KISA ÖYKÜLER : ÖZCAN ÖZER’DEN ENFES BİR ANI..

Picture background

ÖZCAN ÖZER’DEN ENFES BİR ANI..

Moris Taviki

Marquez’e sordum ‘Ustanızın adını neden daha önce söylemediniz’

1990 yılı. Üçümüz de Londra’dayız. Richard Harris’in Londra’da olduğunu biliyorum, çünkü “IV. Henry” oyununun provaları devam ediyor ve Harris Henry’yi oynuyor. Ama Marques’in Londra’da olduğundan haberim yok.

O yıl tiyatro araştırmalarında bulunmak üzere Londra’da görevlendirilmiştim. IV. Henry oyununun provalarını takip ediyorum çünkü hayran olduğum Richard Harris oynuyor. Ama gişeye her gidişimde gişe görevlisi yer olmadığını söylüyor. Neredeyse iki günde bir uğruyorum iade bilet olursa almak için. Prömiyer gününe kadara devam ediyor bu gidiş gelişlerim. Bilet yok.

Son gün; yani promiyerin olduğu gün, son kez şansımı denemek için bir kez daha gittim tiyatroya. Sabah, saat on. Gişeci gülümsüyor ve iade bilet olmadığını söylüyor yeniden. Israrımın nedeni şu; oyunun prömiyerinden hemen sonraki gün Türkiye’ye dönmem gerekiyor, çünkü görev sürem bitiyor.

Gişeci gülümsüyor. “Niye gülümsüyorsunuz?”diye soruyorum. Diyor ki,

“Mr.Harris’in dört kişilik yeri var, ikisini kullandı, ikisi duruyor. İster misiniz gidip sizin için sorayım?”

“Sabahın bu saatinde burada mı?”

“Evet,”diyor kız. Seviniyorum birden, “Lütfen sorar mısınız?”

Gişedeki kız gidiyor. Beklemeye başlıyorum. Bir tek ben varım, başka kimse yok. Sonra gelip gişeye oturuyor kız ve yine gülümseyerek “Geliyor” diyor.

Heyecanlıyım. Birkaç dakika sonra robdöşambrını giymiş, makyajını yapmış olarak, o delici mavi gözleriyle geliyor Harris. Bana doğru yürürken, “Kimmiş o benim yerimi isteyen?” diyor. Etrafıma bakınıyorum “Benden başka kimse yok. Ben istiyorum,”diyorum. Gelip yanıma oturuyor ve “kimsin” diye soruyor. Türkiye’den geldiğimi, Devlet Tiyatrolarında dramaturg olduğumu, hemen ertesi gün dönmek zorunda olduğumu anlatıyorum. Dinliyor sakince. Konuşmam bitince, “Sana biletimi veririm… Veririm ama bir şartım var,”diyor.

Şaşırıyorum ya, soruyorum yine de, “Nedir?”

“Oyunu izledikten sonra ne düşündüğünü bana söyleyeceksin.”

Bu kez ben gülümsüyorum, “matrak geçiyor” diyorum içimden.

“Gülme, diyor ben ciddiyim. Söz ver oyundan sonra beni bulup, ne düşündüğünü söyleyeceksin. Dünyanın neresinden olursa olsun her insanın benim oyunculuğum üstüne söyleyeceği bir cümleye ihtiyacım vardır.”

“Tamam”diyorum ister istemez. Kalkıp gidiyor, ben de gişeden yerimi alıyorum. Kapıdan çıktığımda heyecandan titriyorum, bir yandan gülümseyerek.

Akşam oyuna geliyorum, izliyorum, oyun bitiyor, fuayede toplanmış Londra aristokrasisinin arasına karışıyorum. Korkunç bir kalabalık. Bakınıyorum etrafa genişçe, kare bir fuaye. Tam köşede oval bir bar var. Harris dirseğini bara yaslamış, yanında biriyle konuşuyor. Ama onları çevrelemiş bir boşluk var. Kimse o boşluğun içine girmiyor, herkes ikilinin konuşmasını bekliyor besbelli. Ben o boşluğa yürüyüp Harris’in yanına gitme cesaretini arıyorum kendimde, bulamıyorum. Konuşurken arada bir etrafa bakınıyor Harris ve kalabalığın arasında beni görüyor, yanındakinden izin istiyor, boşluğun ortasından yürüyor o yaklaştıkça kalabalık aralanıyor ve Harris beni yakalamış oluyor kuşkusuz. Koluma giriyor, “Kaçmamışsın, teşekkür ederim.”diyor ve birlikte barda onu bekleyen arkadaşının yanına gidiyoruz.

Yaklaşınca tanıyorum Gabriel Garcia Marques’i. Tanıştırıyor bizi. İki heyecan üst üste biniyor. Öyküyü kısaca anlatıyor Marques’e Harris ve bana dönüyor. “Anlat bakalım, ne düşünüyorsun?”

Diyorum ki. “Yönetmenle aranızda bir anlaşmazlık olmuş hissine kapıldım izlerken.”

“Nasıl yani?”

“Sanki yönetmen dönem yapmakta ısrar etmiş, siz günümüzde geçmesini istemişsiniz gibi…”

“Bunu nereden anladın?”

“Oyun günümüze çok önemli cümleler kuruyor ve siz o cümleleri söylerken seyirciyle gözgöze gelip onlarla interaktif bir ilişki kurup, repliği onlara söylüyorsunuz. Dördüncü duvar kaldırıyorsunuz ve böylece yönetmene karşın oyunu günümüze taşıyorsunuz her defasında.”

Koca mavi gözlerini kısıyor ve “Sen bunu nasıl anladın, yönetmene bile yutturmuştum,”diyor gülerek ve bir süre daha konuştuktan sonra oyun hakkındaki düşüncelerime teşekkür ediyor.

Tam ayrılmak için izin isteyecekken Marquez, “Ben de bir şey sormak istiyorum. Benim kitaplarım da Türkiye’de basılıyor, eğer okuduysanız düşüncenizi merak ederim,” diyor.

“Okudum elbette.”diyorum.

“Hangilerini?”

Yüzyıllık Yalnızlık’tan başlayıp tüm eserlerini sayıyorum, çünkü tümünü okumuştum.

“Peki ne düşünüyorsunuz?”

“Sizin hakkınızda mı, eserleriniz hakkında mı?”

Şaşırıyor, hatta biraz kuşkulu bir ifadeyle, “Her ikisi de…”

Önce kitapları hakkında düşüncelerimi söylüyorum. Latin Amerika edebiyatının dünya edebiyatına bağışladığı ‘büyülü, hatta fantastik gerçekçiliğin’ mimarı olduğunu, o fantastik gökyüzünün altında zaman kavramını ortadan kaldırmanın ılık duygularını içimize sindirmemize yol gösterdiğini anlatıyorum.

“Zaman kavramını nasıl ortadan kaldırmışım, peki”

“Yüzyıllık Yalnızlık’da Albay Buendino ağaca bağlı olarak yirmi yıl geçiriyor, yirmi yıl boyunca yağmur yağıyor ve bu bize bir an gibi geliyor,”diyorum.

Hoşuna gidiyor. “Güzelliğin bizatihi kendisi olan Remedios’u çıplak, banyo yaparken bacadan gözleyen iki delikanlıdan biri benmişim gibi heyecanlanmıştım,”diye ekliyorum.

Gülümsüyor. “Peki benim hakkımda ne düşünüyorsunuz?”

Aslında en can alıcı soru bu, çok yanıtı var verilecek…

“Sorunuzu yanıtlarım, ama beni bağışlayacaksınız, bu ukala da nereden çıktı demeyeceksiniz.”

“Peki.”diyor merakla.

Sonra konuşmaya başlıyorum. Nobel alacağı yıl tüm röportajlarını okumuştum gazetelerden. O zamanlar bilgisayar, internet ve benzeri sanal yolculuklar yok tabii… Nobel aldıktan sonra Time dergisine kapak olmuştu ve oradaki röportajında, “Umarım benden sonra ödül Borges’e verilir,” demişti.

Diyorum ki, “Madem Borges ustanızdır, -ve elbette sadece Marques’in ustası değil dünya edebiyatının ustasıdır – Bunu neden Nobel’i almadan önce verdiğiniz röportajlarınızda söylemediniz?”

Harris yavaşça sırtıma dokunuyor, soruyu beğenmiş olarak.

Diyor ki Marques; “Onu daha önce söyleseydim o Nobel’i bana vermezlerdi. Sadece ben değil hiç kimse söyleyemez. Ama haklısın delikanlı.”

Daha fazla konuşmamak için izinlerini istiyorum, Harris koluma giriyor, beni kapıya kadar geçiriyor Londra aristokrasisinin şaşkın ve meraklı bakışlarının arasından. Kapıdan çıkarken. “Seni sevdim çocuk,”diyor. Ben o zaman otuzlu yaşlardayım. Dışarı çıkıyorum ama ayaklarım bir türlü yerle temas edemiyor.