ANALİZ /// İsmail Şefik Aydın : EKSENİMİZ KAYIYOR MU NE! !! – (TOPLAM 6 BÖLÜM)

İsmail Şefik Aydın : EKSENİMİZ KAYIYOR MU NE! (1)

***

AK Parti iktidarı 2016 yılından sonra yepyeni bir dış politika takip etmeye başladı. Rusya ile ilişkiler düzeltildi. Çin’le yakınlaşıldı. Sayın Cumhurbaşkanı Şangay İşbirliği Örgütü’ne girebileceğimizi beyan etti. Bu örgütün bazı toplantılarına katıldı. Afrika ülkeleriyle yakın ilişkiler kuruldu. Amerika ve Fransa’yı ülkelerinden kovan Afrika ülkeleri sömürgeci bir geçmişe sahip olmayan Atatürk Türkiye’sine zaten yakın ilgi duymaktaydılar. AK Parti iktidarında hemen bütün Afrika ülkelerinde Büyükelçilikler açıldı. Somali’nin, karasularında petrol ve doğalgaz araştırması yapmak yetkisini Türkiye’ye vermesi, bu sıcak ilişkilerin somut bir örneğidir.

Sözün özü, Türkiye yavaş yavaş Batı’nın vesayet çemberini kırıyor. Bu politikanın desteklenmesi gerekirken, Batıcı kesimlerden ‘EKSENİMİZ KAYIYOR’ itirazları yükselmeye başladı. Hâlbuki, eksenimiz Atatürk’ün çizdiği millî rotaya dönüyordu. Fakat bu, bizim sözde Atatürkçülerin umurlarında bile değildi. Onların gözleri Batı aşkı ile iyice kapanmıştı. CHP eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, ‘Demokrasi Batı’da bizim Doğu’da ne işimiz var’ diyerek ne yaman bir Batıcı olduğunu kanıtladı! Hele, Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında, Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’ye kurulan kaset kumpası konusunda Putin’i suçlayan “Sayın Putin, bu kasetlerin arkasında sizin olduğunuzu biliyoruz. Bizimle uğraşmayın’ mealindeki tweet’i bir âlemdi!

Bizim Batıcıların mantalitesi işte bu!

Bu savrulmaları nasıl yaşadığımızı anlayabilmek için, düne kısaca bir göz atmak gerekiyor.

Hâkimiyeti Milliye Gazetesi’nde 20 Temmuz 1920 tarihinde yayımlanan “EN BÜYÜK DÜŞMAN” başlıklı bir makalede yer alan şu değerlendirmelere bakar mısınız: “En büyük düşman, düşmanların düşmanı; ne filân ne de falan milletler, bilâkis bu, âdeta her tarafı kaplamış bir saltanat hâlinde bütün dünyaya hâkim olan ‘Kapitalizm’ âfeti ve onun çocuğu ‘Emperyalizm’dir. Artık bütün dünyanın anlamış olduğu bu hakikat bizde de idrak ediliyor” (Attilâ İlhan, “Gâzi Paşa”, s. 11).

Atatürk’ün, 1.12.1921 tarihinde T. B. M. M.’de yaptığı konuşma da aynı doğrultudadır: “İlmî içtimaî noktasından bizim hükümetimizi ifade etmek lâzım gelirse ‘Halk Hükümeti’ deriz. Biz hayatını, istiklâlini kurtarmak için çalışan erbabı sâyiz, zavallı halkız. Mahiyetimizi bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız. Binaenaleyh, her birimizin hakkı vardır. Salâhiyeti vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı iktisab ederiz. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını sayden muarra (çalışmadan) geçirmek isteyen insanların bizim heyeti içtimaiyemiz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur. Efendiler! Biz bu hakkımızı korumak, istiklâlimizi emin bulundurabilmek için heyeti umumiyemizce, heyeti milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücahedeyi (çarpışmayı) câiz gören bir mesleği takip eden insanlarız. Fakat ne yapalım ki, demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş. Efendiler! Biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz. Çünkü biz bize benziyoruz, efendiler” (Kâzım Öztürk, “Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmaları”, s. 662).

Büyük Zafer’in 11. yıldönümünde, zafer meydanında yaptığı konuşmada da aynı anlayışın sürdüğünü görüyoruz: “Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu milletlerinin uyanışını da öyle görüyorum. Bağımsızlığına ve özgürlüğüne kavuşacak olan pek çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, kuşkusuz ki, ilerlemeye ve refaha yakın olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere karşın muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletlerarasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı hâkim olacaktır” (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Cilt III, s. 424).

Atatürk İngiltere’nin ve Almanya’nın ittifak önerilerini reddetmiş ve “Politikamız, bir daha bu iki milleti (Türkiye ile Rusya’yı) karşı karşıya getirmemektir” sözleri ile de dış politikamızın ana hatlarını belirlemiştir.

1937 yılında İran’ın Sâdâbat sarayında Türkiye, İran, Irak ve Afganistan’ın katılımıyla imzalanan Sâdâbat Paktı Atatürk’ün bölge devletleriyle işbirliğine verdiği önemi göstermektedir.

Atatürk, 21.12.1937’de bir görüşme yaptığı Suriye Başbakanı Cemil Merdam’ı, önce Hatay meselesindeki kararlılığımız konusunda, “Hatay bizim için toprak meselesi değil, namus meselesidir” diye uyardıktan sonra, “Ben önce Anadolu’yu kurtarmak zorundaydım. Ama, şimdi artık, din kardeşlerimize yardım edecek duruma geldik. İcap ederse, Fransızlardan kurtulmanız için ordumuzla yardımınıza geliriz” diyecektir. Atatürk bu buluşmada, Cemil Merdam’a şunları da söyleyecektir: “Ben Suriye’yi bilirim. Gençliğimde Şam’da bulundum. Sürgün olarak Suriye’nin birçok şehrinde bulundum. Bütün kabahat Osmanlı İmparatorluğu’ndadır. Balkan Harbi sonunda Gelibolu’daydım. Ben Talât Paşa’ya teklif ettim: ‘Suriye’ye, Irak’a bağımsızlık veriniz’ dedim. Talât Paşa, ‘bunu başkasına söyleme seni asarlar’ dedi. Fakat yapılacak olan şey buydu. Eğer yapılsaydı, Türkiye, Suriye ve Irak ki, zaten kardeştirler, daha samimi kardeş olacaklardı.”

Atatürk yaşasaydı, ya da, O’nun bu Bölge Merkezli siyaseti sürdürülseydi, II. Dünya Harbi’nden sonra bağımsızlığına kavuşan diğer Arap devletlerinin de Sâdâbat Paktı’na katılacakları muhakkaktı. Bu devletlerle geliştireceğimiz ilişkiler, Emperyalist Devletleri de bölgemizden uzak tutabilecekti. Ne yazık ki, Atatürk’ten sonra, Türkiye’nin düşmanı olan Batı ile girdiğimiz ittifak ilişkileri, Türkiye’nin bölgede bağımsız ve millî bir siyaset takip etmesini engellemiştir. Hâlbuki, Türkiye ile yakın ilişki kurulmasını arzu eden Arap Devletleri vardı.

Türkiye, bu devletlerin millî bürokrasilerinin, ordularının yapılanmasına ve kendi Plânlı Karma Ekonomi tecrübesiyle, ekonomilerinin gelişmesine yardımcı olabilirdi. Kaldı ki, Libya’nın 1948’de bağımsızlığına kavuşmasından sonra, Libya lideri Sunusi’nin isteği üzerine, yazar Orhan Koloğlu’nun babası, Sadullah Koloğlu Libya’ya gönderilmiş ve burada bakan ve başbakan olarak 1949-1952 yılları arasında görev yapmıştı. Hattâ, Prof. Anıl Çeçen’in belirttiğine göre, Libya Türkiye ile birleşme kararı alır fakat bu Amerika tarafından engellenir.

Şimdi de Atatürk’ten sonra yaşadıklarımıza bir bakalım ki, bu düpedüz bir eksen kaymasıdır! ./…


İsmail Şefik Aydın : EKSENİMİZ KAYIYOR MU NE! (2)

Birinci yazımızda Atatürk’ün dış politika anlayışından söz ettik ki, bu politikanın esasının bölge devletleriyle ve Rusya ile yakın ilişkiler kurmak olduğunu gördük. Atatürk’ten sonra devletin başına getirilen İsmet Paşa’nın uyguladığı dış politika Atatürk’ün dış politikası ile taban tabana zıttır. Fakat bu politika millete ‘Atatürk’ün dış politikası da buydu’  diye yutturulmuştur! Burada hemen şunu da belirtmeliyiz.  Atatürk 1932 yılında Celâl Bayar’ı İktisat Vekilliğine getirerek, Başbakan İsmet Paşa’nın yetkilerini sınırlandırmıştır. Bu tarihten itibaren İsmet Paşa kabinenin ‘İdari İşler Genel Müdürü’ durumundadır! İsmet Paşa bu atamadan çok rahatsız olmuştur ve Atatürk’ü  Çankaya Köşkü’nde ziyaretinde bunu açıkça belirtir.

Atatürk, Kılıç Ali, Nuri Conker ve Ruşen Eşref oturmaktadırlar. Atatürk, İsmet Paşa’ya, Celâl Bayar’dan memnun olup olmadığını sorar. İsmet Paşa, “Terbiyeli bir insandır, kendisini sevdiğimi bilirsiniz” der ve sonra şunları ekler: “Teşekkür telgrafına verdiğiniz cevap görülmemiş bir  şeydi.”

Atatürk: “Nasıl?” diye sorunca; İsmet Paşa serzenişli bir sesle: “Bir Bakana değil, bir Başbakana çekilmiş gibi!… Bu telgraf karşısında müsaade ediniz de Başvekâleti terk edeyim” cevabını verir. Atatürk bir kahkaha koparır ve işi şakaya dökerek: “Şimdi değil, ilerde… Onun da sırası gelir” der  (İsmet Bozdağ, “Bir Çağın Perde Arkası”)!

Atatürk 1937 yılında İsmet Paşa’yı görevden alarak, Başbakanlığa Celal Bayar’ı getirir.  İsmet Paşa artık devlette yoktur. Fakat ne var ki,  Atatürk ölünce, Meclis İsmet Paşa’yı Cumhurbaşkanlığına getirmiştir. İsmet Paşa Atatürk’ün tam zıddı politikalar uygulamıştır. Fakat kamuoyu, ‘Atatürk İnönü birbirinin devamı’ sözleriyle kandırılmıştır!

Burada İsmet Paşa’nın Atatürk’ü pek de sevmediğini belirtmek durumundayız.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun belirttiğine göre, Atatürk’ün birinci ölüm yıldönümünde en hararetli konuşmayı yapan hatip Necip Fâzıl’dır!

Yakup Kadri, Atatürk’ün I. ölüm yıldönümünü şöyle anlatır:  “Atatürk’ün ölümünün birinci yıldönümünde idi. Türk Ocağı binasının tiyatro salinde Halkevi gençleri bir anma töreni tertiplemişlerdi. Sali dolduran kalabalık içinde, dikkat etmiştim ki, ne hükümet, ne de Halk Partisi erkânından orada hazır bulunanların sayısı göze çarpacak kadar azdı. Cumhurbaşkanı locası ise bomboştu. Milletvekillerine ayrılmış öbür localarda ise rahmetli Recep Peker’le Mahmut Esad Bozkurt gibi beş on devrimci siyaset adamından başkası görülmemekte idi ve sahnede konuşan üç dört genç arasında yanık sesle okuduğu ağıtları gözlerimizden yaşlar getiren Behçet Kemal Çağlar’ı ayırırsak en hararetli hatip kimdi bilir misiniz? Necip Fâzıl Kısakürek” (Yakup Kadri, “Politikada 45 Yıl”, s. 143).

Yakup Kadri’nin, bu bilginin ardından yaptığı şu değerlendirme, İnönü’nün ruh hâlini anlamamız bakımından oldukça aydınlatıcıdır: “Atatürk, Atatürk, Atatürk… bu ad, İsmet Paşa’nın kulaklarında ne zamana kadar bir ‘Yat!, Kalk!’ borusunun sesi gibi aksedip duracaktı? Evet, Atatürk, sanki hâlâ ona kumanda ediyor, sanki o hâlâ Atatürk’ün gölgesi ardından yürüyor gibiydi ve bu gölge gittikçe büyüyor, gittikçe genişliyor, gittikçe koyulaşıyor, İsmet Paşa’yı kalın bir perde gibi örtüyordu!”

Yakup Kadri, İnönü’de bir Atatürk kompleksi olduğunu da yazıyor (“Politikada 45 Yıl”, s. 178)!

Ne yazık ki, Atatürk’ü ve Kemalizm’i küçümseyenler, Batı’nın yönlendirdiği enternasyonalist ya da ümmetçi fikirleri benimseyerek, Türk Milletine mutluluktan başka her şeyi verecek olan  dar kalıpların içine kendilerini nasıl hapsettiklerini ve emperyalist güçlerin elinde nasıl birer kukla durumuna geldiklerini  görememişlerdir. Bugün Kemalizm,  bizzat kendi partisi tarafından çağı geçmiş bir ideoloji olarak kabul edilmektedir. Gerçekten, bugün CHP öylesine bir çelişki içerisindedir ki, hem “Atatürk’ün Partisiyiz” diyerek oy toplamaya çalışmakta, hem de  “Kemalizm 30’lı yılların ideolojisidir” diyerek Kemalizm’i reddetmektedir!  Atatürk’ten bir türlü vazgeçemiyorlar ancak, Kemalizm’i de istemiyorlar!  İlginç olan,  ABD’nin ve Avrupa Birliğinin de Kemalizm’den hiç hazzetmemesidir. 68 kuşağı Fransa’sının ünlü ismi ve Avrupa Parlamentosu’nda üye olarak da bulunan Daniel Cohn Bendit de, “Aslında Türkiye’nin AB’ye üye olabilmesi için Kemalizm’den kurtulabilmesi gerekir” diyor ve Türkiye’nin 10-15 yıl içinde Kemalizm’den kurtulabileceğini söylüyordu ki, bu aslında Türkiye’nin parçalanması için  kestirilen zamandır!

TÜRKİYE BATI’YA YÖNELİYOR!

İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte Türkiye önemli bir rota değişikliği yaşamıştır! Yönümüz artık Batı’dır! Nazi Almanya’sının Polonya’yı işgali üzerine, İngiltere ve Fransa 3 Eylül 1939’da Almanya’ya harp ilân ederler. İkinci Dünya Harbi artık başlamıştır. Türkiye tarafsızdır.   Almanya’nın ittifak teklifini bile reddeden Türkiye, 19 Ekim 1939’da İngiltere ve Fransa ile bir ittifak antlaşması imzalar! Hâlbuki, Alman Dışişleri Bakanı Ribbentorp, Türkiye’yi böyle bir ittifaka girmemesi için uyarmış ve “Tarafsız kalmanızı kabul edebiliriz” demiştir!

Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile bir ittifak antlaşması imzalayarak savaşta taraf durumuna gelmesi üzerine, Doğan Avcıoğlu’nun belirttiğine göre,  Hitler şu sözleri söyler: “   “Türkiye’yi Kemal’in ölümünden sonra, budala ve aptallar yönetmektedir!”  (Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi”, s.1487)!

Hindistan bağımsızlığının sembol ismi Mahatma Gandi de, Türkiye’nin Atatürk’ten sonraki dış politikasını şu ağır sözlerle eleştirir: “Biz, Türkiye Cumhuriyeti’ni dünyanın en güçlü devletlerini dize getiren bir büyük devlet olarak tanıdık. Türk Milleti’nin emperyalistlere karşı verdiği mücadeleden ilham da aldık. Fakat, Atatürk öldükten sonra Türkiye, küçük bir Balkan devleti derekesine düştü” (Necdet Sevinç, Yeniçağ Gazetesi, 22.10.2004)!./…


İsmail Şefik Aydın : EKSENİMİZ KAYIYOR MU NE! (3)

Tarafsız Türkiye’nin, 3 Eylül 1939’da II. Dünya Harbi’nin başlamasından hemen sonra, 19 Ekim 1939’da İngiltere ve Fransa ile bir ittifak imzalaması anlaşılır gibi değildir. Bu ittifakla Türkiye resmen taraf olmuştur! Peki, neden? Bir saldırı tehdidiyle mi karşı karşıyaydık? Kesinlikle hayır! Bize saldırsa saldırsa sınır komşumuz olan Rusya saldırırdı ki, bu ülkeyle 1945’de kadar süren bir saldırmazlık anlaşmamız vardı ve Rusya’nın böyle bir niyeti olduğuna dair en küçük bir işaret bile yoktu. Peki, Almanya mı saldıracaktı? Almanya ile sınırdaş bir ülke değildik. Kaldı ki, Almanya’nın ordumuzun silâhlanmasında büyük katkısı vardı.

Atatürk’ün ölümünden birkaç ay önce, Almanya’nın yaptığı ittifak önerisini, “Türkiye tarafsız kalmalıdır, bir ittifak içine girmemelidir” diyerek geri çevirmiştik! Numan Menemencioğlu, Ribbentrop’un, Türkiye ile Almanya arasında bir tarafsızlık antlaşmasının yapılmasını teklif ettiğini, kendisinin, Türkiye’nin sadece komşusu bulunan Sovyetler Birliği, Fransa ve İtalya ile bu çeşit antlaşmalar yaptığını ve İngiltere ile dahi böyle bir antlaşması bulunmadığını söyleyerek bu teklifi reddettiğini belirtmektedir (Mehmet Gönlübol, “Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası”, s. 116)!

Dışişleri Bakanlığı’ndan alındıktan sonra Londra Büyükelçiliğine getirilen Tevfik Rüştü Aras, İngiltere ile ittifaka karşı çıkar. Almanya Dışişleri Bakanı Ribbentorp, Dışişleri Bakanımız Şükrü Saracoğlu’dan tarafsızlığımızı sürdürmemizi ister. Büyükelçi Von Papen, 27 Nisan 1939’da Saracoğlu’na şu uyarıyı yapar: “Türkiye’nin tarafsız kalmasını kabul edebiliriz. Bu yüzden, Türkiye’ye askerî bakımdan yardım etmeye hazırız. Ancak Türkiye, tarafsızlıktan ayrılma politikası güderse bu fena sonuçlar doğurabilir” (Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1482).

İsmet Paşa, Almanya’nın bu uyarısına aldırış etmez ve 12 Mayıs’ta Türkiye-İngiltere deklârasyonu ilân edilir! 23 Haziran’da Fransa ile de bir deklârasyon yayımlanır! Türkiye bir savaş vukuunda bu ülkelerle birlikte hareket edecektir! Almanya buna tepki gösterir ve Türkiye’ye açtığı krediyi keser. Ağır top ve denizaltı gibi Türk siparişlerini durdurur.

Türkiye, İngiltere’ye güvenerek tarafsızlıktan ayrılmış, İngiltere’nin safına geçmiş. Almanya’yı karşısına almıştı. Fakat, İngiltere Türkiye’ye yardım yapabilecek durumda değildi!

İngiltere Büyükelçisi, Dışişleri Bakanı Lord Halifax’a, Temmuz 1939’da Türkiye hakkında şunları yazar: “Türkiye, iki ay öncesine göre daha zayıftır. İngiltere ile müzakerelere başlamadan önce, Türkiye’nin mal karşılığı Almanya’ya ısmarladığı silâhlar muntazaman gelmekteydi. Şimdi bunlar durdu. General Orbay ve askerî otoriteler durumun farkındalar” (Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1484)!

İngiltere Büyükelçisi bile, İngiltere ile ittifakın Türkiye’nin menfaatine olmadığını yazıyor! Peki, İsmet Paşa neden bu ittifakı imzaladı?

Bunun nedenini İsmet Paşa’nın hâtıralarında buluyoruz. Şu sözler İsmet Paşa’nın hâtıralarından alıntıdır: “Curzon konferansın (Lozan Konferansı) ikinci devrine gelmedi. Fakat inkıtadan sonra konferans tekrar başladığı zaman, Lord Curzon’u artık karşımızda bizimle düşman gibi uğraşan bir uzaklıkta görmedim. Herkesin her arzusunu mutlaka temin etmek için canla başla çalışan bir uzaklıkta gördüm. İngilizler, daha Mudanya Mütarekesinden (11 Ekim 1922) başlayarak yeni bir politika takip etmişlerdir. 1854’ten beri bir asır denebilecek kadar uzun süren Türk düşmanı politikanın acılarını unutturmak için, uzun bir sabır devrine girmişlerdir. En ümitsiz zamanlarda bile çok sabırla uğraşmışlardır. Sulhtan sonra müşterek bir politika takip ettikleri zaman da, İkinci Cihan Harbi içinde ve sonrasında, İngilizler Türkleri kazanmak için, kırmamak için ciddî bir gayret göstermişlerdir. İngiliz diplomasisinin ve gayretinin kuvvetli tarafı şudur ki, dostluk veya düşmanlık istikametini tuttuktan sonra, onu bin bir şekilde sebat, inat ile takip edip hedefe varmakta, büyük küçük bütün memurların ahenk halinde birbirini tamamlayarak çalışırlar. Lord Curzon’un benim hakkında ne düşündüğünü bilmem. Buna dair bir vesika okumadım. Fakat bende kalan bir sevgi ve saygı hissidir. Beraber çalıştık, çok mücadele ettik. Ama karşılıklı aradığımız neticeye elbirliği ile vardığımızı zannediyorum” (Hâtıralar”, İnönü Vakfı Yayını, s. 345).

Bu itiraf gibi sözlerden de anlaşılacağı gibi, Millî Şef, Curzon’a ve İngiltere’ye hayrandır! Hâlbuki, İngiltere Musul’u Mondros Mütarekesinin imzalanmasından sonra işgal etmiş ve birtakım ayak oyunlarıyla Türkiye’den kopartmıştır! İngiltere’nin bir diğer sabıkası da 12 Ada’yı bize sormadan Yunanistan’a vermesidir! Evet, 1946 yılında yapılan Paris Antlaşması ile, 12 Ada Yunanistan’a verilmiştir. Hâlbuki bu adaları 1912 yılında İtalya bizden gasp etmişti. Yunanistan’ın bu adalar üzerinde hiçbir hakkı yoktu!

İsmet Paşa işte bu İngiltere’ye hayrandı!

BATI’NIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ

Bu konuya devam edeceğiz. Fakat, aydınlarımızın kıblesi olan Batı’nın iki yüzlülüğü hakkında bir örnek vermek istiyoruz. Bilindiği gibi, Rusya-Ukrayna savaşı başladıktan sonra Amerika ve AB ülkeleri Rusya’ya büyük yaptırımlar uygulamaya başladılar. Rusya’nın Batı bankalarındaki 300 milyar dolar varlığına el konuldu ve bunun faizi olan 50 milyar doların Ukrayna’ya verilmesi kararlaştırıldı. Rus sanatçıları Batı’daki orkestralardan kovuldu. Rus spor kulüpleri tüm müsabakalardan men edildi. Mümkün olsa, Rus klâsiklerinin okunmasını bile yasaklayacaklardı! Hâlbuki, Rusya Ukrayna konusunda Amerika’yı uyarmış ve Amerika da, NATO’nun genişlemeyeceğine dair Rusya’ya söz vermişti! Amerika sözünde durmadı! Ukrayna’nın Rusya’yı tahrik etmesini sağladı ve Rusya da Ukrayna’ya müdahale etti. Durum bundan ibaret.

Bir de, emperyalist Amerika’nın ve AB’nin desteklediği ve her türlü yardımı yaptığı Siyonist İsrail Devleti var! BM Uluslararası Adalet Divanı’nın yargıçları 2’ye karşı 13 oyla İsrail’in 7 Ekim 2023’den bu yana devam eden ve 39 bin kişinin öldürüldüğü Gazze’ye yönelik askerî saldırısının durdurulması, yaptığı tahribat için tazminat ödemesi ve İsrail’in Gazze’de ve Batı Şeria’da işgalci güç olduğu kararını verdi. İsrail bu kararı tanımıyor. Dünyaya demokrasi ve insan hakları dersi veren Amerika ve AB de bu karara aldırış etmiyor ve katil Netenyahu Amerikan Kongresinde konuşturuluyor ve konuşması defalarca Kongre üyeleri tarafından ayakta alkışlanıyor! Uluslararası Olimpiyat Komitesi de İsrail’in Paris olimpiyatlarına katılabileceği kararını veriyor!

İşte Batı ‘Medeniyeti’ bu! Sömürgeci ve Emperyalist! Demokrasi, özgürlük ve insan hakları söylemleri sadece bir kamuflajdan ibaret. Tek bir amaçları var: Siyonist sermayenin dünya hâkimiyeti! ./…


İsmail Şefik Aydın : EKSENİMİZ KAYIYOR MU NE! (4)

II. Dünya Harbi başladıktan sonra, tarafsız olan Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile ittifak yaptığından ve bu ittifakın Almanya’yı çok kızdırdığından söz etmiştik.  Bulgaristan’ın 1 Mart 1941 tarihinde Mihfer Devletlerine (Almanya ile birlikte olan devletler) katılmasıyla Almanya ile birden sınır komşusu olmuştuk! Bunun üzerine İnönü’nün dahi bir fikri devreye girer ve Almanya ile 18 Haziran 1941 tarihinde bir saldırmazlık paktı imzalanır! Türk-Alman Saldırmazlık Anlaşmasından dört gün sonra Almanya, Sovyetler Birliği’ne saldırır ve dost düşman ilişkileri iyice karışır. Türkiye, ittifak içinde bulunduğu ülkelerle savaşan bir başka ülke ile saldırmazlık paktı imzalamıştır! Böylelikle, hem İngiltere’nin ve hem de Almanya’nın dostu olmuştur!

Sabiha Sertel’in belirttiğine göre, bu anlaşma ile Türkiye; İngiltere ittifakı bâki kalmak şartıyla, artık tarafsızlık ve harp dışı kalmak durumundan çıkıyordu! Almanya ile karşılıklı, birbirlerinin menfaatlerine hizmet etmeyi taahhüt ediyorlardı. Bu anlaşmadan sonra, Hitler Almanya’sının davetiyle birçok gazeteci Almanya’ya aktılar. Basında, Almanya’nın harp gücünü göklere çıkaran yazılar yazılıyor; harp sonunda, İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin yıkılmaya mahkûm oldukları iddia ediliyordu” (“Roman Gibi”, s. 214)!

Sabiha Sertel, Almanya ile yapılan bu anlaşmadan sonra,  Tan Gazetesi’ne gelen iki okur mektubuna yer vermiş. Birinci mektup şöyle: “Birinci Dünya Harbi’ne, Kafkaslara yayılarak, imparatorluk hududunu genişletmek sevdasıyla girdik.  Evlâtlarımızı Galiçya’dan, Yemen’e kadar, Alman komutanlarının emri altında, bir cepheden bir cepheye sürükledik. Bu geçtiğimiz topraklarda yalnız mezarlar bıraktık. Yine mi bizi Almanya ile bir maceraya sürüklemek istiyorlar?”

İkinci mektup: “Hükümetimizin dış politikası, oynak bir kadının psikolojisine benziyor. Sovyetler Birliği’yle nişanlandık. İngiltere ile evlendik. Şimdi Almanya’ya kur yapıyoruz” (“Roman Gibi”, s. 215)!

Evet, II. Dünya Harbi sırasındaki ‘basiretli’ politikamız işte buydu!

Cahit Kayra, 1942 yılında, iktidarın bu Almancı dış politikasından ürkerek, haklı olarak,  “Almanlar Sovyetlere yenilirlerse bizim politikamız ne olacak?” diye soruyor!

Hitler ordularının Sovyetlere saldırmasından dört gün önce,  Almanya ile imzalanan bu antlaşma hakkında, Prof. Niyazi Berkes şu bilgileri veriyor: “‘Türkçülük ve Sovyetler’ adlı kitabın Amerikalı yazarı Albay Hostler, bu dört günlük tarih farkını anlamlı bulduğu gibi, o tarihten, l943 Ağustos’unda başlayan Stalingrad savaşına değin geçen süre içinde, basındaki anti-Sovyet saldırıların doruğa varmasını da anlamlı bulur. Stalingrat’ın düşeceğine inanıldığı için, Kafkas sınırlarında yığınak yapıldığını ileri sürer” (“Unutulan Yıllar”, s. 261).

Prof. Berkes’in belirttiğine göre, Amerikalı profesör-yazar Harry N. Howard, “Özellikle 2 Şubat 1943 tarihinden sonra, Alman ordularının Kafkaslara doğru ilerlediği ve Stalingrad’ın düşmesinin beklendiği belirsiz durumda, Türkiye’deki anti-Sovyet propagandanın en yüksek doruğuna ulaştığı” tespitini yapmaktadır (Berkes, “Unutulan Yıllar”,  s. 294).

Nedense, İnönü dönemindeki bu Anti-Sovyet politikaların üstü örtülmüş ve hep ‘Sovyet Tehditleri’ öne çıkarılmıştır! Sovyetlerin II. Dünya Harbi’nden sonra, bize karşı biraz sert bir tavır takınmasının temel sebebi, İnönü yönetiminin bu basiretsiz siyasetidir.

TÜRKİYE AMERİKA’YA YAKLAŞIYOR!

17 Mart 1943’de, hükümet programını sunan Başbakan Saracoğlu şöyle konuşmaktaydı: “Arkadaşlar! Biliyorsunuz ki, İsmet İnönü’nün Devlet Reisliğine seçilmesi haberini Amerikan Meclisi’ne bildirdiler. Amerika Meclisi de bu haberi alkış tufanı ile karşıladı. Şimdi ben de, bu yüksek kürsüden, sizin namınıza, Cumhuriyetçi ve Demokrat Türkiye’nin, Demokrat ve Cumhuriyetçi Amerika’ya selâmlarını ve saygılarını gönderiyorum” (Prof. Yalçın Küçük, “Türkiye Üzerine Tezler”, 1978,  s.206).

Yalçın Küçük, “Bu programla birlikte ilk kez, hükümet programlarından, Sovyetler Birliği’nden söz etmek kalkıyor. Bundan böyle, Amerika Birleşik Devletleri’ne ‘selâm, saygı’ göndermek âdet hâline geliyor” değerlendirmesini yapmış.

Hâkim sınıflar, yeni kıbleleri olarak Amerika’yı seçmişlerdi. Nitekim Vehbi Koç, daha 1943 yılında Amerika’ya giderek, önemli Amerikan şirketlerinin temsilciliklerini almıştı!

RUSYA ARTIK DÜŞMAN!

Ruslar Almanya’nın teşvikiyle başlayan Turancılık faaliyetlerinden oldukça rahatsız olurlar. Başbakan Saracoğlu’nun bu yüzden istifasını istiyorlar. Prof. Niyazi Berkes, Fuad Köprülü’nün bizzat kendisine, ‘Sovyet Tehdidi’ denen şeyin amacının üs değil, Saracoğlu hükümetini düşürmek olduğunu söylediğini belirtiyor (Berkes, “Unutulan Yıllar”, s. 342)!

Nitekim, Doğan Avcıoğlu’nun belirttiğine göre, Nurullah Esad Sümer de, şu sözleriyle bunu doğrulamaktadır: “İki memleketi ayıran güçlüklerin nedenini, Kremlin’in Saracoğlu’na duyduğu güvensizlikte aramak gerekir. Mevcut hükümeti, daha makbul bir kabine ile değiştirmek mümkün olsa, bütün gerginlik kendiliğinden uçar gider” (Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1571).

Fakat, bu gerginliğin sürmesini dileyenler de vardır!

(NOT: Nurullah Esad Sümer Maliye Bakanıdır. Uhdesinde devlet bakanlığı da bulunmaktadır. Sümerbank’ın ilk genel müdürüdür ve soyadını da (SÜMER) olarak Atatürk vermiştir.)

Nurullah Esad Sümer’le, Rus Büyükelçisi Vinogradov’un, İngiltere Büyükelçisinin verdiği bir suarede,  herkes dans pistini boşalttıktan sonra, yaklaşık 1.5 saat kadar süren söyleşisi, bu kesim için ürkütücüydü!

Doğan Avcıoğlu’nun belirttiğine göre, Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Feridun Cemal Erkin, Sovyetlerin, Vinogradov’un jestiyle tanık olunan, bu, ilişkileri düzeltme yolundaki dinamik hamlesi karşısında hareketsiz kalmanın sakıncalarını İngiltere Büyükelçisine anlatmak ve ‘ORTAK ÇIKAR’ adına, uygun bir demeçle, İngiliz İttifak Antlaşması’nı teyid ettirmek çabasındadır! Böylece, Sovyetlerin ilişkileri düzeltme manevraları etkisiz kalacaktır!

Erkin, ‘Türkiye’nin ancak, kaderini Amerika ve Büyük Britanya’ya bağlamak yoluyla esenliğe kavuşabileceğine’ inanmaktadır (Avcıoğlu, age. s. 1574)!

Yâni, Türk-Rus yakınlaşması İngiltere yanlılarını endişelendirmiştir!  ./…


İsmail Şefik Aydın : EKSENİMİZ KAYIYOR MU NE! (5)

Türkiye Plânlı Karma Ekonomi’den Vaz Geçiyor!

Atatürk’ten sonra eksen kaymasının, yâni, Atatürk’ün, ‘bu ülke ile iyi geçinin’ vasiyetine rağmen, Rusya ile dostluk bir kenara itilerek, Emperyalist Amerika’ya teslim olunmasının sonuçlarından birisi ide, Plânlı Karma Ekonomi uygulamasından vazgeçilerek, Amerika’nın tüm ‘Hür’ ülkelere dayattığı Serbest Piyasa Ekonomisinin kabul edilmesidir.

Şevket Süreyya Aydemir II. Adam kitabında, Atatürk’ün ölümünden sonra, Plânlı Karma Ekonomi politikalarından nasıl uzaklaşıldığını da anlatır. Aydemir, harp sonrasının kalkınma plânlarının, Ağustos 1947’de sudan bir takım bahanelerle, Başbakanlıktan İktisat Bakanlığı’na iade edildiğini belirterek, hazırlanan kalkınma programına ilişkin olarak şunları söyler: “Bu kalkınma programlarını hazırlayanlar, her şeyden evvel, kendi işlerimizi, evvelâ kendi gücümüzü harekete geçirerek ve kendi teşkilâtlanma imkânlarımızdan faydalanmak yolu ile başarmayı düşünüyorlardı. Bu inancımız, ‘henüz zinde olan Millî Mücadele Ruhu’ ve 1930-1938 arasındaki iktisadî tecrübe ve başarılarımızdan geliyordu. Kaldı ki, harp yıllarının bin bir sıkıntısına rağmen, ne bütçe açıktı, ne de İktisadî Devlet Teşekkülleri zarardaydı! Sümerbank ve Etibank 1944-1945 bilânçolarını kârla kapatmışlardı. 1950’ye öyle girildi. Hem de meselâ, Ereğli kömürleri işletmesine kömürünü maliyetinden aşağı satmak; Sümerbank’a, dokumalarını özel teşebbüsten ucuza satmak emirleri verilmesine rağmen” (“II. Adam”, Cilt II, s. 403, 404)!

Cahit Kayra da bu konuda şu bilgileri veriyor: “1943 yılında, ‘Savaş Sonrası Plânlama Örgütü” adı altında Bakanlardan oluşan bir çalışma komisyonu kuruldu. Bu komisyonun üyeleri Maliye Bakanı Nurullah Sümer, Ekonomi Bakanı Fuad Sirmen, Ticaret Bakanı Celâl Siren, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Şevket Raşit Hatipoğlu’dan oluşuyordu. Komisyonun sekreterliğini Şevket Süreyya Aydemir yapmaktaydı. Aslında bu plânı, Nurullah Sümer ile Şevket Süreyya Bey hazırlamışlardı. Bu plânın stratejisi ‘SANAYİLEŞME’ idi. Plâna göre, sanayileşme dalları şöyle düzenlenmişti: Dokuma, Kağıt-Selülöz, İnşaat Malzemesi, Kimya Sanayisi, Makine-Madeni Eşya, Madencilik-Elektrik Santralleri. Plân’ın uygulama maliyeti 1.345 milyon liraydı ve bunun 610 milyon lirasının dışarıdan sağlanması düşünülmüştü. Hazırlanan plânın ikinci tablosunda, bu alanlardan her birinde kurulacak tesisler, teker teker ve bütün ayrıntılı bilgileri de içerecek şekilde gösterilmişti. Söz gelişi, Kimya Sanayisinde kurulacak soda, göztaşı, karbondioksit gibi fabrikaların bölgeleri, yerleri, maliyetleri, yaratacakları istihdam gibi bütün ayrıntılar tespit edilmişti. Bu ciddî bir plândı ve Türkiye’nin ciddî anlamda sanayileşmesini hedefliyordu. Ne var ki, Recep Peker Hükümeti ayrıldıktan sonra, yerine geçen Hasan Saka zamanında bu plânlama uygulamadan çekildi. Amerikalılar bu plânı alıp incelemeyi dahi reddetmişlerdi (“Devletçilik-Altın Yıllar-“, s. 383)!

Cahit Kayra, Amerika ile ilişkilerimiz konusunda da şu bilgileri veriyor: “1947’de Şemsettin Günaltay Hükümeti Uluslararası İmar ve Kalkıma Bankası’na başvurarak, Türkiye’nin kalkınması konusunda yapılacak çalışmalar için bir uzman gönderilmesini istedi. Amerikalı uzman James Barker kalabalık bir grupla Türkiye’ye geldi, çalışmalarına başladı. Ancak bu çalışma grubuna yerli uzmanlardan kimse alınmadı. Barker Raporu 1951 yılında Demokrat Parti Hükümeti’ne verildi. Bu raporda özellikle göze çarpan konular şunlardı: Kamu sektörünün öneminin azaltılması, sanayiye çok az kaynak ayrılması, en büyük yatırımların karayollarına yönlendirilmesi (karayollarına 850 milyon, sanayi yatırımlarına 150 milyon dolar ayrılması), kamuda daha liberal yöntemlere gidilmesi. Bu raporda Köy Enstitülerinden vazgeçilmesi de vardı” (Cahit Kayra, “Devletçilik-Altın Yıllar-“, s. 394)!

ABD yardımlarına yön vermek üzere, Türkiye’ye gelen iktisatçı Thornburg’un, Türk Ekonomisi hakkındaki raporu da ilginçtir. Rapor, Atatürk döneminde, devletçilik denemesiyle özel girişimin gelişmesinin birdenbire durdurulmasını eleştirmekle başlar. Karabük Demir-Çelik tesislerinin tasfiyesini ister. Türkiye’nin bir lokomotif fabrikası kurmasına, makine, uçak ve dizel motoru yapımı projelerine de karşı çıkar. Thornburg, “Böyle düşünenleri Amerikalılar iyi çalışma arkadaşları saymazlar” der.

Gerek iktidardaki CHP, gerekse muhalefetteki DP, ağır sanayiye dayalı Plânlı Devletçiliği terk edip, yabancı sermayeye dayalı bir özel girişimciliği benimserler (Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1678).
Hâlbuki, İngiliz ekonomist Keynes 1930’lu yıllarda Karma Ekonomiyi savunmaktaydı! Keynes’in ekonomi teorisi, özel sektörün ağırlıklı olduğu ama devlet ve kamu sektörünün büyük role sahip olduğu bir karma ekonomiyi savunmaktaydı.

Yazar İsmail Tokalak bu konuda şu değerlendirmeyi yapmış: “Keynesçi ekonomi, devletin piyasada etkin bir şekilde rol alarak, piyasayı dengelemesi gerektiğini savunuyordu. Fakat, korumasız piyasayı daha iyi sömürüp soymaya alışmış Batılı güçler, devletin piyasayı dengeleyen müdahalesinden hoşlanmıyorlardı. Kuzu postuna bürünmüş kurtlar için, çobansız ve çoban köpeksiz koyun sürülerini yönlendirmek ve talân etmek daha kolaydı. Sonuç ise, sınıflararası gelir dağılımını daha da bozdu” (İsmail Tokalak, “Üst Akıl”).

Devletçiliğe karşı çıkan Maks Weston Thornburg bile, raporunda, KİT’lerin senelik satış miktarının l milyar lira tuttuğunu belirtmekte; bu kuruluşlarda çalışan idarecileri “Zekâları yüksek, tahsilleri esaslı ve bir grup olarak, Amerika’da kendi işlerini yapanlar kadar sanayi faaliyetlerini idare edebilecek kabiliyette insanlar” olarak vasıflandırmaktadır (Emin Değer, “Oltadaki Balık Türkiye”, s. 360, 362)!

Çünkü o yıllarda, KİT’lerin başına işin uzmanları getiriliyordu. Yâni, “Emanet ehline veriliyordu!” Demokrat Parti iktidarı sanayide özel sektörün öne çıkmasını sağladı. Fakat, KİT’lere de düşman gözüyle bakılmadı. Bunların özelleştirilmeleri önerilerine direnildi! Çok partili sistemin ilerleyen yıllarında ise, bu kuruluşların başına partili yandaşlar getirilecektir. KİT’lerin başına getirdikleri vasıfsız yöneticiler ve KİT kadrolarına doldurdukları yandaşlar ile, bu kuruluşların verimliliğini yok eden siyasetçiler, daha sonra, Batı’dan dayatılan özelleştirme siyasetini kamuoyuna benimsetebilmek için, koro hâlinde, “KİT’ler ekonomin sırtında bir kambur” demagojisine sarılacaklardır!

Prof. Niyazi Berkes, 1940’ların politikalarını şu sözlerle eleştirir: “Kemalizm’i omuzlarından silkip atanlar, siyasî ve ekonomik bağımsızlığı sağlayacak toplumsal reformlar yolunu savunan aydınları, kökü dışarıda fikirler taşımakla suçlarlarken, asıl kendileri ulusun en yüksek siyasî ve ekonomik ilkelerini, kökü de, gövdesi de dışarıda bulunan siyasî ve ekonomik çıkarların icaplarına kendi elleriyle bağladılar” (“200 Yıldır Neden Bocalıyoruz?”, s. 105).

Ne yazık ki, bugün muhalefet partilerinin bile programlarında Plânlı Karma Ekonomi yoktur. Daha doğrusu, bu partilerin bir Millî Ekonomi Programları da yoktur!


İsmail Şefik Aydın : EKSENİMİZ KAYIYOR MU NE! (6)

Bu yazı dizisini yazmamızın sebebi, Amerika ve AB’nin baskılarından kurtularak, daha bağımsız kararlar alabilmek ve bunları uygulamak için çırpınan iktidarın bu çabalarına ‘Eksenimiz Kayıyor’ diyerek karşı çıkanların ne büyük bir yanlış içinde olduklarını göstermektir.

Önce şunu tekrar hatırlatalım ki, Siyonist sermayenin kontrolündeki finans kapitalin dünyaya hâkim olmak projesi var. Millî Devletler bunların hedefinde. Devletleri borçlandırarak bağımsızlıklarını yok etmeye çalışıyorlar. Kültür emperyalizmi ile milletlerin millî ve manevî değerlerini çürütüyorlar. Bunda da bir hayli mesafe aldıkları ne yazık ki acı bir gerçek. Sözde çağdaşlaşmak adına bunların dünyaya dayattıkları LGBT ve Cinsiyetsizleştirme kepazeliği sorgulanmadan benimseniyor. Satın aldıkları işbirlikçiler ya da sömürgeci ve emperyalist Batı’nın ‘Medeniyetin Beşiği’ olduğuna inanan birtakım ahmaklar vasıtasıyla, milletimiz bu dayatmaları kabule zorlanıyor.
Ne yazık ki, Erdoğan düşmanlığı, muhalefetin bu gerçekleri ve iktidarın daha bağımsız bir Türkiye gayretlerinin görülmesini de engelliyor.

Meselâ; 1952’de NATO’ya üye olduk. Bu teşkilât, Siyonistlerle işbirliği içinde olan sermayenin Dünya Hâkimiyeti projelerinin bir ayağından başka bir şey değil. Rusya, Ukrayna’da aslında NATO ile savaşıyor. Biz de NATO’nun bir üyesi olmakla birlikte, bu işin dışında kalmaya çalışıyoruz. NATO’nun Karadeniz’e girmesini önlemek için Montrö’yü titizlikle savunuyoruz. Bu tavrımız elbetteki Amerika’nın öfkesini ve Rusya’nın da takdirini kazanıyor.

Türkiye Batı’ya olan bu bağımlılığını, yükselen Doğu ile işbirliği yaparak aşmak gayreti içinde. İşte ŞİÖ (Şangay İşbirliği Örgütü) ve BRİCS (Brezilya, Rusya, Çin ve Güney Afrika Devletinin üye olduğu bir siyasî yapılanma) ile geliştirmek istediğimiz ilişkileri bu meyanda değerlendirmek gerekir. Fakat bu ilişkiler muhalefet tarafından tepki ile karşılanıyor.

CHP eski Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi Doğu’ya yaklaşmamız hakkında şu hazin değerlendirmeyi yapmıştı: “Sayın Başbakan’ın Kazlıçeşme mitinginde yaptığı konuşma, Türkiye adına endişe vericidir. Orda, İslâm dünyası içerisinde, Asya’da konumlanmış bir Türkiye tarifini yaptı. Asya ülkesi olarak, Türkiye’yi Batı’ya, modern dünyaya meydan okuyan bir ülke konumunda değerlendirdi. Bu son derece yanlıştır. AB hedefi bir kenara atıldı. Sayın Başbakan’ın, ‘gerekirse Şanghay Beşlisi’ne üye oluruz’ değerlendirmesi, espri yapmadığı, bunu inanarak söylediği gerçeğini ortaya çıkardı. Şanghay Beşlisi demokrasi ile sorunlu ülkelerdir. Türkiye’nin yeri Şanghay Beşlisi, Asya değil, ABD’dir!” (Aydınlık, 21. 6.2013).

Akif Hamzaçebi ayrıca, ‘Hedefimiz AB’dir diyor! Alman Başbakanı Angela Merkel’in, AB üyeliğimiz için “Türkiye’ye sürekli olarak umut verdik, dürüst olmamız lâzım” şeklindeki sözlerini ve Alman Dışişleri Bakanı Fischer’in, Danimarka Dışişleri Bakanına “Türkiye hiçbir zaman üye olamayacak… Onları önce uyutalım sonra da unutalım” derken mikrofonlara yakalandığını, hattâ bunu yakalayan gazetecinin ödül bile aldığını hatırlatalım! Peki, Alman Başbakanı Türkiye’ye karşı dürüst olalım derken, bizim siyasetçilerimiz niçin halkımıza karşı dürüst davranmıyorlar ve AB üyeliği yalanını sürdürüyorlar?

CHP’nin bir önceki Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da Amerika’da şu hazin tespitleri de yapmıştı: “Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini temel hedef olarak benimsiyoruz. NATO ittifakını önemsiyoruz ve NATO’nun önem, rol ve etkisinin daha da arttığını düşünüyoruz!”

ŞİÖ (Şangay İşbirliği Örgütü) hakkında söyledikleri ise evlere şenlik. ŞİÖ demokrasi dışı bir alanmış! CHP’nin yönü Batı imiş! Çünkü demokrasi Batı’daymış!

Batı’nın demokrasi anlayışının Filistin’deki İsrail zulmüne ortak olarak nasıl tel tel döküldüğünü görüyoruz! Batı’yı hâlâ daha ‘Medeniyetin Beşiği’ olarak gören ahmaklara Allah hidayet verir inşallah!

Türkiye’nin Atatürk’ten sonra sokulduğu Batı vesayetinden kurtulabilmesi ve daha bağımsız bir devlet olabilmesi için başta Rusya ve Çin olmak üzere, Bölge Devletleriyle işbirliği yapması bir zorunluluk. Atatürk’ün 1937 yılında, o günün bağımsız Müslüman Devletleri olan İran, Irak ve Afganistan’ın katılımıyla kurduğu Sâdâbat Paktı günümüzde de örnek alınmalıdır. ‘Atatürkçü’ olduklarını iddia edenler bu paktı ve Atatürk’ün dış politikasını özellikle incelemelidirler.

Rusya, İran ve Irak’la anlaşmamızdan sonra, Barzani Devleti’nin nasıl geri adım atmak zorunda kaldığını ve Kerkük’ten nasıl tasfiye edildiğini gördük. Bu da bize, Atatürk’ün Sâdâbat Paktı’nın güncellenmesinin ne kadar hayatî önem taşıdığını göstermektedir.

Mahmut Övür Sabah’ta, Türkiye’nin yerli ve millî bir anlayışla savunma alanında bağımsızlıkçı bir çizgiye nasıl taşındığını anlatmış.

İHA ve SİHA’larla başlayan bu süreç artık KAAN’dan TCG Anadolu’ya ve uzun menzilli füzelere kadar uzandı. Şimdi artık Gök Vatanı savunacak olan Çelik Kubbe noktasına gelindi.

Türkiye Amerika’dan Patriotları alamadı ama, artık kendi savunma silâhlarını kendisi üretiyor.

‘Müttefikimiz’ Amerika’dan savunma füzelerini alamayınca, Rusya’dan S-400’leri satın almıştık. Amerika bu nedenle bize karşı, düşman ülkelere uygulanan CAATSA yaptırımlarını devreye sokmuştu. Amerika her nedense Girit adasındaki S-300’Ler görmezden gelmişti!

İlginç ve hazin olan ise, Türkiye S-400’leri satın aldığında, bazı muhalefet liderlerinin ‘Bize kim nereden saldıracak ki?’ diyerek, Türkiye’nin hava savunması için önemli bir silâh olan bu füzelerin alınmasına karşı çıkmalarıydı. Ne yazık ki, siyasî ihtiraslar millî menfaatlerin önüne geçebiliyor!

Böyle bir ülkede güçlü bir İç Cephe’nin kurulması mümkün müdür?

Dünyaya Çok Partili sistemi dayatan Siyonist Sermaye ve işbirlikçilerinin amaçlarının güçlü bir İç Cephe’nin varlığını imkânsız kılmak olduğunu hatırlatalım.

Sultan Abdülmecid’den itibaren yaşadıklarımızı incelediğimizde, bu gerçek apaçık bir şekilde görülecektir. Fakat ne yazık ki, siyasetçilerimiz ve aydınlarımız tarihimize pek ilgi duymazlar.

Sözün özü, bu yazımıza neden ‘Eksenimiz Kayıyor mu Ne!’ diye, nükteli bir başlık koyduk? Çünkü, bâzı Batı hayranı çevreler, Türkiye’nin büyük Atatürk’ün Tam Bağımsız Türkiye ideali doğrultusundaki gayretlerini bir ‘Eksen Kayması’ olarak değerlendiriyorlar. Bilmem anlatabildik mi?