordusuna karşı hücum idi. Sanders, mevsimin çok soğuk kış ve
arazinin yüksek dağlarla kapılı olması nedeniyle 3’cü Ordu tarafından
uygulanacak bu plana karşıydı. Ordunun ikmal hatları yoktu,  yiyecek ve hatta kış mevsimi giyecekleri
yoktu.  Lojistik malzemeleri taşıyan üç
geminin yarı yolda Rus donanması tarafından batırılması, bu harekâtın daha
başlamadan durdurulmasını gerektirirdi. 
Harp okulunda Enver’in hocası olan 3’çü ordu kumandanı, bu denli yokluklar
içinde bu harekâta karşıydı. Enver Paşa 3’çü Ordu kumandan vekili olarak hücum
emrini verdi ve bu 60.000 kadar askerin en büyük askerî bir felaketle ölmesine
sebep oldu. Askerler, açlık, salgın hastalık, soğuk ve yüksek dağ geçitlerinde
Ermeni ihtilalcıların direnişi nedeniyle, mağaralarda ve açık arazide buzdan
heykeller gibi dondu. Bu, Osmanlı Ordusunun, kendini beğenme nedeniyle,
tarihteki en kısa sürede yenilişi oldu. Fakat General von Bronssart ve Enver
Paşa bu felaket sırasında, derin karlar içinde en ön hatlarda idiler.
Yanlarında atları vardı ve Rus ordusuna esir düşmekten son anda kurtuldular.

1915 Şubat ayında ve Süveyş cephesinde, 12.000
kişilik bir Türk ordusunun kanalı geçmek için kullanacakları dubaları da
taşıyarak çölü birkaç günde yaya olarak aştığını öğreniyoruz.  Bu imkânsız yaya çöl geçiş harekâtı, Von
Kressentein’ın daha önce giderek çölde birkaç su kuyusu açması sayesinde mümkün
oldu.  İngilizlerin daha önden haberleri
olmuştu ve Türkleri bekliyorlardı. Türkler, 2.000 askerini bu harekâtta
kaybetti ve odu yenilmiş olarak Filistin’e geri döndü, fakat çölün gidiş-geliş
olarak yaya aşılmış olması tarihe geçti.

Bağdat cephesinde 6’cı Ordu, Bağdat’ı almak
niyetiyle Hindistan’dan gelen General Townsend kumandasındaki İngiliz ordusunu
çembere aldı. İngiliz Ordusunun yiyeceği 
ve hariçten de yardım imkânı kalmadı. Ordu koşum hayvanlarını keserek
yemeye başladı fakat Hintli askerler bu eti yemediler. Beş aylık bir
muhasaradan sonra 13.400 kişilik ordu Türklere teslim oldu. 6’cı ordunun 1916
yılında kazandığı bu Kut zaferi tarihe geçti. 
General Townsend İstanbul’a yollandı ve Büyükada’da esir tutuldu.
1918’deki Mondros ateşkesinden sonra serbest kalmasına rağmen  adada yaşamayı tercih  etti ve 1924 yılında burada öldü.

6’cı Ordu Kumandanı Colmar van der Goltz, Bağdat
şehrinde tifüs hastalığı nedeniyle yüksek ateş altında yatmaktaydı ve ordusunun
zaferini göremeden hastalıktan öldü. İstanbul, Tarabya ’deki Alman Elçiliği
bahçesinde, tabutu üzerine Alman ve Türk bayrakları konularak gömülmeyi vasiyet
etti. Olayın tuhaflığı Goltz’un tifüsten dolayı ölümüydü. Bilindiği gibi, tifüs
mikrobu bir giysiden diğerine mikroplu bitin geçmesi ve hastayı ısırması ile
yayılır ve dolayısıyla insan ve elbiseleri yıkanmadığı ve temiz tutulmadığı
hallerde bulaşır.  Tifüs hastalığı bütün
ordu koğuşlarında melek Cebrail’in en etkin hizmetkârıydı ve askerleri
koğuşlarında savaşa gitmeden öldürmekteydi. (Son Amerikan Elçisi Abraham Elkus,
iki ülke arasındaki siyasi münasebetler 1917’de kesildiği vakit gidemedi. Sebep,
o da tifüs hastalığına yakalandı fakat sonra iyileşebildi).

Türk ve Almanların, yoldaş sadakatiyle birlikte
savaşmalarının ve ölmelerinin hatıraları, her türlü takdirin üzerindedir.
Ancak, Birinci Dünya savaşı bitiminde Almanya ve Türkiye’nin teslimlerinden
sonra kurulan linç mahkemeleri, adaletsizlik, ikiyüzlülük ve rezalete
gömülmüşlerdi. İstanbul’da Kurulan Askeri Mahkeme,  vatanı savunan birçok kişiyi gıyaplarında
ölüme mahkûm etmişti ve bunların içinde Atatürk ve tüm yardımcıları da vardı.
Mahkeme edilenlerin savunma için avukat tutmak hakkı yoktu, yazılı zabıtlar
tutulmuyordu ve duruşmalar adeta linç davalarına benziyordu.

İttihat ve Terakki Hükümeti üyeleri, bir
denizaltı ile Almanya’ya iltica etmişlerdi. Cemal Paşa Tiflis’e gitti ve orada
bir Ermeni suikastçı tarafından öldürüldü. Talat Paşa, kimliğini saklayarak
Berlin’de kaldı fakat Ermeniler onu da bularak Mart 1921’de evinin önünde onu
öldürdüler. Bu cinayetler artık haber bile değillerdi çünkü Ermeni Nemesis
teşkilatı buldukları Türkü öldürüyordu ve bunların içinde Roma’da öldürülen baş
vezir Sait Halim Paşa da vardı.

1921 yılı Birinci Dünya Savaşından sonraki
yıllarda da Almanya kasvet içindeydi ve Adolf Hitler güç kazanmaya başlamıştı.
Siyaset hayatı,  halkın uzun yıllardır
alışkın oldukları otoriter hükümetin devrilmesi şokundan henüz
sıyrılamamıştı.  Yeni kurulan Parlamento
sistemi,  partizanlığın vahşetine kurban
ediliyordu ve bu nedenle istikrarlı hükümet kurulamıyordu.

Talat Paşa cinayetinin mahkemesi, reziline bir
komediye dönüştü. Talat Paşa Ermenileri daha önce Türkiye’de öldürmekten dolayı
suçlu bulundu; onun katili Tehlirian ise suçsuz bulundu. Alman hâkimler,
galiplerin ve Ermenilerin tazyikine teslim oldular.

Liman von Sanders ve Protestan Alman vaiz Dr.
Johannes Lepsius, bilirkişi olarak mahkemeye çağrıldılar. Liman von Sanders,
kendi devrindeki Alman Büyükelçisinden ve kendisinin Osmanlı Ordusunun
Başkumandanı olmasından bahsetmedi. Talat Paşa aleyhinde şahitlik yapmadı fakat
hakikatlerin yalnız bir çeyreğini söyledi. Bu nedenle, ifadesi lehte olacağına
aleyhte oldu.

Bronsart von Schellendof’a daha önce bir haber
yollanmış olmasına rağmen, şahitlik için mahkemeye çağırılmadı. Mahkemenin
karar almasından sonra, gazetede yayınlanan bir makale ile mahkeme kararına
tepkisini bildirdi.

Sonuç

Mevcut tarihi olaylar şunları göstermektedir:

1- Türk ve Alman Devletleri ve halkları arasındaki
ilişkiler oldukça sakin, işbirlikçi ve her zaman bütün tarafların yararına
olmuştur.

2- Osmanlı İmparatorluğu içindeki Protestan ve
Katolik Misyonerler, barışı bozamayacak kadar az sayıdaydılar. Fakat fanatik
Dr. Lepsius’un ithamları bunun haricindedir. İstanbul’da geçirdiği bir ay
içinde Alman Elçiliği tarafından bile hoş karşılanmamış ve yalnız Ermeniler ve Morgenthau
tarafından bilgilendirilmişti.

Franz Werfel trafından yazılan “Musa Dağımda 40 Gün” kitabı gerçeklere dayanmıyordu fakat genelde
Türklere karşı olan düşmanlık ve ön yargılara büyük katkılar sağladı.

3- Bu konuda Alman Basını ve Hükümetinin, “tarih
hakkındaki kara-delik bilgi boşluğu” bu gün dahi dergilerde, TV programlarında,
haberlerde ve bilgisiz siyasetçilerin konuşmalarında devam etmekte ve iki cesur
onurlarına düşkün halk arasındaki mükemmel dostluğu gölgelemektedir. Sahte veya
tahrif edilmiş belgelerin karşısında, ret edilmesi mümkün olmayan gerçek
belgeler mevcuttur. Maalesef Alman akademik kuruluşlar, basın ve diğer kurumlar
bu konunun yeteri kadar derinine inmemişler ve şunları keşfedememişlerdir:

a-  Solomon
Tehlirian davasına ait tüm tutanaklar, http://armenians-1915.blogspot.com/2009/06/2893-full-transcript-of-soghomon.html  linkinde İngilizce lisanda mevcuttur.
Bunu okuyanlar bütün şahitlerin yalnız davalı tarafından gösterildiğini,
bunların jüriye masallar anlattıklarını, fakat her şeyi A dan Z’ ye kadar bilen
General Liman von Sanders’in Başkumandan olarak bütün askeri harekâttan sorumlu
olduğunu, diğer taraftan Osmanlı Harbiye Nazırı adına resmi belgeleri imzaya
yetkili General Bronsart von Schellendorf’un da mahkemeye davet edilmediğini ve
bildiklerini söylemesine fırsat verilmediğini anlayabilirler.

İlgili olanlar “The Genocide of Truth” kitabının sayfa 363’te 37 no.lu notu da
okuyabilirler. Gerçeği arayanlar, http://armenians-1915.blogspot.com/2005/07/79-german-officers-genocide-eyewitness.html
 Linkinde General Von Schelledorf’un  “Deutsche
Allgemeine Zeitun, Nr. 342, 24.7.1921”
Gazetesindeki Almanca yazısını veya
bunun İngilizce tercümesini görebilirler.

1921 yılının buhranlı safhasında ve Hitler’in
çare olma arayışlarında, Alman mahkemesi ve Jürisi şüphesiz bir hukuk cinayeti
işlemiş ve Berlin sokaklarında öldürülen maktulü suçlu bularak, katili alkışlar
ile mahkemede salıvermiştir.  Acaba
Almanya’nın kendi kayıtlarını, kitap ve kendi Generalleri ile subaylarının
otantik belgelerini tetkik etmek için bu gün uygun zaman değil midir? Hâlbuki
bu subaylar İmparatorluğun her tarafında hizmet görmekteydi ve bu nedenle
hükümet yetkilerini aşan emirlerin uygulanmasında sorumlu değil miydiler?

Bu sunum, araştırmacılar tarafından yapılan açık
bir davet olup, “soykırım söylentisi ve ilgili propaganda dokümanlarının”,
doğrulukları ispat edilmemiş yalandan başka bir şey olmadıklarını, bunlardan
bir tekinin bile aslının olmadığını ve uluslar arası cinayetler için gerekli
olan yasalara ve kurallara uymadığını duyurmaktadır.

b- Alman basını acaba, Hitler devrinde 22.000
Alman Lejyonu askerinin (bunların 4.800’ü SS) Yahudilerin derlenmesinde ve ölüm
kamplarına yollanmasında kullanıldıklarını bilmiyor mu? Bu devrede,  Birinci Dünya Savaşında Almanların Birinci
dereceden Demir Salip madalyasını kazanan emekli albay ve Fransa Vichy hükümeti
nezdinde Türk büyükelçisi olan Behiç Erkin’in on binin üzerinde Yahudi’yi
ölümden kurtararak Türkiye’ye yolladığını da mı bilmiyorlar?

Bütün bunlar birçok kitapta, internet ve sair belgelerde
mevcuttur.  Ermeni Lejyonunu artıklarının
1950’lerde Berlin karaborsasına hâkim oldukları ve sonra temin edilen yazılı
davet mektupları ile Amerika’ya hicrete başladıkları da mı bilinmemektedir?

Nasıl oluyor da Almanya’da bulunan
Nazi-Ermenilerden (yurtsuz muhacir durumunda) hiç biri, geçmişlerinde Türkler
tarafından soykırıma uğradıklarını ifade etmedi?

Bu “para dolandırmak için mağduriyet sanayi
1960’lardan sonra başladı”.  Yeryüzünde
küresel sulh ve uyum için, en asgari şart olarak “hakikatleri ve dürüstlüğü”
savunmak istemeyenler, başka millet veya kişileri dedikodulara dayanarak ve
“karşı görüş isteyememek ayıbı ile” suçlamadan önce, iki defadan fazla
düşünmelidirler.  Gıyapta alınan kararlar
belli menfaatler içindir ve bu çok büyük bir ayıptır. Bu sunumun yazarı, “bütün
hassasiyet ve tepki gösterecek tarafları”, bu sunumu bir giriş olarak
değerlendirmeye ve gerçeklerin araştırılmasına saygıyla davet eder.

Birinci Dünya Savaşındaki kayıplar 37 milyon
olarak tahmin edilmektedir ve bunların 16 milyonu ölenlerdir. Bu büyük
kayıpları yaşayan devletler, geçmişi unutarak sulhu yeniden tesis etmişlerdir.
Ermenistan’ın adı, büyük kayıplara maruz kalan ülkeler arasında yoktur. Fakat
bunlar geniş çapta uydurularak dünyaya yayılmıştır ve bugünün dünyası
gerçekleri unutarak Daşnakçıların bir geçim kaynağı yaptıkları soykırım
mızıkacılarının bu türkülerinin reklamını yapmaktadırlar.  Ermeni ve tarafsız kaynaklarda yazılı
kanıtlar pek çoktur. Gerçekleri doğrudan kendileri öğrenmek Yalancılara
(siyasetçiler, medya, basın, akademi vs.) 
güvenmeyerek gerçekleri doğrudan ve kendileri öğrenmek zahmetine
girenler,  bu tür kaynakların kendi
okuyucularını enayi yerine koyduklarını görebilirler.

SON SÖZ:

İki millet arasındaki bu “kara sayfalar” yeterince
derin araştırılmamıştır. Bu günün Alman basın ve medyası güncel ve yaygın
Ermeni propagandasına o derece sempati göstermektedirler ki Ermenilerin Alman
Eğitim sistemine sokmaya gayret ettikleri kitaplarla, yeni bir “Alman – Türk
düşmanlığını” yaratmaya gayret ettikleri ve bu büyük saptırmaların, temelde tüm
Türk otorite ve kurumlarının ilgisizliğinden doğduğu görülememektedir.  Günümüzde “gerçeği öğrenmek isteyen kişiler”
çok azdır; buna mukabil kolay yayılan propagandalarla yaratılan yalanlara karşı
“gerçekleri savunarak” husumetleri önlemek uğruna yaşam sürelerini harcayanlar
ise çok daha azdır.

Üzülerek görülüyor ki bazı siyasi partiler
(bunların içinde Almanya’daki bazı Türk siyasetçiler de vardır) yalnız
rivayetlere dayanarak, linç edici güruhlara kolayca katılmaktadırlar.

Almanya Türkiye’nin hemen her konuda ticaret ve
moral ortağıdır, örneğin teknik eğitim, sağlık ve sayılamayacak kadar çok konu.
Türkiye’de yatırım yapmış olan 4000 ‘in üstünde Alman Şirketi vardır.
Almanya’da yaşayan ve çoğunluğu Almanya için çalışan 3.500.000 Türk vardır.

Özetle, Almanya, medeniyet yolunda Türkiye’nin
her konudaki ihtiyacını sağlayan Bir Numaralı ülkedir.  Yukarıdaki sual, Orta Doğuda yaşanılan adalet
eksikliği nedeniyle tevcih edilmiştir. Bu sunum çok samimî olarak şu anlamda
bir sual olarak da yorumlanabilir:










































































































































































































































































































































































































































































































“Son asırdaki bilinen kusurlarınızı ve sonraki
diktatörlük devri hukuk arızalarını şimdilerde telafi ettiniz ise”,  bu en kıymetli değerin/erdemin, size dost
olan ülkelere ihraç veya bağış yolu ile teminini ve eski arkadaşlarınızı
siyaseten ve hukuken boğulmaktan kurtarmayı düşünmez misiniz?