Metin Aydoğan : Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye
TÜRK DEVRİMİ (1923-1938)
Ekonomik Kalkınma; Temel Belirlemeler
1. Dünya Savaşından sonra, dünyanın hemen her yerinde, bölgesel
yada uluslararası gerilim ve çatışmalar yaşanırken Türkiye’de, barış ve
bağımsızlık temeli üzerine de yeni bir devlet kuruluyor; toplumsal yapı,
sıradışı bir hızla ileriye doğru değiştiriliyordu. Tarihsel özellikleri, yerel
gelenekleri ve bölgesel dengeleri gözeterek, yabancılaşmadan, taklitçiliğe
düşmeden ve bağımlı hale gelmeden, yoksulluktan kurtularak uygarlaşmanın yol ve
yöntemleri araştırılıyor, tartışılıyor ve uygulanıyordu. Bu iş için ders
alınacak, başarılmış bir örnek yoktu. Ulusal bağımsızlığını elde eden yoksul
bir yarı-sömürge ülke, bağımsızlığını koruyarak nasıl kalkınabilir, nasıl
gelişkin bir toplum haline gelebilirdi? Bu amaç için izlenmesi gereken yol ne
olmalıydı?
(Metin Aydoğan, Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20.
Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık 1999, S. 341)
1923’ün dünyasında görünüm şuydu: Bir yandan sömürge sahibi
büyük emperyalist ülkeler, diğer yandan yoksul sömürge ve yarı sömürge ülkeler
ve diğer bir yanda da, kendisine bambaşka bir kurtuluş yolu çizen yeni
Sovyetler Birliği. Sömürgelerden toplumsal kalkınma yönünde alınacak herhangi
bir örnek model söz konusu değildi. Aksine, ulusal bağımsızlık için onlara
örnek olunmuştu. Batı, örnek alınabilirdi. Ancak sosyal yapı Batının kapitalist
gelişimine hiç uygun değildi. Onlar beş yüz yıl önce başladıkları
gelişimlerini, sömürgecilikten geçirerek emperyalizme ulaştırmışlar ve dünyayı
paylaşmışlardı. Emperyalist dünyada, kapitalizmin liberal dönemini yaşayıp,
ekonomik gelişmeyi, burjuva demokratik kurumlarla sağlamak artık mümkün
değildi. Liberalizm ömrünü doldurmuş, dünya ekonomisine tekelcilik egemen
olmuştu. Buna karşın Türkiye’de sermaye birikimi oluşmamış, endüstriyel üretim
başlamamış, işçi ve işveren sınıfları ortaya çıkmamıştı. Liberal kapitalizm ile
kalkınma olanaklı görünmüyordu.
Rusya’da, sosyal gelişimin doğal sonuçlarına bağlı olarak değil,
savaşın özel koşullarına dayanan bir devrim ortaya çıkmış ve toplumsal yapıyla
örtüşmeyen sosyalist bir uygulamaya girişilmişti. Rusya, Çarlık yönetiminde,
ekonomik olarak yarı-sömürge bir ülkeydi. Feodal hatta feodalizm öncesi üretim
ilişkileri toplumda varlığını sürdürüyordu. Rusya büyük bir köylü ülkesiydi. Bu
yanıyla Türk toplumuna benziyordu. Toplam nüfusuna oranı çok küçük olan bir
işçi sınıfına sahip olması bu benzerliği gidermiyordu. Buna karşın, Rus
Devrimi, bütün dünyada hatta batı ülkelerinde bile önemli bir etki yaratmış,
sömürge hakları ve Batı’daki işçi sınıfının örgütlü kesimleri için bir umut
haline gelmişti. İzlenmesi gereken yol belki bu yoldu. Zaten bilinen başka bir
kalkınma ‘yolu’ da yoktu.
Ancak, hem kapitalist hem de sosyalist kalkınma ‘yolu’, Türk
toplumunun o günkü tarihsel, sınıfsal ve toplumsa gerçeklerine uygun değildi.
Her iki yönetimin de Türkiye’de uygulanabilme şansı yoktu. O halde ne
yapılmalıydı? Türk toplumunu, ‘acı ve üzüntü veren’ yoksulluk ve gerilikten,
‘kimseye muhtaç olmadan’ hızla kurtarmanın yolu ve yöntemi ne olmalıydı? Bu
sorunun yanıtı, Kurtuluş savaşında verilen yanıtla aynı oldu; halkına, kendi
gücüne ve ülke kaynaklarına dayanarak, ulusal bağımsızlıktan hiçbir koşumda
ödün vermeden, yeni bir yol bulup izlemek… Bu yol bulundu ve uygulandı; ulusal
bağımsızlığına kavuşan geri kalmış bir ülkenin nasıl kalkınabileceğini gösteren
özgün bir örnek ortaya çıkarıldı. Özel girişimciliğe yer veren ancak kapitalist
olmayan, devletçiliği öne çıkaran ancak sosyalist olmayan veya her ikisi de
olan bir ekonomik kalkınma modeli geliştirilip uygulandı. Ne liberalizm ne de
kollektivizmin belirleyici olduğu, böyle bir modeli uygulayıp yaşatmak mümkün
müydü? Bu yol geniş köylü yığınlarının ve ulusal ekonomimin gücünü arttırıp,
toplumsal ilerlemeyi sağlayabilir miydi? Hem sağdan hem de soldan bu soruya
olumsuz yanıtlar geldi ama Kemalist yönetim, bu yönetimi kararlılıkla uyguladı
ve şaşırtıcı başarılar elde etti. Uygulamalar benzer konumdaki bir çok ülkeyi,
değişik oranlarda etkiledi. Bugün, küreselleşme politikalarının zor duruma
soktuğu, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere 21. Yüzyıla girerken;
şikayetçi oldukları ekonomik sorunlardan kurtulabilmeleri için adı verilmeden,
Kemalist kalkınma modelinin temel tercihleri öneriliyor. Kanadalı ünlü
ekonomist, Prof. Michel Chossudovsky, günümüzde yaşanan mali ve sınai
bunalımdan Dünya Bankası ve IMF’yi sorumlu tutarak, bu bunalımdan kurtulunması
için; ulusal ekonomilerin yeniden yapılandırılması gerektiğini ve öncelikle,
bütünüyle korumasız hale getirilmiş olan ulusal sanayinin koruma altına
alınarak, yerli üretimin teşvik edilmesi gerektiğini söylemektedir. (321-
“Cumhuriyet” 13 Aralık 1998) Polonya’da, ‘sosyalits’ sisteminin çözülerek
kapitalizme geçilmesinde önemli rol oynamış, Dayanışma Sendikası’nın ünlü
lideri ve eski Polonya Cumhurbaşkanı Lech Walesa, yeni düzenden de umduğunu bulamadığı
için olacak: “sosyalist sistemi ve kapitalizmi birlikte uygulamalı. İkisinden
de yararlanılarak, şimdiye dek kimsenin bulamadığı yeni bir yol bulunmalı”
(322- “Milliyet Walesa ile Konuştu” Zeynep Oral, Milliyet, 10 Ekim 1998 /
322-a; “Ulusal Kurtuluşun Sonu mu?” Samir Amin, “Büyük Kargaşa” Alan Yay. 1993
sf. 12/322-b: “Yabancı Yatırım Uyarısı” Prof. Dr. Ahmet Tonak, Cumhuriyet 8
Mart 1998) diyor. Polonyalı liderin Türk Devrimini ve Çin’deki gelişmeleri
incelemediğin anlaşılıyor.
Kemalist kalkınma modelindeki temel tercihlerin, bağımsızlığına
2. Dünya savaşından sonra kavuşan birçok ülke tarafından kullanıldığı
bilinmektedir. Bunu en iyi, 1955 yılında, 29 Asya ve Afrika ülkesinin katıldığı
Bandung Konferansı kararlarında görmek mümkündür. Üçüncü Dünya sorunları uzmanı
Mısırlı ekonomist Samir Amin: “…Tereddütsüz bir biçimde, çağımız Üçüncü
Dünya’sının ulusal projesi” olarak gördüğü Bandung kararlarını şöyle
özetlemektedir: “… üretici güçlerin geliştirilmesi, özellikle sanayi üretiminde
çeşitlendirmenin sağlanması, ulusal devlete bu sürecin yönetim ve denetimini
sağlama iradesi kazandırılması; ulusal devlete bu sürecin yönetim ve denetimini
sağlama idaresi kazandırılması; ulusal kaynaklara egemen olunması; yaratılan
artı değerin merkezileştirilmesi ve üretken yatırımlara yönlendirilmesine
olanak sağlayacak parasal dolaşımın, devlet denetimine alınması; ulusal pazara
egemen olunması ve dünya pazarlarına açılmak için rekabet gücünün artırılması,
teknolojik gelişmenin sağlanması; kalkınma sürecinin halk desteğini sağlayarak
devletin öncülüğünde gerçekleştirilmesi…”322-a Bu
ilkeler, Bandung’dan 30 yıl önce, Türkiye’de belirlenip başarıyla uygulanan
ilkelerin aynısıdır.
Çin’in, yabancı sermaye ve yabancı yatırımlarla ilgili bugünkü
tutumu, Türkiye’nin 1923-1938 arasındaki tutumuyla şaşırtıcı bir benzerlik
içindedir. Çin’deki yabancı yatırımların niteliği konusunda ODTÜ İktisat
Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Tonak şöyle söylüyor: “Çin kendi
kalkınma stratejisi içinde, gereksinim duyduğu yabancı yatırımı ülkesine
çağırıyor. Böylece teknoloji ediniyor, istihdam yaratıyor ve hatta ihracatını
arttırıyor. Ama koşullar koyuyor; işletmelerde Çinli mühendislerin
kullanılmasını, istihdamın ne kadarının Çin’den sağlanacağı Çinli yöneticilerin
şirket yönetimine girmesini ve ne kadar süre sonra yatırımın Çin’e
devredileceğini kendisi belirliyor.”322-b Ayrıca
Çin bugün, enflasyonu düşük tutmaya ödün vermeme, devlete ait merkez bankasının
bağımsız olması ve büyüme hızını istikrarlı düzeyde tutma politikalarını
uyguluyor. Bunlar bilindiği gibi Kemalist Kalkınma Modeli’nin temel
uygulamalarıydı. Bu uygulamalara karşın yabancı sermaye Çin’e yoğun olarak
geldi. Çin pazarı onlara çok çekici geliyordu. Kendi pazarına sahip çıkan ve
geliş koşullarını belirleyen ulus yöneticilerinin varlığı ve ileri sürdükleri
koşullar canlarını sıksa da, onları bu pazara yöneltmekten alıkoymuyordu.
Pazarın büyük, ücretlerin düşük olması, bütün bu koşullara karşın, uluslararası
şirketleri, Çin’de yatırım yapmaya zorlamaktadır.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 345)
Kısa sürede büyük başarı ve ilerleme sağlayan Kemalist kalkınma
yöntemi, artık Türkiye’de uygulanmıyor. On beş yıllık aktif iktidar döneminden
sonra başlayan geri dönüş, toplumsal düzeni, Kemalizmin öngördüğü sistemin tam
karşıtına dönüştürdü. Ülkeyi uzun yıllar emperyalist reçetelerle yöneten
iktidarlar, Cumhuriyet Halk Fırkasının değil, Terakkiperver ve Serbest
Fırka’nın programlarını uyguladılar. Kemalizmin devletçilik, devrimcilik ve
halkçılık ilkelerini, uzun süre adını koymadan hep ‘sol’ buldular ve
uygulamadan kaldırdılar. En ılımlı ve “Atatürkçü” olanları, devletçiliğin
‘gerçekte Atatürk’ün dünya görüşünde yer almadığını, bu ilkenin, 1929 dünya
ekonomik bunalımının zorunlu ve geçici bir sonucu olduğunu’ söylediler. 53.
Cumhuriyet hükümetinin başbakanı Tansu Çiller gibi daha açık sözlüleri ise;
‘büyük bir özelleştirme seferberliğini gerçekleştirdiklerini’ belirterek,
Türkiye Cumhuriyeti için ‘son sosyalist cumhuriyeti de yıktıklarını” iddia eden
açıklamalar yaptılar.
Kendilerini ‘demokratik sol’ ya da ‘sosyal demokrat’ diye
adlandıran siyasal kümelenmelerin de tutumları benzer nitelikteydi. Altı oktan
üçünün artık eskidiğini açıkladılar ve özelleştirme uygulamalarına itirazsız
katıldılar.
“Sosyalist” sol ise, Kemalizmi özellikle
günümüzde, incelemeye bile almadı. Dünyanın hemen her yerinde sosyalistler,
Kemalizmi, anti-emperyalist ulusal bağımsızlık ve toplumsal ilerleme hareketi
olarak görüp desteklerken, yerli ‘sosyalistler’ ne olduğunu yada olmadığını
anlamadan, incelemeden; ‘kapitalizme hizmet eden burjuva hareketi’ olduğunu
söyleyerek karşı çıktılar.
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp İzmir’e girerken:
“gerçek savaşımız bundan sonra başlıyor”(323- “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan
Avcıoğlu, İstanbul Mat. 1974 3 Cilt, sf. 1299) demişti. Bu sözler, ekonomik
kalkınma ve toplumsal ilerleme hedefinin, askeri savaşı kazanmaktan daha zor
bir mücadeleyi gerektirdiğini kavramanın bilinciyle söylenmiş sözlerdi. Yüzyıllar
süren dış sömürü, son derece geri toplumsal gelenekler ve kendi içine kapalı,
üretimsiz bir toplumun, hızla kalkınarak, bir daha eski tutsak durumuna
düşmeden, uygarlığa ulaşmasının ne denli zor bir hedef olduğu biliniyordu.
Seçilen zor yolun karamsarlık yaratmasına, elde edilen başarıların da
hayalciliğe yol açmasına izin verilmeden, ülke gerçeklerinden kopmadan,
taklitçiliğe kapılmadan, kendi gücüne ve halkına güvenerek gerçekçi bir
kalkınma yolu bulundu ve uygulandı. Kitlelerin koyu bir gerilik, eğitimsizlik,
örgütsüzlük ve yoksulluk içinde bulunması, kalkınma için gerekli olan mali
kaynak, bilgi birikimi, yetişmiş kadro ve donanımın olmaması seçilen yoldaki
kararlılığı etkilemedi. Bu anlayışla girişilen mücadelede, hem sosyal hem de
ekonomik alanda, toplumsal ilerlemeyi sağlayan olağanüstü değişim ve dönüşümler
gerçekleştirildi Ve aynı, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, az gelişmiş
dünya ulusları için, bağımsızlıklarına kavuştuklarında kalkınmak için
izleyecekleri yol konusunda, evrensel bir örnek oluşturuldu. Türk Devrimi,
dünyanın emperyalist devletler tarafından paylaşıldığı ve aralarındaki pazar
çatışmalarının aralıksız sürdüğü bir dünyada, ulusal bağımsızlığını korunarak
kalkınılacağını gösteren, ilk uygulama oldu.
Türk Devrimi’nden sonra bağımsızlığa kavuşan bir çok azgelişmiş
ülke, dünya halkları üzerinde son derece yüksek bir prestije sahip olan
Sovyetler Birliği’nin etkisinden uzun süre kurtulamadılar. Büyük çoğunluğu
bağımsızlık mücadelesi süresince bu ülkeden yardım almış bir anlamda O’na
bağımlı hale gelmişlerdi. Savaş sürecindeki ideolojik bağımlılıklar, savaştan
sonra da sürmüş ve ortaya, feodal toplumsal ilişkilerine karşın “sosyalist
uygulamalara” girişen, bir çok az gelişmiş ülke çıkmıştı. Kemalist kalkınma
modeli bu nedenle, gerçekleştirdiği başarıların somutluğuna karşın, bu tür
ülkeler tarafından yeterince incelenemedi ve sonuçlarından dersler
çıkarılamadı. Az gelişmiş ülkelerin bir bölümü, Sovyetler’den etkilenip,
gerçekleşmesi mümkün olmayan öznel siyasi hedefler peşine düşerken, diğer bir
bölümü ise emperyalizmin etki alanında kalarak yarı sömürge haline geldiler.
Dünyanın çoğunluğunu oluşturan bu ülkeler gerçek kurtuluşlarını gerçekleştirip,
dünya siyasetine ağırlıklarını koyamadılar. Ancak, 1980 sonrasında Çin’deki
uygulamalar, Doğu bloğu ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Vietnam ve Küba’daki
gelişmeler ile küreselleşme politikalarının tüm az gelişmiş ülkeler üzerindeki
yıkıcı etkileri, Kemalist politikanın yetmiş beş yıl aradan sonra yeniden bu
ülkelerin siyasi gündemine, onların kurtuluş yolu olarak girmesine yol açtı.
21. Yüzyıla girerken, küreselleşmeye karşı ulusçu eğilimlerin gelişiyor olması
ve Kemalizmin yükselen değer oyalar yeni yüzyıla taşınmasının nedenleri burada
yatıyor. Özel girişimcilikle bütünleştirilmiş devletçi politika, bu politikada
sağlanan geliştirici denge, koy aydınlanmasına yönelik eğitim atılımları,
ulusal pazarın korunması, kamu maliyesi, sağlık, ulaşım ve bayındırlık
alanlarında elde edilen başarılar, Türk devrim ilkelerini, azgelişmiş ülkeler
tarafından öğrenilmeye değer kılıyor.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 348)
Fransız yazarı Paul Gentizon 1929 yılında kaleme aldığı
kitabında Türk Devrimini devrimcilik anlamında, Fransız İhtilali’nden ve Rus
Devriminden daha ileride bulur. Ona göre; “Sürekli devrim anlayışı, Türkiye’den
başka hiçbir ülkede bu denli radikal bir tutumla uygulanamamıştır. Fransız
ihtilali, siyasi kurumlar arasında sınırlı kalmış, Rus İhtilali sosyal alanları
sarsmıştır. Sadece Türk Devrimi, siyasi kurumları, sosyal ilişkileri, dinsel
alışkanlıkları, aile ilişkilerini, ekonomik yaşamı ve toplumun moral
değerlerini ele almış ve bunları devrimci yöntemlerle, köklü bir biçimde
yenilemiştir. Her değişim yeni bir değişime neden olmuş, her yenilik bir başka
yeniliğe kaynaklık etmiştir. Ve bunların tümü halkın yaşamında yer
tutmuştur.”(324- “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” Poul Gentizon, Bilgi Yay. 2.
Baskı 1994, sf. 164) Belirlemenin abartılı olup olmadığını belirleyecek en iyi
gösterge elbette, gerçekleştirilen sosyal ve ekonomik dönüşümlerin somut
sonuçlarının incelenmesi olacaktır. Mustafa Kemal yapılan işlerin tarihsel ve
sosyal anlamını; “Biz büyük bir devrimi gerçekleştirdik. Ülkeyi bir çağdan alıp
yeni bir çağa götürdük. Bir çok eskimiş kurumu yıktık.”(325- Kurtuluş ve
Sonrası” A. Doğan, 1925, sf. 165, ak: Hüseyin Cevizoğlu “Atatürkçülük” Ufuk
Ajans Yayınları, No: 4, sf. 62) ya da; “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke. Her
çeşit düşmanla kanlı boğuşmalar. Yıllarca süren savaş. Ondan sonra içerde ve
dışarda saygı ile tanınan yeni bir vatan, yeni sosyete, yeni devlet ve bunları
başarmak için sürekli devrimler”(326- “Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi” Bilsay
Kuruç, Bilgi Yayınevi, 1987, sf. 18) sözleriyle ifade etmiştir. Bu sözler,
gerçekleştirilen devrimci dönüşümlerin, tarihsel boyutunu ve sağlanan toplumsal
ilerlemenin düzeyini gösteren ifadelerdir.
Türk Devrimi’nin, 1923-1938 arasındaki ekonomik kalkınma ve
toplumsal ilerleme dönemi, aynı Bağımsızlık Savaşı dönemi gibi, özgündür ve
ayırtedici özelliklere sahiptir. Devrim ilkeleri haline gelen bu özellikler,
bir bütün olarak kesintisiz bir biçimde uygulanmış ve Kemalizm, hem sürekli
devrimciliğini, hem de evrensel boyutunu, bu uygulamalardan almıştır. Türk
devrimi, sanayinde yoksun az gelişmiş ülkelere örnek olan yeni bir ulus-devlet
sistemi yaratmıştır.
Tam Bağımsızlığa Verilen Önem
Kendi Gücüne Dayanma
Türk Devriminde tam bağımsızlık, ulus-devlet varlığının temel
koşuludur. Bu konuda, savaş süresince takınılan ödünsüz tavır, zaferden sonra
da aynı kararlılıkla sürdürülür. Gerçek bağımsızlığın ekonomik bağımsızlığa
bağlı olduğu bilinmekte ve bu işi başarmanın askeri başarıdan çok daha zor
olduğunun bilinciyle hareket edilmektedir. Ulusal bağımsızlık konusunda,
‘ortalama çözümleri’, ‘ödün vermeye dayalı uzlaşmalar’ hiç bir koşulda kabul
edilemez. Sorun, radikal devrimci bir anlayış ve bu anlayışa uygun olan
yöntemlerle ele alınır.
Ya her yönden tam bağımsız olunacaktır ya da yok olunacaktır.
Kemalizmin ekonomik gelişme ve ulusal kalkınma konusundaki temel anlayışı
budur. Mustafa Kemal’in tam bağımsızlık konusunda pek çok açıklaması vardır. Bu
konudaki tutum sadece açıklama d düzeyinde kalmamış ve 1938’e dek, toplumsal
yaşamın her alanında uygulanmıştır. 1927 yılında okuduğu Nutuk’ta şöyle
söylüyordu: “Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak
yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve
gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun, bir ulus, uygar insanlık önünde
uşaklıktan öte bir gözle görülmeye layık olamaz. Oysa Türk Ulusunun onur ve
yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok
olsun daha iyidir. Öyleyse ya bağımsızlık ya ölüm. İşte, gerçek kurtuluşu
isteyenlerin parolası bu olacaktır.”(327- Nutuk)
Tam bağımsızlığa gösterilen duyarlılık, dar kapsamlı bir
milliyetçiliğe değil, Batı hegemonyasına ve onun kaynağı kapitalist-emperyalizme
olan karşıtlığa dayalıdır. Emperyalist işleyiş özünden kavranmış ve bu
kavrayış; uygulanabilir program ve eylemlerle, somut gerçekliğe ve ileri
düzeyde bir anti – emperyalist bilince ulaştırılmıştır. Bu bilinç, sadece
siyasi ve ekonomik araştırmalara değil bunlarla birlikte, emperyalizmle her
alanda uzun yılar savaşmış olmaya dayalıdır.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 350)
Osmanlı İmparatorluğunun gerçek çöküş nedenleri açık olarak
ortaya konmuştur. Ekonomik ve sosyal gerilik, Batı’ya bağımlılık, yabancılara
verilen ticari ve hukuki ayrıcalıklar, her alanda yaygın olar üretimsizlik,
borçlanma, siyasal ödünler; çöküş nedenleri olarak saptanmış ve kurulacak yeni
devletin bu tür eğilimlere izin vermemesi, kesin bir biçimde karar altına
alınmıştır. Ekonomik ve sosyal kalkınma, kendi gücüne dayanarak sağlanacak,
batı ülkeleriyle bağımlılık doğuracak hiç bir ekonomik beraberliğe
girilmeyecektir. Dış borçlanma ve Düyun-u Umumiye uygulamalarının yıkıcı
sonuçları akıldan çıkarılmayacak, bu tür ilişkilere asla izin verilmeyecektir.
Ekonomik bağımsızlık konusunda ilk kapsamlı resmi tavır Lozan’da
gösterilmiştir. Türklerin konuyla ilgili gösterdikleri bilinç ve kararlı tavır
galip devletleri en az Kurtuluş Savaşı kadar şaşırtmıştır. Onlar, Türkler’den
böyle bir ulusal bilinç beklemiyor ve Anadolu’da askeri eylemle ortaya çıkan
siyasi sonuçları, ekonomik ilişkilerle kısa sürede ortadan kaldıracaklarına
inanıyorlardı. Bu nedenle Lozan’ı hep, o günlerin özel koşulları nedeniyle
imzalamak zorunda kalınan geçici bir anlaşma gibi gördüler. Kalıcılığını
içlerine sindiremediler. Antlaşmayı imzalarken bile, Türkiye’nin yoksulluk
nedeniyle tek başına ayakta kalamayacağına ve kısa bir süre sonra Batı’dan
yardım isteyeceğine inanıyorlardı. Bu konuda haksız da değillerdi ülke
gerçekten tükenmiş durumdaydı. Açlık, hastalık ve her tür yoksulluk ortalıkta
kol geziyordu. Bu denli yoksul bir ülkeyi, kendi gücüne dayanarak
kalkındırmayı, çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmayı ‘düşünmek’ hayalcilikten
başka bir şey değildi. Onlara göre Türkiye, ya borç alarak ayakta kalabilecek
ya da dağılacaktı. O günkü Türkiye’nin toplumsal yapısını bilenlerin, böyle
düşünmesi olağandı. (328- İsmet İnönü’nün Atatürk haftası dolayısıyla
15.11.1960 günü Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesindeki Konuşmasından, ak.
Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam” Remzi Kitapevi, 8. Basım 1983, 3. Cilt sf.
115)
Nüfusun %90’a yakını köylüydü. Köylüler kapalı birimler halinde
yaşayan, ürettiğini tüketen ve yoksulluk sınırının altında yaşayan, örgütsüz ve
dağınık bir kitle durumundaydı. Ulaşım gelişmemiş, pazar ilişkileri
oluşmamıştı. Petrol sadece gaz lambalarında kullanılıyordu. Makinalı tarım,
motor, enerji santralları, fabrikalar, atölyeler, para piyasaları, bankalar,
ticari kurumlar Türk toplum yaşamına henüz girmemişti. Tren Eskişehir’den
Ankara’ya ancak 22 saatte gidebiliyordu. (329- “Frunze’nin Ankara’daki Temas ve
Müzakerelerine Ait Rapor” “Mejdunarodnaya Jins” Dergisi, sayı 7, 1961, ak.
Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam” Remzi Kitapevi, 8. Basım 1983, 2. Cilt, sf.
498) Şehirler birbirleriyle doğru dürüst bağlantısı olmayan büyük köyler
durumundaydı. Isınma tandır, mangal ya da kürsü denilen bir tür sobayla
yapılıyordu. Evlerde sıhhi tesisat yoktu. İçme suyu ilkel su kuyularından
karşılanıyordu. Çamaşırlar, şehre yakın çay adı verilen küçük dere kıyılarında,
çamaşır kazanlarının kaynadığı söğüt diplerinde, sabun yerine kil kullanılarak
ve tokaçla dövülerek yıkanıyordu. Otomobil, kamyon, tramvay gibi araçlarla,
toplu taşımacılık gibi kavramlar Anadolu’da bilinmiyordu. İnsanlar ulaşım aracı
olarak at, eşek başta olmak üzere, şehirler arasında kanı, şehir içinde ise
yaylı, körük ve london denilen at arabalarını kullanıyorlardı. Vali ya da
Jandarma komutanının manyetolu telefonundan başka hiç bir kişi ve kuruluşta
telefon yoktu. (330- “Mustafa Kemal’le 1000 Gün” Nezihe Araz, APA Ofset
Basımevi 1993, 2. Baskı, sf. 137) Mustafa Kemal 19 Ocak 1923 de İzmit’de
yaptığı konuşmada ülkenin yoksulluğunu şu sözlerle açıklıyordu; “Memlekete
bakınız! Baştan sona kadar harap olmuştur. Memleketin Kuzey’den Güney’e kadar
her noktasını gözlerinizle görünüz. Her taraf viranedir; baykuş yuvasıdır.
Memlekette yol yok, memlekette hiç bir uygar kurum yoktur. Memleket ciddi
düzeyde viranedir; Memleket acı ve keder veren, gözlerden kanlı yaş akıtan feci
bir görüntü arzediyor. Milletin refah ve mutluluğundan söz etmek mümkün değil.
Halk çok yoksuldur. Sefil ve çıklaktır.” (331- “Mustafa Kemal, Eskişehir –
İzmit Konuşmaları” Kaynak Yay 1993, sf. 197)
Lord Curzon’nun Lozan’da “Siz yoksul bir ülkesiniz yakında gelip
borç isteyeceksiniz” diyerek güvendiği yoksulluk böyle bir yoksulluktu. Türkiye
Cumhuriyeti Hükümeti bu yoksulluğa ve hızla kalkınma isteğine karşın Batı’dan,
Curzon’nun, düşündüğü anlamda hiç bir şey istemedi. 1938’e dek, bağımlılık
doğuracak hiçbir ilişkiye girilmedi. Ancak bu tarihten özellikle de 1945’den
sonra, Türkiye’yi yönetenler, ülkeyi adım adım Emperyalizmin uydusu haline
getirdiler.
Lozan görüşmelerinde o günkü yoksulluğa karşın, emperyalist
devletlere karşı gösterilen ulusçu direncin ne anlama geldiğini gösteren en iyi
örnek, İsmet İnönü’nün 1962 yılında Kıbrıs bunalımı sırasında söylediği, itiraf
niteliğindeki sözleridir: “Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika
izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben
bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı
çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu?
Hepsinin çevresinde uzman denen yabancılar oldu. İğfal etmeğe çalışıyorlar. Bir
görev veriyorum sonucu bana gelmeden, sefirden öğreniyorum. Bağımsızlık
savaşından sonra Lozan’da barış antlaşmasında esas mücadele bu uzmanlar
konusunda oldu. Yoksa sınırlar zaten fiili durum idi. Tanzimat işini iki devlet
aramızda çözerdik. Bütün mücadele idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek
uzman vermek için büyük ödünlerde bulunmaya hazırdılar. Dayattık. Biz onların
neden ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar, bizim neden inatla reddettiğimizi biliyorlardı.
Böyledir bu işler. Peygamber edasıyla size dünyaları vaadederler. İmzayı
attınız mı ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir,
üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu sorunun
üzerine vakit geçirmeden eğilmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika, ne
bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat sanmayınız ki
bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceğini kestiremem.”(332-
“Yön” sayı 172, ak. Doğan Avcıoğlu “Türkiye’nin Düzeni” Bilgi Yayınevi, 5.
Baskı 1971, sf. 578)
Ulusal bağımsızlık konusundaki ödünsüzlük doğal olarak, kendi
gücüne dayanmayı zorunlu kılar. Kendi gücüne dayanmak ise lafla olacak bir iş
değildir elbette. Ulusal sanayinin yaratılması, iç ve dış ticaretin
geliştirilmesi, enerji, ulaşım ve iletişim yatırımlarının gerçekleştirilmesi,
eğitimin yaygınlaştırılıp niteliğinin yükseltilmesi, toprak sorununun
çözülmesi, bütün bunlar için kaynak bulunması, üstelik bunu yoksul ve hemen hiç
sermaye birikim olmayan bir toplumda başarabilmek. Bunlar 1923 Türkiye’si için
gerçek anlamda bir hayaldi. O dönemde herkes böyle düşünüyordu.
Ancak Türk Devrim önderliği böyle düşünmüyordu. Mustafa Kemal 9
Eylül’de İzmir’e girerken “esas mücadele bundan sonra başlıyor” derken,girişilecek
işin zorluğunu ve eldeki olanakların yetersizliğini düşünerek böyle söylüyordu.
Yapılacak işler ve gerçekleştirilecek dönüşümler, ulusal birlik temelinde
yükselecek yurtsever bir toplumsal iradeyi ve süreklilik gösteren devrimci bir
kararlılığı gerekli kılıyordu. Söylenen buydu. Türk ulusu, hemen herkesin hayal
olarak gördüğü hedefler için mücadeleye çağrılıyordu. “Bir ulus varlığını ve
haklarını korumak yolunda bütün gücü ile, bütün görünür görünmez güçleriyle
ayaklanmış ve karara varmış olamazsa, bir ulus yalnız kendi gücüne dayanarak
varlığını ve bağımsızlığını sağlayamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan
kurtulamaz”(333- “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, İstanbul Matbaası
1974, 3. Cilt, sf. 1618) Mustafa Kemal’in bu sözlerle ifade ettiği anlayış,
yapacağı işlerin ve varacağı hedefin temel eksenidir.
Kemalist ideolojide her söz ve her eylem ulusal bağımsızlığa
endekslidir. Gerçek kurtuluşun, bağımsızlık ve özgürlüğün elde edilip
korunmasıyla ancak mümkün olabileceği bıkmadan açıklanır, açıklamalara uygun
davranılır ve gelecek için bu yönde uyarılar yapılır. Mustafa Kemal, 20 Mayıs
1928’de şunları söylemektedir: “Bağımsızlık ve özgürlüğünü her ne papasına ve
her ne karşılığında olursa olsun sakatlandırmaya ve sınırlandırmaya asla
hoşgörü göstermemek ve bunun için gerekirse son bireyinin kanının son damlasını
akıtarak, insanlık tarihini onurlu bir örnek ile süslemek… İşte bağımsızlık ve
özgürlüğün ne olduğunu, kapsamlı anlamını, yüksek değerini benliğinde kavramış
uluslar için temel ve yaşamsal ilke…”(334- a.g.e. sf. 1695)
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 355)
Devrimci Kararlılık
Gerek Kurtuluş Savaşı döneminde ve gerekse sosyal dönüşümler
döneminde Kemalist önderliğin, olağanüstü bir devrimci kararlılık içinde olduğu
görülmektedir. Devrimciliğin özü olan süreklilik, benzeri az görülen biçimde
Türk Devrimine egemen kılınmıştır. Hemen tüm devrimlerde görülen; iktidar
sonrası “devrimcilikte yumuşama” ve “statükoya kayma” eğilimi, Türk Devriminde
görülmez. Birbiriyle ilişkili olan devrimci atılımlar, hiçbir nedenle
ertelenmez ve kesintiye uğratılmaz. Hiçbir zorluk, geriliğe ve gericiliğe karşı
sürdürülen saldırıyı hafifletmez, ödün verdirmez. Bireysel, grupsal ya da
sınıfsal çıkarların önceliğine yer yoktur. Toplumun ‘görünen ve görünmeyen’
bütün güçleri, ulusal kalkınma ve bu kalkınmayı gerçekleştirecek olan ulus –
devlet örgütleri için kullanılır. Kemalist devrimcilik anlayışı ütopik
istemlere değil, bilimsel araştırmalara ve gerçekçiliğe dayalıdır. Kitlelerin
istemlerine yönelik somut belirlemeler, devrimci dönüşümleri sağlayacak tutarlı
bir strateji ve örgütlenmeye temel olan kuvvetler dengesi, devrimci atılımlar
için önceden araştırılan ve saptanan temel öğelerdir.
Kapsamlı ve dikkatli bir hazırlık döneminden sonra karar verilen
eyleme, ödün vermez bir kararlılıkla girişilir. Bu tavır Türk Devrimi’nin geri
dönüş sürecinin başladığı 1938’e dek eksiksiz bir biçimde uygulanır. Kurtuluş
Savaşında gösterilen devrimci kararlılık, savaştan sonra daha atak ve daha
ödünsüz bir biçimde sürdürülür. Mustafa Kemal bu süreci: “Ben Erzurum’dan
İzmir’e sağ elinde tabanca, sol elinde idam sehpası öyle geldim.”(335- “Milli
Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, İstanbul Matbaası 1973, 3. Cilt, sf. 1187) ve
“Devrimler sadece balar, bitişi diye bir şey yoktur.”(336- “Atatürk İlkeleri ve
Türk Devrimi” Hacı Angı, Angı Yayınları 1983, sf. 93) diyerek ifade eder.
Kararlılığını her aşamada gösterir ve açıklar. Erzurum’da karargah subaylarına
şunları söyler: “Arkadaşlar, ben sizleri bu ulusal davaya silah zoruyla davet
etmedim. Görüyorsunuz ki sizi burada tutmak için de silahım yoktur. Dilediğiniz
gibi memleketinize dönebilirsiniz. Fakat şunu biliniz ki, bütün arkadaşlarım
beni yalnız bırakıp gitseler de ben tek başıma kalsam da mücadeleye kararlıyım.
Ulus uğruna yaşamımı terk edeceğim. Huzurunuzda buna and içiyorum.”(337-
“Atatürk’ün Bursa Nutku” Şakir Ülker, Cumhuriyet Yayınları sf. 43)
Cumhuriyetin ilanından sonra birçok kimse Türk toplumunun
geleneksel yapısına uygun olarak Çankaya’nın, savaş sırasındaki atılganlığından
vazgeçerek, bir saray yaşantısına gireceğini beklemişti. Mustafa Kemal’in
padişah ve halife olmasını isteyenler çoğunluktaydı. İktidar nimetleri
‘tatlı’ydı ve bunu ele geçirenler bu ‘tat’tan hiç vazgeçmemiş, onun için her
türlü ödünü vermişlerdi. Bu tavır Türk toplumunun geleneğiydi. Ancak Çankaya
1938’e dek ‘bir derim karargahı olmaya’ devam etti. Girişilen devrimci eylemlerde
göze alınan risk sınırı, devrimci kararlılığın da göstergesidir. Falih Rıfkı
Atay bunu şöyle anlatır: “Mustafa Kemal bir karşı ayaklanmadan korkmaz.
Ordudaki zafer arkadaşlarına ve halk içindeki mistik nüfuzuna güvenmektedir.
Komutanına ve subaylarına tamamen bel bağladığı muhafız kıtası ardır. Çankaya
Türkiye’de tutunabileceği tek tepe olsa, bu muhafız kıtasıyla ihtilalini o
tepede savunacak ve oradan tekrar bütün memleketi etrafında toplayacaktır. Bu
son silahtır.”(338- “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş Yay. sf. 377)
Devrimcilikte gösterilen kararlılık ve irade sağlamlığı,
gerçekleştirilen bütün eylemlerde uygulanmıştır. İç ve dış hiç bir karşı çıkış
bu iradeyle baş edememiştir. Yaşama geçirilen bu anlayış belirlediği hedeflere
ulaşmak için bilimi esas alır, dogmatizme yer vermez. Atılacak devrimci adımın,
toplumun tarihsel gelişim düzeyine uygun olmasına ve kitleler tarafından kabul
görmesine, özel önem verilir. İçinde bulunulan ortam ve koşullar görülmek
istendiği gibi değil, olduğu gibi görülür ve buna göre hareket edilir.
Toplumsal değişim yasaları, özünden kavranmıştır. Hareketi ve sürekli gelişmeyi
temel alan diyalektik mantığa ve buna bağlı olarak ileri bir tarih bilincine
ulaşılmıştır.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 357)
Mustafa Kemal, 1918 yılında Karlsbad’da tedavi görürken
günlüğüne şunları yazmıştır: “Tutuculuk mu? Asla! Sürekli değişim
zorunluluğunda olan evrende bir şeyi korumak nasıl mümkün olur? Konservatörler (muhafazakarlar-y.n),
o adamlar ki nehrin suyunu ellerinde tutmak isterler. Onların parmaklarında,
bir parça çamurdan başka şey kalmaz. Tutucu değilim, çünkü eskimiş ve kırılmış
bir alemi muhafaza edemem.”(339- “Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
Birinci Beş Yıllık Planı” Prof. Dr. Afet İnan, ak: Prof. DR. Feridun Ergin
“Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi” Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları, No:
1, Duran Ofset Matbaacılık A.Ş. 1977, sf. 9) Alıntıda belirtilen anlayış tüm
teorik ve pratik uygulamalarda belirleyici olmuştur. Mücadelenin en başında
girişilecek eylemin niteliği, sorumlulukları ve riskleri açıkça ortaya konmuş
ve bunları yüklenebilecek kararlılıkta olmayanların mücadeleye katılmamaları
istenmiştir. Mustafa Kemal, 1919’daki Erzurum günlerinde, en yakın arkadaş
gurubuyla yaptığı toplantıda şunları söyler: “İdealimizi gerçekleştirmek için
şimdiden kişi kişi yükleneceğimiz görevler ağır, zor ve tehlikeli olacaktır.
Ulusal mücadelede topyekün mücadele esastır. Büyük karşı koymalar, ihanet ve
hıyanetlerle karşılaşacağımız kuşkusuzdur. Ulusal mücadeleye atılanların
ortadan kaldırılması için, saray, hükümet ve yabancı devletler kuşkusuzdur ki
ilk andan itibaren, harekete geçeceklerdir. Ayrıca yer yer ülke halkının da
aldatılması, isyanlar ihtilaller çıkarılması ve bütün bu olumsuz hareketlerin,
ulusal mücadele aleyhine sonuçlanması ihtimal dahilindedir. Daha kim bilir,
akla gelen ve gelmeyen ne entrikalar, ne fesatlar ve ne tuzaklarla
karşılaşacağız?… Görüyorsunuz ki arkadaşlar, yürüyeceğimiz yol tehlikelerle,
çetinliklerle, hatta ölmek ve öldürmek ihtimalleriyle doludur. Sarp ve haşin
bir yoldur. Bu tehlikelere göğüs germeyen kendisinde güç, azim, imkan ve
cesaret görmeyen arkadaşlarımız varsa, şimdiden aramızdan ayrılabilirler.
Ancak, saydığım bu tehlikeleri, ihtimal ve yorgunlukları göze alabilenlerdir
ki, benimle beraber çalışmayı kabul etmiş olurlar. Hiç bir arkadaşımın vicdanı,
düşüncesi, karar serbestliği, genel ve özel durumlarının gerektirdiği koşullar
üzerine etki yapmak istemem. Her arkadaş, vicdanı ile başbaşa kalarak serbestçe
düşünmeli ve öyle karar almalıdır. Memlekette ve elimizde tek tepe ve kurşun
kalıncaya kadar mücadele etme azmimizi, sürekli olarak var olacaktır ve olmak
zorundadır.”(340- “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” 1966 Mahzar
Müfit Kansu, ak. Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam” Remzi Kitapevi 1981, 8.
Baskı, 2. Cilt sf. 117)
Erzurum Kalesi’ndeki toplantıda söylenen bu sözler, söyleyen
tarafından yaşam boyu, hem kişisel olarak uygulandı, hem de devrimin temel ilkesi
haline getirildi. ‘Asi’ bir generalken de böyle yapıldı, yüksek prestije sahip
devlet başkanıyken de… Atatürk, 1935 yılında CHP kurultayında şunları
söylüyordu: “Akdeniz’i Karadeniz’e demirle bağladık. Anadolu’da özel şirketler
elindeki bütün demiryollarını satın aldık. Geçen dört yılın başlıca işleri
ekonomi alanında olmuştur. Bir çok ülke dünya bunalımı karşısında sarsılmış ve
umutsuzluğa düşmüşken, biz bu kapsamlı felaket önünde asla irkilmedik. Yurdun
ekonomisini yeni bir düzene yöneltmiş bulunuyoruz. Ulusal ticareti
düzenleyerek, iç pazarı harekete geçirip, kendimizi korumayı başardık. Asıl
önde tuttuğumuz iş, geniş bir endüstri programını gerçekleştirmeye başlamak
olmuştur. Görüyorsunuz ki yepyeni bir planlı ekonomi düzeni kurmakla
uğraşıyoruz.”(341- “Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi” Bilsay Kuruç, Bilgi y.
1987, sf. 18-19)
Tarih ve Toplum Bilinci
Türk Devrimi’nin, yüksek niteliklere sahip bir önderlik ile
başarıya ulaştığı bilinmektedir ama önderliğin bu niteliğe nasıl ulaştığı ve
düzeyinin ne olduğu yeterince bilinmemektedir. Kimileri askeri başarılarını öne
çıkarır, kimileri devlet adamlığını kimileri de seçtiği ve öncelik verdiği
ilkelerini. Bazıları tümünü reddeder, bazıları da, özünü anlamadan tümüne
birden gereksiz ve abartılı övgüler düzer. ‘Düşmanı kovmakla’ sınırlayanlar,
ideoloji olamayacağını söyleyenler, halkın sorunlarını çözmediğini iddia
edenler, ekonomik görüşünün olmadığını açıklayanlar vb. çoktur. Kemalizmin
gerçek niteliklerini bilen ve kavrayanlar, uzun ve etkili anti-Kemalist süreç
nedeniyle hep azınlıkta kalmışlardır. Kemalizm, kendi ülkesinde kendi halkına
öğretilmemektedir.
Feodal ve feodalizm öncesi göçebe ilişkilerin egemen olduğu
ilkel bir gerilik içindeki yoksul, eğitimsiz örgütsüz ve hiç bir çağdaş kurumu
olmayan bir toplumdan; yüzyıla damgasını vuran bir önder nasıl çıkabilmiştir?
Bu önder, aynı dönemdeki benzer nitelikleri toplumsal mücadelelerin hemen hiç
birinde görülmeyen; her alanda ileri düzeydeki niteliklerin tümünü birden
bünyesinde toplamayı nasıl başarabilmiştir? 57 Yıllık yaşamının 24-42 yaş
arasını askeri birliklerde ve cephelerde geçirmiş olan bir askerin, Batı
aydınlanmasını bilime kazandırdığı verileri bu düzeyde kavramış olması nasıl
açıklanabilir?
Atatürk’ün çok okuduğu biliniyor. Ancak, okumanın tek başına,
üst düzeyde nitelikleri olan bir devrim önderliği için yeterli olamayacağı da
açıktır. Bunun için, kültürel gelişkinlik yanında; bilgiye dayalı inanç
sağlamlığı; halkı tanıma, anlama ve ona güven; toplumsal-siyasal gözlem
yeteneği, devrimci cesaret, atılganlık ve kararlılığa sahip olma; yurt ve insan
sevgisi, özveri ve toplumcu anlayışa sahip olmak gerekmektedir. Bunların bir
bölümü, Mustafa Kemal’in doğal yeteneklerinde ve yetişme tarzında vardır; ama
büyük bölümü sürekli, titiz ve sabırlı bir çabaya dayalı öğrenmeyle
edinilmiştir; bir bölümü de Libya’dan Kafkasya’ya, Balkanlar’dan Irak’a kadar
çok genşi bir cephede, emperyalizmin her ırktan ordularıyla savaşarak
kazanılmıştır. Anadolu, insanı, insan niteliğini turnusolu olan savaş ve
yoksulluğun ağır koşulları altında incelenmiş ve tanınmıştır; onların özlem,
istek ve gereksinimleri, onlarla birlikte yaşayarak-çarpışarak öğrenilmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, öğrendiklerini ve yapmak istediklerini
önce kendine uygulamış ve kendisini her alanda sürekli yenilemiş ve
geliştirmiştir. Hiçbir zaman kişisel tavır, istek ve özlem peşine düşmemiştir.
Savaşta, hep askerin içinde ve önünde durmuştur. Bütün toplumsal değişim
atılımlarında, atılımın ilk uygulayıcısı olarak hep halkın içinde olmuş,
yapılmasını istediği şeyi önce kendisi yapmıştır. Yaşamın diyalektiğini
derinden kavramış ve bu diyalektiği sosyal olaylara büyük bir ustalıkla
uygulamıştır. Şu sözler bilimsel kariyeri yüksek bir tarihciye değil, Mustafa
Kemal Atatürk’e aittir: “Sosyal yapı, devamlı gelişen ve gelişmeye yönelmesi
kaçınılmaz bir durumdadır. Bilim ve teknik ise sürekli olarak yeniliklere, buluşlara
açıktır. İşte bu durum karşısında insanların istek ve gereksinimleri, hem maddi
hem manevi alanda sürekli çoğalan bir şekilde gelişir. Tarihin akışı içinde
hiçbir prensip dogmatik bünyesini koruyamaz…”(342- “Mustafa Kemal Atatürk’ten
Yazdıklarım” Prof. Dr. A. Afet İnan, Kültür Bakanlığı Yayınları, Doğumunun 100.
Yılında Atatürk Yayınları, No: 8, 198, sf. 122)
Gerçekleştirilen devrimci dönüşümlerin tamamında; sosyal
bilimlere, tarihsel gerçeklere ve kapsamlı araştırmalara dayanılarak hazırlanan
programlar uygulanmıştır. Girişilecek her atılımda, önce teorik çerçeve
belirlenir; sonra, yapılacak değişimin, var olan sosyal yapıya uygunluğu ve
başarı şansı incelenir; daha sonra eylem koşulları hazırlanır ve oluşabilecek
eylemde artık ikirciliğe yer yoktur. Planlanan hedeflere tam olarak ulaşıncaya
kadar kararlılıktan hiç bir biçimde ödün verilmez. Başarı sağlandıktan sonra bu
eyleme bağlantılı olan yeni bir devrimci dönüşümün hazırlıklarına girişilir ve
bu böyle devam eder gider. Rasih Nuri İleri’ye göre: “Atatürk hayatı boyunca
Marksizmin ünlü formülünü doğal olarak uygulamış, ‘özgürlük zorunlulukların
bilinmesinden ibarettir’ kuralına bağlı kalmıştır. Atatürk için, politikada en
beklenilmedik atılımları yaptığı, herkesi şaşırttığı zamanlarda bile ölçü, zorunlulukların,
olanakların ve sınırların çok iyi hesaplanması olmuştur.”(343- “Atatürk ve
Komünizm” Resih Nuri İleri, Anadolu Yayınları 1970, sf. 9)
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 361)
Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünce yapısının entellektüel kaynağı,
Fransız aydınlanmasının üç yüz yıllık birikimidir. Bu döneme yönelik araştırma
ve incelemelerinin yoğunluğu ne denli önemliyse, kullandığı sorgulayıcı ve
eleştirici yöntem de o denli önemlidir. Herhangi bir kişi, inanç ya da düşünce
akımının izleyicisi olmamış, değişik görüş ve düşüncelerden yararlanarak
kendine özgü bir senteze ulaşmış ve görüşlerini dönemin sorunlarına yanıt veren
evrensel bir düşünce sistemi haline getirmiştir.
Atatürk’ün özel kitaplığına kayıtlı; 862’si tarih, 261’i
askerlik, 204’ü siyasal bilimler, 181’i hukuk, 161’i din, 154’ü dil, 144’ü
ekonomi, 121’i felsefe-psikoloji ve 81’i sosyal bilimler alanında olmak üzere
4289 kitap vardır.(344- “Atatürk’ün Özel Kütüphanesi’nin Kataloğu” Milli
Kütüphane Genel Müdürlüğü, Ankara 1973, ak. Şerafettin Turan “Ata-türk’ün
Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar” Türk Tarih Kurumu
Basımevi – Ankara, 1989, sf. 9) Bu kitapların tümünün okunduğu hem de
dikkatlice okunduğu kitap kenarlarına alınan notlardan anlaşılıyor. Özel
kitaplığı dışında, İstanbul Üniversitesi kitaplığı başta olmak üzere diğer
kitaplıklardan kitap getirtip okuduğu biliniyor. Okuma yoğunluğu, ilgisini
fazla çeken kitaplar için kimi zaman uyumadan 2-3 gün çıkıyordu. Örneğin Ahmet
Hilmi’nin kitabını 1916 da Silvan’da üç gün içinde dikkatlice okuyup
incelemişti. Bir keresinde de, iki gece yatağa girmeden sadece kahve içerek,
aradabir de sıcak banyo yaparak H.G. Wells’in “Dünya Tarihinin Ana Hatları”nı okumuştu.
Okuduğu düşünürler içinde Jean Jacques Rousseau, Montes-quieu, Descartes, Kant,
Auguste Comte, Karl Marks, Alp-honse Daudet, Stuart Mill, Ernest Renan, E.
Durkheim, Herbert George Wells, Abdurrezzak Sonhoury, Max Silberschimidt,
Tollemache Sinclair, Poul Gaultier gibi yabancılar ile Namık Kemal, Tevfik
Fikret, Şehbender-Zade Ahmet Hilmi, Mizancı Murat, Ziya Gökalp, Mustafa
Celalettin, Celal Nuri, Ali Suavi gibi yerli düşünürler önemli yer tutar.
Ayrıca yoğun bir biçimde, İslami serleri de incelediğini belirtmek gerekir.
Düşünceye ve düşüncenin etkilerine ilgisi genç yaşlarında başlamıştır.
Bulgaristan’da ataşemilikter iken düşüncesiyle ilgili görüşleri, genç bir
askerden çok, bir düşün adamının görüşlerine benzemektedir: “İnsanları
etkileyen en büyük güç, fikir akımları ve bu akımları geliştirip genelleştiren
düşünürlerdir. Düşüncelerin özelliği, hiçbir karşı çıkışın çürütememesi ve
kesin bir biçimde kendisini kabul ettirmesidir. Bu ise, düşüncenin seziş
biçiminden, yavaş yavaş değişerek inanca dönüşmesiyle mümkündür. Ve öyle
olduktan sonradır ki onu sarsmak için bütün başka mantıkların, başka
usavurumların hükmü olamza.”(345- “Atatürk’ün Askerliğe Ait Eserleri” İş
Bankası Yay. Ankara 1959, sf. 14, ak. a.g.e. sf. 2)
Sosyal mücadelede, mücadele edilen ortamın maddi yapısının
bilinmesi ve özellikle sınıfsal ilişkilerin nesnel belirlemelerinin yapılması,
başarıya ulaşmak için yaşamsal önemdedir. Mücadelenin program ve stratejisini
oluşturacak bu belirlemelerin yapılabilmesi ise; yüksek nitelikli tarihsel, sosyal
ve siyasi bilinci sahip, kitlelerin istek ve özlemlerini kavramış olan bir
önderliğe sahip olmakla mümkündür.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 363)
Kemalist önderlik, Türk toplumunun sosyal yapısını, sınıfsal
ilişkilerini ve kitlelerin ruh halini bilme uygun olarak saptamış ve bu
saptamalara dayanarak oluşturduğu mücadele stratejisini, devrimci bir anlayışla
uygulayarak başarıya ulaşmıştır. Evrensel değerlerden yararlanılmasına karşın,
Türk toplumunun özgün devrim örneğiyle de Türk devrimi evrenselliğe
taşınmıştır. “Hiç bir ulus başka bir ulusun taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle
bir ulus, ne taklit ettiği ulusun aynısı olabilir; ne kendi ulusu dahilinde
kalabilir. Bunun sonucu kuşkusuz ki hüsrandır”sözlerinde ifadesi bulunun
anlayışın önemi, Sovyet modelini uygulamaya çalışan, Macaristan, Çin, Vietnam
vb. ülkelerdeki gelişmeler hatırlanırsa, daha iyi ortaya çıkacak ve Türk
Devriminin her aşamada uyguladığı bu anlayışın sağladığı başarı daha iyi
anlaşılacaktır.
Mustafa Kemal Atatürk, birçok konuşma ve yazışmasında dile
getirdiği, Türk toplumunun sosyal yapısıyla ilgili belirlemelerinin en
özlüsünü, 19 Ocak 1923 de İzmit sinema salonunda yapmıştır. Zaferden sonra halk
önünde yaptığı ilk kapsamlı konuşma olan Eskişehir İzmit konuşmaları, Türk
Devriminin temel anlayışının ana hatlarını gösteren açıklamalardır. Ülkenin
sosyal yapısıyla ilgili olarak şunları söylüyordu: “Efendiler! Milletimiz çok
zamandan beri siyasi partiler yüzünden ve siyasi partilerin ihtirasları ile
onların çatışması yüzünden bu çok büyük zararlara uğramıştır. Kendi çıkarları
unutturulmuştur. Şunun bunun çıkarının hizmetine koşulmuştur. Gerçekten ulusun
çeşitli sınıflarından bir veya iki veya üçünü alıp da diğerlerinin zararına
olarak, yalnız o sınıfın yararını sağlamakla uğraşan bir siyasi parti bizim
ulusumuz ve ülkemiz için zararlıdır. Bizim gereksinimimiz, bütün ülke halkının
el ele vererek çalışması ve bu çalışmayla elde edilecek sonuçtan ibarettir.
Bütün bu görüşlerle birlikte diyorum ki, siyasi bir kuruluş gerekmektedir.
Efendiler bilirsiniz ki, siyasi örgütler, yani partiler ekonomik amaçlara
dayanarak kurulur. Biz öyle bir parti yapacağız ki, bundan bütün ulusun, hiç
ayırım yapmadan herkesin çıkarını ve yaşam nedenlerini, mutluluğunu sağlamayı
görev edinebilsin! Buna olanak var mıdır? Evet buna olanak vardır ve bundan
başkasını ülkemizde yapmanın olanağı yoktur. Efendiler, ifade olundu ki, bizim
milletimizin asıl unsuru köylüdür, çiftçidir, çobandır. O halde bunar bir
sınıftır ve dayanmaya değer bir sınıftır. Bir parti tek başına bu sınıfa
dayanabilir ve onun çıkarını yükseltmek için çalışabilir. O halde buna karşı
çıkacak sınıfı aramak gerekmektedir. Köylünün karşısında kim düşünülebilir?
Büyük toprak ve çiftlik sahipleri. Efendiler ülkede büyük çiftlik sahibi kimler
vardır; ne kadar çiftlikleri ne kadar toprakları vardır? Efendiler bizim
ülkemizde (karşımıza alıp tasfiye edeceğimiz) büyük toprak ve çiftlik sahibi
yoktur. Olsa olsa onların toprağı diğer çiftçi ve çiftlik sahibi yoktur. Olsa
olsa onların toprağı diğer çiftçi ve köylülere göre biraz daha büyük ve
kendileri de daha iyi durumdadırlar. Dolayısıyla bunların çiftliklerini yok
etmek, toprağını parçalamaktansa, köylülerin toprağını büyütmeliyiz. Köylülerin
evlerini ve köylerini mamur etmeliyiz. O halde köylü sınıfı temeldir. Bundan
başka ne var, kasaba ve şehirlerde özel girişimciler vardır. Köylülüğün çıkarı
sağlanırsa bu girişimcilerin çıkarları zedelenir mi? Hayır, buna olanak yoktur.
Bir kere bu girişimciler halk için gereklidir. Birbirlerine gereklidirler. (Bu
nedenle) özel girişimciliği desteklemek, ileriye doğru geliştirmek gerekir. Ve
bu başlı başına dikkate alınacak bir hedeftir. Sonra efendim kasabalarda orta
tüccarlar vardır. Fakat bu orta tüccarlar da o köylü ve halk için gerekli bir
sınıftır. Bunları yok edemeyiz zarar veremeyiz. Tersine onları da korumak ve
daha çok zenginleşmesine olanak vermek zorundayız. Ülkemizin genel çıkarları
bunu emretmektedir. Bu orta tüccarların üstünde ne var? Büyük tüccarlar… Büyük
sermaye sahipleri. Sorarım efendiler, ülkemizde büyük sermaye sahibi, çok
servet sahibi kaç kişi vardır ve bunların kaç vardır. Bana Türkiye’de kaç tane
milyoner gösterebilirsiniz? Ve en zengin adamımızın kaç parası vardır?
Kapitalist olarak ortaya koyacağımız ve üzerlerine hücum edeceğimiz bunlar
mıdır? Hayır efendiler… (tam tersi) bu zengin insanlar başlı başına bu
memlekete bankalar, şimendiferler, fabrikalar, şirketler vb. sanayiyi
kursunlar” Bizi yabancıların sermayesine muhtaç bırakmasınlar… geriye ne
kalıyor efendiler: İşçiler… Toplasanız toplasanız, İstanbul’dakilerin bütün
hepsini alsanız belki yirmi binden fazla işçi bulamazsınız. Dolayısıyla yirmi
bin kişiye dayanan bir siyasi parti bu yirmi bin kişinin haklarını, ne dereceye
kadar koruyabilir. Bir ülke işçiye muhtaçtır. Bu ülkenin, ileride yapacağı bir
çok sanayi kuruluşunda çalışacak insanlara ihtiyacı vardır. İşçi bize
gereklidir. Onu koruyacağız. Koruyacağız ve daha mutlu hale getireceğiz.
Bunlardan başka (toplumumuzda) başka sınıf bulamazsınız. Yalnız aydın ve bilim
adamı denen insanlar vardır. Aydınlar olsun, okumuşlar olsun, bunlar başlı
başına kendi çıkarlarını düşünen bir sınıf olamaz. Başlı başına okumuşlar ve
aydınlar sınıfı yoktur. Ancak aydınlara okumuşlara düşen çok yüksek bir görev
vardır. Halkın içine girmek ve onlara yol göstericilik yapmak, onlara
zenginliğe ve mutluluğa kavuşmak için öncülük etmek, onları aydınlatmak,
bilgilendirmek ve başarılı kılmaktır. Sanıyorum ki, her ülkede aydınların en
insancıl, ulusal ve yurtsever görevi yalnız ve ancak bu olabilir. İşte
efendiler, halkımızın bütün bireyleri öbürünün yardımcısıdır. Birbirinin sonuç
alıcı işlerine muhtaçtır. Bunların hepsini ayrı ayrı düşünerek ve aynı hizada
mutluluğun sınırını oluşturmak ve o sınırı daha uzaklara ulaştırmak için, bu
siyasi kuruluşun adına Halk Partisi demeyi uygun buldum. Eğer ben aldatıcı bir
adam olsaydım, bu şeklin aleyhinde propagandalara neden olacağından
çekinseydim, başka isim ve ünvanlarla halkın karşısına çıkardım.” (346- “Mustafa
Kemal, Eskişehir – İzmit Konuşmaları 1923”, Kaynak Yayınları, No: 116, 1993,
sf. 233-237)
Bağımsızlık savaşının noktalandığı İzmir’in kurtarılışından 129
gün sonra yapılan bu açıklamalar, Türk Devriminin toplumsal kalkınmayı sağlamak
için izleyeceği yolun ne olacağını gösteren ilk açıklamalardır. Konuyla ilgili
belirlemeler savaştan hemen sonra açıklanmıştır ama bu belirlemeler; uzun
yıllar süren araştırma, inceleme ve gözlemlerle oluşan gerçekçi toplumsal
analizlere dayalıdırlar.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 367)
Türkiye’ye özgü bir demokratik devrim programı olan, Kemalist
kalkınma programı, kaynağını yukarıda aktarılan tespitlerden alır. Bu program,
nüfusun %90’a yakın kısmını köylülüğün oluşturduğu, siyasinin hemen hiç
olmadığı, bankacılık, iç-dış ticaret ve teknik hizmetlerin azınlıkların elinde
olduğu; sahip olduğu toprakların çok azını tarıma açabilen, ulaşım, enerji ve
makinalı üretimin hemen hiç olmadığı Türkiye’nin, toplumsal ilerleme
isteklerine yanıt veren gerçekçi bir programdır. Mustafa Kemal program konusunu
1923 yılında şöyle dile getirir: “Program yaparken hayallere kapılmamak
gerekir. Dolayısıyla biz haddimizi ve girişimimizde atacağımız adımın
derecesini düşünerek program yapmalıyız. Bizim şimdiye kadar (Kurtuluş
savaşından önce y.n.) işlerimizdeki başarısızlığımız, sonsuz istek ve hayaller
peşinde dolaşmamızdandır. Somut maddi koşullar ve akıl çerçevesinde
kalınmalıdır. Kuruntuya değer vermemeliyiz. Hedefe ulaşmak için İzleyeceğimiz
yolu duygularımızla değil, aklımızla çizmeliyiz.”(347- a.g.e., sf. 77) O
dönemde etkisi bütün dünya’ya yayılmış olan Rus devriminin ideolojik
ideallerinden, Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler içine girilmiş olmasına
karşın, taklitçilik anlamında etkilenilmemiş ve belirlenen programdan hiç bir
şekilde ödün verilmemiştir. Oysa o yıllarda, bolşevik uygulamaların hiç değilse
bir bölümünün, Türkiye’de de uygulanabileceğine inanan ve isteyenler az
değildi. Bu tartışmalar içinde Mustafa Kemal 1920 yılında Mecliste yaptığı
konuşmada; “Bizim görüşümüz bilinir ki Bolşevik ilkeleri değildir. Bolşevik
ilkeleri ulusumuza kabul ettirmeyi şimdiye kadar hiç düşünmedik ve girişimde
bulunmadır. Özellikle Bolşevizm ulus içinde gadre uğramış bir sınıf halkı
gözönüne alır. Bizim milletimiz ise tümüyle gadre uğramış, zulüm
görmüştür.”(348- “Meclis Konuşmaları” TBMM D.I, C-3, 48 İçtima, sf. 217/224,
14.08.1920) derken Türkiye’nin sınıfsal değil ulusal nitelikte bir mücadeleye
gereksinimi olduğunu ortaya koyuyor ve bu konuşmadan yaklaşık iki ay sonra 31
Ekim 1920’de Ali Fuat Cebesoy’a çektiği şifreli telgrafta; “Komünizmin değil
ülkemizde, Rusya’da bile kabiliyet-i tatbikiyesi (uygulama olasılığı) henüz
belli değildir.”(349- “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” 4. Cilt, sf. 360, ak.
Doğan Avcıoğlu “Milli Kurtuluş Tarihi” İstanbul Matbaası 1974, 2. Cilt, sf.
711) diyerek, hem toplumların tarihsel gelişim yasalarını kavramada eriştiği
düzeyi ortaya koyuyor, hem de 70 yıl sonra gerçeğe dönüşecek olan ve hiç
kimsenin aklına bile gelmeyen bir olasılığı ilk kez dile getiren insan oluyordu.
Nesnel Tavır
Kemalist önderlik, Türk Devrimini gerçekleştirirken, hiç bir
aşama ve süreçte, duygu ve isteğe bağlı davranış içinde olmamıştır. Kişisel
tercih ve idealler ne düzeyde ileri olursa olsun, bunlara itibar edilmemiş,
temel tıkış noktası; toplumun sosyal düzeyi, ülkenin içinde bulunduğu maddi
koşullar ve halkın temel tercihlerini gözönünde tutmak olmuştur. Toplumsal
ilerlemenin kitlelerden kopmadan ve onlarla birlikte ancak gerçekleştirilebileceği
bilinçte tutulmuştur. “Bu memlekette çalışmak isteyenler, bu memleketi yönetmek
isteyenler, ülkenin içine girmeli ve bu milletle aynı şeyleri yaşamalı ki, ne
yapmak gerektiğini ciddi olarak anlayabilsinler.”(350- “Atatürk’ün İzmit Basın
Toplantısı” İsmail Arar, 1969, sf. 32) biçimindeki sözler, sadece ülkeyi
yönetmek isteyenlere yapılan bir öneri değildir. Burada söylenenler, sosyal
devrimlerin ancak, halk kitlelerinin katılımıyla yayılıp yaşatılabileceği ve
kitlelere önderlik edebilecek olanların bu niteliğe halkı tanıyarak
ulaşabileceğidir.
Kemalizmin halka ve devrime verdiği önem içinde, populist
eğilimlere yer yoktur. Her şey, gerçeğe ve gerçeği öğrenmeye bağlanmıştır.
Kişilere bağlı başarılar değil, kurumlar ve örgütsel ilişkilere önem verilir.
Mustafa Kemal bunu şöyle açıklar: “Benim bütün çalışmalarda ve yapılan işlerde
hareket kuralı saydığım bir tutumum vardır; o da meydana getirilen kurum ve
kuruluşların şahıslarla değil gerçeklerle yaşatılabileceğidir. Bu nedenle
herhangi bir program şunun (yada bunun y.n.) programı olarak değil, fakat
millet ve memleket ihtiyaçlarına cevap verecek düşünce ve tedbirleri içine
alması nedeniyle kıymet ve saygı kazanabilir.”(351- “Atatürk’le Konuşmalar”
Mustafa Baydar, 1964, sf. 78)
Türk Devriminde devrimci dönüşümler önceden düşünülüp
programlanmış ve uygulama koşulları oluşturulana kadar sabırla beklenmiştir.
Hiç bir atılımda, zamansız harekete geçilmemiş ama geç de kalınmamıştır.
Mücadelenin başından beri elitçilikten kaçınılmış, toplamsal geriliğe karşın
halkın devrime katılmasına çalışılmıştır. Bu nedenle örneğin; herhangi bir
parlamento geleneği olmayan bir toplumda, yürütülmesi için mutlak askeri
otoriteye gereksinim duyulan bir ölüm kalım savaşı verilirken mücadele, kurulan
bir halk meclisiyle yürütülmüştür. Hem de bu işe, meclis çoğunluğunun,
girişilen eylemin gerçek boyutlarının ne olduğunu anlamayacak kadar geri
unsurlardan oluşacağını bile bile girişilmiştir. Hareketin halk gözünden
meşruluğunu sağlama ile halkı devrimin karar ve eylem sürecine katma isteği,
önderlik otoritesinin bir bölümünün sınırlandırılmasını göze aldırmıştır.
Meclisten, savaşın acil ihtiyaçlarına yanıt verecek kararların çıkarılmasında
çok zorlanılmasına karşın bu tutumdan vazgeçilmemiş ve sorunlar bir kısım yetik
devirleriyle aşılmaya çalışılmıştır.
O dönemde çekilen yönetim ve yetki sıkıntılarının meyveleri daha
sonra toplanmıştır. Türk halkı, Ankara’yı, Meclis’i ve Mustafa Kemal’i,
kendisinin kurtuluşuyla bütünleştirmiş ve ulusal harekete katılmıştır. Bu
katılım, Kurtuluş Savaşıyla sınırlı kalmamış, 1923-1938 devrimler dönemini de
kapsamıştır. Yüzyıllara dayalı gelenek ve davranışlar, şaşırtıcı bir hızla
değiştirilmiş, eskinin yerine yepyeni bir düzen kurulmuştur. Türk halkı, eski
düzenin kendisine verdiği yoksulluk ve gerilikten, o denli bıkmış ve yeni bir
düzen kurmaya çalışan Kemalist önderliğe o denli güvenmiştir ki; gerekçelerine
katılsınlar ya da katılmasınlar, nedenlerini anlasınlar ya da anlamasınlar,
kendilerine önerilen toplumsal değişimlere içtenlikle katılmışlardır.
Kitlelerin devrim önderine olan güven ve sevgileri o denli yüksektir ki; onlar
için ‘Atatürk’ün yaptığı her şey halk içindir ve iyidir’. Dev boyutlu
sorunların aşılarak tarihin gördüğü en hızlı ve en köklü toplumsal dönüşümleri
gerçekleştirebilmenin temelinde, yapılanların tarihsel gelişime uygun olması
yanında, bu güven ve sevgi vardır. Cumhuriyet devrimlerinin, onca karşı çıkış
ve yok etme girişimlerine karşın; en azından bir bölümünün hala yaşıyor
olmasının nedeni, devrimlere halkın katılmış olmasıdır. Bu katılım olmasa hiç
bir güç yapılanları bu güne dek ayakta tutamazdı. Halkın benimsediği sosyal
değişimi yaşatmak mümkün müdür? Hangi yasa veya kararname bunu başarabilir?
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 370)
Sosyal devrimlerin ortaya çıkması için, nesnel koşulların
olgunlaşması temel koşuldur. Ancak olgunlaşan her nesnel koşul devrime yol
açmaz. Bunun için insan müdahalesi gereklidir. İnsan müdahalesi ise, devrim
koşullarını kavramış bir önderlik ve örgütlü kitleler demektir. Ne nesnel
koşullar oluşmadan, ne de insan müdahalesi olmadan, kalıcı sosyal dönüşüm olur.
Değişim için bu iki olgunun çakışması gereklidir. Mustafa Kemal Atatürk
toplumsal yenilenme ile ilgili olarak 1933 yılında şunları söylüyordu: “Bazı
şeyler vardır ki bir kanunla, emirle düzeltilebilir. Ama bazı şeyler vardır ki
kanunla emirle, milletçe omuz omuza boğuştuğunuz halde düzelmezler. Adam fesi
atar şapkayı giyer ama, alnında fesin izi vardır. Siz sarıkla gezmeyi
yasaklarsınız, kimse sarıkla dolaşamaz. Ama bazı insanların başındaki
görünmeyen sarıkları yok edemezsiniz. Çünkü onlar zihniyetin içindedir.
Zihniyet binlerce yılın birikimidir. Bu birikimi bir anda yok edemezsiniz.
Onunla sadece boğuşursunuz. Ve sonunda başarılı olursunuz.”(352- “Atatürk’ün
Sofrası” İsmet Bozdağ, Emre Yayınları, No: 38, 1995, sf. 22-23) Bu sözlerde
ifadesini bulan ve Türk Devriminin tüm aşamalarında uygulanmış olan nesnel
yöntem, aynı zamanda sosyal gelişim yasalarının temel özelliklerini özünden
kavramış olan bilinçli bir anlayışı temsil eder. Gerçekleşmesi için sürece
gereksinim duyulan sosyal dönüşümlerde, sürecin pasif bir beklemeyle değil
aktif bir mücadele ile geçirilmesi gerektiği; ilerlemeye ve gelişmeye dönük
olması koşuluyla bu mücadelenin, kesinlikle kazanılacağı ortaya koyulmaktadır.
Bu tavır bilime uygun bir tavırdır.
Kemalist düşüncede egemen olma nesnelliğin, Türk toplumunda o
güne dek hemen hiç uygulanmadığını belirtmek gerekiyor. Müneccimbaşılarının ya
da ‘bilgili hocaların’(!) istiareye yatarak (bir işin sonunun ne olacağını
görmek için abdest alıp dua ederek uykuya yatma), gördükleri rüyalara göre
politika yürüten Osmanlı padişahları az değildir. 1908’deki 2. Meşrutiyet ile
üne kavuşan Enver Paşa, kafasında kurduğu ütopyalarla, halkı perişan eden
maceralara girişmiş ve Osmanlı İmparatorluğunun sonunu hazırlamıştı.
Kemalist ideolojinin temelinde nesnelliğin yanında akılcılığın
(rasyonalizm) ve olguculuğun (pozitivizm) yattığı bilinmektedir. Akıl ve bilim
rehber edinilerek dogmalara karşı çıkılması, karşı çıkışın düşünce düzeyinde
bırakılmayıp, eyleme ve yaşamın her alanına yansıtılması, Kemalist düşünce
sisteminin temel niteliklerindendir. Özellikle dil konusunda, inançla ilgili
tüm gerçeklerin ölçütü olarak bireyi alması ve laikliği geliştirip toplumsal
yaşama uygulaması, bu niteliklerin doğal sonuçlarıdır. Kemalist düşüncenin
nesnelliğini Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 yılında söylediği şu sözleri açık
bir biçimde ortaya koymaktadır: “Ben, toplumu kendi kendime düşündüğüm, hayal
ettiğim, tasarladığım bir takım his ve düşüncelerin peşinde sürüklemek amacında
değilim. Allah beni böyle bir hatadan korusun…”(353- “Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ün 1923 Eskişehir – İzmit Konuşmaları” Arı İnan, 1982, Türk Tarih
Kurumu Yayınları)
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte başlatılan toplumsal ilerleme ve
çağdaşlaşma mücadelesi, ‘baş edilmesi olanaksız’ yokluklar ve yoksunluklar ile
sürdürüldü. Gerçekleştirilmesi istene her yenilikçi girişim, önce o girişimi
yapacak kadroların yetiştirilmesini gerekli kılıyordu. Çünkü, hemen hiç bir
alanda çağdaş eğitim görerek yetişmiş kadro yoktu. Tarımsal ürünlerden başka
bir geliri olmayan ülkede yüksek öğrenim görmüş ziraat mühendisi sayısı sadece
20 idi. (354- “Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi” Prof. Dr. Ferudun Ergin, Yaşar
Eğitim Kültür Vakfı Yayınları, No: 1, Duran Matbaacılık 1977, sf. 21) Türk
doktor, mühendis, eczacı, diş hekimi, tüccar, bankacı, sanatçı, teknisyen,
ekonomist vb. yok denecek kadar azdı. Ticaret, bankacılık ve sermaye
azınlıkları tekelindeydi. Yabancı devlet yetkilileri, bunların ülkeyi terk
etmesiyle, Türkiye’de ticari faaliyetlerin duracağı, bankaların çalışamayacağı,
hatta Türk makinist olmaması nedeniyle demiryolu ulaşımının bile
yapılamayacağını düşünüyorlardı.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 372)
Bütün bunlara karşın, ilk önce, vergi toplayan mültezimler
nedeniyle, köylünün üzerinde bir bela haline gelen ve bir şer-i vergi olan öşür
vergisi kaldırıldı. Hem de zavallı durumdaki devlet bütçesinin, üçte birine
yakınını oluşturmasına karşın. Emperyalist devletlerin kışkırttığı ve Dersim’i
ayrı tutarsak 1930 yılına dek süren gerici ve kürtçü ayaklanmalar, küçük devlet
bütçesinden büyük paylar harcanarak bastırıldı. Düşmanca tutumlarını sürdüren
büyük devletlere Düyun-u Umumiye borçları düzenli olarak ödendi.
Başlangıç döneminin bu iç karartıcı koşullarına karşın büyük bir
istek ve kararlılıkla devrimlere girişildi. Cumhuriyet kadroları için girişilen
eylem nitelikçe bambaşka bir şeydir. Bu, o insanlar için, sıradanbir ekonomik
kalkınma hareketi değildi; vaktiyle çağdaş zamana yetişmeyip geride kalmış olan
Türklerin bunu yakalama hamlesiyle, tüm ulusça girişilen, devrimci bir
başkaldırıydı. Değeri bundan ötürü büyüktü. Cumhuriyeti kuranlar, onu yaşatıp
geliştirmeye de sahip çıkmışlardı. Bu bir uygarlık özlemiydi. Hikmet Bayur’un
1939’da yaptığı değerlendirmeye göre; Cumhuriyetin 15 yılda başardıkları,
‘Osmanlı İmparatorluğunun büyüklük devrinde’ gerçekleştirdiği zaferlerden çok
daha büyüktü. (355- “Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi” Bilsay Kuruç, Bilgi yayınları
52, 1987, sf. 19)
Türk Devrimi’nin toplumun her alanında gerçekleştirdiği devrimci
dönüşümleri ayrı ayrı incelemek bu kitabın amacı değil. Bunları, gerçek
boyutlarıyla inceleyen araştırmalar vardır. Burada, 15 yılda yapılan işlerin,
sadece başlıklarıyla: belirtsek bile önümüze uzun bir liste çıkar şöyle ki:
Demokratik bir anayasayla halk egemenliği üzerinde yükselen, yeni bir yönetim
biçimi olarak Cumhuriyet yönetimine geçildi – saltanat ve hilafet kaldırıldı –
kapitülasyonlara son verildi. Din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı laiklik
ilkesi yerleştirildi- Köylüye toprak, makina, tohumluk vb. dağıtıldı, tarım
okulları, tohum ıslah istasyonları, örnek devlet tarım çiftlikleri kuruldu,
Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı, Ziraat Bankası aracılığıyla köylüye kredi
olanaklarını arttırıldı- Anadolu’nun içlerini denizlere bağlayan yeni
demiryolları yapıldı, yabancıların elindeki demiryolları bedelleri ödenerek
kamulaştırıldı- Duyun-u umumiye’nin elindeki petrol, tuz, şeker, kibrit, tütün
tekelleri devlet tekeli haline getirildi- Üretim ve tüketim kooperatifleri
kuruldu, kooperatifçilik teşvik edildi- Dış ticaret devletleştirildi- Ülkenin
sanayileşmesi için KİT ler kuruldu (Sümerbank, Etibank, TKİ, M.T.A vb.)- özel
sektör teşvik edildi- özellikle liman şehirlerinde, çok büyük bölümü
azınlıklardan oluşan tüccarlara ağır vergiler getirildi- 5 yıllık kalkınma
planları yapıldı ve uygulandı- şeriat vergisi ÖŞÜR kaldırıldı –Tekke ve
tarikatlar kapatıldı –Eğitim birliği temelinde eğitim parasız hale getirildi ve
yaygınlaştırıldı – Halkın kültürel gelişimi ve örgütlenmesi için halk evleri
kuruldu – köy aydınlanması ve toprak sorununu çözme amacıyla köy enstitüleri
planlandı ve sonra uygulandı – Millet mektepleri açıldı, okuma-yazma
seferberliği ülkenin her yanına yayıldı – Fikir ve sanat eserlerini koruma
yasası çıkarılarak, tarihsel ve kültürel değerler koruma altına alındı – Medeni
Kanun kabul edilerek vatandaşlık hakları yerleştirildi – Yeni ticaret yasası
çıkarıldı çağdaş ticari kurumlar kuruldu – Soyadı yasası çıkarıldı – Ulusal
bankacılık geliştirildi, İş Bankası, Emlak Bankası kuruldu – Türk Tarih ve Türk
Dil kurumları kurularak, ulusal tarihe ve Türkçe’ye sahip çıkıldı –Uluslararası
takvim ve saat kabul edildi – Kabotaj hakkı ulusallaştırıldı, yerli üretim
gümrük korumasına alındı – Arapça yazıdan vazgeçildi, latin alfabesi getirildi
– Toprak yasası çıkarılarak aşiretlerin bir kısım arazileri kamulaştırılıp,
yoksul köylülere dağıtıldı –Kılık kıyafet yasasıyla peçe, çarşaf, sarık, fes
vb. kaldırıldı. Ağırlık ve mesafe ölçüleri uluslararası standartlara getirildi,
okka, dirhem, arşın vb yerine kg., gr. Metre vb. kabul edildi –Enerji
santralları, barajlar, şeker, çimento ve tekstil fabrikaları kuruldu – Hafta
tatili Cuma’dan Pazar’a alındı – Ordu modernleştirildi – Kadın hakları
geliştirildi, seçme seçilme ve çalışma hakları getirildi – Kültürel gelişme
devlet desteğine alındı, Devlet Tiyatro, Bale ve Operası kuruldu – Yeni
üniversiteler açıldı – Büyük adli reformlar yapıldı, şeri mahkemeler kapatıldı,
çağdaş hukuk kurumları getirildi, mecelle kaldırıldı – Defin ve mezarlık
işleyişi şeriat adetlerinden kurtarıldı – Madenler devletleştirildi – Ormanlar
ve göller kamulaştırıldı ve korumaya alındı – Gerici ve ayrılıkçı isyanlar
bastırıldı – Barışçı dış politika egemen kılındı, özellikle komşu ülkelerle
dostça ilişkiler geliştirildi – Duyun-u Umumiye borçları düzenli olarak ödendi
– Karşılıksız para basılmadan, denk bütçe her yıl gerçekleştirildi – Halk
sağlığı ve kitle sporu geliştirildi, hastaneler, hemşire okulları ve spor tesisleri
yapıldı – Türk tarihinin ilk nüfus sayımı yapıldı – Toprak envanteri çıkarıldı,
kadastro örgütü kuruldu – Sivil havacılık geliştirildi, uçak sanayi
yatırımlarına özel önem verildi – İletişim yatırımları yapıldı, Radyo ve
Telgraf ve Telefon işletmeleri kuruldu, devlet posta örgütü yeniden
yapılandırıldı.
Mustafa Kemal 10 Eylül 1922’de İzmir’e girerken, “Bir rüya
görmüş gibiyim” (356- “Ergenekon” Yakup Kadri Karaosmanoğlu, ak. Şevket Süreyya
Aydemir “Tek Adam” Remzi Yayınevi, 1983, 8. Baskı, 3 cilt, sf. 11) demişti.
Bunca iş yapıldıktan sonra aynı sözleri artık çoğul ekiyle bütün Anadolu halkı
söylüyordu.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 375)
1923-1938: Cumhuriyet Ekonomisi
Türkiye Büyük Millet Meclisinin 3. toplanma yılı 1 Mart 1922’de
yapılan oturumla başladı Bu oturumun önemi, devam eden savaşın kaderini
belirleyecek kararların alınması değil, Ankara Hükümeti’nin, savaştan sonra
uygulayacağı ekonomik programların temel tercihlerinin görüşülmüş olmasıydı.
Savaşın henüz bitmediği bir dönemde ekonomik sorunların ele alınması, moral
yükseltici taktiksel bir yaklaşım değildi. Savaşın ibresi artık Türklerden yana
dönmüştü. Düşmanın Anadolu’dan kesin olarak atılması için Ordu hazırlanıyor,
eksikleri gideriliyor ve ‘taarruza’ göre konuşlandırılıyordu. İngiliz ve
İtalyanlar Kuvayi Milliye yönetimindeki toprakları boşaltmış, Ankara Antlaşması
uyarınca Fransızlar çekilmişlerdi. Sovyetler Birliği ile Kars Antlaşması
imzalanmıştı. Ankara bir yandan ‘büyük taarruza’ hazırlanırken diğer yandan
yeni devletin, ekonomik kalkınma için izleyeceği yolu belirliyordu.
Mustafa Kemal, o gün yaptığı meclisi açış konuşmasında ileride
devlet politikası haline gelecek olan, ekonomik görüşlerine geniş yer ayırmıştı.
Geçmişten çıkarılan dersler, var olan durum ve geleceğe dönük temel yönelmeler
bu konuşmada açık bir biçimde özetlenmiştir. Mustafa Kemal şunları söylüyordu:
“Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir? Bunun cevabını derhal birlikte verelim;
Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde,
herkesten daha çok refah, saadet ve servete hak kazanan ve layık olan da
köylüdür. Bu nedenle Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin izleyeceği yol,
bu temel amacın sağlanması yönünde olmalıdır. Köylünün çalışması sonunda elde
edeceği emek karşılığını, onun kendi yararına olmak üzere yükseltmek, ekonomi
politikamızın esas ruhudur. Özellikle tarım ürünlerimizi, benzeri yabancı
ürünlere karşı korumamıza engel olarak, milletimizi bugünkü ekonomik yoksulluğa
mahkum eden kapitülasyonların yarattığı acıklı durumu, sizlere hatırlatmadan
geçemeyeceğim. Bilindiği gibi, memleketin ekonomik durumu ve ekonomik
kuruluşlarınız, dış ülkeler tarafından sarılmış bir halde bulunuyordu. Özel
ekonomik teşebbüsler serbest Pazar ekonomisi içinde rekabet edebilecek güçlü
seviyeye varmamıştı. Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa
rekabetine karşı kendini koruyamayan ekonomik yaşantımızı, yine ekonomik
yönden, kapitülasyon zinciriyle bağladı. Ekonomik alandaki özel değerler ve
kuruluşlar yönünden bizden çok kuvvetli olanlar memleketimizde bir de fazla
olarak imtiyazlı durumda bulunuyorlardı. Kazanç vergisi vermiyorlardı.
Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman istedikleri eşyayı,
istedikleri şartlar altında memleketimize sokuyorlardı. Bu nedenlerle ekonomik
yaşantımızın bütün bölümlerinin mutlak hakimi olmuşlardı. Bize karşı yapılan bu
rekabet, gerçekten çok gayri meşru, gerçekten çok ezici idi. Rakiplerimiz bu
biçimde, endüstrimizin gelişme olanaklarını yok ettiler. Aynı zamanda
tarımımızı da zarara uğrattılar. Ekonomik ve mali gelişmemizi engellediler.
Türkiye için ekonomik yaşantımızı boğan kapitülasyonlar artık yoktur ve
olmayacaktır (o tarihte kapitülasyonların kaldırıldığına ait uluslararası bir
anlaşma olmamasına karşın, Ankara Hükümeti bunları tanımama kararı almıştı
–y.n.)
Ekonomi politikalarımızın önemli amaçlarından biri de; toplumun
genel yararını doğrudan doğruya ilgilendirecek kuruluşlar ile, ekonomik
alandaki teşebbüsleri, mali ve teknik gücümüzün ölçülerine uygun olarak
devletleştirmektir. Yerli ürünlerimizin yurt içinde kullanılmasını yaygın hale
getirmek amacıyla, gümrük konusunda, yerli mallarımızın korunmasını sağlayacak
usullerin uygulanmasına başlanmıştır. Ormanlarımız, maden hazinelerimiz, dokuma
sanayimiz korunacaktır. Çalışanların yaşam düzeyini yükseltecek olan, Zonguldak
İşçi Kanunu; Anadolu’da genel taşıma işlerini kolaylaştırmak için, otomobil ve
kamyon işleteceklere dair yönetmelik; cephedeki asker ailelerine yardım
esaslarını da içeren, tarım mükellefiyeti yönetmeliği; köylüye tohumluk
dağıtımı ile Ziraat Bankası aracılığıyla modern tarım araç ve gereçlerinin
uygun fiyatlarla dağıtılmasını öngören meclis kararları çıkarılmıştır.
İnşaat, kuruluş ve işletme yönünden, bugünkü mali gücümüzü aşan
ve büyük sermaye isteyen bayındırlık işlerinde, yabancı sermayeden, gerektiğine
göre yabancı uzmanlardan yararlanmak, memleketimizin menfaati, imarı ve
milletimizin saadet ve refahını kısa zamanda sağlama açısından gerekli
görülmektedir. Durum böyle olmakla beraber, burada da üreticilerin ve işçilerin
genel yararı dikkatle göz önünde bulundurulacaktır. Her şeyden önce milli
amacımız olan bağımsızlığımızı sağlamaya ulaşmaktan başka bir şey düşünemeyiz.
Bu nedenle bizce önemli olan mali gücümüzün bu sonucu sağlamaya yeterli olup
olmayacağıdır. Memleketimizin kaynakları, milli davamızın güvenle
sonuçlandırılmasına yeterlidir. Milli gücümüz, dış devletlerden borç dahi
almadan, fakirane olmakla beraber, memleketi yönetebilecek ve amacına
ulaştırabilecek durumdadır. Bununla beraber ben, yalnızca bu gün için değil
özellikle gelecek yıllarda devletin, memleketin refahını sağlama açısından,
mali bağımsızlığımıza büyük önem veriyorum. Bizim bugünkü uğraşımızın amacı tam
bağımsızlıktır. Tam bağımsızlık ise ancak, mali bağımsızlık ile
gerçekleşebilir. Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olursa, o devletin
yaşantısını sağlayan bütün bölümlerinde bağımsızlık, felce uğramış değmektir.
Mali bağımsızlığın korunması için ilk şart, bütçenin ekonomik bünye ile denk ve
uygun olmasıdır. Bu nedenle, devletin bünyesini yaşatmak için, başka kaynaklara
başvurmadan, memleketin kendi gelir kaynaklarıyla yönetimini sağlayacak çare ve
tedbirleri bulmak, gerekli ve mümkündür. Bu nedenle, mali konulardaki
uygulamamız, halkı baskı altına almadan, onu zarara sokmaktan kaçınarak ve
mümkün olduğu kadar yabancı ülkelere muhtaç olmadan, yeteri kadar gelir sağlama
esasına dayanmaktadır. Şu anda yararlanılamayan gelir kaynaklarından
yararlanmak ve halkın isteklerini karşılamayı kolaylaştırmak için, bazı
maddeler üzerine tekel koymak zorunlu görülmektedir.
Az zamanda olağanüstü bir çalışma yapma zorunluluğu ile karşı
karşı karşıyız. Bu zorunluluğun yerine getirilmesi bugünkü mali gücümüzü
aşmaktadır. Bu nedenle hükümetimizin diğer uygar devletleri gibi dış borç
anlaşmaları yapma zorunluluğu vardır. Ancak, dışarıdan alınan borç paraları;
şimdiye kadar Bab-ı Ali’nin yaptığı biçimde, ödemeye zorunlu değilmişiz gibi;
üretici bir yatırıma dayanmaksızın, boşu boşuna harcayıp tüketerek, devlet
borçlarımızın yükünü arttıracak ve mali bağımsızlığımızı tehlike karşısında
bırakacak bir uygulamaya kesin olarak karşıyız. Biz, memlekette halkın refah
düzeyini yükseltecek, imarı ve üretimi arttıracak ve gelir kaynaklarımızı
geliştirmeye yararlı olabilecek yöndeki dış borçlanmadan yanayız.”(357- “Gazi
Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1922, TBMM Zabıt Ceridesi”, ak. Prof. Dr. Ferudun
Ergin “Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi” Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları,
No: 1, 1977, sf. 11)
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 379)
Mustafa Kemal’in 1 Mart 1922 Meclis konuşmasından bölümler
halinde aktardığımız görüşleri, 1938 yılına dek uygulanmış ve bu uygulamalar
bir çok ülke tarafından örnek alınmıştır. Açıklanan görüşlerin, titizlikle
yapılan inceleme, gözlem ve araştırmalara dayalı olduğu açıktır. Yapılan
tercihler, günün özel koşullarının doğurduğu, geçici nitelikteki
siyasal-ekonomik yönelmeler değildir; bağımsızlığına kavuşan geri bir ülkenin,
gerçek kurtuluşunu sağlamak için izlemesi gereken yolu gösteren ve evrensel
boyutu olan belirlemelerdir. Bu görüşler, geçmişin deneyimlerini geleceğe
yönelik sonuçlar haline getiren devrimci ve bilimsel nitelikli bir
ekonomi-politik dersi ve az gelişmiş ülkelerin evrensel kurtuluş bildirgesi
gibidir.
Mustafa Kemal Atatürk, kalkınma ve ekonomik büyüme konusundaki
görüşlerini, her fırsatta dile getirmiş ve zamanın önemli bölümünü bu
konulardaki çalışmalara ayırmıştır. Bu nedenle konuyla ilgili aktarılması
gereken bir çok konuşma ve yazışma vardır. Bunların tümüne değinmek, bu kitabın
kapsamını aşacaktır. Ancak 1 Mart 1922’den bir yıl sonra, henüz Cumhuriyet ilan
edilmemişken, 17 Şubat 1923 günü İzmir’de başlayan İktisat Kongresinin
açılışında yaptığı konuşmadaki görüşlerine değinmekte yarar var: “Tarih,
milletimizin, gerilime ve yıkılma nedenlerini araştırırken, birçok politik,
askeri ve sosyal nedenler bulmakta ve saymaktadır. Kuşkusuzdur ki, bütün bu nedenler,
sosyal gerçekler olarak toplum üzerinde etkilidirler. Ancak, bir milletin
doğrudan doğruya yaşantısı ile ilgili olan, o milletin ekonomik durumudur.
Tarihin tecrübe süzgecinden arta kalan bu gerçek, bizim milli yaşantımızda ve
milli tarihinizde de kendisini tam olarak göstermiştir. Türk tarihi incelenecek
olursa, gerileme ve yıkılma nedenlerinin, ekonomik problemlerden başka bir şey
olmadığı derhal anlaşılır. Bu nedenle yeni Türkiye’mizi, layık olduğu uygarlık
düzeyine eriştirmek için, her ne olursa olsun, ekonomimizi birinci planda
tutarak, en çok bu konuya önem vermek zorundayız. Efendiler, kılıçla fetih
yapanlar, sabanla fetih yapanlara yenilmeye ve sonunda yerlerini terketmeye
mahkumdurlar. Kılıç kullanan kol yorulur; fakat saban kullanan kol, her gün
daha çok kuvvetlenir ve her gün daha çok toprağa sahip olur. Toplumsal yaşamını
sağlama yeteneğinden yoksun bir devlet, bağımsız olabilir mi? Osmanlı ülkesi,
yabancıların sömürgesinden başka bir şey değildi. Osmanlı halkı, Türk milleti
esir durumuna düşürülmüştür. Bu sonuç, milletin kendi düşünce özgürlüğü ile
egemenliğine sahip bulunamamasından, şunun bunun elinde oyuncak edilmesinden
doğmuştur. (358- a.g.e.)
Tam bağımsızlık için şu ilke vardır. Milli egemenlik, ekonomik
egemenlik ile pekiştirilmelidir. Bu kadar büyük amaçlar, bu kadar kutsal ve ulu
hedeflere, kağıtlar üzerinde yazılı genel kurallarla, istek ve hırslara dayanan
buyruklarla varılamaz. Bunların, bütün olarak gerçekleşmesini sağlamak için,
tek kuvvet, en kuvvetli temel: Ekonomik güçtür. Kanunlarımıza uymak şartıyla,
yabancı sermayeye gerekli olan teminatı vermeye her zaman hazırız. Yabancı
sermaye çalışmalarımıza eklensin ve bizim ile onlar için, yararlı sonuçlar
versin. Geçmişte, Tanzimat devrinden sonra yabancı sermaye, üstün hakları olan
bir yere sahipti. Devlet ve hükümet, dış yatırımların jandarmalığından başka
bir şey yapmamıştır. Her yeni millet gibi Türkiye bunu uygun bulamaz. Burasını
esir ülkesi yaptırmayız. (359- “Atatürk’ün 1 Mar 1922 Meclis Konuşması”, ak.
Prof. Dr. Afet İnan “Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci
Sanayi Planı” 1933, Türk Tarih Kurumu Yayınları, XVI. Seri Sa. 14, Ankara 1972,
sf. 29-34)
Kesin, yüksek ve başarılı askeri zaferimizden sonra dahi, bizi
(Lozan’da –y.n.) barışa kavuşmaktan alıkoyan neden, doğrudan doğruya ekonomik
nedenlerdir, ekonomik anlayıştır. Çünkü bu Devlet, ekonomik egemenliğini
sağlayacak olursa; o kadar güçlü bir temel üzerinde yerleşmiş ve yükselmeğe
başlamış olacaktır ki, artık bunu yerinden kımıldatmak mümkün olamayacaktır. İşte
düşmanlarımızın, gerçek düşmanlarımızın olur diyemedikleri, bir türlü kabul
edemedikleri budur…”(360- “Mustafa Kemal Atatürk’ün İzmir İktisat Kongresini
Açış Nutku”, a.g.e. sf. 34-45)
Toplumsal kalkınma için belirlenen teorik çerçeve, hiç
gecikmeden uygulamaya sokuldu. Kurtuluş Savaşı içinde, bir yandan cephelerde
savaşılıyor, diğer yandan, cephe gerisinde sosyal, ekonomik ve mali sorunlarla
uğraşılıyordu. Savaş kazanıldığında, kafalarda geleceğe yönelik coşkulu
umutlar, yüreklerde sınırsız bir ülke ve halk sevgisi vardı, ama elde avuçta
hiç birşey yoktu. Bir yandan acil çözüm bekleyen dağ gibi sorunlar, diğer
yandan halkın umut bağladığı, bilgi ve inançlarında başka şeyleri olmayan bir
avuç devrimci insan vardı. Bütün dünya özellikle de mağlup edilen Batı Avrupa
ülkeleri, adeta nefeslerini tutmuş, Ankara’nı ne yapabileceğini (daha doğrusu
yapamayacağını) merakla bekliyordu. Ülkenin içinde bulunduğu koşulları
biliyorlar ve Mustafa Kemal’in, söylediklerini yapma konusunda hiç şansının
olmadığını düşünüyorlardı. İngiliz New Conventional gazetesi bunun için, sanayi
ve ticarette yeteneksiz bir halka sahip, sermayeden yoksun Türkiye’nin,
bağımsızlığının pek kısa süreceğini ve savaş öncesindeki ekonomik bağımlılık
ilişkilerinin çok geçmeden yeniden oluşacağını söylüyordu. 71
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 382)
Göçmen ve İskan Sorunları
Mustafa Kemal, Cumhuriyetin ilanından bir gün önce, 28 Ekim 1923
günü, bütün İslam ülkelerine ve dünya müslümanlarına yayınladığı bildiriyle, bu
ülkelerden ilk ve son kez yardım isteğinde bulundu. Batı Trakya’da çok zor
durumda olan ve sürekli Türkiye’ye göç eden müslüman Türkler için aracılık
yaptığını söylüyor ve bunlara yardım edilmesini rica ediyordu. “Kardeşler, Türk
ulusu ne kadar olanak sahibi olursa o olanaklar yine de yetmez. Savaş
sırasında, Türkiye’de ayak bastıkları bayındır yerleri yıkıntı haline getiren
Yunanlılar şimdi de; hırslarına ve cinayetlerine yönetimleri altında bulunan
600 bin müslümanı seçmişlerdir. Bu insanları buralara yerleştirmeye, yer yurt
bulmaya çalışan Türkler, 600 bin kişiye ekmek vermeye, onların yok olmalarını
önlemeye çalışmaktadırlar, bunun için İslam aleminin insanlığına
başvuruyor…”(361- “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” 4. Cilt, sf. 513-514,
28.10.1923, ak. Seyfettin Turan “Atatürk’te Konular Ansiklopedisi” Yapı Kredi
Yayınları, 1993, 2. Baskı, sf. 2-6)
Cumhuriyet Hükümeti kuruluşunun hemen başında dev boyutlu bir
göçmen ve iskan sorunuyla karşı karşıya kalmıştı. Ermeniler 1915’te ülkeyi terk
ederken her yeri yakmışlardı. Doğuda yüzlerce kasaba, köy ya da mahalleden
geriye sadece yangın yerleri kalmıştı. Aynı şeyi Yunanlılar da yaptı. Yunan
ordusu çekilirken Kocaeli, Bilecik, Bursa, Balıkesir, Kütahya, Afyon ve Denizli’yi
değişik oranlarda tahrip etmişti. Uşak’ın üçte biri yakılmıştı, Manisa’nın
durumu daha kötüydü. İzmir yıkılmıştı. Türk ordusu ile birlikte İzmir’e doğru
gelen Halide Edip Adıvar, 3 Eylül 1922 günü Alaşehir’de şunları görüyor: “Şehir
bir kül yığını. İnsanların ve öküzlerin güçlükle çektikleri top arabaları
arasından geçiyoruz. Ne Yunanlılar, ne de biz ölülerimizi gömmeğe vakit
bulamamıştık. Türk ordusu, Türk şehirlerini yanmaktan kurtarmak için var
hızıyla koşuyor! Yunan ordusu da yaptığı yangınlardan, cinayetlerden kaçıyor!
Hiç birisi öbür tarafa zerrece merhamet göstermiyor. Halk darmadağınık.
Kadınlar akıllarını kaybetmişler gibi, yerdeki taşları tırnaklarıyla
kazıyorlar. Cehennem dünyaya inmiş sanki! Gözlerimi, kirpiklerimi örten tozdan
etrafı göremiyorum. Alaşehir’i daima yanık insan kokusu gelen bir film gibi
hatırlarım. (362- “Türk’ün Ateşle İmtihanı” Halide Edip Adıvar, sf. 282, ak.
Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam” Remzi Kitapevi, 8. Baskı 1981 sf. 543)
Savaş süresince 830 köy tümüyle, 930 köy kısmen yıkılmıştı.
Yakılan bina sayısı 114 408 ve hasara uğrayan bina sayısı 11 404 idi. (363-
“Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi” Prof. Dr. Ferudun Ergin, Yaşar Eğitim ve
Kültür Vakfı Yayınları, No: 1, sf. 25) Evlerini ve hayvanlarını kaybeden, ürün
kaldıramayan ve sefalet içindeki bu insanlara, barınacak ev, yiyecek yemek,
çalışacak ortam yaratılması gerekiyordu. Sorun Anadolu’daki yoksunluklarla
bitmiyordu. Lozan antlaşması gereğince Batı Trakya ve Yunanistan’dan gelenler,
Balkan Savaşları ve Rus Devriminden kaçanlarla birlikte Türkiye’ye, 166 881
aileden oluşan 709 322 göçmen gelmişti. (364- a.g.e. sf. 19-20) Tüm Türkiye
nüfusunun %6,5’ni tutan bu miktar nüfusa oranla bir ülkeye yapılan en büyük göç
olayıydı. Bu miktarlara, Anadolu’da evsiz, yurtsuz kalmış insanlar ve 118,2
milyon liralık devlet bütçesinin zavallılığı da eklenince, sorunun boyutları
daha iyi anlaşılacaktır. Para yoktu ama para olsa bile bu kadar konutu yapacak,
malzeme ve yetişmiş insan gücü de yoktu. Köyleri değil, kasabaları birbirine
bağlayan karayolu bulunmuyordu. Bürokratik eksiklikler ve örgütsüzlük, merkezi
kararların yaşama geçirilmesine olanak vermiyordu. Genç Cumhuriyet daha kurulur
kurulmaz olağan ve olağanüstü her türlü imkanı kullansa bile ‘üstesinden
gelemeyeceği’ bir sorunla karşılaşmıştı.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 384)
Gelenlere ve evleri yıkılmış olanlara, yiyecek ve giyecek
sağlandı. Felakete uğrayanlara ordunun hayvanları dağıtıldı. Gıda stokları tohumluk
olarak verildi. Ziraat Bankası başta olmak üzere, bir kısım kuruluşlardan
parasal yardım sağlandı. Şehirli ailelerin yakılan evlerine karşılık, devlet
binaları ayrıldı. Toplam nüfusu 38 030 olan 6 538 aile, yeni konuta
kavuşturuldu. Göçmenlere 7 618 ton gıda, 22 501 çift öküz, 27 501 adet tarım
alet ve makinası dağıtıldı. Kırsal alanda 19 279 ev tamir edildi, 4 567 ev
yeniden yapıldı. 66 yeni köy kuruldu. 6 321 parça arsa ve 1 milyon 567 bin
dönüm tarla, bağ ve bahçe verildi. (365- a.g.e. sf. 19-20) Bunlar o günün
ölçülerine göre büyük miktarlardı. Göçmen sorunları uzun ve özenli bir çalışma
sürecinden sonra, 10 Temmuz 1945’de çıkarılan bir yasa ile kesin olarak
bitirilecektir.
Köylülük ve Tarım Sorunları
Cumhuriyet Hükümeti tarım alanında gelişmeyi sağlayacak,
köylülüğü kalkındıracak ve toprak sorununu çözecek bir dizi uygulamaya girişti.
“Köylü efendimizdir” söylemi popülist bir söylem değildi. Ancak toprak sorunu
da kanun ve kararnamelerle bir çırpıda çözülecek sorunlardan değildi.
Sanayileşmede olduğu sürece gereksinimi vardı. Köylülüğe egemen olan gerilik,
onları toprak talep edecek noktaya bile getirmemişti. Toprağı işleme olanakları
yoktu. Ne tohumluğu, ne pulluğu hatta ne de sabanı çekecek bir çift öküzü bile
bulunmuyordu. Bir yasayla, köylüye tapu dağıtmak sorunu çözmeyecek aksine yeni
sorunların ortaya çıkmasına neden olacaktı. Bu nedenlerle eldeki tüm olanaklar
kullanılarak, köylülüğün kalkındırılmasına çalışıldı. Köy aydınlanmasını
sağlayacak ve toprak devrimini gerçekleştirecek kadroları yetiştirecek köy
enstitüleri dışında, acil olarak birçok somut adım atıldı. Öncelikle, tarımda
yetişmiş uzman kadro yokluğu nedeniyle bu kadroların hızlı bir biçimde
yetiştirilmesine gidildi. Tüm ülkede Batı’lı anlamda eğitim görmüş sadece 20
tarım uzmanı bulunuyordu. Halkalı’da bir tarım yüksek okulu Bursa’da da bir
orta dereceli tarım okulu vardı. Tarım yöntemleri çok ilkeldi. Makinalı tarıma
hiç girilmemişti. Ülke topraklarının çok azı tarıma açılabilmişti. Tarımın
verimliliği tamamen doğa koşullarına bağlıydı. Sulu ziraat, gübreleme, zararlı
mücadelesi vb. yöntemler bilinmiyor, dolayısıyla uygulanmıyordu. Eşkiyalık
köylüyü çok rahatsız ediyor ve ayağa sığınma eğilimini yaygınlaştırıyordu.
Ürünün onda birini oluşturan ÖŞÜR köylü üzerinde bir baskı ve eziyet aracı idi.
Bu vergiyi toplayan mültezimler köylünün baş belası haline
gelmişlerdi. Onda birlik oran kimi yerde keyfi olarak beşte bire kadar
çıkarılıyordu. Ürün öncesi borçlanma, tefecilik, kanayan yara halindeydi. Yol
ve hayvan vergisi de köylüyü huzursuz ediyordu. Bu veri ya nakit veya iş
gücüyle, çalışarak ödeniyordu. Geçimini hayvancılıkla sağlayan göçerler ve
küçük çiftçilerin yıllık gelirleri, olumsuz yıllarda, vergiyi ödeyemez düzeyde
kalıyordu. Köylüler, hayvanlarını vergi tahsildarlarından kaçırmak için çoğu
kez sınır ötesine götürüyor, daha sonra geri getiriyorlardı.
Bu olumsuz koşullarda, uygulanan doğru politikalarla sağlanan
sonuçlar, olağanın ötesindedir. Örneğin üretilen bugğday halkın tüketimine yetmiyordu
ve buğday dış ülkelerden alınıyordu. 1925 yılında 1,9 milyon liralık (1924 de 1
Amerikan doları = 187 kuruş) buğday ithal edilmişti. Ancak 1930 yılında üretim
artık buğday ithaline gerek kalmayacak düzeye çıkarılmıştı. Uygulanan tarım
politikalarıyla kısa zamanda ciddi gelişmeler sağlandı. Tütün üretimi 1922
yılındaki 20 544 tondan 1927 de 64 393 tona, üzüm 37 400 tondan 40 000 tona,
pamuk 20 000 tondan 120 000 tona çıkarıldı. (366- “Ali İktisat Meclis
Raporları”, ak. Prof. Dr. Ferudun Ergin, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı
Yayınları, No: 1, sf. 25)
Tarımı geliştirmek için genç Cumhuriyet Hükümeti ilk elden, şu
tedbirleri aldı; 716 sayılı yasayla, 1923-1934 yıları arasında topraksız
köylülere 6 787 234 dönüm tarla, 157 422 dönüm bağ, 169 659 dönüm bahçe
dağıtıldı. 14 Haziran 1934’de, hükümetin toprak dağıtımında yetkilerini
arttıran yeni bir yasa çıkarıldı. Bu yasadan sonra 1938 e kadar yine topraksız
köylü ve göçmenlere 2 999 825 dönüm daha toprak dağıtıldı. (367- “Türkiye’de
Toprak Meselesi” Prof. Suat Aksoy, Gerçek Yayınları, 1971, sf. 58) Köylünün
ürün öncesi nakit sıkıntısını gidermek için Ziraat Bankası devreye sokuldu ve
birbirine kefil olma kabul edilerek çiftçilere kredi kolaylıkları sağlandı.
Çiftçi kredi faizleri düşürüldü, vergiden muaf tutuldu. Kooperatifçilik teşvik
edildi. Rehinli avans ve ürün karşılığı avans işlemleri genişletilerek devlet
denetimine alındı. Fiyatların düşük olduğu bölgelerde destekleme alımları
yapıldı. Yurt dışına ziraat eğitimi görmek için elemanlar gönderildi. Ziraat
memurları, öğretmenler hızlandırılmış kurslarla köylüye bilgi götürecek tarım
teknisyenleri haline getirildiler. Tohum ıslah istasyonları, devlet bütçesine
yük olmadan ayakta kalacak ve modern tarımcılığı uygulayacak örnek devlet
çiftlikleri ve fidanlıklar kuruldu. Zirai hastalıklara karşı mücadele açıldı.
Tarımda makina kullanımı teşvik edildi. Köylüye pulluk dağıtıldı. Meteoroloji
istasyonları açıldı. Yüksek Ziraat Enstitüleri kuruldu. (368- “Onuncu Yıl
Raporu, (1923-1933)”, ak. Prof. Dr. Ferudun Ergin, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı
Yayınları, No: 1, sf. 25) Topraksız köylü bırakmamak Cumhuriyetin temel
hedeflerinden biri haline getirildi. 14 Haziran 1934’ çıkarılan bir yasayla,
hükümetin toprak dağıtımı yetkisi artırıldı. 24 Haziran 1938’de Toprak Mahsulleri
Ofisi kuruldu. Toprak sorununun köklü çözümü için, toprak devriminde görev
alacak ve köy aydınlanmasını sağlayacak Köy Enstitüleri kuruldu. 1944 yılında
radikal çözüme yönelen kapsamlı bir Toprak Yasası çıkarıldı. Ancak, Köy
Enstitüleri ve Toprak Yasası, 2. Dünya Savaşından sonra Türkiye’ye dayatılan
çok particiliği kullanan anti-Kemalist güçler tarafından ortadan kaldırıldı.
Türkiye’yi çağdaşlığa ve demokrasiye taşıyacak olan Köy Enstitüleri, kendi
gücünü yaratmadan, daha kuruluş aşamasında yok edildi.
Köylü ve tarımcılıkla ilgili tüm çalışmalara Mustafa Kemal,
bizzat katılmış, gelişmeleri birinci elden takip ederek bu politikanın
yönlendiricisi olmuştur. O’na göre: “Endüstrileşmenin önemi büyük olmakla
beraber, Türk ekonomisinin dayanağı yine tarımdır. Politik bilgilerin ve
programlı çalışmaların köylere götürülmesi, istenilen hedeftir. Bu hedeflere
ulaşmak için ciddi incelemelere dayanan bir tarım politikası saptanmalıdır. Her
köylünün kolayca kavrayacağı bir tarım sistemi uygulanmalı, Ülke’de topraksız
köylü bırakılmamalı, çiftçi ailesini geçindiren toprağın, herhangi bir nedenle
bölünmemesi sağlanmalıdır. Büyük çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri toprak
miktarı, bölge nüfusunun yoğunluğuna ve verim derecesine göre
sınırlandırılmalıdır. Tarım işletmelerini koruyucu tedbirler vakit geçirilmeden
alınmalı. Ülke iklim, su ve toprak verimi bakımından tarım bölgelerine
ayrılmalı ve bu bölgelerin her birinde köylülerin gözleriyle görebilecekleri,
çalışmalarına örnek olabilecekleri modern ve uygulamalı tarım merkezleri
kurulmalıdır. Devlet üretme çiftlikleri, kuracakları deneme istasyonları ve
atölyeleri ile devlet bütçesine yük olmaksızın, kendi gelirleriyle geçinin bir
organizasyon halinde birleştirilmelidir.” (369- “Atatürk’ün Meclis Konuşması”
TBMM 1 Kasım 1937, Zabıt Ceridesi, ak. a.g.e. sf. 26)
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 388)
Kemalizm tarımsal gelişme konusunda çok önemli ilerlemeler
sağlandı. Çözümü için zamana gereksinim duyulan bu sorunu, doğal olarak tam
anlamıyla çözemedi ama, özgün uygulamalarıyla ciddi gelişmeler sağladı. Köy
Enstitüleri başta olmak üzere birçok uygulaması yabancı ülkelerce incelendi,
örnek alınarak uygulandı. 15 yıllık aktif iktidar döneminde köylülere güven
verdi ve onları geleceğe umutla bakan, okumaya ve öğrenmeye istekli bir kitle
haline getirdi. Ancak 1945’den sonra başlayan bir süreçle, özellikle ABD’li
uzmanların görüş ve istekleri yönünde hareket edilerek Atatürk’ün politikası
tarım alanında da yürürlükten kaldırıldı. Modern makinalı tarımın örnek
kuruluşları olan ve yoksul köylü çocuklarını tarım teknisyenleri olarak
yetiştiren Devlet Üretme Çiftlikleri kapatıldı, Damızlık Hayvan Haraları
satıldı, Toprak Malzeme Ofisi örgütleri amacından çıkarılarak gericiliğin
merkezleri haline getirildi. Tarım ve tarımsal sorunlar kendi kaderlerine terk
edildi.
İmar, Bayındırlık ve Ulaşım
Ankara dahil tüm Anadolu şehir ve kasabaları, hane sayısı fazla
köy gibiydiler. Başta İzmir olmak üzere Batı Anadolu şehirleri Yunanlılarca
büyük oranda yakılmıştı. Kentlerin hiç birinde, şehircilik kuralları
uygulanmamıştı. Sokaklar dar ve düzensizdi. Motorlu araç trafiğine uygun
değildi. Evlerin büyük çoğunluğu kerpiçten yapılmıştı. Şehir ve civarları
ağaçsızdı. Park, bahçe, yeşil alan kültür ve ticaret merkezleri gibi alanlar,
varlıkları bir yana kavram olarak dahi bilinmiyordu. Toz ve çamur sadece
kırların değil, şehirlerin de en belirgin ögesiydi. Elektrik, kalorifer, sıhhi
tesisat gibi çağın gerekleri hiçbir eve girmiş değildi.
Modern anlamda karayolu ve köprü yoktu. Çoğunlukla toprak olan
yollar özellikle kış aylarında aşılması güç çamur çukurları haline gelirdi. Kış
aylarında dere ve nehirlerin taşmasıyla bu aylarda ulaşım dururdu. Yol gibi,
motorlu araçlar da çok azdı. İç ulaşım o denli zor ve pahalıydı ki, tahıl
tarımı yapılan yörelerden yapılmayan yörelere ürün götürülemiyor bu yüzden
özellikle sahil kesimlerine dışarıdan buğday getiriliyordu. Ulusal pazarın
canlanabilmesi için, Anadolu şehir ve kasabalarının hatta köylerinin acilen,
ulaşılabilir hale getirilmeleri gerekiyordu. Oysa hazinede bu işe ayrılacak
para yoktu. Soruna çözüm sağlama açısından, 1925 yılında 542 sayılı Yol
Mükellefiyeti Kanunu çıkarıldı. Bu kanuna göre; öğrenciler, silah altında
bulunanlar, maluliyetleri ispatlanmış yoksullar ve 6 dan fazla çocuğu olanlar
dışındaki, 18-60 yaşları arasındaki tüm erkekler, yılda 6-12 gün yol
inşaatlarında çalışacaklar ya da, karşılığı olan parayı ödeyeceklerdi. (370-
“Türkiye Cumhuriyet Sicilli Kavanini” 1. Cilt, sf. 46, ak. “Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ekonomisi 1923-1978” Akbank Kültür Yayınları 1980, sf. 272)
Mustafa Kemal Sakarya Savaşından altı ay önce karayollarının
tespitini yaptırmış, yolların iyileştirilmesi ve Anadolu yaylasını liman
şehirlerine bağlamak için çalışmalar başlatmıştı. İki yol ıslah çalışmaları ile
köprü, tamir ve yapımına Kurtuluş Savaşı içinde başlanmıştı. 1926 yılına kadar,
büyük gayretler harcanarak 27 850 km. yolun, toprak tesviyesi ve stabilize
serilmesini, içerecek biçimde tamiri yapıldı.
Demiryolları, Türkiye’nin iç ulaşımına yanıt verecek durumda
değildi, dengesiz bir dağılımı vardı. Almanların yaptığı Bağdat demiryolu,
Haydarpaşa’dan Gaziantep’e ulaşıyor, sınırı takip ederek, Nusaybin’den yurdu
terk ediyordu. İzmir-Aydın arası çok kısa bir yoldu. Anadolu’nun içine giren
tek demiryolu, Ankara’ya kadar geliyordu. Doğuyla batı, kuzeyle güney
birbirlerine bağlı değildi. Osmanlı’dan devralınan 4 083 km’lik demiryolu
bakıma muhtaçtı. Demiryolu köprülerinin çoğu, Kurtuluş Savaşı sırasında ahşapla
onarılmıştı. Demiryolu işletmeciliği tamamen yabancıların elindeydi. Bu alanda
da yetişmiş Türk teknik kadro yoktu. Kurtuluş savaşından sonra ülkeyi terk eden
teknik kadronun yerine çok kısa zamanda Türk teknisyenler ve işletme uzmanları
yetiştirildi. Demiryolu işletmeciliğinin kurulması ve millileştirilmesinde elde
ettiği başarılarla Behiç Erkin simge bir isim olmuştu.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 390)
Cumhuriyetin 10. yılına kadar 2 213 km. yeni hat tamamlandı.
Kütahya – Bandırma hattı yapıldı. Zonguldak havzası demiryolu şebekesine
bağlandı. Doğu ve Güneydoğu’ya yeni hatlar yapıldı. Demiryolu, Kayseri
üzerinden Samsun’a, Ulukışla, Diyarbakır ve Erzurum’a ulaştırıldı. İmtiyazlı
yabancı demiryolu şirketleri devletleştirilmeye başlandı. 1928’de Anadolu
Demiryolları ve Haydarpaşa Limanı, 1929 da Mersin – Tarsus – Adana hattı,
1931’de Bursa – Bandırma hattı devletleştirildi. Satın alınarak
devletleştirilen bu hatların uzunluğu 1 929 km. idi. (371- “Onuncu Yıl Raporu,
(1923-1933)”, ak. Prof. Dr. Feridun Ergin, “Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi”
Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları, No: 1, 1977, sf. 30)
Bütçe darlığına karşın, Kömürhan Boğazı, Çarşamba, Ortagözü,
Manavgat, Aksu Avgonya, Bakırçay ve Silahtarağa köprüleri yapıldı. Bayındırlık
Bakanlığından başka, İl Özel İdareleri de çok sayıda köprü ve menfez yaptılar.
Deniz filosunun 1923 yılındaki kapasitesi, yelkenli tekneler de
dahil, ancak 34 bin ton idi. Gemilerin çoğu eski ve küçüktü. Yapılmış liman
yoktu. Gemiler ya doğal sığınaklardan yararlanıyorlar ya da açıkta durup tüm
tehlikeleri göze alarak yolcu ve yük boşaltıyorlardı. Türkiye 8 272 km. ile
Avrupa’nın en uzun sahil şeridine sahip ülkeydi ama, deniz taşımacılığında en son
sıradaydı. Limanların ve deniz taşımacılığının büyük bölümü yabancı şirketlerin
elindeydi. Kabotaj hakkı, yani limanlar arasında yük ve yolcu taşımacılığı
hakkı, ulusal devletin tekelinde değildi. Denizcilik konusunda kabul edilen ilk
yasa, 1923 yılında 597 sayıyla çıkarılan Türkiye Seyri Sefain İdaresi
Yasası’dır. Osmanlı’dan gelen Seyri Sefain İdaresi bu yasayla, daha bağımsız
bir bünyeye kavuşturuluyor, yeniden örgütleniyor ve yetkileri arttırılıyordu.
Katma bütçeli bir Genel Müdürlük olarak çalışan bu idare, yetenekli ve inanmış
yöneticilere kavuşturularak, kısa bir süre içinde üretken bir kamu kuruluşu
haline getirildi. İdare, tersaneleri kısa sürede etkin biçimde çalıştırmayı,
ticaret filosunun kapasitesini arttırmayı ve Türk liman ve iskeleleri arasında
ihtiyaca cevap veren bir işletme kurmayı başardı. 11 Nisan 1926 tarihinde kabul
edilen Kabotaj Kanunu’yla, 1 Temmuz 1926 tarihinden sonra geçerli olmak üzere,
Kabotaj hakkı ulusallaştırıldı. Bu kara deniz ulaşımının gelişmesinde çok
önemli etki yaptı. Tonaj tutarı 1926 yılında 115 bin tona, 1927 yılında da 130
bin tona çıktı. (372- “Cumhuriyet Kuruluşunda Ulaştırma Sektörünün Durumu”
“Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi 1923-1978” Akbank Kültür Yayınları 1980,
sf. 277)
1933 yılında çıkarılan 2048 sayılı yasayla hemen tüm denizcilik
faaliyetleri devletleştirildi ve bunların yönetimi devlete ait Seyri Sefain
İdaresine verildi. Özel kişilerin, ülke içinde deniz taşımacılığı yapmasına,
devletin düzenli posta seferi yapmadığı iskele ve limanlar için izin verildi.
1923-1933 yılları arasında yabancıların elinde bulunan tüm limanlar
devletleştirildi. 1937 yılında çıkarılan 3295 sayılı yasayla Denizbank kuruldu
ve bu kanunla, özel deniz taşımacılığı tamamen tasfiye edildi. (373- a.g.e. sf.)
Havacılık dünyada yeni gelişmekte olan bir sektör olmasına
karşın bu konuya eldeki olanaklar oranında özel önem verildi. İlk sivil
havacılık faaliyetleri, 20 Mayıs 1933 tarihinde çıkarılan 2187 sayılı yasa ile
başladı. Milli Müdafaa Vekaleti (Savunma Bakanlığı) bünyesinde oluşturulan Hava
Yolları Devlet İşletme Dairesi, sivil havacılık çalışmalarını, 5 uçak ve 28
personelle başlattı. (374- a.g.e. sf. 278)
Taşkınların zararlarını önlemek, sulu tarımcılığı geliştirmek ve
bataklıkları kurutmak için kanallar, tarla ıslahı ve drenaj tesisleri yapıldı.
Nilüfer kanalı 70 bin dönümlük araziyi sel tehlikesinden kurtardı. Bursa,
Yalova, Tarsus, Ankara ve diğer yerlerde on binlerce dönüm bataklık suyu
drenajla çekildi. Büyük Menderes havzasında geniş bir bölgeyi sulama olanağına
kavuşturan bir ıslah projesi hazırlandı ve uygulandı. Ankara’da 12,5 milyon
metreküp su toplayan Çubuk Barajı yapıldı. Buradan ve civar kaynaklardan
Ankara’ya bol su getirildi. (375- “Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi” Prof. Dr.
Ferudun Ergin, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları, No: 1, 1977, sf. 30)
1923-1933 Arasında 3500 modern yeni bina yapıldı. İmar
faaliyetleri hem yüksek oranda istihdam yaratıyor, hem de yapılan işleri gören
halkın moralini yükseltiyordu. Cumhuriyet bütçelerinde en büyük paylar Milli
Savunma’dan sonra Bayındırlık Bakanlığına ayrılıyordu.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 393)
Ankara’nın modern bir şehir haline getirilmesi için olağanüstü
çaba harcandı. Ankara o günlerde, kerpiçten evleri, tozlu yolları ve ağaçsız
çevresiyle hiç bir sosyal yaşamı olmayan büyük ve yoksul bir köy durumundaydı.
Amerika’dan getirilen bir mimar: “Burada şehir kurmaya ne gerek var bir
gökdelen yapayım olsun bitsin”(376- a.g.e, sf. 31) demişti. Prof. Jonsen’e
yaptırılan imar planı bütün spekülatif baskılara karşın, Atatürk’ün özel ilgisi
sayesinde, fazla ödün verilmeden uygulandı. Yapılan binalarda kalorifer,
telefon, sıhhi tesisat, elektrik ve havagazı yaygın olarak kullanıldı. Binlerce
dönüm arazi üzerine, yüzbinlerce ağaç dikildi. Şehirde, geniş yollar, meydanlar
ve yeşil alanlar yaratıldı. Eski ve tozlu bir kasaba olan Ankara’dan, caddeleri
günde bir kaç kez süpürülen ve sulanan, ara sokakları bahçeli villalar arasında
uzanan har karış boş kent arasında, çim-ağaç-çiçek yetiştirilen ve ciddi
düzeyde herhangi kentsel bir problem olmayan, uygar bir kent yaratıldı.
Toplum Sağlığında Atılımlar
Mustafa Kemal 1 Mart 1922 günü TBMM’nin 3. Toplantı yılını açış
konuşmasında şunları söylüyordu: “Ulusumuzun sağlığının korunması ve daha
sağlıklı hale getirilmesi, ölüm oranlarının düşürülmesi nüfus artışının
sağlanması, sosyal rahatsızlıkların ve salgın hastalıkların etkisiz hale
getirilmesi, böylelikle ulusun daha dinç ve çalışmaya yetenekli duruma
getirilmesi amacımızdır. 1920 yılında 260 hekim çalışıyordu. Bu sayı bir yıl
içinde 312’ye çıkarıldı. 50 kadar daha hekim bulunarak hekimsiz ilçelere
gönderilecektir. Salgın hastalıklara karşı en kesin önlem olan aşılar, artık
ülkemizde üretiliyor. Üç milyon küsür çiçek aşısının Sivas’ta üretildiğini
belirtmek bu konuda bir fikir verebilir. Ülkenin sıtmalı kesimlerinde yeterli
bitkinin dağıtımı yapıldı. Frengi afeti için mümkün olan harcama yapıldı.
Sosyal hastalıklarla mücadelenin daha etkili ve yaygın olması için gerekli
hazırlıklar yapıldı.” (377- “Atatürk’ün 1.3.1922 tarihli Meclis Açış Konuşması”
“Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” 1. Cilt sf. 216 – 217, ak. Seyfettin Turan
“Atatürk’te Konular Ansiklopedisi” Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 1995, sf.
446) Bir yıl sonra 1 Mart 1923 günü, Meclis’in 4. Toplantı yılını açarken
yaptığı konuşmada: “Geçen yıl ülke çapında görevlendirilen hekim sayısı 337 ve
sağlık memuru sayısı da 434’dü. Ülkenin ihtiyacını karşılamaktan çok uzak olan
bu sayıların bu yıl arttırılabilmesi için bir ölçüde ülkenin uzak kesimlerinde
maaşların yükseltilmesi, askeri hekimlerin bir kısmının ordudan ayrılarak sivil
alacaklara zorunlu hizmet yükümlülüğü getirilmesi ve tıp fakültelerinde öğrenci
sayısının arttırılması gibi önlemler düşünülmektedir. 1921 yılında üç milyon
kişilik çiçek aşısı üreten Sivas’taki aşı kuruluşu, geçen yıl beş milyon
kişilik çiçek aşısı, 537 kilo kolera, 477 kilo tifo aşısı üretmiş ve bu aşılar
tümüyle halka uygulanmıştır. Halen İstanbul ve Sivas’ta bulunan ve her biri
bakteriyoloji, kimyahane, aşı merkezi ve kuduz tedavi bölümlerinden oluşan
sağlık merkezlerinden üçüncüsünün de bu yıl, Diyarbakır’da kurulması ve
böylelikle hizmeti uzaklara taşımanın sakıncalarının ortadan kaldırılması
kararlaştırılmıştır. Bulaşıcı hastalıklara karşı önemli savaşım yollarından
olan tıbbi temizleme, yüksek ısıda mikroptan arındırmada kullanılan araçların
sayısı arttırılmakta, düşman tarafından tahrip edilenler onarılmakta, eldekiler
de iyileştirilmektedir. Bu çalışmalar sonucunda Afyonkarahisar, Eskişehir ve
Niğde tıbbi temizleme merkezleri faaliyete geçecektir. Kapitülasyonların
eylemli olarak ortadan kaldırılmasının sonucu olarak uluslararası bir yönetim
olmaktan çıkarılarak doğrudan doğruya Bakanlığın birimlerinden biri haline
getirilen sağlık karantinası işleri de çok zor koşullarda teslim alınmış
olmasına karşın başarıyla sürdürülmekte ve yürütülmektedir. Sinop ve Urla
karantina merkezlerinin yeniden çalışır hale getirilmesi için üretilen bin
kiloya yakın devlet kinini, Ziraat Bankası aracılığıyla bir çok çevrede
dağıtılmış, 250 kilo kadarı da parasız olarak ihtiyaç sahiplerine verilmiştir.
Bakanlığa bağlı devlet hastahanelerinde geçen yıl, 30 bin kişi muayene edilmiş,
20 bini aşkın hasta tedavi edilmiştir.”(378- “Atatürk’ün 1.3.1923 Tarihli
Meclisi Açış Konuşması” “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” 1 Cilt sf. 279-281,
ak. a.g.e. sf. 447)
Burada verilen sayılar ve yapılan işler, günümüz ölçüleriyle,
nicelik olarak elbette büyük boyutlara sahip veriler değildir. Bugün artık bir
tek hastanede 500 hekim çalışıyor. On binlerce sağlık personeli, teknolojik
yenilikler, ilaçlar, hastaneler var. Anacak halkın sağlık sorunlarına eğilen
yok. Sağlık işleri ticarete, ilaç uluslararası sömürgeye dönüşmüş durumda.
Siyasi iktidarlar, yerli ilaç sanayisini yok etmek için her türlü kararı
alıyorlar. Parası olanlar tedavi görüyor, olmayanlar doğal bağışıklık
dirençlerine terk ediliyor. Bu bakımdan, yukarıda verilen bilgiler, niceliksel
değil niteliksel boyutuyla önem kazanıyor. Olanaksızlıklarla dolu bir savaş
verilirken, bu savaşı veren devrimci öncü kadro, cephe gerisinde de, yüzlerce
yıla dayalı halk sağlığı halk sağlığı sorunlarına eğiliyor ve ülke gücüne
dayanarak, ‘halka hizmet’ yönünde, olağanüstü işler başarıyordu. Ders alınması
gereken yan budur.
O yıllarda, ordu henüz kendi personelinin sağlık sorunlarını
çözebilmiş değildi. Askerler gıdasızlık ve ilaçsızlık nedeniyle yoğun biçimde
hastalanıyorlardı. Örneğin 1921 yılında Konya’da 12. Kolordu hastanesinde
yatanların %80’i zatürre hastasıydı. Ve gereğince ilaç yoktu. Genelkurmay
Sağlık Dairesi raporlarına göre, hastahanelere yatırılan ve müracaat eden hasta
sayısı, 1921 de 151 783, 1992 de 247 988 idi. Yaralıların taşınması ciddi bir
sorundu. Bozkırlarda hasta ve yaralı nakli hazin bir durumdaydı. (379- “Anadolu
İhtilali” 2. Cilt, ak. Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam” Remzi Yayınevi, 8.
Baskı, 1981, 2. Cilt, sf. 498) Hasta ve yaralılar at, eşek, katır ve kağnıyla
taşınıyordu. Bu koşullar sadece o günlere ait değildi. Dünya savaşında da durum
aynıydı. Anadolu’nun genç insanları, Balkan savaşından beri kurşun ya da
hastalıktan kırılıp duruyordu. Bir Türk doktoru 1916 yılında tuttuğu günlüğüne
şunları yazmıştı: “Bura-ya getirilen hastalar, cidden acınacak durumdadırlar.
Kirli ve bitli olmaları bir yana, daha kötüsü açlıktan ölmek üzeredirler. Aylık
ortalama ölü sayısı 900 kadardır.”(380- “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu,
İstanbul Matbaası 1974, 3. Cilt, sf. 950) Bir Alman doktor ise Elazığ’da
şunları yazmıştı: “Zayıflamış ve takattan düşmüş insanların ne ölçüde
dayanıksız oldukları, en basit olaylarda bile gözüküyor. İnsanları ameliyat
etsek ölüyorlar, ameliyat etmesek yine ölüyorlar.”(381- “Türkiye’de Beş Yıl”
Liman Von Sanders sf. 222-224, ak. a.g.e., sf. 950)
Kurtuluş Savaşı sırasında, tifo, tifüs, kolera, trahom, verem,
sıtma, çiçek, sifiliz Anadolu’da kol geziyordu. 13 milyon nüfusun yarıya yakını
bu hastalıklardan birine yakalanmıştı. Bazı vilayetlerde hastalıklı insan oranı
yerel nüfusun %86 sına ulaşıyordu 1923 yılında 3 milyon trahomlu hasta vardı
(nüfusun dörtte biri). Sıtmalı köylüler kimi yörelerde, hastalık nedeniyle,
hasat yapamayacak kadar bitkin düşmüşlerdi. 93 Rus Savaşında Türk Ordusu,
Ruslar’a değil, tifüse yenilmişti. (382- “Cumhuriyet Dönemi Sağlık
Hizmetlerinin Tarihçesi” Prof. Dr. Ahmet Saltık, Bilim ve Ütopya Dergisi, Şubat
1998, sayı 44, sf. 17-19)
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 396)
Savaşlar dışında, Türk toplumu, genel olarak tıptan yararlanamaz
durumdaydı. Özellikle kadın nüfus, doktor nedir bilmezdi. Kadınların özellikle
genç kızların şer-i gelenekler gereği, erkek doktora muayene olması yasaktı.
Kadın doktorun olmadığı bir toplumda bu, kadınların tıptan yararlanmaması
demekti. Zaten Türk doktor da çok azdı ve sağlık hizmetleri, büyük şehirlerde
toplanmış olan azınlık doktorları tarafından görülüyordu. Doktora götürülmeyi
göze alabilen kadınlar dertlerini ebeye anlatır, ebe doktora söyler, doktor da
muayene etmeden ilaç yazardı. Dertlerine çare arayan insanlar (elbette daha çok
kadınlar) yatırlara, üfürükçülere giderler, fal baktırıp, muska yazdırırlar ve
adak adarlardı. Ateş düşürmek için kurşun dökmek, sülük yapıştırmak, kupa
çekmek, ağrıyan organları döverek ya da yararak ‘şeytan çıkarmak’, o zamanın
‘tıbbi’ operasyonlarıydı. Ağrı için eczaneye değil otçulara gidilirdi. Zaten
eczane de pek yoktu. Türkiye’de hiç dış hekimi yoktu. Bu ‘hizmet’ berberlerin
ek işleriydi. Onlar da en küçük dolgu sorununda bile dişi uyuşturmadan,
kerpetenle çekerlerdi.
Cumhuriyete kadar, sağlıkla ilgili bir bakanlık yoktu. Sağlık
işleri ancak, 1914 den sonra İşçiler Bakanlığına bağlı bir genel müdürlüğe
bağlanmıştı. Tıp eğitimi veren okul yok denecek kadar azdı. Ülkenin tek hekim
çıkaran okulu Dar-ül Fünun, (sonradan İstanbul Üniversitesi) çağdaş tıp
eğitimini tam anlamıyla, vermekten uzaktı. Cumhuriyetin ilk yıllarında bile
durum böyleydi. 1921 yılında tüm ülkede, çoğu İstanbul’a yığılmış, önemli
bölümü azınlıklardan oluşan 520 doktor vardı. 13 İl de sağlık müdürü, tüm ilçelerin
üçte birini oluşturan 96 ilçede hiç doktor yoktu. (383- a.g.e. sf. 18)
Cumhuriyet hükümeti, bir çok alanda olduğu gibi, sağlık alanında
da, yetişmiş kadro, teknoloji ve alt yapıdan yoksun, sorunlarla yüklü ilkel bir
yapı devralmıştı. Örgütsüzlük ve parasızlık, her türlü umudu yok edecek bir
düzeydeydi.
Koşulların ağırlığına ve olanaksızlıklara karşın, sorunların
üzerine büyük bir istek ve kararlılıkla gidildi. Sorunu ele alış, sadece istek
ve kararlılık düzeyinde bırakılmadı. Her konuda olduğu gibi, önce bilime ve
gerçeklere uygun bir sağlık stratejisi saptandı. Koruyucu sağlık, halk sağlığı,
toplum sağlığı kavramları temeli üzerinde yükselen bu strateji, titiz biçimde
uygulanarak, olağanüstü başarılar elde edildi.
Atatürk sağlık sorununu, yalnızca kişisel bir sorun ve hastalık
tedavisi olarak ele alındı. Bu soruna, toplum sağlığı olarak, büyük önem verdi
ve bunu devletin en temel görevi saydı. “Ulusun tüm bireylerinin sağlıklı
olmaları için sağlık koşullarını gerçekleştirmek, devlet durumunda bulunan siyasal
kuruluşun en birinci görevidir”(384- a.g.e. sf. 19) sözlerine dikkat edilirse,
burada devletin devlet olması için, birinci görev olarak, halk sağlığına
eğilmesini şart koştuğu görülmektedir. O’nun için ‘halk sağlığı ve sağlamlığı’
her zaman üzerinde durulacak olan ulusal bir sorundur. ‘Sağlık yalnızca
hastalık ya da sakatlığın olmayışı değil; bedensel, ruhsal ve sosyal yönlerden
iyilik durumudur’ diyordu.
Sağlık sorunlarına eğilmek, Meclis’in kuruluşuyla birlikte
başlar. 23 Nisan 1920’den on gün sonra çıkarılan bir yasayla, sağlık işlerine
bakacak ve Türk tarihinin sağlıkla ilgili ilk bakanlığı olan ‘Sıhhat ve İçtimai
Muavenet Vekaleti’ kurulur. Bu yasa TBMM’nin çıkardığı ilk üç yasadan biridir.
İlk Sağlık Bakanı Dr. Adnan Adıvar’dı ve Bakanlığın tüm kuruluş kadrosu, bir
sekreter ve bir sağlık memuru olmak üzere, kendisiyle birlikte üç kişiydi.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 398)
Çalışan doktor sayısı 1921 de 312, 1922 de 337 ye çıkarıldı. 434
sağlık memuru istihdam edildi. Tıp fakültesinde okuyan öğrenci sayısı
arttırıldı. Zorunlu hizmet yükümlülüğü getirildi. Anadolu’da görev yapan
hekimlerin aylıkları yükseltildi. O yıllarda koruyucu sağlık hizmetlerinde
çalışan bir hekim, zorunlu hizmet yaparken başbakandan daha fazla ücret
alıyordu. (385- a.g.e. sf. 18)
Tıp eğitimini özendirici önlemler alındı. Gelir düzeyi düşük
olan başarılı öğrencilerin tıp eğitimi yapmaları için, karşılıksız özel
pansiyon ve burs olanakları sağlandı. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinin
olanakları ayrıcalıklı desteklerle artırıldı. Öğrenci kapasitesi 1000 kişiye
çıkarıldı. 1925 yılında 1. Ulusal Tıp Kongresi toplandı. Hekimlik mesleğinin
uygulama kurallarını düzenleyen ve halen yürürlükte olan 1219 sayılı yasa
çıkarıldı. İlk Türk Kodeksi bu dönemde hazırlandı. 1930 yılında 1593 sayılı
‘Umumi Hıfzıssıhha Yasası’ çıkarıldı. Bu yasanın Bakanlığın görevlerini
belirleyen 18 maddesinin 15’i koruyucu Sağlık hizmetleriyle ilgilidir. Bu yasa,
çağının en ileri sağlık yasalarındandı.
Sağlık hizmetlerini köylere dek yaymak için ‘seyyar tabiplik’
uygulaması getirildi. Bu uygulamayla, hekimler köyleri dolaşarak, hastalık
taraması yaptılar, köylüleri yerlerinde muayene ettiler ve ilaç dağıttılar.
Hastanelere uzak yörelere, ‘muayene e tedavi evi’ adıyla 5-10 yataklı sağlık
hizmeti birimleri kuruldu. Buralarda beş yataklı olanlara bir hükümet hekimi,
on yataklı olanlara ise ayrıca bir hekim görevlendirilmiştir. Sayıları 300’e
varan bu birimlerin açılması 1950 den sonra duruldu ve süreç içinde bu uygulama
ortadan kaldırıldı.
1936 yılında Ankara’da Halk Sağlığı Okulu açıldı. Bu okul uzun
süre, her düzeyde sağlık personeli yetiştirdi ve halk sağlığı alanında uzmanlık
eğitimi verdi. Sağlık Bakanlığına kurmay bir danışmanlık birimi olarak hizmet
veren bu okul, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra kapatılmıştır. Memurların sosyal
ve sağlık kurumu olarak Emekli Sanlığı ve işçilerin sosyal güvenlik haklarını
güvence altına alan 3008 sayılı İş Yasası 1937 de çıkarıldı.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 400)
Cumhuriyetin ilk 15 yılında sağlık konusunda yapılanlar, o günün
koşulları gözönünde alındığında, gerçek bir sağlık devrimi niteliğindedir.
Soruna yaklaşım biçimi ve buna uygun davranışlar, o dönemin dünya ölçülerine
göre de ileri bir anlayışı içermektedir. Sağlığa yatırım yapmadığı gibi var
olan kurumları özelleştiren, ilaçta uluslararası ilaç şirketlerinin istekleri
yönünde karar alan, bugünkü hükümet yetkililerinin sağlık konusunda da, Atatürk
döneminden almaları gereken pek çok ders vardır. Cumhuriyetin kurulmasıyla
sağlığına kavuşma eğilimine giren Türk toplumu bu gün, hem bedensel ve hem de
ruhsal olarak hasta bir toplum haline getirilmiştir.
Sanayileşme Atılımları
Toplumsal ilerleme ve kalkınmanın temel sorunu sanayileşme;
sermaye birikimi, olmayan teknoloji ve alt yapıdan yoksun, geri kalmış bir
ülkede ancak, gerçekçi ve uygulanabilir ulusçu politikalarla aşılabilir.
Batının yüzlerce yılda ulaştığı sanayileşme düzeyi, sadece ekonomik değil, aynı
zamanda toplumsal birikimin bir sonucudur ve oluşmasını insan iradesinden
bağımsız bir yanı vardır. Aynı toprak sorununun çözümünde olduğu gibi,
sanayileşme konusunda da, hedefler, ne özel zorlamalarla abartılmalı, ne de
nesnellik adına kendi başına bırakılmalıdır. Gerçekçi belirlemeler ve bilimsel
verilerle oluşturulan sanayileşme programları, örgütlü bir toplumsal disipline
bağlı kalarak, yüksek tempolu ve sürekli bir çalışmayla uygulanmalıdır.
Sanayileşme atılımının temel dayanağı olusun kendi gücü olmalı ve bu atılım
dışarıya karşı titizlikle korunmalıdır. Kemalizmin konuya bakışı özet olarak
böyledir.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 401)
1920 lerde Ülke’de, sermaye birikimi yoktur. Tüm Türkiye’de tek
bir sanayi ürünü üretilmektedir. Kalkınmada aktif rol alabilecek herhangi bir
özel girişimci ortada gözükmektedir. Batı sanayileşme sürecini yaşarken,
Osmanlı Sarayı, gerileme ve çöküş dönemine giren imparatorluğun hiçbir yerinde,
hiçbir kişi ve kurumun zenginleşmesine, hiçbir biçimde izin vermemiştir.
Zenginleşen kişilerin mallarına, devlet, Şeyhülislam dışında, makamı ve rütbesi
ne olursa olsun el koyabilmektedir. Toprak düzeninin bozulmasıyla, büyük toprak
parçalarını ele geçirerek oluşan ayan-eşraf sınıfı, ele geçirdikleri
toprakların mülkiyetine ancak, 1839’da Tanzimat’la kavuşabilmişlerdi. Daha önce
bunlar biraz palazlandığında, çoğu kez canlarını da mallarıyla beraber
kaybetmişlerdi. Sermaye birikimine izin vermeyen bu ilkel işleyiş diğer nesnel
nedenlerle birlikte, Osmanlı İmparatorluğunun Ortaçağ’dan çıkmamasına ve
kapitalizmin gelişmemesine neden olmuştu. Sonuç olarak 1923 yılında, ortalıkta
ulusal nitelikte, ne bir devlet, ne de bir özel sektör yatırımı ve üretimi
vardı. Bu koşullarda, sanayileşme girişiminin devlet öncülüğünde yürütülmesi
kaçınılmaz bir sonuçtur. Dünya üzerinde en ileri olanları dahil bütün
kapitalist ülkeler bu biçimde sanayileşmişlerdi. Ancak, emperyalizmin egemen
olduğu bir dünyada, bu konuda hiç birikimi olmayan Türkiye’de, dışarıya bağımlı
olmadan, bu iş nasıl yapılacaktı? Yakın dostluk ilişkileri içinde bulunan
Sovyetler Birliğinde uygulanan ve geri kalmış ülkelerin ilgisini çeken popüler
bir örnek vardı. Kollektivist devletçiliğe girişerek, sosyalizmi uygulamaya
yönelen ve sınıf egemenliğine dayalı, Sovyet modeli, Türkiye’ye örnek olabilir
miydi? Emperyalist ülkeler ayrı tutulursa bu konuda uygulanmış olan başka bir
model de yoktu.
Toplumun ekonomik ve sosyal gelişim düzeyi göz önüne
alındığında, Sovyet modelinin, Rusya’da bile yaşama şansının kuşkulu olduğu,
Mustafa Kemal tarafından, şaşırtıcı bir öngörüşle, o günlerde dile
getirilmişti. Gücünü hızla arttıran ve dünya çapında prestij kazanan Sovyetler
Birliği için, o dönemde şu tespiti yapmak hiç kolay değildi; “Sovyetler
Birliğindeki Bolşevik uygulama çıkar bir sistem değildir. Onlar da gitgide
bizim uygulamalarımıza doğru gelecektir.”(386- “Atatürkçülük Nedir?” Falih
Rıfkı Atay, Betaş Yayınları, İstanbul 1980, sf. 39) Sovyetler Birliğinin
kendiliğinden çöküşü ile bugünkü durumu göz önüne getirildiğinde yapılan
tespitin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Sovyetler Birliğindeki uygulamalarla
ilgili olarak, 1923 İzmit konuşmasında açıkladığı görüşleri de aynı
doğrultudaydı. “Bu, (Sovyet uygulaması- y.n) başka bir süjedir. Fakat
isterseniz kısa bir bakışla açıklayayım. Eski Rusya yerine yeni bir Rusya
geçti. Eğer yeni Rusya komünistlik safsatasını bırakırsa Çarlık’tan daha güçlü
olacaktır. “(387- “Eskişehir – İzmit Konuşmaları” Kaynak Yayınları, 1993, sf.
97) (safsata: ilk bakışta doğru gibi görünmesine karşın gerçekte yanlış olan)
Mustafa Kemal’in, Bolşevik uygulamalarının Türkiye’de ve hatta Sovyetler
Birliğinde o gün için geçerli olamayacağına yönelik tespitleri öznel bir anti-komünist
tavra dayalı değildir. Sorun, bilimsel bir gerçekçilikle nesnel olarak ele
alınmakta, sosyalizme yönelik uygulamalar, bu toplumların sosyal gelişim
düzeylerine denk düşmediği için uygun görülmemektedir. Toplumsal gelişimin
herkesçe bilinen bu temel yasasına karşın, Sovyetler Birliğini 70 yıl boyunca
inceleyen hemen hiç bir sosyalist kuramcı, bugünkü sonucun olabilirliğini
görememiştir.
Mustafa Kemal, Bolşevik ilkelerin Türkiye’de uygulanıp, yaşatma
olasılığının olmadığını söylenip, bu tür isteklere karşı çıkarken; sorunu
sadece karşı çıkışta bırakmamış ve gerçekleştirilmesi gereken modeli de ortaya
koymuştur. 20. Yüzyılın sonlarında, Çin ve Sovyetler Birliğinde yaşanan
gelişmeler, Türk Devriminin özgün devletçi modelinin önemini daha açık bir biçimde
ortaya çıkarmış ve bu öneme bağlı olarak oluşan evrensel boyutunun daha geniş
kesimler tarafından görülebilmesini sağlamıştır.
Mustafa Kemal, sosyalizmin hedeflerine karşı değildi. Karşı
olduğu, bu hedeflere ulaşmak adına, var olan istek, oluşum ve olanakların,
yaşanması gereken süreçlerin, toplumsal gerçeklerin birbirine karıştırılarak,
bu hedeflerin soyut bir ütopya haline getirilmesiydi. Bu ütopya için toplumun
dinamik güçlerinin heder edilmesiydi. Bu nedenle, Sovyetler Birliğindeki
uygulamalar karşı çıkması, Kemalizme, ne anti-emperyalist niteliğinde bir şey
kaybettiriyor, ne de evrensel yanına zarar veriyordu. Şu sözleri bunu açıkça
gösteriyor: “Bir yandan Batı’nın işçi sınıfı, öte yandan Asya ve Afrika’nın
köleleştirilmiş halkları, uluslararası sermayenin, kendilerini yıkmak ve
efendilerine büyü çıkarlar sağlamak için köle durumuna getirmek istediklerini
anladığı ve sömürge politikasının işlediği suçlar dünya işçilerince kavrandığı
gün, burjuvazinin kuvveti sona erecektir. Ben buna inanıyorum.”(388- “Türk –
Rus İlişkileri Tarihi” Ali Kemal Meram, sf. 263, ak. Doğan Avcıoğlu “Milli
kurtuluş Tarihi” İstanbul Matbaası 1974, 2. Cilt, 797)
Kemalizm, dünya olaylarını tarihsel derinliği olan evrensel bir
anlayışla yorumlar. Uluslararası bir bakış açısına sahiptir ama bu bakış açısı,
kendi ülkesinde uyguladığı ulusçu politikalardan ödün vermeyi getirmez.
‘Uluslararası dayanışma’ ya da, ‘karşılıklı işbirliği’ adı altında
yapılabilecek politik müdahalelere izin verilmez. Dünya uluslarıyla
yapılabilecek en gerçek enternasyonalist dayanışmanın, emperyalizmi kendi
ülkesinde yenmek olduğunu bilir. Bütün ulusçu güçleri bu amaç doğrultusunda
birleştirir. Maddi temeli olmayan politik tartışmalara, ayrılık yaratacak
örgütlenmelerle ve ulusal mücadeleye zarar verecek eylemlere izin vermez. Bu
tutum, örgütsel mücadelenin temel ilkesi haline getirilerek, yerli
gericilerden, devrimin niteliğini kavrayamayan yakın çevreye kadar, ayırım
göstermeden herkese uygulanmıştır. Çerkez Ethem, Enver Paşa, İttihatçılar ve
“sosyalistler” aynı tavrı görmüşlerdir. Türk devriminin olağanüstü başarısında,
ulusal birliği sağlama yönündeki bu ödünsüz tutumun önemli bir yeri vardır.
Hiçbir ülke, birlik sorununu çözmede Türk Devrimi kadar başarılı olamamıştır.
Örgütüyle birlikte Türkiye’ye gelmek isteyen Mustafa Suphi’ye şöyle yazıyordu:
“Ulusun birlik ve direncini bozabilecek zamansız ve gereksiz girişimlerden
çekinmek, ulusumuzun kurtuluşu yönünden zorunluluktur.”(389- “Milli Kurtuluş
Tarihi” Doğan Avcıoğlu, İstanbul Matbaası 1974, 2. Cilt, sf. 723)
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 404)
Mustafa Kemal, Sovyetler Birliğindeki sistemin Türkiye için
uygunsuzluğunu ortaya koyarken, aynı uygunsuzluğun, Batı’nın kapitalist sistemi
için de geçerli olduğunu belirtmiştir. Yüzyıllara dayalı oluşumuyla batı
kapitalizminin, dünyanın mazlum uluslarını ezen emperyalist bir sisteme
dönüştüğünü; Türkiye’nin geri kalmış bir ülke olarak bu sistemi örnek almak
değil, onunla mücadele etmek zorunda olduğunu belirlemiş ve bu belirlemeyi
sürekli olarak yaşama geçirmiştir. Emperyalizme olan karşıtlık, Batı’nın tüm
değerlerini reddeden ilkel bir düşmanlığa dönüştürülmediği gibi, Sovyet
uygulamalarına olan karşıtlık da, Sovyetler Birliği düşmanlığına
dönüştürülmemiştir. Anti-emperyalist tavrın, devlet politikası haline
getirilmiş olunmasına karşın, Batı’nın özellikle bilim, teknoloji, yönetim
biçimleri ve kültür alanlarındaki evrensel boyut kazanmış birikimlerinden geniş
biçimde yararlanılmıştır. Bu boyutuyla, ‘Batıya rağmen batlılaşmak’ diye ifade
edilebilecek Kemalist anlayış, az gelişmiş ülkelerin; kendi özgün toplumsal
koşullarını göz önünde tutarak, gelişmiş ülkelere bağımlılık ilişkilerine
girmeden ve ulusal kimliklerini koruyarak kalkınabilmelerinin ilk evrensel
örneğini oluşturmuştur. ‘Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve aşmak’ diye
formüle edilen anlayışın özü budur. Kemalist anlayış batılılaşmacı ya da batıcı
değil, uygarlaşmacı bir düşünce sistemidir.
Türk Devrimi, tekelci eğilimli olmayan ulusal nitelikli özel
girişimciliğin, gelişip güçlenmesine özel önem verir ama, bağımsızlıktan ödün
vermeyen bir devletçiliğe dayanır. Siyasette olduğu gibi ekonomide de,
yönlendirici ve belirleyici olan Kemalist devletçilik, ne Rusya’daki
kollektivist devletçiliğe, ne de, Batı’daki mali sermaye egemenliği altındaki
oligarşik devlet faaliyetlerine benzer.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 405)
Mustafa Kemal Atatürk bunu şöyle açıklar: “Türkiye’nin
uyguladığı devletçilik sistemi 19. Yüzyıldan beri sosyalist teorisyenlerin
ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu,
Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye özgü bir sistemdir.
Devletçiliğin bizce anlamı şudur; kişilerin özel teşebbüslerini ve kişisel
faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir ulusun ve geniş bir ülkenin bütün
ihtiyaçlarını ve (bu uğurda) pek bir şey yapılmadığını göz önünde tutarak, ülke
ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk vatanında
yüzyıllardan beri kişisel ve özel teşebbüslerle yapılamamış olan şeyleri bir an
önce yapmak istedi; ve kısa bir zamanda yapmayı başardı Bizim takip ettiğimiz
bu yol görüldüğü gibi liberalizmden başka bir yoldur.”(390-“Sümerbank Dergisi”
3. Cilt, Sayı 29, 1963, Uluğ İldemir)
Bu anlayışla oluşturulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, toplumsal
yaşamın her alanındaki yenileşme ve gelişmeye öncülük edecek, ekonomik yaşamı
düzenleyecek ve halkın sorunlarını çözecektir. Sosyal ve ekonomik gerilik
nedeniyle, çelişkileri uzlaşmazlığa varmamış olan sosyal sınıf ve tabakaların
haklarını, ulusal çıkarlar temelinde birleştirecek ve bunları yasal
düzenlemelerle dengeleyecektir. Devlet faaliyetlerinin tümünde, topluma ve
halka hizmet temel ilke olacaktır. Mustafa Kemal bunu şöyle açıklar: “Bugün
haklı olarak kıvanç duyabileceğimiz bütün başarıların sırrı yeni Türkiye
devletinin yapısındadır. Türkiye Devleti’nin, bu yeni örgütün dayandığı
temeller, nitelik yönünden kendinden önceki tarihi kurumların temellerinden çok
başkadır. Bunu bir kelime ile ifade etmek gerekirse, diyebiliriz ki, yeni
Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir.”(391- “Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri” 1. Cilt, 1945, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, sf.
309) Gerçekten Türk tarihinin hiç bir döneminde devlet, 1923-1938 yılları
arasında olduğu gibi, halk için demokrasi anlamına gelmemiş ve her zaman, küçük
azınlıkları oluşturan egemenlerin devleti olmuştur. Atatürk bunu şöyle açıklar:
“Bizim hükümet şeklimiz tam bir demokrat hükümettir. Ve lisanımızda bu hükümet,
halk hükümeti olarak ifade edilir.”(392- “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” 3.
Cilt, 1954, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, sf. 309)
Devletçilik, sanayileşme atılımlarında yoğun olarak
uygulanmıştır. Bu alanda görülen uygulama yoğunluğu, kimilerinin söylediği
gibi, ‘koşulların gerekli kıldığı bir zorunluluk’ değildir, ideolojik bir
tercihtir. Özel sermaye birikiminin olmaması, istenilen nitelikte yabancı
sermayenin gelmemesi ve büyük dünya bunalımının, devletçi uygulama kararlarının
alınmasında kolaylaştırıcı etkileri elbette olmuştur. Ancak Kemalizmin sosyal
devlet anlayışı ve ulus-devlet hedefleri, devletçiliği zorunlu kılan esas
nedenlerdir. Tekel egemenliğinin yerleştiği 20. Yüz-yılda, yapısal değişikliğe
uğrayarak tekel egemenliğine dönüşen kapitalizm, mali ve sınai göçün
belirleyici olduğu ekonomik bir sistem oluşturur. Doğası gereği, yerli yabancı
ayırımı yapmadan, sermayenin tümüne eşit koşullar sağlanmasını gerektirir.
Böyle bir ortamda da ‘ulusal ekonominin’ yaratılması ve korunması gibi bir
politika yürütülemez. Bu nedenle Kemalizm’de devletçilik, koşulların zorlamasıyla
kabul edilen bir yol değil, ideolojisini tamamlayan temel ve ilkesel kavramdır.
1 Kasım 1937’de TBMM’ni açış konuşması, bunu açık bir biçimde ortaya koyar:
“Sanayileşme en büyük ulusal davalarımızdan biridir. Sanayi işlerinde
‘unsurları ülke içinde olan’, yani hammaddesi, işçisi, mühendisi ve yöneticisi
Türk olan fabrikalar kurulmalıdır. Büyük ve küçük her türlü sanayi tesisine
ülkemizde ihtiyaç vardır. İleri ve müreffeh Türkiye idealine erişmek için
sanayileşmek bir zorunluluktur. Bu yolda Devlet öncüdür. Birinci beş yıllık
planın öngördüğü fabrikaları tamamlamak ve ikinci beş yıllık planın öngördüğü
fabrikaları tamamlamak ve ikinci beş yıllık planı hazırlamak gereklidir.”(393-
“Atatürk’ün 1 Kasım 1937 Meclisi Açış Konuşması” ak. Prof. Dr. Ferudun Ergin
“Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi” Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları, No:
1, sf. 17-18)
Atatürk’ün 1929 yılında söylediği şu sözler onun, devlet ve özel
girişim ilişkileri konusundaki görüşlerini açık olarak ortaya koyar: “…
Kişilerin gelişmesinin karşısında engel olmaya başladığı nokta, devlet
faaliyetlerinin sınırıdır. Buna göre zamanına ve yerine göre, devamlı bir özel
nitelik gösteren ekonomiye ait bir işi, devlet üzerine alabilir. Örneğin bir iş
ki; büyük ve düzenli bir yönetimi gerektirir ve özel girişim elinde tekelleşme
tehlikesi gösterir veya genel bir ihtiyacı karşılar, o işi devlet üzerine alır.
Madenlerin, ormanların, kanalların, demiryollarının, deniz taşımacılığı
şirketlerinin devlet tarafından yönetilmesi ve para ihraç eden bankaların
millileştirilmesi; keza su, gaz, elektrik vb. işlerin yerel yönetimler
tarafından yapılması, yukarıda açıkladığımız çeşitten işlerdir. Bu mana ve
anlayışla devletçilik, ahlaki ve ulusaldır.”(394- “Medeni Bilgiler ve Mustafa
Kemal’in El Yazıları” Prof. Dr. Afet İnan, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1959,
sf. 448-449)
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 407)
1923-1938 yılları arasında girişilen sanayileşme atılımında,
ulusal sanayinin gelişmesi temel hedeftir. Devletin belirleyici ve yönlendirici
olmasına karşın özel girişimcilik özendirilecek ve desteklenecektir. Bağımlılık
doğuracak uluslararası ilişkilere izin verilmeyecektir. Ulusal bağımsızlık her
alanda korunacaktır. Yabancı sermayeye yatırım izni verilecek ancak bu izin
koşulları Türk Devleti tarafından belirlenecektir. Mali bağımlığa yol açan, dış
borcu ve ‘yardım’ kabul edilmeyecektir. Dış ticaret, bankacılık, madenler,
demiryolları millileştirilecektir. Ulusal Pazar yüksek gümrük tarifeleriyle
koruma altına alınacaktır. Yerli üretim ve tüketime ağırlık verilecektir.
Yeraltı zenginlikleri devlet ağırlıklı olmak üzere ulusal güçlerce
işletilecektir. Faaliyet halindeki borsalar millileştirilecek ve yeni menkul
değerler borsaları faaliyete geçirilecektir. Tekelciliğe izin verilmeyecek,
kömür üretimi dış rekabetten korunacak, teknik orman işletmeciliğine geçilecek,
ticaret ataşelikleri kurulacak, ekonomi öğrenimi yapan okullar açılacak,
haberleşme hizmetleri modernleştirilerek yaygınlaştırılacaktır.
1927 yılında yapılan sanayi sayımında, el sanayi işletmeleri
yani tamirhaneler dahil 33 085 işyeri vardı. Bu işlerlerinde çıraklar dahil 76
216 işçi çalışıyor ve her işletmeye 2-3 işçi düşüyordu. İşçilerin 35 316 sı
sayıları 20 bini bulan, basit el tezgahlarından oluşan halı ve diğer dokuma
işyerlerinde çalışıyorlardı. 17 964 işçi de 5347 tabakhane ile bir kaç deri
atölyesinde çalışmaktaydı. (395- “Tek Adam” Şevket Süreyya Aydemir, Remzi
Kitapevi, 1983, 8. Baskı, 3. Cilt, sf. 351)
Sanayi üretimi hemen hemen yok gibiydi. Olanlar da korunmuyordu.
Sadece tekstil dalında bir kaç tane orta boy işletme vardı. Çimento, petrol,
demir, çelik, işlenmiş madenler, inşaat malzemeleri, motor, iş araçları başta
olmak üzere bütün sanayi ürünleri ithal ediliyordu. Ülkede çoğu bankacılık,
madencilik ve demiryollarına yatırım yapmış, 94 yabancı şirket vardı. (396-
a.g.e. 3. Cilt sf. 343) Bunlardan gerekli görülenler devletleştirildi.
17 Şubat 1923 de çiftçi, tüccar, sanayici ve işçi
temsilcilerinin oluşturduğu 1135 delege ile, İzmir İktisat Kongresi toplandı.
Kongrede, bu dört kesim istek ve önerilerini dile getirdiler ve değişik
konularda kararlar alındı. Mustafa Kemal yaptığı konuşmada: “Sanayinin
gelişmesini ihmal etmemeliyiz. Ticaretimizi yabancıların eline bırakamayız.
Bırakırsak, yurt kaynaklarını değerlendirme fırsatını kaybederiz. Ancak
bunların gerçekleştirilmesi söylendiği gibi kolay ve basit değildir. Başarmak
için ülke ihtiyacına uygun temel bir program üzerinde bütün milletin birleşmesi
ve uyumlu olarak çalışması gereklidir” diyordu. (397- “Devletçilik İlkesi ve
Türkiye Cumhuriyetinin Birinci Sanayi Planı 1933” Prof. Dr. Afet İnan, Türk
Tarih Kurumu Basımevi – Ankara 1972, sf. 46)
Kongreye katılan sanayiciler, korumacı gümrük vergileri
konulmasını, endüstrinin desteklenmesini, yatırımcılara kredi açılmasını,
ulaştırma örgütünün geliştirilmesini ve sanayi odaları kurulmasını istediler.
Tüccar gurubu, bir ticaret bankası kurulmasını, yeni menkul değerler borsasının
açılmasını, faaliyet halindeki borsaların devletleştirilmesini, Cuma tatilinin
herkes için zorunlu olmasını, tekelcilikle savaşılmasını ve haberleşme
hizmetlerinin yaygınlaştırılmasını istediler. Tüccarlar ayrıca kambiyo dalgalanmalarına
müdahale edilmesini, maden araştırmalarının başlatılmasını, kömür üretiminin
dış rekabetten korunmasını, taşınmaz mallara ipotek kredisinin açılmasını ve
ticari istihbarata önem verilmesini öneriyorlardı.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 409)
İzmir İktisat Kongresinde, emeği ve sermayeyi temsil edenlerin
eşit koşullarda temsil edilmeleri, bağımsızlık temelinde ulusal birliğin
sağlanması anlayışının bir sonucuydu. İşçi temsilcileri, temettü vergisinin
işçi sağlığı için kullanılmasını, belediye seçimlerinde mesleki temsil
biçiminin kabul edilmesini, sendika kurma hakkının tanınmasını, çalışma
süresinin günde 8 saate indirilmesini, gece mesaisine çift ücret ödenmesini, küçük
yaşta işçi çalıştırılmamasını, belediye meclislerince asgari ücret tespiti
yapılmasını, hastalık halinde ücretlerin kesilmesini, kadın işçilere doğum
öncesi ve sonrası ücretli izin ile ayda 3 gün ‘ay hali’ izni verilmesini, iş
yerinde ‘emzikhaneler’ açılmasını ve işçi çocuklarının yatılı okullarda
ücretsiz okutulmasını istediler. Bu istekleri, o günün Avrupa’sında, ancak
sosyalist sendika ve partiler önerebiliyorlardı. İsteklerin bir bölümü
uygulandı. Zamana ve ekonomik gelişmeye gereksinim gösteren bir bölüm ise,
hazırlıkları yapılıp sürece bırakıldı. Ancak, Musul sorunu, Şeyh Sait isyanı ve
Cumhuriyete karşı oluşan gerici muhalefet nedeniyle hükümet, varlığını korumak
için bir takım önlemler almak zorunda kaldı. Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldı,
seçimler çift dereceli yapıldı, muhalefet örgütlenmelerine izin verilmedi,
kurulmuş olan sendikalar kapattırıldı. Ancak bu gelişmelere karşın, işçilerin
bir bölümü ekonomik ve sosyal işlemleri yasallaştırarak uygulandı.
Sanayileşmeyi hızlandırmak ve ülke düzeyine yaymak için bir dizi
girişimde bulunuldu. 28 Mart 1927’de, Sanayi Teşvik Kanunu, 8 Haziran 1929’da
da Milli Sanayi Teşvik Kanunu çıkarıldı. Yerli sanayi ve ticareti koruyan, yeni
gümrük tarifeleri 1 Ekim 1929’da uygulamaya sokuldu. 3 Haziran 1933’de, Sanayi
ve Maadin Bankası ile Devlet Sanayi Ofisinin yerine Sümerbank kuruldu. 1925
yılında kurulmuş olan Sanayi ve Maadin Bankası 7 yıl içinde Hereke, Feshane,
Bakırköy Mensucat, Beykoz Deri ve Kundura, Uşak Şeker ve Tosya Çeltik
fabrikalarını kurmuş veya kontrolü altına almıştı. Ayrıca, Bünyan ve Isparta
İplik, Maraş Çelik, Malatya ve Aksaray Elektrik, Kütahya Çini fabrikalarına
ortak olmuştu. Bu fabrikalar 1933 yılında Sümerbank’a devredildi. Sümerbank
1939’a kadar 17 yeni fabrika kurdu, birçok bankaya ortak oldu, bazı şirketlere
sermaye yatırdı. 1935 yılında kurulan Etibank, madencilik alanına yatırımlar
yaptı, modern maden işletmeleri kurdu. Emlak ve Etyam Bankası 1926’da açıldı ve
ciddi düzeyde konut kredisi dağıttı, konut yatırımlarına destek verdi. İş Bankası
1924’de kuruldu, ve çok kısa bir zamanda, kredi piyasasında yabancı aracıları
ortadan kaldıran bir mali güce ulaştı. 1924 yılında Ziraat Bankasına her türlü
bankacılık işlemini yapabilme yetkisi verildi. Ve Banka hızlı bir büyüme
sağlayarak 1931 yılında mevduatını 56 milyon liraya çıkardı. (1924 Devlet
bütçesi 120 milyon liraydı) Banka 1933 yılında 58 363 ortağı olan 637 Zirai
Kredi Kooperatifi aracılığıyla, tarım sektörüne kredi aktardı. Ziraat
Bankası’nın denetimi altında çalışan Emniyet Sandığı’nın toplam mevduatı,
1923’te 2 milyon 327 bin lira idi. Bu miktar, büyük artış göstererek, 1929’da
16 milyon 508 bin lirayı buldu. (398- “Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi” Prof.
Dr. Ferudun Ergin, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları, No: 1, 1977, sf.
50-51)
1929 Dünya ekonomik bunalımından en az zararla kurtulunması için
devletçilik politikası yoğunlaştırıldı. Birinci beş yıllık planda madencilik,
elektrik santralleri, ev yakıtları sanayii, toprak sanayii, gıda maddeleri
sanayii, kimya sanayii, makina sanayii ve madencilik kollarında yatırımlar
planlandı ve plan büyük oranda gerçekleştirildi. 1923 yılında, 3700 ton olan
pamuklu dokuma 1932 yılında 9055 tona, 597000 ton olan maden kömürü ise 1593000
tona çıkarıldı. 1923 yılında da 27549 ton üretildi. Aynı dönemde çimento 24000
tondan 129000 tona kösele 1974 tondan 4105 tona, yünlü mensucat 400 tondan 1695
tona, ipekli dokuma 2 tondan 92 tona çıkarıldı. Sanayi ve ticaretteki canlanma
firma sayısını da arttırdı. 1929 yılında Sanayi Teşvik Kanunundan yararlanan firma
sayısı 490 iken, bu sayı 1933 yılında 2317’ye çıktı. Elde edilen yerli
üretimle, 1923 de ithal edilen kösele ve un 1932 de hiç ithal edilmedi. Şeker
ithalatı %37, deri ithalatı %90, çimento ithalatı %96,5, sabun ithalatı %96.5,
kereste ithalatı %83.5 oranında azaldı. 1923 yılında 36 100 000 dolar dış
ticaret açığı verilirken, (ki tüm ithalat 86 900 00 dolar, tüm ihracat ise 50
800 000 dolar idi) bu açık 1931 yılında 300 000 dolara düşürüldü. 1936 Yılında
ise ihracat ithalatı 20 100 000 dolar aştı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk
kez dış ticarette artıya geçti. (399- a.g.e. sf. 46)
1938’e gelindiğinde, ekonomide elde edilen gelişmenin, başlangıç
koşulları gözönüne alındığında, büyük boyutlu bir gelişme olduğu görülmektedir.
Gelinen nokta, Türkiye’nin bir sanayi ülkesi olmasına yetecek bir düzeyde
değildi ama, bu hedef için, tutarlı ve geçerliliği olan bir kalkınma stratejisi
oluşturulmuş; bu stratejiye uygun temel yatırımlar yapılarak hızlı bir gelişme
sağlanmıştı. Ancak, bu yöneliş ve gelişme, Atatürk öldükten sonra, özelikle de
1946’dan sonra sürdürülemedi. Giderek artan bir hızla açıklar verildi, büyük
boyutlu borç yüklü altına girildi, ulusal sanayi yok edildi. Büyük özen ve
özverilerle yaratılan kamusal değerler, giderek artan bir hızla bakımsızlığa ve
yolsuzluklara terk edildi. 1947 yılında 21.3 milyon dolar olan dış ticaret
açığı, 1948’de 73.3 milyon, 1952’de 193 milyon, 1962 de 241 milyon, 1977 de ise
4 milyar 43 milyon dolara çıktı. (400- “DİE, Aylık İstatistik Bülteni” 1978
V-VI, Sf. 326 ve “Maliye Bakanlığı, 1979 Yılı Raporu” sf. 43 –TÜSİAD, “The
Turkısh Economy, 1978” ak. “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi 1923-1978”
Akbank Kültür Yayınları 1980, sf. 341-381) Dış ticaret açığı 1996 yılında, 20
milyar doları aşmıştır. (401- “Devlet Bakanı Ayfer Yılmaz’ın Basın Açıklaması”
11 Ocak 1997 Hürriyet / 401-a: “Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi” Prof. Dr.
Ferudun Ergin, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları sf. 44)
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 412)
Devlet Maliyesi ve Para Politikaları
Kurtuluş Savaşı başladığında yeni devletin bütçesi sıfır
noktasındaydı. Nakit Sovyet yardımı ve İstanbul’dan Ankara’ya çevrilebilen
vergiler ilk gelirleri oluşturdu. Denk bütçe hazırlamak, Cumhuriyet Devletinin
ilk bütçesinden beri temel hedef oldu ve bu hedef büyük oranda
gerçekleştirildi. Gereksinimlerin baskısına karşın, karşılıksız para basımına
gidilmedi. Hazinenin tamamen boş olduğu günler geçirildi Mali bağımsızlığa,
siyasi bağımsızlığın temeli olarak büyük önem veriliyordu. Mustafa Kemal
konuyla ilgili olarak, 1 Mart 1922 de Mecliste: “Ulusal mücadelenin amacı, tam
bağımsızlıktır. Tam bağımsızlık, ancak mali bağımsızlıkla gerçekleştirilebilir.
Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun kaldığı sürece, kamu hizmetlerinin
gereken biçimde düzenlenmesi beklenemez. Devlet organlarına canlılık veren mali
güçtür. Mali bağımsızlığın ilk koşulu, denk ve ülke yapısına uygun bir
bütçedir. Yönetim işleri için maliyenin sadece kendi kaynakları kullanılacaktır.
Kamu hizmetlerinde son derece tutumlu davranılmalıdır.”377 diyordu.
Lord Curzon Lozan konferansında Türkiye’nin, kendi mali kaynaklarıyla bir kaç
yıldan fazla dayanamayacağını, çok geçmeden Avrupa’ya avuç açacağını
söylemişti. Mustafa Kemal, Lord Curzon’u bir kez daha yanıltmıştı.
Osmanlı hükümeti 1918 de milyon liralık iç borçlanmaya gitmiş bu
borcun sadece ilk taksidini ödemişti. Kurtuluş Savaşı kazanıldığında borç
tahvillerinin değeri hemen hemen sıfıra düşmüştü. Buna karşın Cumhuriyet
Hükümeti bu borcu kabullenerek, ana para ve faizini ödemeyi kabul etti. Ayrıca,
Osmanlı imparatorluğunun 100 milyon altın lira dış borcu vardı. Bunların
Misak-ı Milli sınırları içinde kalan yerlere karşılık gelen 8 milyon altın Lira
yine Cumhuriyet Hükümetince ödenecekti. 401-a
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 413)
Cumhuriyetin ilk bütçesi 1 Mart 1924 de yürürlüğe girdi. 1924
Bütçesi yaklaşık 120 milyon liraydı. (118 254 222 TL.) Bu bütçeden, adalete
4.5, içişlerine 15, sağlık hizmetlerine 2.2, eğitime 6.1, bayındırlığa 14,
savunmaya 33 milyon lira ayrılmıştı. (402- “Genel Muvazeneye Dahil Dairelerin
1924-1948 Yılları Bütçe Giderleri” ak. Prof. Dr. Ferudun Ergin, Yaşar Eğitim ve
Kültür Vakfı Yayınları, No: 1, 1977, sf. 46) Bütçe 1938 yılında, enflasyonsuz
bir onbeş yıl geçirerek, 304 milyona çıkarılabilmişti. Bu onbeş yıllık dönemde,
Milli Eğitim, Sağlık, Bayındırlık ve Adalet Bakanlıklarına ayrılan ödenekler
önemli oranda arttırılırken, Diyanet bütçesi %100 düşürülmüştü.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yabancı mali aracılar kredi
piyasasına tam olarak hakimdi ve bunlar yerli azınlıklarla yabancı uyruklulara
hizmet eder durumdaydılar. Türk halkının yıkıcı savaşlar nedeniyle tasarruf
gücü hemen hemen sıfıra düşmüştü. 1920 de bankalardaki tüm tasarruf mevduatı
sadece bir milyon liraydı. 1924’de İş Bankası kuruldu. Bankacılık konusunda
eğitimi yeterli kadro olmamasına karşın İş Bankası, kısa sürede gelişti ve
yabancı mali aracılara üstünlük sağladı. 1929 yılında mevduatı 44 milyon liraya
çıktı Ziraat Bankasının mevduatı ise 1931 yılında 56 milyon liraya, bankanın
denetimi altındaki Emniyet Sandığının mevduatı 16.5 milyon liraya çıktı. Sanayi
Maadin, Sümerbank, Etibank, Emlak ve Eytam Bankalarının yanında 40 yeni banka
kuruldu. (403- “Ali İktisat Ansiklopedisi” ak. a.g.e. sf. 49)
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 414)
Düyun-u Umumiye İdaresi 1914-1918 arasında 161 milyon liralık
para basmıştı. Bunlara “kaime” deniyordu. Ulusal mücadele bu kaimelerin
varlığıyla birlikte yürütüldü. Ankara’nın o dönemde kendi adına para basmasına
psikolojik ortam uygun değildi. Cumhuriyet yönetimine Osmanlı’dan 159 milyon
liralık kağıt para geçmişti. 1924 yılında hazinenin elinde, kağıt paranın
değerini korumada kullanabileceği hemen hiç altın ve döviz bulunmuyordu.
İhracat çok düşük, devlet gelirleri çok azdı. Ülkede, paranın değerini koruyabilecek
ne bir yasa, ne de pazara yönelik bir üretim vardı. Türk parasının değeri arz
ve talep dalgalanmalarına bırakılmıştı. Ülkeden para çıkartılması, herhangi bir
koşula bağlı değildi, dileyen dilediği kadar parayı dışarıya çıkarabiliyordu.
İthalat kısıtlaması da yoktu. Herkes dilediği malı ithal edebiliyordu.
(Günümüzde gelinen noktanın, Osmanlı’’ın son dönemine ne denli benzediğine
dikkat ediniz.)
Ancak, hükümetin karşılıksız para basmama konusundaki
kararlılığı, uygulanan bağımsızlıkçı politikalar ve ulusal zaferin kazandırdığı
siyasi prestij, kambiyo piyasalarını etkiliyordu. Bunun yanında hükümet para
işini, bu prestije bırakmadan ve etkili önlemler aldı. Resmi döviz alımları
durduruldu, dış borçların ödenmesi bir moratorium’la ertelendi. Bütçede tasarrufa
gidildi. Maliye Bakanlığı, devlet bankalarıyla birlikte kambiyo denkleştirme
fonu kurdu, Türk parasını koruma kanunu çıkartıldı, döviz alımları Maliye
Bakanlığının denetimi altına alındı, yurt dışına para çıkarma serbestisine son
verildi. İthalat, lisansa ve kontenjanlara bağlandı, gümrük vergileri
arttırıldı, azınlıkların elinde olan mali ve ticari piyasalara, ulusal
çıkarları koruyan yeni vergi ve kısıtlamalar getirildi. Türk parası ‘serbest
döviz’ olmaktan çıkarıldı; para piyasalarını düzenleyecek, hükümetle birlikte,
para istikrarını sağlayacak her türlü önlemi alma yetkileriyle donatılmış
Merkez Bankası kuruldu. Mustafa Kemal 1 Kasım 1930 meclisi açış konuşmasında,
alınan mali kararlar için “uğraşmaya mecbur kaldığımız büyük olay” ve “milletin
yaşama hakkına inancını ortaya koyan sorun” tanımlamalarını yaptı. Atatürk,
acil ihtiyaçları için kendisine hükümetçe iletilen, bütün para basma
tekliflerini sürekli reddetti. Kibrit fabrikası yatırımı ve demiryollarının
millileştirilmesi dışında dış borçlanmaya gitmedi.
Bu ulusçu girişimler sonuçlarını kısa sürede gösterdi. 1922-1925
arasında fiyat artış oranı yani enflasyon, yılda %3.12, 1925-1927 arasında ise
%1 oldu. Bazı fiyatlarda ucuzlama görüldü. Türk parası yabancı paralar
karşısında değer kaybetmedi, aksine bazılarına karşı değer kazandı. 1924
yılında 9,5 kuruş olan Fransız Frangı, 1929 yılında 7,7 kuruşa, 187 kuruluş
olan bir ABD Doları 127 kuruşa düştü. Aynı dönemde bir İsviçre Frangı 34
kuruştan 37 kuruşa, bir Alman Markı 44 kuruştan 46 kuruşa çıktı. Bunlar
dünyanın en güçlü paralarıydı. Dış ticaret açığı 1930’da ihracat fazlasına
dönüştü. Cumhuriyetin ilk yıllarında hiç olmayan altın stoğu, 1931’de 6.127
ton, 1933 de 17.695 ton, 1937’de ise 26.107 tona ulaştı. Yine ilk yıllarda hiç
olmayan döviz stoğu ise 1938 yılında 28.3 milyon dolara çıktı. (404- “Atatürk
Zamanında Türk Ekonomisi” Prof. Dr. Ferudun Ergin, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı
Yayınları, No: 1, 1977, sf. 53, 404-a: “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” 2.
Cilt, sf. 132, ak. Arı İnan, Türk Tarih Kurumu Basımevi 1991, sf. 226)
Enflasyonsuz bir süreçte para hacmi hemen hemen sabit tutulmasına karşın,
ekonomide gelişme sağlandı. Türkiye’de uygulanan ekonomik tedbirler, 1929
buhranından etkilenen başta Almanya olmak üzere bir çok ülke tarafından uygulanmaya
başlandı. Almanya, Türkiye’nin izinden giderek kambiyo kontrolü rejimine geçti
ve enflasyonu önledi. Paralarının serbest döviz niteliğini korumaya önem veren
diğer ekonomiler, paralarının değer yitirmesini önleyemediler.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 416)
Bunca iş kolay başarılamamıştı elbette. Planlanan hedeflere
ulaşmak için; sınırsız yurt sevgisi, inanç ve özveriden başka, bilinçli ve
kararlı devrimci bir tavır sergilenmişti. Mustafa Kemal, 18 Mart 1923 günü
Tarsus’ta şunları söylemişti: “Ulusal ticaretimizi yükseltmeye mecburuz. Bu
basit fakat hayati gerçeği bilerek, bilmeyenlere yolu ile anlatmalıyız.
Anlamayanlar zorla anlatarak amacımıza doğru yürüyeceğiz.”404-a 1938 yılında Türkiye, mali
sorunlarını da tamamen çözmüş değildi ama, büyük bir atılım ve gelişme
sağlanmıştı. Kendi gücüne güvene dayalı, sürekli gelişme sürecine girilmiş,
Türk halkında, her türlü zorluğa karşı çıkacak bir ulusal bilinç ve kararlılık
yaratılmıştı. Bağımlılık doğuracak hiç bir ilişkiye girilmemiş, kendi
kaynaklarına dayanma esas alınmıştı. ‘Aşılmış olan mesafeyi ölçmek için, yalnız
nereye varılmış olduğunu değil, aynı zamanda nereden başlanmış olduğuna’ bakmak
gerekiyor. Türk Devrimine bu gözle bakıldığında, yapılan işlerin gerçek
boyutunun ne olduğu daha iyi görülecektir.
Kürt Ayaklanmaları
Kürt ayaklanmaları, gerek Kurtuluş Savaşı süresince ve gerekse,
Cumhuriyet döneminin ilk onbeş yılında; Ankara hükümetini uğraştırmış ve kıt
olan mali olanakların önemli bir bölümünün bu yönde harcanmasına neden
olmuştur. Ayaklanmaların hemen tamamı, emperyalist devletlerle bağlantılıdır ve
dinsel gericiliğe dayandırılmıştır. Tarihsel ve sosyal bir gerçeklik olarak,
uzun yüzyıllar birlikte yaşamı ve iç içe girmiş olan Türk ve Kürt halkları,
güçlerini ve gelecek umutlarını birleştirip, yoksulluktan ve gerilikten
kurtulmaya giriştikleri bir dönemde, birbirlerine düşman edilmeğe
çalışılmıştır. Ancak, özellikle İngilizlerin bu planı, Kemalizmin uyguladığı gerçekçi
ve karşılıklı güvene dayalı politikalarla bozulmuş, bu iki halk, özgür ve
bağımsız bir ülkenin eşit haklara sahip yurttaşları olarak birleşmişlerdir.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 417)
Batılı büyük devletler, Kurtuluş Savaşında ve Cumhuriyetin ilk
yıllarında uygulamaya çalıştıkları ancak başarılı olamadıkları Kürt planlarını,
hemen aynısıyla bugün yeniden gündeme getiriyorlar. Atatürk döneminde tam
anlamıyla bozulmuş olan bu oyunu, 20. Yüzyılın son yıllarında yeniden
oynuyorlar ve ne yazık ki bu kez, daha başarılı oluyorlar. Devrim ilkelerinin
resmi politikadan çıkarılmış olmasının olumsuz sonuçları, her alanda olduğu
gibi bu konuda da etkisini gösteriyor ve 1930’lu yılların sonlarında kesin ve
kalıcı bir biçimde çözülmüş olan sorunlar, izlenen yanlış politikalar nedeniyle
yeni problemler haline geliyor.
Mustafa Kemal Kurtuluş savaşına başlarken, Misak-ı Milli
sınırları içinde kalan Kürt unsurların, emperyalizmin ayrılıkçı propagandalarına
ve maddi çıkar vaatlerine kanarak, ulusal mücadeleye zarar verecek bir davranış
içine girmemeleri için yoğun çaba göstermiştir. Çabaları yalnızca girişeceği
mücadeleye güç katacak müttefikler bulmak değildi. O, Kürtleri hiçbir zaman,
ittifak yapılacak bir dış, ya da yabancı unsur olarak görmemiştir. O’nun için,
Kürtler, tarihsel, sosyal ve kültürel olarak, Türk unsurlarla kaynaşmış olan;
çıkarları ve gelecek umutları, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan tüm
insanlarla birlikte, bağımsız bir ulusun yaratılmasında saklı olan, yerel
unsurlardır. Giriştiği mücadelenin hemen başlarında, 15. Kolordu Komutanı Kazım
Karabekir Paşa’ya yazdığı yazıda şöyle diyordu: “… ben Kürtleri ve hatta öz
kardeş olarak bütün milleti bir tek nokta etrafında birleştirmek ve bunu bütün
dünyaya ‘Müdafai Hukuk’u Milliye Cemiyetleri’ aracılığıyla göstermek karar ve
azmindeyim. Esasen milli vicdandan doğan bu kadar büyük başka bir kuvvet
tasavvur edemiyorum…”(405- “Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri” sf. 34)
Erzurum Kongre Kararlarının 1. Maddesinde konuya şöyle
değinilir. “Doğu Vilayetleri adını taşıyan, Erzurum, Sivas, Diyarbakır,
Mamuretülaziz (Elazığ), Van, Bitlis… bölgesinde yaşayan bütün İslam
unsurları,birbirlerine karşı hürmet ve fedakarlık hissi ile doludurlar ve
ırksal, toplumsal ve çevresel koşullarına saygılı özkardeştirler.”(406- “Milli
Mücadele Erzurum” Cevat Dursunoğlu, Ankara 1946, sf. 160) İsmet İnönü Lozan’da
Türkiye adına okuduğu bildiriye; “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti
Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir; çünkü, Kürtlerin gerçek ve
meşru temsilcileri, Millet meclisi’ne girmiştir ve Türklerin temsilcileriyle
aynı ölçüde ülkemiz hükümetine ve yöntemine katılmaktadırlar” der. (407- “Lozan
Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler” 1. Takım, 1. Cilt, 1. Kitap sf. 348-349)
Anadolu’da yaşayan ve Türk ulusunu oluşturan tüm unsurların,
birbirlerine yurttaşlık bağlarıyla bağlı, eşit ve özgür bireyler olduklarının
kabul ve ilanı, ‘günün gereği olarak’ ortaya sürülen siyasi bir davranış biçimi
değildir. Özellikle Türk ve Kürtlerin birbirlerinden ayrılmaları, hem kültürel
ve tarihsel oluşum, hem de, yaşadıkları coğrafya nedeniyle mümkün değildir.
Kemalizmin konuyla ilgili tespitleri içtendir, bilimsel ve sosyal gerçeklere
dayalıdır. Mustafa Kemal Türk ulusunun tarifini; “Türkiye Cumhuriyetini kuran
Türkiye halkına Türk milleti denir” biçiminde yapmıştır (408- “Medeni Bilgiler
ve Mustafa Kemal’in el Yazıları” Prof. Dr. Afet İnan, 1969, Türk Tarih Kurumu
Yayını, sf. 351) Burada kullanılan ‘Türkiye Halkı’ tanımı bilinçli olarak
seçilmiştir ve ulusu oluşturan, değişik etnik kökenlere sahip unsurlar
kapsamaktadır. Belirleyici olan ana unsurun, ulusa adını vermesi ise olağan bir
sonuçtur ve sadece tanımlama ile sınırlıdır. Önemli olan, ulus bireylerinin,
her yönden eşit olmaları ve bu eşitliğin, hem devletin hem de toplumun bütün
birimlerinde gerçek anlamda yaşama geçirilmesidir. Fransız ulusunun adını
Franklar verdi ama Fransa Franklardan başka, Normanlar, Basklar, Brötonlar,
Provensaller vb. gibi bir çok etnik yapı ve ırkların karışımından meydana
geldi. İtalyan ulusu ise adını aldığı İtalyot’lardan başka Romalılar,
Germenler, Etrüskler ve Yunanlılardan oluştu. Türk ulusu ise bunlardan çok daha
zengin bir etnik yapı üzerine oturmuştur. Hititler, Perslar, Libyalılar,
İyonlar, Türkler, Çerkezler, Arnavutlar, Kürtler, Türkmenler, Lazlar, vb.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 419)
Mustafa Kemal’in 16 Ocak 1923 günü İzmit’te yaptığı konuşmada,
Kürt sorunuyla ilgili olarak dile getirdiği görüşler, hem, o güne de yaptığı
açıklamalara, verdiği sözlere uygundur, hem de Türkiye Cumhuriyeti Devletinin
resmi görüşünün temeli niteliğindedir. Vakit Gazetesi başyazarı, Ahmet Emin
Yalman’ın, “Kürt sorunu nedir?” sorusuna verdiği yanıtta şunları söylemişti:
“.. Bildiğiniz gibi bizim milli sınırlarımızda var olan Kürt unsurlar, o
şekilde yerleşmişlerdir ki, pek az yerde yoğundurlar. Fakat yoğunluklarını
kaybede kaybede ve Türk unsurunun içine gire gire öyle bir sınır doğmuştur ki,
Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek
gerekir. Sözgelimi, Erzurum’a kadar giden, Erzincan’a, Sivas’a kadar giden,
Harput’a kadar giden bir sınır aramak gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt
aşiretlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla başlı başına bir
Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür
yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi livanın (Osmanlı’da il ve ilçe
arasında bir yönetim birimi) halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak
idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da
beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait
sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem
Kürtlerin v ehem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki
unsur bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki
bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olamaz.”(409- “Mustafa Kemal –
Eskişehir – İzmit Konuşmaları” Kaynak yayınları, 1993, sf. 105. 409-a: “Sivas
Kongresi Tutanakları” Uluğ İldemir. Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara – 1969,
sf. 78, ak. Uğur Mumcu “Kürt – İslam Ayaklanmaları” Tekin Yayınevi, 19. Basım,
1995, sf. 21)
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 420)
Burada sözü edilen özerk yönetim ifadesini kimi çevreler farklı
bir biçimde yorumlamışlar ve Cumhuriyet hükümetlerinin verilen bu söze uymadıklarını
iddia etmişlerdir. Oysa burada, ‘Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ gereğince
oluşturacak ‘bir tür yerel özerklik’ sözleriyle anlatılan yerel yönetim biçimi;
ırk ve etnik kökene dayanan ve bu unsurlara özel ayrıcalıklar tanıyan bir biçim
değildir. Böyle bir anlayış, ulusal birliğe büyük önem veren ve vatandaşlar
arasında hiç bir ayrıcalığa izin vermeyen Kemalizmin özüne terstir. Burada
anlatılan, bütün ülkede geçerli olacak şekilde halka tanınacak yerel
yönetimleri oluşturma haklarının, Kürtlerin yoğun olduğu yönetim birimlerinde
doğal olarak, ‘bir tür özerk yönetimler’ oluşacak olan Kürtler tarafından
kullanılacak olmasıdır. Belediye başkanlıkları, belediye meclisleri, özel
idareler vb. Şunu da belirtmek gerekir ki, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, bu
açıklamanın yapıldığı 1923’den 1938’e tek tam 15 yıl, Kürt-İslam isyanlarıyla
uğraşmıştır. Büyük çoğunluğu emperyalizme dayanan bu isyanlar, sadece Kürt
sorununda değil, tüm toplumsal yaşamda, demokratik açılımların gecikmesine
neden olmuş ve Cumhuriyet yönetimlerini sürekli olarak tedirgin etmiştir.
Cumhuriyet döneminde yoğunlaşan Kürt isyanlarının tarihçesi
eskidir. Osmanlı İmparatorluğu içinde ayrıcalıklı bir konuma sahip olmasına
karşın Kürtler, İstanbul’a karşı zaman zaman ayaklanmışlardır. Padişah, aşiret
çıkarlarına fazla dokunmaz, yerel ilişkilerde onları oldukça serbest bırakır,
ancak, sefer sırasında aşiret büyüklüğüne göre asker isterdi. Bu ilişkilerle,
içine kapalı bir biçimde yaşayan Kürt toplumu, yüzyıllar boyu dünyayla ilişkisi
olmadan ilkel bir feodal yapı içinde kalmıştır.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 421)
İmparatorluğun çöküş dönemine girmesiyle İstanbul’un
isteklerinin arması, isyanların da ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu isyanların
tamamı, aşiret liderlerinin karar verdiği, sevk ve idare ettiği
ayaklanmalardır. 19. Yüzyılda ortaya çıkan belli başlı Kürt isyanları
şunlardır: 1806’da Babanzade Abdurrahman Paşa ayaklanması, 1827’de Büyük Emir
Mehmet Paşa, 1842’de Bedirhan Bey, 1855’de İzettin Şer, 1880 Şeyh Ubeydullah
ayaklanması…
Sultan 2. Abdülhamit Doğu’da Ermeniler arasında yaygınlaşan
milliyetçilik duygu ve hareketlerine karşı 1890 yılında, Kürtlerden oluşan
“Hamidiye Alayları”nı oluşturdu. Abdülhamit bu yolla, hem Kürt aşiretlerine
“devlet disiplinini” aşılamayı amaçlıyor hem de, Ermenilerin ayrı devlet kurma
çabalarına engel olmayı düşünüyordu. Bu olaylar, yarardan çok zarar getirmiş,
Ermeni sorununa herhangi bir çözüm getirmediği gibi, bölgede, bir çok yeni sorunun
ortaya çıkmasına neden olmuştur. Padişah fermanıyla paşa rütbesi verilen, okuma
yazma bilmez aşiret reislerinin kumandasına verilen ve tamamen suni Kürtlerden
oluşan Hamidiye Alayları, alevi Türk ve Kürtlere yoğun baskı uyguluyor, Kürt
aşiretlerini de birbirine düşürüyordu. Devletin silahlandırdığı bu alaylar kısa
sürede potansiyel tehlike haline geldi. Bugünkü ‘koruculuk’ sisteminin ilk
örnekleri diyebileceğimi Hamidiye Alaylarının adı, 1. Dünya Savaşında, Aşiret
Alayları olarak değiştirdi ve Ruslara karşı kullanılmağa çalışıldı. Bu alaylar
ve kalıntıları, Türkiye’deki Kürt isyanlarının hemen tamamının örgütsel
kaynağını oluşturdu. 1908 yılında meşrutiyetin ilanıyla iktidara gelen İttihat
ve Terakki hükümeti, Kürt emir ve paşaların rütbelerini kaldırınca bunlar,
Kürtçülük hareketlerine giriştiler. 1908’de Kürt Terakki ve Teavvun Cemiyeti,
1912’de de Kürdistan Muhibban Cemiyeti kuruldu. Bu iki cemiyet de fazla
yaşamadı, bu kez 1918 yılında dış destekli Kürdistan Teali Cemiyeti kuruldu.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 422)
1. Dünya Savaşından bir yıl önce 1912’de, Molla Selim ve Şeyh
Şahabettin ayaklanması çıktı İsyancılar önce İngiltere sonra Rusya’dan destek
istediler. İngilizlerin Anadolu’daki Ermenilerle yakınlığından rahatsızlık
duyan Rusya destek verdi. Ancak, diğer Kürt aşiretlerinden destek bulamadığı
için ayaklanma bastırıldı. Bu ayaklanma dış desteğin açık biçimde yapıldığı ilk
Kürt ayaklanmasıydı.
Mustafa Kemal, Samsun’a çıkıp ulusal mücadeleyi başlattıktan
sonra, Kürt isyanlarında büyük bir artış görüldü. İsyanların çıkış zamanlaması
bunların bir merkezden yönlendirildiğini gösteriyordu. Nitekim 50 yılı aştığı
için bu gün açıklanmış bulunan, ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya gizli
belgelerinde bu durum çarpıcı bir biçimde görülmektedir. Mustafa Kemal, durumu
bu belgeleri görmeden saptamıştı. Elazığ Valisi Ali Galip ve Noel’in Sivas
Kongresini basacağı duyumunu aldığında Kongre’de şu konuşmayı yapmıştı:
“İngilizlerin amacı, para ile memleketimizde propaganda yapmak ve kürtlere
Kürdismtan kurma sözü vererek, aleyhimize ve bize karşı süikast düzenlemeye
yöneltmek olduğu anlaşılmış, karşı önlemler alınmıştır.” 409-a
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 423)
İngiltere’nin İstanbul’daki Yüksek Komiser Yardımcısı Amiral
Webb, Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği 19 Ağustos 1919 günlü raporda
şunları yazıyordu: “Amerika, Trabzon ve Erzurum’u içine alan bir Ermenistan’ı
himaye edecek, geri kalan dört il ise bir Kürt devleti olarak İngilizlerin
himayesine bırakılıyor.”(410- “İngiliz Belgelerinde Türkiye” Erol Ulubelen,
Çağdaş Yay. İstanbul 1982, sf. 195, ak. Uğur Mumcu “Kürt – İslam Ayaklanması”
Tekin Yayınevi, 19. Basım, 1995, sf. 15) Kürt aşiret liderlerinin nasıl satın
alındıklarını ve kime karşı kışkırtıldıklarını gösteren iki gizli belgeyi, bir
başka İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, 9 Temmuz 1919 ve 21 Temmuz 1919
tarihlerinde hazırlar ve Londra’ya gönderir: “Binbaşı Noel (Kürtler içinde
çalışan binbaşı rütbeli bir İngiliz ajanı) Abdülkadir ve Bedirhanoğulları ile
görüştü. Abdülkadir satın alındığı takdirde güçlük çıkarmaz.” (411-
“İngiltere’nin Güneydoğu Anadolu Siyaseti ve Binbaşı E. W. Noel’in
Faaliyetleri” Mim Kemal Öke, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara
1988, sf. 24. Hindistan bakanlığı Arşivi Belge No: IOR l/PS/11/151 P.23 333
23.04.1919, ak. a.g.e. sf. 15-16) Binbaşı Noel, Kürt şefleriyle görüş birliğine
varırsa, bundan büyük yararlar sağlayacağını söylüyor. Kürtler henüz Mustafa
Kemal’e karşı ayaklanmadı. Noel bunu başarabileceğinden emin”(412- “İngiliz
Belgelerinde Türkiye” Erol Ulubelen, Çağdaş Yayınları – İstanbul 1982, sf. 193,
ak. a.g.e. sf. 19)
O günlerin genç ve istekli, yeni emperyalist ülkesi ABD’nin
İstanbul’a, Yüksek Komiserlik göreviyle gönderdiği, İspanya Savaşına katılmış
deneyimli subayı Amiral Bristol; Kürt sorununun gerçek temellerini,
Washington’a gönderdiği, 20 Şubat 1922 tarihli gizli raporunda ortaya koyar: “…
Şimdi Kürdistan Mezopotamya’nın ünlü petrol yatakları nedeniyle yabancı
entrikalar başladığı için kuşkusuz ciddi sorunlar yaratabilecektir İngilizler
herhalde, Kürdistan’ı denetim altına almak için Kürtleri Türklere karşı
kullanmak isteyecektir. Batı’daki savaş Türklerin lehine biterse, Türkler yetenekli
askeri liderlerinin biriyle Kürt sorununa son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu
durumu bilmektedirler. Gene de, Kürtk sorunu ile meşgul olduğu sürece, Mustafa
Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla Kürtçülük
hareketlerini desteklemektedirler.”(413- “Amerikan Gizli Belgeleriyle
Türkiye’nin Kurtuluş yılları” Milliyet Yayınları, İstanbul 1978, sf. 160-161,
a.g.e. sf. 33-34)
İngilizlerin, Kürtleri çıkarları için nasıl kullandıklarını
gösteren, kendilerine ait iki gizli rapor, o gün olduğu kadar bugün de
geçerliliğini korumaktadır ve emperyalizmin az gelişmiş ülke insanlarına
bakışını göstermesi açısından ilginçtir. Raporlardan birinin tarihi 27 Ağustos
1919, sahibi ise Elçilik müsteşarı Hohler’dir: “Kürt sorununa verdiğimiz önem
Mezopotamya’ya verdiğimiz önemdendir. Yoksa Kürtlerin ve Ermenilerin durumu
bizi hiç ilgilendirmez.”(414- “Kürt – İslam Ayaklanması” Uğur Mumcu, Tekin
Yayınevi, 19. Basım, 1995, sf. 24) Diğer rapor, 28 Kasım 1919 tarihlidir ve
İngiliz ajanı Kindston kaleme almıştır: “Kürtlere ne kadar inanmasak da onları
kullanmamız çıkarımız gereğidir. (415- “İngiliz Belgelerinde Türkiye” Erol
Ulubelen, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1982, sf. 193-196. Kaynak Özgün belge:
734-488 sf. 206 ve 907/609 ak. Uğur Mumcu “Kürt İslam Ayaklanması” Tekin
Yayınevi, 19. Basım, 1995, sf. 24)
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 424)
Mayıs 1919: Ayaklanmalar Başlıyor
1919 yılında yoğunlaşan bu faaliyetlerden sonra, Kurtuluş Savaşı
örgütlenip kalıcı bir güç olmaya başlayınca önce gerici ayaklanmalar, hemen
arkasından da Kürt İsyanları ortaya çıktı. 1920 ve 1921 yıllarında irili ufaklı
tam 60 gerici ayaklanma meydana geldi. Bandırma, Gönen, Susurluk, Kirmasti,
Karacabey, Biga, İzmit, Adapazarı, Düzce, Hendek, Bolu, Gerede, Nallıhan,
Beypazarı, Bozkır, Konya, Ilgın, Kadınhanı, Karaman, Çivril, Seydişehir,
Beyşehir, Koçhisar, Yozgat, Yenihan, Boğaz-lıyan, Zile, Erbaa, Refahiye, Zara,
Viranşehir bu ayaklanmaların bazılarıydı. (416- “Genelkurmay Tarih Encümeni
Başkanlığı”, 114 Sayılı Mecmua, ak. Şevket Süreyya Aydemir, “Tek Adam” Remzi
Kitapevi, 8. Baskı, 1981, 2. Cilt, sf. 294)
Mustafa Kemal, Samsun’a çıkmadan bir hafta önce 11 Mayıs
1919’da, ilk Kürt isyanı ortaya çıktı. Midyat’ın güneyindeki aşiretlerin reisi
olan Ali Batı, bir Kürt devleti kurmak üzere ayaklandı. Üç ay süren ayaklanma,
19 Ağustos 1919 günü bastırıldı.
Ankara Hükümeti’nin kurulmasından sonra arka arkaya patlak veren
Kürt ayaklanmalarının ilki Koçgiri ayaklanmasıdır. 135 köye yayılmış olan bu
geniş aşiret, Yunan ordusunun Bursa’dan saldırıya geçmesinden iki hafta önce,
sanki saldırıya destek olurcasına, 6 Mart 1921 günü isyan başlattı. Bunların da
amacı bir Kürt devleti kurmaktı. Oysa Mustafa Kemal bu aşiretin ileri gelenlerinden
Alişan ile Sivas’ta görüşmüş ve onu milletvekili adayı göstermişti. İsyanın
çıktığı günlerde Türkiye Büyük Millet Meclisinde 72 Kürt milletvekili vardı.
(417- “Dersim Tarihi” Nuri Dersimi (Baytar Nuri) sf. 111, 113. Eylem Yayınları,
İstanbul, Eylül 1979, ak. Hıdır Göktaş “Kürtler, İsyan – Tenkil” Alan
Yayıncılık, 3. Baskı, 1991, sf. 31) Ayaklanma yaklaşık üç ay sonra 17 Haziran
1921 de bastırıldı.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık 1999,
S. 425)
Musul’un kime kalacağı tartışmalarının olduğu günlerde İngiltere
Musul sorununun ele alınması için Milletler Cemiyetine (zamanın Birleşmiş
Milletleri) başvurdu. Bundan bir gün sonra, 7 Ağustos 1924’de Nasturi
ayaklanması başladı. İngilizler, Erbil, Kerkük ve Rewanduz bölgelerinde
silahlandırdıkları Nastürileri (bölgede yaşayan bir Hıristiyan topluluğu)
Hakkari bölgesinde ayaklandırdılar. Ayaklanma 28 Eylül 1924’de bastırıldı ve
isyancılar İran’a kaçtılar. Musul’u denetimleri altına almak isteyen İngilizler
bu ayaklanmayı planlı ve örgütlü bir biçimde çıkarmışlardır. Milletler
Cemiyetinde, ‘Türklerin, kendi sınır boylarına bile hakim olamadıkları, Musul’u
almalarıyla orayı da istikrarsızlaştıracakları” yönünde propaganda yaptılar.
Nasturi ayaklanmasının bastırılmasından yaklaşık dört ay sonra
Sunni Şafi mezhebinden bir Nakşibendi olan Şeyh Sait, ayaklandı. Hamidiye alay
komutanlarından Mutki aşireti reisi Muşlu Hacı Musa, Mayıs 1923 de Erzurum’da,
Kürt Azadı Cemiyetini kurmuştu. Şeyh Sait bu cemiyetin üyesiydi. Kürt Azadi
Cemiyeti’nin 1924 yılındaki ilk kongresinde; en geç Mayıs 1925 tarihinde bir
ayaklanma başlatılacağı, gerekli dış yardımın İngiliz ve Fransızlar tarafından
yapılacağı, kongreye katılan delegelere bildirilmişti. Ayaklanma biraz da
raslantı sonucu saptana günden önce, 13 Şubat 1925’te başladı. Türkiye’de
düşünülen demokratik açılımların, zorunlu olarak, gerilemesine neden olan bu
ayaklanma, 3,5 ay süren etkili bir mücadele ile, 31 Mayıs 1925 tarihinde
bastırıldı.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 426)
Şeyh Sait Ayaklanması, aynı Nasturi İsyanında olduğu gibi
İngiltere kaynaklıdır ve Musul petrol bölgesinin ele geçirilmesine yöneliktir.
Bu durumu açık bir biçimde gösteren gizli belgelerden birisi de, Fransa’nın
Bağdat’taki Yüksek Komiserliğinin, Paris’e gönderdiği rapordur: “Şeyh Sait
ayaklanması kendiliğinden birdenbire meydana çıkmadı. Kürdistan dağları
yabancıların kışkırtması ile desteği ile ayaklandı. Ayaklanma işareti
İstanbul’daki Kürt yanlısı çevrelerden geldi. Bu bölgede ortaya çıkan olaylar,
İngilizlerin uğradıkları yenilgiden sonra hiç affetmedikleri Mustafa Kemal’e ve
Ankara’daki Meclise karşı yürüttükleri siyasetin bir parçasıdır. Kürt
ayaklanması bundan daha iyi koşullarda patlak veremezdi. Ayaklanma, Türklerin
Musul üzerindeki iddialarını araştıran komisyonda, Türklerin kendi
topraklarındaki Kürtler arasında bile huzuru sağlayamadığını
gösterecekti.”(418- “Fransız Dışişleri Bakanlığı Gizli Belgeler” E. Levant,
(1918-1929 Kürdistan Cause Serisi, Vol 101, sf. 21 v.d.) ak. Uğur Mumcu “Kürt –
İslam Ayaklanmaları” Tekinay y. 19. Basım, 1995, sf. 97)
Kürt ayaklanmaları, Şeyh Sait isyanından sonra da devam etti.
1938’e dek devam eden bu ayaklanmaların adları ve tarihleri şöyleydi; Sasan
ayaklanması (1925-1937), Ağrı ayaklanmaları (1926-1930), Koçuşağı ayaklanması
(1926), Zeylman ayaklanması (1930), Oramar ayaklanması (1930). Cumhuriyetin
Roçkotan ve Raman (1925), Biçar (1927), Tendürük (1929), Savur (1930), Pülümür
Tedip (yola getirme) harekatları meydana gelmiştir.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 427)
Dersim’in Önemi
Kürt ayaklanmalarının sonuncusu olan Dersim ayaklanmasının, hem
isyancılar hem de genç Cumhuriyet açısından ayrı bir önemi vardı. Dersim,
Osmanlı’dan beri zorlu doğa koşulları ve etkin aşiret egemenliğiyle neredeyse,
Anadolu’nun ortasında içine kapalı ayrı bir ülke gibiydi. Bölgeye tamamen hakim
durumda olan aşiretler, vergi vermiyor, askere insan göndermiyor ve kendi
adlarına vergi topluyorlardı. Sürekli olarak besledikleri, özel silahlı güçlere
sahiptiler. Aşiretçilik ve göçerlik egemen sistemdi ve bölgenin tek ekonomik
faaliyeti, ticaret değil eşkiyalıktı. Türkiye Cumhuriyeti yasaları bu bölgeye
henüz ulaşmamıştı. Ulusal bütünlüğün tamamlanması, Dersim halkının, göçerlik ve
feodal gerilikten kurtarılması ve bitmek bilmeyen Kürt ayaklanmalarına son
verilmesi için, Dersim sorunu çözülmeliydi.
Ankara’nın, kalıcı bir çözüm bulunması için kararı şuydu:
‘Dersim sorunu sadece askeri eylemlerle çözülemez. Kalıcı bir çözüm için,
sosyal ve ekonomik önlemlerin alınması gerekmektedir.’ Bu anlayışıyla yapılacak
işlerin planlamasına 1927’de başlandı ve alınan kararlar bir program dahilinde
uygulamaya sokuldu. Önce, bölgeyle olan ulaşım sorununu çözmek için yol ve
köprüler yapıldı. Aşiret dışı köylülere toprak verilerek bunların hem tarım hem
de ticaretle uğraşmaları sağlandı. Eğitime özel önem verildi, ilk elden,
Pülümür, Mazgirt ve Hozat’ta bölge okulları açıldı. Aşiretler hakkında
araştırmalar yapıldı. Nüfus ve silah güçleri ile etkinlik alanları, ekonomik
durumları saptandı. Aşiretlerin tüzel kişilikleri kaldırıldı, bu nitelikteki
taşınmazları devletleştirildi. 1935 yılında, 2884 sayılı “Dersim’in Vilayet
teşkilatına alınması” için bir yasa çıkarıldı. Vali ve komutan yetkilerini
birleştirerek yönetim yetkilerini arttıran bu yasa ile Dersim’in adı Tunceli
olarak değiştirildi.
Bu gelişmelerden rahatsız olan ve bölgede, yüzlerce yıl neredeyse
fiili bir bağımsızlık içinde yaşayan aşiretçi egemenler, tepki göstermekte
gecikmediler. 21 Mart 1937’de ayaklandılar. 1938 yılında isyan bastırıldı.
Sadece Demenan aşireti yüksek dağlara çekilerek 1942 yılına dek direndiler.
Sonuçta Dersim, Türkiye Cumhuryieti’nin diğer bölgelerinden herhangi bir farkı
olmayan yurt parçası haline getirildi. Eşkiyalık önlendi ve Tunceli halkı kısa
sürede, bölgenin okuma oranı en yükse ve Cumhuriyet ilkelerine en bağlı halkı
haline geldi.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 428)
Kürt ayaklanmaları, yüz yılı aşkın bir süredir, Ortadoğu’ya ait
emperyalist politikaların değişmeyen malzemesi olmuştur. Ekonomik ve sosyal
gericilik, gelişmeye kapalı yerel gelenekler ve ilkel bir örgütsüzlük içinde
yaşayan yöre halkı, sayıları 500’ü bulan aşiretler tarafından ‘esir alınmış’
durumdadır. Dinsel gericilikle iç içe girmiş olan bu aşiretler, halkın çok
sınırlı olan gelir kaynaklarına el koyarlar ve sürekli bir biçimde
birbirleriyle çatışırlar. Reisleri, aracılığıyla satın alınmaları, bu yolla da,
yöre halkının kandırılmasına alet edilmeleri kolaydır. Çabuk ayaklanırlar ve
çabuk yenilirler. Bu nedenle bölge halkına, sürekli olarak acı ve gözyaşı
vermişlerdir. Bu durum, sadece Türkiye’de değil, Irak, İran ve Suriye’de de
aynıdır.
Emperyalizmin Kürtlere olan ilgisi, petrolün öneminin artması ve
Ortadoğu’da zengin petrol yataklarının bulunmasıyla başlamıştır. Bölgeyi
denetim altında tutabilmek için, buradaki hiçbir devletin güçlenmesine izin
verilmemiş, yörenin geri unsurları bu amaçla yoğun biçimde kullanmıştır.
Kurtuluş Savaşı içindeki gerici isyanlarla, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki
İslamcı-Kürtçü ayaklanmaların yoğunluğu bundandır.
Batılıların bilinen tutumları elbette Türkiye ile sınırlı
değildir. Arap ülkelerinde, İran’da, Afganistan’da ve Pakistan’da hep aynı
politika izlenmiş ve izlenmektedir. Türkiye dışındaki uygulamalara en çarpıcı
örnek Irak’tır ve Iraklı Kürt lider Şeyh Mahmut Berzenci’dir.
(Metin Aydoğan, Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20. Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık
1999, S. 429)
Bilindiği gibi Irak, Osmanlı yönetiminden sonra, “İngiliz manda
yönetimi”ne girmiştir. Bağdat’daki Arap yöneticilerine ne zaman İngilizlere
karşı yönetim yetkilerini arttırma çabasına girseler, İngilizler hemen Kuzey
Irak’a koşar, para, silah ve siyasetle Berzenci’ye ulaşır ve Kürtlerin yoğun
olduğu yerlerde ayaklanma başlatırlardı. Ayaklanma gelişip Bağdat yönetimi zor
duruma düşünce İngilizler, isteklerini ödünsüz bir biçimde uygulatırlardı.
İstekleri yerine gelince bu kez, Bağdat yönetimiyle birleşip ayaklanma
bastırılırdı. Berzenci yakalanır e Hindistan’a sürülür, bir süre sonra, Arap
yönetimi bağımsızlık isteklerini tekrar dile getirmeğe başladığından başa dönülüp
aynı oyun tekrarlanırdı. Bu oyun Irak’ın kısa tarihinde, hemen aynısıyla tam üç
kez oynandı. Üçüncü ayaklanmanın bastırılmasına, İngiliz uçakları da katıldı ve
onbinlerce Irak’lı Kürt köylüsü öldürüldü.
Günümüzün Ortadoğusunda, İngilizlerin yerini Amerikalıların
almasından başka, bir değişiklik yok gibidir. Kürtler farklı bir biçimde yine
kullanılıyorlar ve söz dinlemez hale gelen bölge ülkelerine karşı Batılı’ların
haklarını koruyacak kukla bir devlet kurmaya teşvik ediliyorlar. Kürtler sonu
belirsiz ve çatışmalarla dolu yeni bir kaos ortamına doğru sürükleniyorlar.
Mustafa Kemal’in Kürt sorunuyla ilgili olarak 1922 yılında
söyledikleri bugün, hiç eskimemiş gibidir; “… Kürt sorunu, karışık, çetin bir
sorundur. Şunu dikkate almalısınız ki, Kürdistan, petrol,bakır, kömür, demir ve
daha başka madenler bakımından zengin bir yöredir. Başta başlıca düşmanımız
İngiltere olmak üzere, birçokları bu bölgeye göz koymuş bulunuyorlar. Burada
stratejinin, İran’a, Kafkasya’ya, Irak’a giden ticaret yollarının da etkisi
vardır. İngiltere Kürtlerin üç devlete ait olmasından faydalanmakta, bunu da
bir koz olarak kullanmaktadır. İngiltere kendi egemenliği altında bir kürt
devleti kurmak ve bu sayede, İran’a, Kafkasya’ya kumanda etmek istemiştir.
İngiltere eskiden beri Kürt liderlerini satın almaktadır. Şimdi Kürt liderleri
bölünmüş bulunuyor. Kimi İran’a, kimi İngiltere’ye, kimi de bize bağlıdır.”
(419- “Bir Sovyet Diplomatının Anıları” Aralof, Birey y. sf. 120)
(Metin Aydoğan, Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, 20.
Yüzyılın Sorgulanması, 1. Basım, Aralık 1999, S. 430)