KÜÇÜK MUTLULUKLARIN İZİNDE : MÜKEMMEL GÜNLER
Pandemi sonrasında insanların birbirlerine daha şefkatle/ özenle yaklaşacaklarını beklerken, hiç de ders almamış halimize sitemle ortaya çıkan Wim Wenders’in şaheseri “Mükemmel Günler”…
Başlarken altını çizerek netleştirmek isterim, ben bir film okuyucusu değilim, sadece bende kalan tadı paylaşmak istiyorum. Bir de durdurup not ettiğim satırları, kendimce filozoflardan da ilham alarak…
Filmin tekrar eden ritüelleri bize Schopenhauer’ın “Her gün küçük bir hayattır; her uyanış ve yükseliş küçük bir doğumdur, her yeni sabah küçük bir gençliktir, her dinlenme ve uykuya geçiş küçük bir ölümdür.” sözünü hatırlatır. Kahramanımızın okuduğu kitaplardan, dinlediği müziklerden, bakışlarından ruh halini anlarız. Ve tüm film boyunca “anı yaşa” deneyimine en sade şekliyle eşlik ederiz.
Niko ile birlikte sahile gitmeye ilişkin diyalogu sonrasında “şimdi şimdidir, daha sonra daha sonradır” diye bir mantra sadece Hirayama ve Niko’nun diline takılmaz, film sonrasında bizde de kalır. Fazla okumamı bilmiyorum, ancak yazmadan geçemeyeceğim. Evden çıkarken giyinme ritüelini ve kapı önündeki çizgi gibi dizilmiş anahtarlar ve bozuk paraları almasını birkaç kez izleriz ancak kol saatini taktığını hiç görmeyiz. Bergson’un sezgisel zamanı ölçüp biçtiğimiz, koşturduğumuz matematiksel zamanın önüne geçmiş olabilir mi?
Kahramanımızın adının Hirayama olması tesadüf tabii ki değil, Wenders’ın Tokyo Story (1953) filmine selam gönderdiğini bir röportajında paylaşır. Hirayama Tokyo‘nun merkezindeki Shibuya bölgesinde Olimpiyatlar için özel tasarlanan 15 tuvaletin temizliğini yapan, yalnız yaşayan ve görünmez bir çalışan. Onu çocuklar görse de yetişkinlerin çoğu için görünmez. Filmin 13.dakikasında ilk kez kahramanımızın sesini duyuyoruz, o kadar ritüellerini tadını çıkarak gerçekleştirir ki biz de onun dünyasına girebildiğimizi varsayarız. Hatırlayalım yeğeni ile konuşurken “dünyada birçok dünya olduğunu” söylüyor. Ablası/ ya da kız kardeşiyle dünyalarının kesişmemesinin tam nedenlerini bilemesek de tahmin yürütürüz. Babasının dünyasında da kendi yeri yoktur, yaşamında ilk çemberde pek kimse de yoktur. Diğerlerinin dünyasına girme cesareti yok diyebilir miyiz bilmiyorum. Ancak bu sade ve bir şekilde yaşamın içinde bir şekilde de uzağındaki hayatın kendi seçimi olduğunu biliriz. Tuvaletler herkesin tek başına kaldıkları yerler, orayı temizlemek belki de önceki yaşamından kalan bir mesele, bu arada temizlediği tuvaletlerde hep çok temiz, birkaç parça kağıt dışında hiçbir tatsız sahneyle karşılaşmayız. Ne kadar bağdaştırabiliriz bilmiyorum ancak kendi temizliği için de halka açık bir yer seçmesi de bize yorum yapacak alan açabilir.
Okuduğu kitaplardan hakkında cümle kuracak birkaç satır yakalamaya çalışmak çok eğlenceli. Mesela Wenders neden William Faulkner’in Çılgın Palmiyelerini seçmiş olabilir diye baktığımda, Serseri Aşıklar (1960) filmindeki ) “Acıyla yokluk arasında acıyı seçiyorum ben” cümlesi ile karşılaşmak gibi…
Ya da kasetten dinlediği müzikleri Shazamlayarak sözlerini okumak için filmi birkaç kez durdurmak da keyifliydi. Meraklısına ek not ilk başta filmin adı “Komorebi” olarak düşünülmüş, Japonca ağaçların arasından sızan güneş ışıkları için verilen isim, ancak filmin sonuna doğru dinlediğimiz Lou Reed’in “Perfect Day” şarkısı filmle dans edince, filmin adı böylece “Perfect Days” olmasına karar verilmiş.
***
Güzel yol şarkıları olarak Perfect Days eşlik etsin isterseniz 🎶
***
LİNK : https://open.spotify.com/playlist/61jcvgXSGrrs65QAbJghI1?si=3m7ZMMVGSXmlluD5dv1BxQ&pi=e-3HQlKjZeQLGT
Hangi filozofların sesini duyuyoruz?
Ağaçların heybetine ve kapsayıcılığına bir saygı duruşu fonda olurken şehrin merkezinde yer alan “Skytree”’yi kaç kez gördüğümüzü saymadım. İlk yorum bir aksilik olmazsa Freud’un kulaklarını çınlatacak olsa da iki alternatifimiz daha olabilir. Platon’un kökleri gökyüzündeki idealara uzanan ağacı ve Bentham ve Foucault’un “panoptikon” yapısı ve gözetleme kuleleri… Seçip alabilirsiniz🤓
Ritüeller ve küçük mutlulukları zamanı biraz daha ağırlaştırdığımızda ne yaptığımızdan daha çok nasıl yaptığımıza doğru çekerek de yorumlayabiliriz. Bana yakın gelen yorum ise Byung Chul Han’dan muhtemelen duyacağımız bir güzelleme olabilir. Bu kadar belirsizliğin olduğu bir dünyada sürprizin olmadığı, ne ile karşılaşacağımızı bilmek istiyoruz. En azından özel günlerde… Tüm dinlerin ritüeller ile bağlarını güçlendirmesi ilk dönemlerden bu yana değişmeyen bir gerçek. Bildiğimiz bir yolculuğa dahil olduğumuzda o zaman ağacı görebiliyoruz, o zaman süpürgenin sesini duyabiliyoruz, o zaman birbirimizle ve yaşamla bağ kurabiliyoruz. Çünkü hepimiz birbirimize ve yaşama böyle bağlıyız.
Buradan da Hirayama’nın sevincini Spinoza’nın lensiyle okumak üzere davetime gelebiliriz. O da mütavazi yaşamında, optik lens yapıyordu ve örümcek ağlarını izlemekten keyif alıyordu. Berberi Spinoza öldükten sonra onun aslında ne kadar mutlu olduğunu söylemişti. Biraz içimizi rahatlatıyor nedense, Hirayama’nın da mutlu sonla filmi tamamlaması gibi…
Evet her gün uyandığımızda gökyüzüne bakıp derin bir nefes alarak bu güne şükürle başlayabilir miyiz?
Kaygılarımız, gölgelerimiz tabii ki var, hayattaysak meselelerimiz de var, umudumuz da… O kadar kaygılı olmadığını varsaydığımız ağaçlara sarılan, kendi fantezi dünyasında yaşayan evsiz karakterle Hirayama’nın birbirini gördükleri anlar da var. Ancak Hirayama bizim dünyamıza ondan daha yakın… Tüm kaygılarıyla birlikte, Kierkegaard ve Kaygıyı eklemezsek eksik kalırız tabii ki…
Şimdi zor sorularıma geliyorum, ister lider rolünden, ister eş, isterseniz anne/ baba perspektiften üzerinde düşünün, veya ne hissettiğinizi yakalamaya çalışın…
Dücane Cündioğlu “yapıbozumu” olarak filmi iki farklı açıdan yorumladığında Batı dünyası kendi yaşamını tasarlamaya kredi verirken, doğuda uyumlu olmak, başka seçeneğinin olmamasına yakınlıktan bahsetmişti. Dücane Hoca’nın kaldığı yerden kendimce devam edersem eğer “Hirayama bu kadar entelektüel olmasaydı, bu kadar bakımlı olmasaydı ne olurdu?” Onunla kurduğumuz bağ nasıl olurdu?
Biraz daha açılıyorum farkındayım… Gerçek olamayacak kadar, bence Miyazaki’nin filmleri tadında bir hayata eşlik ediyoruz. Barda eşinden ayrılan adamın “dırdırdan kurtulduğunu” söylemesi gibi, kimse olmayınca meseleler de azalıyor. Peki buna imreniyor muyuz? Ya da biraz daha kızgınlıkla mı yaklaşıyoruz? Bugünün dünyasında, her nerede yaşıyorsak kendi seçimlerimizle ne kadar sade bir yaşam tasarlayabiliriz? Önemli bir dikkat notu “Kaliforniya tarzı şişirilmiş fazla parıltılı ve birbirinin aslında çok da aynı deneyim vakumuna düşüp, takipçi sayısına oynamadan” Ve günün sonunda yine Spinoza’nın özgür iradesinin kapısını çalıyorum. Hepimiz iyi olmadan, hiçbirimiz iyi olmayacağız çünkü…
Ve son not rüyalar, gölgeler Jung/ Lacan ile ilgili bir satır beklemiş olabilirsiniz 💫 Filmdeki siyah beyaz rüya sahnelerin kredisi Wim Wenders’in eşi Donata’nın, diyerek bilgi tarafından biraz dolanıp, anlayamadığımı ve yorumlayamadığımı söyleyebilirim. Muhtemelen de açık olmayan yerler olduğu için rüya, ölüme yakın bir parça… Hiramaya’nın kendi bile anlayamazken biz nasıl anlayabiliriz ki? Yine de durdurup anlamaya çalışmak, eller, gözler, yollar, parmaklıklar ve ağaçlar çok keyifliydi…
***
Coşkumuz bol olsun, dolu dolu anlar biriktirelim ✨
***
Mine, Urla