İSLAM’DA AKLIN İSYANI VE BASTIRILMASI
Bu çalışma, İslam dünyasının geri kalmışlığının nedenlerini tartışıyor. Söz konusu geri kalmışlığın tarihsel, kültürel, ekonomik, sosyolojik ve teolojik kaynaklarım ortaya çıkarmayı amaçlıyor. Kitabın adından da anlaşılacağı gibi, esas olarak “İslam dünyası neden geri kaldı?” şeklindeki yaygın soruya verilen yanıtın, nasıl bir kısırdöngüye dönüştüğünü ortaya koymayı hedefliyor. Çünkü bu kısırdöngü, söz konusu geri kalmışlığı yeniden ve yeniden üretiyor. Bu anlamda elinizdeki kitap, konuya ilişkin ideolojik yaklaşımlara ve tartışmalara da müdahale etme amacı taşıyor. Bilindiği gibi, İslamcı akımlar hakkında cumhuriyetçi, ilerici ve sol çevreler tarafından yapılan çalışma ve tartışmalarda genellikle sorunun teolojik ve ideolojik boyutu ihmal ediliyor. Oysa teolojik ve ideolojik boyut, hem Müslümanların akıl kapısının kapatılmasının hem de geri kalmışlığının en önemli nedenini oluşturuyor. Dahası bu neden, diğer bütün etkenleri de belirleyen, geleneksel egemen güçlerin ihtiyaçlarım ifade eden temel etken oluyor. Elinizdeki kitapta, bir üst belirleyen niteliğindeki söz konusu iç dinamiğin çok katlı hikayesini anlatacağız.
Diğer taraftan, elinizdeki çalışma, kısa süre önce (2023′ te) yayınlanan İçtihad Kapısı adlı kitabımın hem bir devamı hem de ondan bütünüyle bağımsız yeni bir yapıttır. İçtihad Kapısı gibi, bu kitabın temelini de Maltepe Universitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Anabilim Dalı’nda verdiğim doktora tezim oluşturuyor. Jüri tarafından oybirliğiyle kabul edilen, DinToplum-Devlet İlişkilerine Tarihsel Bir Bakış; Nizamü’l-Mülk Örneği başlıklı doktora tezimin, önceki kitabımda yer almayan bölümleri, ilahiyatçı ve uzman akademisyenlerle yaptığım niteliksel derinlemesine görüşme ve mülakatlar elinizdeki çalışmanın temelini oluşturuyor. İçtihad Kapısı kitabımda, esas olarak İslam dünyasının hala devam eden ortaçağına yol açan tarihsel kırılmayı yazdım. Dolayısıyla, akıl kapısının kapatılmasıyla bilimsel düşünce, eleştiri, yorumlama. ve güncelleme yolunun kesilmesinin kaynaklarını inceledim. İslam dünyasındaki, din-toplumdevlet ilişkilerinin nasıl şekillendiğini, bu ilişkileri güdüleyen tarihsel, kültürel ve toplumsal nedenleri araştırdım. Bu özellikleriyle söz konusu kitap, tezleri olan bir Türk-İslam tarihi çalışması özelliğini de kazandı.
Elinizdeki bu kitapta ise esas olarak İslam dünyasının neden geri kaldığını; başta Batı olmak üzere, Kuzey ve U zakdoğu toplumlarının büyük bölümünün Ortaçağ’ı aşarak Sanayi Devrimi ve modernleşme sürecini tamamladığı halde; bilimsel teknolojik devrimin dördüncü dalgasının (sanayi 4.0) yaşandığı ve beşinci dalgasının geldiği bir tarihsel dönemde, İslam dünyasının geri kalmışlık çemberini neden hala kıramadığını araştırdım. Bu anlamda, bilimsel, teknolojik ve dijital bir devrimin gerçekleştiği
21. yüzyılın ilk çeyreği biterken, Müslüman toplumların neden hala teolojik bir kısırdöngünün içinde devindiklerini irdeledim. İslam dünyasının geri kalmışlığının altında yatan ve kilit niteliğinde olan bazı teolojik nedenleri ortaya çıkarmaya çalıştım. Sanırım bunu da gerçekleştirdim.
Dolayısıyla İçtihad Kapısı kitabı ile elinizdeki çalışmanın birbiriyle örtüşen· alanları bulunduğu gibi, ana metinler itibarıyla farklılaşan yanlarının öne çıktığı, iki ayrı kitap, iki ayrı araştırma ve inceleme oldu.
* * *
Yukarıda da belirttiğim gibi, hem İçtihad Kapısı’ nın hem de bu kitabın amaçlarından biri de, ülkeyi bir vakum gibi karanlıklara çeken ideolojik-kültürel alana müdahale etmektir. Çünkü, tarihsel ömrünü dolduran ve fakat siyasal ömrünü -bu kitabın incelediği çok özel şartlar nedeniyle-uzatan dinci iktidarlar ve siyasal İslamcılığa karşı, ideolojik mücadele hep ihmal edildi. Oysa Müslüman dünyada ulemanın ve genel olarak ruhban sınıfının dünya görüşü ve hegemonya aracı kültürel
silahlar ve esas olarak İslamcılık idi. Batı’ dan farklı olarak İslam dünyasında Ortaçağ’ın devam ettiği, Müslüman aklının bin yıldır mühürlendiği özgün bir tarihsel, sosyal ve kültürel ortamda, siyasal İslamcılar halktan çok kolay bir karşılık buluyor ve kitle temeli oluşturuyordu. İslam dünyasının zaten önemli bir bölümünde ruhban sınıfı, ulema ve hanedanlar doğrud.n iktidarı elinde tutuyordu. Suudi Arabistan ve Körfez emirlikleri bu durumun somut örnekleriydi. Başta Türkiye olmak üzere, bazı İslam ülkelerindeyse Aydınlanma ve modernite atılımları yarım kaldığı, burjuva demokratik devrimleri tarihsel bakımdan tamamlanmadığı için, Ortaçağ artığı olan ulema, tarikatler, cemaatler ve İslamcı akımlar varlıklarını koruyordu. Elbette tarihsel yasa da kaçınılmaz olarak hükmünü sürdürüyordu; her yarım kalan devrim kendi mezar kazıcılarını hazırlıyordu. Türkiye ve onu izleyen bir dizi Müslüman ülkede yaşananlar bundan ibaretti.
Önce iktidara ulaşmaya sonra onu elinde tutmaya çalışan siyasal İslamcıların, ulemanın, tarikat ve cemaat önderlerinden oluşan ruhbanın elindeki en etkili silah ideolojik, teolojik ve kültürel araçlardı. Dolayısıyla, siyasal İslamcılığa karşı gerçek bir mücadele de esas olarak bu alanda verilebilirdi. Ancak, Türkiye dahil, Pakistan, Mısır, Cezayir, Tunus, Suriye gibi ülkelerde İslamcılıkla ideolojik-kültürel mücadele hep ihmal edildi. Bu ülkelerde, kendi devrimlerine ihanet eden modernleşmeci askersivil bürokrasi ve burjuvazi “din düşmanı” gibi görünmekten hep korktu. Yeni gelişen, bu nedenle güçsüz ve korkak olan bu ülkelerdeki burjuva sınıfları, emperyalizmin desteğini alan İslamcı entelijansiya karşısında bir süre sonra kaçınılmaz olarak geriledi. Çünkü emperyalizm, -bu çalışmada da inceleyeceğimiz gibi-Müslüman toplumların kendilerine özgü bir Ortaçağ’ da kalmalarında, sömürgeci/ emperyal çıkarları bakımından yarar görüyordu.
Diğer taraftan, Müslüman ülkelerde siyasal İslamcılığa karşı yürütülen mücadele, genel olarak insanların temel maddi ihtiyaçlarından hareketle ve salt ekonomik talepleri üzerine kuruldu. Aydınlanmacı, modernleşmeci ve genellikle sol muhalefet çevreleri bu hatayı ısrarla (günümüzde de) tekrarladı. Özellikle sol, kitlelerin ve bireylerin esas olarak rasyonel ekonomik
talepler üzerinden hareket edeceği bilgisinden yola çıkarak bir mücadele hattı geliştirdi. Çünkü, maddi temelin ve ekonomik altyapının toplumların üstyapısını, dolayısıyla ideolojileri ve bireylerin/ sınıfların bilinçlerini de doğrudan belirleyeceği gibi hayli yaygın, aşırı indirgemeci ve “kaba materyalist” bir anlayış, bu tutumu şekillendiren temel yaklaşım, dolayısıyla esas yanlıştı. Yani bu tutum, söz konusu anlayışın genel bir doğru gibi yerleşmesinden kaynaklanıyordu. Oysa insanların siyasal tutumunu ve ideolojik-kültürel tercihlerini belirleyen sadece ekonomik ihtiyaçları ve maddi altyapı değildi. Bu durum, belki modernleşme sürecini ve “dinin eleştirisini” tamamlamış toplumlarda geçerli olabilirdi. Ancak, İslam’ın Ortaçağı’nın devam ettiği, inanç merkezli bir bilgi anlayışının egemenliğini sürdürdüğü Müslüman toplumlarda bu mümkün değildi.
Karl Marx’ın, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabının ünlü önsözünde ifade ettiği, “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır” şeklindeki ünlü tezi; yaygın kabulün ötesinde bize başka bir şeyi daha söyler. Tarih ve yaşam tarafından defalarca doğrulanan bu teze göre, insanların siyasal davranışlarını belirleyen, dolayısıyla bilinçlerini oluşturan şey, sadece içinde devindikleri nesnel ortam, yani ekonomik ve diğer maddi koşullar değildir, aynı zamanda tarihsel ve kültürel iklimdir. Diğer bir ifadeyle insanların biliçlerini belirleyen önemli etkenlerden biri de tarih içinde oluşan kültürel (din, töre, gelenekler, edebiyat vb.) koşullar ve birikimdir. Burada çift yönlü bir dolaşım söz konusudur. Nitekim Louis Althusser ve Antonio Gramsci gibi Marksist düşünürler, bu konuyu daha açacak ve geliştirecektir.
Dolayısıyla, sadece bu perspektiften bakınca, ezilen sınıfların içinde yaşadıkları yoksulluk ve sefaletin sorumlusu olan dinci bir partiyi neden desteklediklerini anlayabiliriz. Ekonomik nedenlerle iktidarı protesto eden emekçilerin bile, sandık başında, kendi ahlaki ve ideolojik değerleriyle uyumlu olan bir partiye, örneğin sırf liderinin “alnı secde görüyor” diye son anda oy vermelerinin nedenini çözebiliriz.
Hareket etmemiz gereken zemin, salt insanların biyolojik varlıklarından kaynaklanan ihtiyaçları değil, onların içinde yaşadıkları toplumsal, tarihsel, kültürel, siyasal ve elbette ekonomik
koşullardır. İslamcı ya da faşist bir parti veya iktidarla mücadelede ideolojik ve kültürel boyut ihmal edildiği takdirde, o kavgayı kazanmak zordur. Yani, “iktidarları boş tencere değiştirir” şeklindeki, neredeyse genel kabul gören yaklaşım, her koşulda sınanmış mutlak bir doğru değildir.
Örneğin, Türkiye’ de 20 yıl süren İslamcı iktidar (AKP) sürekli olarak ideolojik ve kültürel kodlar üzerinden bir mücadele, hatta kavga yürüttüğü halde, bu tutum çeşitli kaygılarla aydınlanmacı ve laik çevreler tarafından aynı zeminde karşılanamadı. Örneğin, temelsiz ve safsataya dayalı Osmanlıcılık propagandası karşısında, Cumhuriyet bile bu nedenle doğru-dürüst savunulamadı. Bu alanda tartışmanın, muhafazakar çevrelerde “din düşmanlığı” şeklinde anlaşılmasından korkuldu. Bu nedenle, laiklik başta olmak üzere, insanlığın tarihsel kazanımları büyük ölçüde sahipsiz ve savunmasız kaldı. Oysa iletişim sosyolojisinin temel kuralı/ yasası açıktır; karşıtının dilini kullanmak, hassasiyetlerini içermek toplumda sadece rakibinin değerlerine olan güvenin artmasına yol açar. Nitekim muhalefet, “din düşmanı sanılır” korkusuyla, ideolojik-kültürel mücadeleyi erteledikçe, İslamcı. iktidar mesafe almayı, mevzi kazanmayı, ülkeyi ve toplumun dokusunu dönüştürmeyi sürdürdü.
Soğuk Savaş sonrasında, emperyalizmin çıkarları ve hedefleriyle ılımlı sayılan İslamcı hareketlerin (Türkiye’ de AKP’nin) iktidarı ele geçirme siyaseti arasında, yani iç ve dış dinamikler zemininde, tarihte çok az rastlanabilecek bir örtüşme yaşandı. Bu örtüşme, siyasal İslamcılar için büyük bir tarihsel fırsat yaratıyordu. Büyük Ortadoğu Projesi de denilen, İslam dünyasına yönelik bu emperyalist siyaset planlamasıyla seküler ve yarı seküler rejimler devrilmeye çalışıldı. Direnenlere karşı Suriye ve Libya’ da olduğu gibi şiddet kullanıldı, savaş açıldı. Türkiye’nin izinden giden ve seküler bir rejim kurma deneyimlerinin yaşandığı bu İslam ülkeleri, darbeler ve iç savaşlarla sarsıldı. Türkiye gibi, görece güçlü denebilecek bir modernite ve Aydınlanma birikimi olan ülkeler bile bu dalganın dışında kalamadı. AKP liderliği, rejimin İslami bir yönde değişmesi için uygun bir ortam yaratan iç ve dış dinamikler arasında -denk gelen-bu örtüşmenin sağladığı tarihsel fırsatı iyi değerlendirdi.
Bu bağlamda, daha önce yayınlanan İçtihad Kapısı gibi elinizdeki bu kitap da, dünyada ve Türkiye’ de siyasal İslamcı iktidarlara, dinci akım ve hareketlere karşı yürütülen mücadelede eksik kaldığım gözlemlediğim ideolojik-kültürel alana müdahalede bulunmak amacıyla da yazıldı. Diğer bir ifadeyle, elinizdeki çalışmayla, İslam’ın süren ortaçağına yaslanan görüşlere karşı, akla ve bilime dayalı bir ideolojik-kültürel mücadele aracı üretmeyi amaçladım. Ayrıca, ideolojik-kültürel bir mücadelenin, inançlara saygısızlık ya da “din düşmanlığı” gibi, tartışma ortamım terörize etmeyi amaçlayan saçma suçlamalarla hiçbir ilgisinin olmadığım da ortaya koymayı hedefledim. İslamcıların büyük kesiminin, 21. yüzyılda, hala depremlerin, doğal afetlerin ve salgın hastalıkların dinden sapan insanlara Tanrı’ mn verdiği ceza olduğuna inandığı bir kültürel-teolojik ortamda, ideolojik mücade.
lenin hem bir gereklilik hem de entelektüel ve tarihsel bir görev olduğuna inandım.
Suudi Arabistan’ da yapılan bir araştırmaya göre; toplumun yüzde 80’inin, doğal afetlerin hala Tanrı’mn cezası olduğuna inandığı düşünülürse eğer, İslam dünyasında ideolojik, felsefi ve kültürel mücadelenin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Ciddi bir Aydınlanma_ ve modernleşme birikimi olan Türkiye’ de bile bu konuda bir kamuoyu ölçümü/ araştırması yapılsa, doğa olaylaqmn veya doğal felaketlerin Tanrı’mn işi olduğuna inananların sayısı, hiç de az çıkmayacaktır. Dolayısıyla İslam dünyasının ortaçağımn devam ettiği, Suudi Krallığı’mn, Körfez emirliklerinin ve Taliban rejiminin bulunduğu bir dünyada, Aydınlanma ve modernitenin tamamlanmış bir proje ve aşılmış bir tarihsel evre olduğu görüşü ileri sürülemez.
***
Elinizdeki kitabın önemli bölümlerinden birini, İslam dünyasının geri kalmışlığının nederileri, tarihsel ve teolojik kaynakları konusunda yaptığım saha araştırması oluşturuyor. Bir tarihselsosyolojik soruşturma niteliğindeki bu saha çalışmasını, “Derinliğine Görüşme” yöntemiyle gerçekleştirdim. Birkaçı dışında ağırlığım ilahiyatçıların oluşturduğu akademisyenlerle, bazı İslami kanaat önderleriyle mülakatlar (söyleşiler) yaptım. Bu kitapta, söz
onusu mülakatların tam metinleri ve çözümleri de yer alıyor. Dolağısıyla okuduğunuz kitapta, sadece bu çalışma için üretilen ve kez okura sunulan orijinal metinler bulunuyor.
Bu kitapla, hala bir Ortaçağ karanlığı ve sefaleti içinde acı çeken İslam dünyasının mazlum halklarına katkıda bulunmak istedim. Benim de bir parçası olduğum bu kültürel havzanın insanlarına, -5iyasal İslamcıların gerçekleştirdiği katliamlara, işlenen cinayet-
ere, bize eziyet edilmesine, vefasızlığa, nankörlüklere ve kıyıcılıklanna karşın-elimi ve bilincimi uzatmaya, Müslüman halkların Ortaçağ karanlığından çıkmaları için üzerime düşeni yapmaya çalışbm. Karşılıksız, komplekssiz, beklentisiz … Nüfusu 1,5 milyarı aşan Müslüman halkların geri kalmışlığının kaynaklarını ortaya çıkarmayı amaçladım. İslam dünyasının geri kalmışlığının tarihsel, kültürel, ekonomik, siyasal ve toplumsal nedenlerini saptamayı ve aşılması için katkıda bulunmayı hedefledim.
Bu çalışmanın temelini oluşturan doktora tezimi hazırlama sürecinde katkıları nedeniyle; danışmanım sosyolog Prof. Dr. Sabahattin Güllülü’ye; Tez İzleme Kurulu Üyesi hocam sosyolog Prof. Dr. Güncel Önkal’a, Tez İzleme Kurulu Üyesi siyaset bilimci Prof. Dr. Barış Doster’ e; Tez Jürisi Üyesi sosyolog Prof. Dr. Bahattin Akşit’ e; sosyolog Prof. Dr. Nurgün Oktik’ e; Tez Jürisi Üyesi siyaset bilimci Prof. Dr. Ufuk Özcan’a teşekkür ederim.
Niteliksel araştırma çerçevesinde, “Derinlemesine Mülakat” yapmayı kabul eden; ilahiyatçı ve mezhepler uzmanı Prof. Dr. Mehmet Çelenk’ e, ilahiyatçı ve Edeb Platformu sözcüsü Yusuf Çamur’ a, ilahiyatçı ve yazar Hakkı Yılmaz’a, ilahiyatçı ve İslam felsefesi uzmanı Prof. Dr. Hasan Aydın’ a, ilahiyatçı ve din kültürü öğretmeni Cemil Kılıç’ a, ilahiyatçı ve kelam uzmanı Prof. Dr. Ramazan Biçer’ e, ilahiyatçı ve kelam uzmanı Prof. Dr. İlhami Güler’ e, ilahiyatçı ve İslam felsefesi uzmanı Prof. Dr. Mehmet Bayraktar’ a, ilahiyatçı ve kelam uzmanı Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün’ e, sosyolog Prof. Dr. Mevlüt Özben’ e ve ilahiyatçı Prof. Dr. Mehmet Hayri Kırbaşoğlu’na katkılarından dolayı minnettarım. Ayrıca, bu görüşmelerin ikisinde bana yardımcı olan arkadaşım Mehmet Ali Mendillioğlu’na da teşekkür ederim.
***
Merdan Yanardağ/ Mart 2024