Yeni
başlayanlar için Kilis (1): Ne oldu, ne oluyor, ne olabilir? – Mehmet Nuri
Gültekin
Kilis,
son günlerde yakın tarihte hiç olmadığı kadar gündemde. Ama bu kez, kaçakçılığı
ve kaçak mallarıyla dolup taşan, 70’lerde yerli turist turlarının düzenlendiği
“pasaj”larıyla, 1970’lerden itibaren belediye başkanlarına karşı silahlı
saldırılarıyla, onu “vilayet” statüsüne yükselten haberleriyle, tarihiyle,
Canpolatoğulları’nın önemli merkezi olmasıyla, yemeğiyle, mutfağıyla değil, her
gün “düşen” roketlerle, ölümlerle gündemde. Roketlerin çok sık (nedense) hep
Kilis’in üstüne “düşmesiyle” yerli (ve tabii ki, sonuna kadar her daim milli)
basından bazıları, bir şeyin “düşmesi” için herhangi bir noktadan “atılması”
gerektiğine dair bir fizik kanunu keşfettirdi bizlere (eksik olmasınlar!) ama
utangaç ve bin bir kaçamaklı dille ve en kötüsü de 10’dan fazla insanın
hayatını kaybetmesinden sonra! Ama roketin “düşmesi” kadar kolay açıklanmayacak
ve pek çok kimsenin özellikle kaçındığı “atıldığı” ya da atan kaynak çok daha
önemli. Onun için Kilis’in roketin düştüğü değil, atıldığı yere, kaynağa başını çevirme, bakma cesareti göstermesi
gerekir. “De te fabula narratur, Kilis!” (Anlatılan senin hikâyendir Kilis!)
Son
bir yılda Suruç, Ankara, İstanbul, Cizre, Sur, Nusaybin veya Silopi’de ne olduğundanhaberdar
olmayan bir medyanın Kilis gibi bir sınır kentinde son beş yıldır ne olduğunu
merak etmemesi de, yine kendi mantık çerçevesinde “anlaşılabilir!” Zira kazara
orada ne olduğunu “anlamak” için başvurulan Kilis’teki yetkililerin, “Nobel
Barış Ödülü” hayalleri, “kendi nüfusunun iki katı Suriyeli sığınmacı
barındırmakla” mağrurlanma gibi başka işleri var. Ulaşılabilen yetkililer, hatta olaya çok
yakından “bakan”lar bile, ya her daim abdestli olarak kent sokaklarında dolaşmayı ya da
“roket mermileri düşebildiği için açık alanda vatandaşların toplu olarak
bulunmasının güvenlik açısından uygun olmadığını” söyleyerek Kilislileri
rahatlatıyor.
Bu
açıklamalara Kilisliler ikna olmamış olacak ki, son roket “düşmesi”nden sonra
Valilik önünde halk protesto için toplanınca, bir memleket töresi olarak,
“polis kitleyi tazyikli su ve gazla dağıttı”. Bu protestoların milli birlik ve
beraberliğe kastı kesindi! (Yeri gelmişken not etmekte fayda var: Kilis’teki
protestolar ayrı bir inceleme konusu… Atılan sloganlardan, kurulan mantık ve
ilişkilere kadar Kilislilerin, tam da bu işin müsebbipleri ve mimarlarınınistediği
kıvamda olaya yaklaştıklarını, meselenin özünü anlamaktan epey uzak olduklarını gösteriyor.
“Düşen” roketlerin dolaylı, açık ve gizli faillerini “kurtarıcı” veya “çare”
olarak görmek Kilis’teki başka bir garip çaresizlik ve çıkmaz hali. Olayı
protesto eden Kilisliler, “Vali istifa” sloganları atıyor! Hakikaten, sadece yanlış değil,
trajik bir
bilinç de söz konusu.)
Yine birkaç
kendini bilmezin sebep olduğu Suriyelilerle yaşanılan ufak çaplı
gerginlik de, şükürler olsun ki, basınımızın duyarlı davranmasıyla büyütülmedi ve (maazallah)
Kilis’in Nobel
Barış Ödülü yolculuğuna halel gelmedi! Evet, saklanamayan roketler
düşüyor, insanlar ölüyor ama sonuçta düşen roketti, yerçekimi vardı ve nereye düşeceği, ne yazık ki, belli
olmuyordu! Ve zaten angajman kuralları çerçevesinde misliyle
karşılık veriliyordu her düşen roketten sonra.
Son
zamanlardaki bir diğer Kilis imgesi de klişe, hudut, serhat kenti,
teyakkuz,
zırhlı
birlikler veobüslerin sevki, imha gibi alışılagelen militer medya diskurunun
tekrarlarından inşa ediliyor. Bu sahada bir hız kesme ve değişikliğe dair emare
yok!
Buraya
kadar her şey olağan
ve “seyrinde”. Peki, tuhaf veya garip olan bir şeyler yok muydu Kilis’i bu türden bir
belayla karşı karşıya getiren süreçte? Tabii ki vardı görmek, yazmak,
araştırmak ve (gerçekten) anlamak isteyenler için. Hâlâ da öylece duruyor bu bilinmez durum.
Şunu
da eklemek gerekir: Ne yazık ki, çok nadir bir iki örnek dışında, Kilis’e gelen
her akademisyen, gazeteci, siyasetçi ve araştırmacının güzergâhları, neredeyse
aynıydı, görüşülen kişiler ve sorular birbirinin kopyasıydı: Başlı başına bir taşra şablonu
olarak, Vilayet’e gidilir, belediye başkanıyla görüşülür, ana çarşıda bir iki
esnafla, safariye
çıkmış turist misali konuşulur ve artık insan ve mülteci hayatının
açık bir politika ve pazarlık nesnesine/sembolüne dönüştürülmesinin ulusal ve
uluslararası medyatik showroom’una çevrilen, özellikle Tibil (Öncüpınar)
ya da Elbeyli’deki
(Alimantar) Suriyeli sığınmacı kampına gidilir (ki bu kamplara öyle herkes
giremez; o kamplara girebilmek için Ankara’dan hükümete yakın bir araştırma
kurumunda, STK’larda proje peşinde koşan “uzman” olmanız ve en nihayetinde,
hükümetin Suriye’deki politikasının ve mülteciler için yapılanların ne kadar
“yerinde”, “doğru”, “mükemmel” olduğunu, araştırmanın sonunda “tasdik” etmeniz
gerekir ya da bu tasdiki, evveliyatınızla, siyasi bağlantılarınızla yetkilileri
inandırmanız gerekir; aksi takdirde o gizemli kamplara girmeniz mümkün değil), uzmanlık dereceniz,
bürokratik profilinize göre, vali, yardımcıları veya ildeki bürokratların
katıldığı bol slaytlı brifingler yapılır, karşılıklı olarak fotoğraflar alınır,
sosyal medyada yayınlanır ve görev tamamlanmış olur. Çok daha odaklanmış bir alanda
çalışıyorsanız, mesela, kadın hakları, toplumsal cinsiyet, çocuk emeği, ucuz
Suriyeli işgücü gibi, bir iki Suriyeli kumayla, kadınla, aracıyla, inşaat
işçisiyle görüşür ve en nihayetinde fonu Kilis olan flaş bir haberiniz
patlar medyada; birkaç gün iktibas edilirsiniz, vesaire…
Şimdiye
kadar bunlar daha çok görünür oldu. Ama yerelde herkesin bildiği, bir
biçimde içindeolduğu,
her gün gördüğü ama çoğunlukla da işler ve kâr marjları iyi giderken bilinçli bir biçimde
görmezden geldiği, yaşadığı daha yakıcı, daha belirleyici, altta akan sırlar(!)
da var(dı).
Evet,
bir sır
değil! Kilis ve kaçakçılık neredeyse ikiz kavramlar, Türkiye-Suriye
sınırının mayınlandığı 1950’lerden beri. Ve mayınlarla sınır telleri
yükseldikçe, geçişler zorlaştıkça, kaçakçılığı yapılan şeyler değişti, kâr
oranları da, kaçağı yapılan ürünler de, kaçakçı profili de, zorluk ve
duvarların yüksekliğine paralel olarak değişti. Riski yüksek ama kolay ve kısa
yoldan zengin olmanın, çoğunlukla da mecburiyetin mesleği de oldu kaçakçılık
Kilis ve diğer hudut bölgeleri için. Zamanın politik ve ekonomik dünyasına
paralel olarak, bir dönemin proleter kaçakçısı sırtçılar önemini
kaybetti, çünkü daha derin ve karmaşık ilişkilerin gerektiği kaçakçılık
kartelleri girmişti devreye ve kaçakçılığı yapılan ürünler artık, gündüz
tarlada çalışıp akşam sırtçılığa giden tarım ırgatlarını, proleterleri aşıyordu.
İş ve dönem 1980’lerde değişti. Katır veya insan sırtında mayınlı arazilerde
bin bir zorlukla getirilen elektronik ürünler, gıda maddeleri Özal’lı yıllarla
birlikte büyük kentlerin çarşılarından taşınca, Kilis başta olmak üzere bütün
kaçakçı kentlerinde işler de değişti. Zaten potansiyel ve geçmiş olarak mevcut
olan kaçakçılıkta bir nevi uzmanlaşma daha görünür oldu. Artık Doğubeyazıt’ın
kaçağıyla, Nusaybin’in, Kilis’in, Akçakale’nin, Suruç’un kaçağı bölge ve piyasa
anlamında farklılaşmaya başlıyordu. Silahtan uyuşturucuya, mültecilerden
kaçaklara kadar değişik bir yelpaze ortaya çıktı.
Kilis
bu yönüyle kendine has bir yerdi. Osmanlı bakiyesi sınırlarda Halep, Antep ve Maraş
arasında kaldı. Yani politik kararlar aslında Kilis’in yönünü de belirlemiş
oluyordu. Uzun yıllar devam eden çay, sigara, tütün, elektronik eşya, canlı
hayvan, silah, zücaciye gibi başat kaçak kalemleri zamanla daha da azaldı. Ama
şurası bir gerçekti: Kilis’in, kaçak ürünleri yoğunluklu olsun olmasın, her
daim yüzü daha çok Halep ve Suriye’ye dönük oldu. Bu biraz da, masa başında
çizilen sınırların ve coğrafyanın belirlediği bir kader denilebilir. 1995’teki
koalisyon hükümeti tarafından üç büyükçe köyü ilçeye terfi ettirilip
vilayet yapılan Kilis, Türkiye haritasındaki en nevi şahsına münhasır il: Tek
komşusu Gaziantep; diğeri Suriye! Moda deyimle, Gaziantep il sınırları içinde
bir cep!
1990’ları
il olma tartışmaları ve nispeten içe kapanık geçiren Kilis (çünkü kaçakçılığın
değişen niteliği ve devletin PKK ile mücadele adına sınırlarda denetim şeklini
daha önceki dönemlerden ayrıştırması) 2000’lerde benzer çizgiyi sürdürdü. Bu
arada, 1990’ların sonunda, daha önce Kilis tarihinde olmamış bir şey yaşandı.
1990’ların sonundan itibaren, Kilis’ten MHP milletvekili çıkarmaya başladı.
2000’lerde AKP’nin ya tek başına her zaman iki vekil çıkardığı ya da MHP’yle
birer vekil çıkardığı bir kent oldu. 7 Haziran’da AKP ve MHP’nin bölüştüğü iki
vekillik, 1 Kasım’da AKP’ye gitti. Bugün Kilis, sağ-muhafazakâr oy toplamının
yüzde seksenleri geçtiği iller ligindeki yerini sağlamlaştırıyor. Yani her şey
güllük gülistanlık(tı)!
Pek
çok kent gibi Kilis de son 90 yıldır Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi
doğrultusunda şekillendirilmek istenen bir yer oldu. Ama etnik açıdan
karışıklığı, tarihsel geçmişi ve Halep-Antep-Antakya aksının yanı sıra
Afrin/Kürt Dağı-Azaz/Şehba-Jerablus hattına yaslanmışlığı dikkate değer ve
önemli bir yer yaptı Kilis’i. Fakat Kilis’in kaderini bütünüyle 2011 sonrasında
Suriye’deki savaş değiştirdi. Şimdilerde Kilis (gerçekten de) kendi yerleşik
nüfusunun en az iki katı (yaklaşık 140 bin) kayıtlı Suriyeli sığınmacı
barındıran bir yer oldu. Ama 2011’den sonra, Türkiye’nin Suriye’ye dair bütün stratejik
derinlik oyunlarının, bunun parçası insani yardımfaaliyetlerinin
ve her türlü müdahalelerinin Suriye sınırındaki birinci temas noktası.
Finansal, ticari ve askerî açıdan Gaziantep’in Suriye savaşındaki yerini
tutamasa da, son birkaç aydaki bütün operasyonel faaliyetlerin odağına
yerleşmiş durumda. Ve geçtiğimiz aralık ayının sonundan itibaren Türkiye’nin
Suriye’deki askerî ilgisinin ve uluslararası diplomasinin kendisinden çokça söz
ettiği yer. Fakat daha çok roket vakalarıyla Türkiye’deki medya gündemine yeni
giren Kilis, son birkaç yıldır Batılı gazetelerde, çevresinde ve merkezinde
Suriye savaşına dair tuhaf şeylerin döndüğü bir yer olarak anılıyordu oysa.
Bunların
konuşulması, sorulması, tartışılması Türkiye’nin, bölgenin, çok daha gerçekçi
bir ifadeyle, orada yaşayan herkesin yararına olacak. Ve şunu bütün açıklığıyla
vurgulamakta bir sakınca yok: Suriye’deki savaşın vardığı/vardırıldığı nokta,
mülteciler, Kilis-Antep-Karkamış-Elbeyli, Hatay, Urfa-Akçakale hattı iyice
anlaşılmadan, siyasetçisinden gazetecisine, sınırdan para kazanan sıradan
insanından siyaset bilimcisi, sosyolog ya da antropoloğuna kadar hiç kimse,
olanları tam anlamıyla kavrayamaz. Ve bu da, illa epey hacimli çalışmaları,
kukla projeleri değil, özgür ve bağımsız araştırmaları gerektiriyor ki şu
aşamada pek çok üniversite için bu bir ütopya ancak! Çünkü artık, 2013’te
Ceylanpınar’ın karşısındaki Serekaniye/Ras’ulayn’la başlayıp, 2014’te Kobani’yle
devam eden ve Kilis-Afrin-Azaz-Jerabalus-Karkamış-Elbeyli hattındaki
gelişmelerle süren aleniyet durumunun, onun etrafında büyüyen olgunun
parçalarına odaklanmak kaçınılmaz görünüyor. Çünkü Fehim Taştekin’in çok
yerindeki tespitiyle, Suriye savaşı Türkiye’yi Pakistanlaştırıp Gaziantep’i
Peşaverleştiriyorsa, Kilis de zorunlu olarak Peşaver’in daha ileri bir
karakoluna dönüştürülüyor.
Fakat
burada Kilis özelinde, yıllardır görmezden gelinen ve bugünleri hazırlayan
gelişmelere, sorularla iç içe geçmiş birkaç paragrafta (bir sonraki yazımda)
değinmek istiyorum.
Yeni
başlayanlar için Kilis (2): Oyun büyük – Kilis küçük – Mehmet Nuri Güntekin
“Arap
Baharı”nın ateşi Suriye’ye yaklaştığında, Türkiye’de Ortadoğu’ya dair daha
farklı bir perspektif söz konusuydu. Stratejik Derinlik’te yol alınırken, barış
zamanlarındaki bol diplomasili görüntüler, Suriye’de savaşın başlamasıyla
fabrika ayarlarına, yani Metal Fırtınamoduna geri döndü. Bunun en büyük sebebi,
kuşkusuz ki, devletin kurucu ideolojisinin tarihsel Kürt korkusudur. Evet,
bugün Türkiye’nin kendi kendine, özelde Kilis’i ve genel anlamda neredeyse
bütün güney sınırlarını yaşanmaz hale getirmesinin altındaki temel faktör bu.
Diğer korkular ve bu korkulardan kaynaklı yanlış politika ve uygulamalar
temelde buna dayanıyor, onun için diğer bütün politikalar tali kalıyor.
Bu tespiti apriori
bir veri olarak sürekli akılda tutmak gerekiyor. Çünkü pek çok
karmaşık gibi görünen politikanın ideolojik bilinçaltında bu var. Zira zaman
zaman, Türkiye’deki muktedirlerin sözlerine yansıyan politik
lapsuslara bakmak bile yeterli olur.
Bu
korkunun her daim akılda tutulduğu gelişmeler ve politikalar da hız kesmeden
devam etti. Türkiye ve hükümet, çok kısa sürede biteceğine emin olduğu
Suriye’deki savaşın “Esad sonrası en büyük kazananı” olmak için ilk başta
mülteciliği teşvik edici bir yaklaşım geliştirdi. Çünkü Türkiye’nin müstakbel
politikaları ve hedefleri için bu mülteciler, savaştan sonra Suriye içinde
oldukça güçlü bir dayanak teşkil edebilirdi ki hükümetin bu husustaki yaklaşımı
büyük oranda doğru da çıkabilirdi. Ama diğer taraftan, hesabın ve matematiğin
genelde işlemediği ve ucube sonuçlar ortaya çıkardığı saha da toplumsal
mühendislikti. Bunu bizatihi, yaşayarak tecrübe ediyoruz. Yani
sizin milimetrik
hesapladığınız siyasi ve diplomatik manevralar işleri içinden çıkılmaz hale
getirebilir; şimdi Kilis’te ve genel anlamda Suriye’de olduğu gibi.
Gelen
mülteci dalgası 1 milyona yaklaşırken bile Türkiye, oyunun başındaki
hesaplarında ısrarcıydı. Çünkü Türkiye için bir
temel/değiştirilemez/vazgeçilemez şey, Kürtlerdi. Esad ve Suriye’deki rejim
meselesi siyasi hususlardı, müzakere edilebilirdi ki son aylarda
Türkiye-İran-Mısır-Cezayir-Suudi ilişkileri bu tezi doğruluyor. Ama deyim
yerindeyse, Kürt meselesi Türkiye’nin Suriye’deki bütün politikalarının bel
kemiğini oluşturmaya devam ediyor. Şu an Türkiye Suriye’de siyasetten
diplomasiye dönme çabası içerisinde. Eski bakanların, muhalefet taklidi yapan
parti liderlerinin Esad’a aracı olarak gönderilmesi ve İran’la sağlanan yeni Kürt
mutabakatı bunu doğruluyor. Yani son tahlilde, eğer kendine yakın
gruplara yaptıramayacaksa, Esad’ın Azez-Jerablus hattına yerleşmesi kabul
edilebilir ki gelişmeler de bu yönde; zaten ABD ve Rusya’nın da canına minnet!
Ortadoğu’daki yüz yıllık müesses nizamın kurucusu İngiltere ve Fransa’nın da
buna dair bir sorunu yok. Görüldüğü kadarıyla, Türkiye de, Hatay’daki hassas
dengelerden dolayı, Suriye’ye dair planlarının büyük bir kısmını Kilis ve
Gaziantep üzerinden hem İran hem de Suudilerin desteğini alarak gerçekleştirmek
istiyor. Yani teoride “hava ve saha şartları müsait” görünüyor!
İlk
başta, kent merkezine ve sınırın sıfır noktasındaki kamplara yerleştirilen
Suriyeli sığınmacılar, Kilis için de ciddi ekonomik fırsatlar yarattı. Ucuz
işgücü, çok olmasa da beraber getirilen sıcak para ve girdiler, ulusal ve
uluslararası kuruluşların sığınmacılara aktardığı kaynaklar gıda, tekstil ve
inşaat başta olmak üzere bazı sektörlerde kârlılığı artırdı. Konut ve kira
fiyatlarında fahiş artışlar oldu (pek tabii, bu kârlı kaynağın bölüşümündeki
yerel ve politik ilişkileri şimdilik göz ardı ederek bunları söylüyoruz). Evet,
maalesef, daha medyatik ele alınan, Suriyeli ikinci ya da üçüncü eşler meselesi,
aslında savaşın yeniden zincirlerinden boşandırdığı kadın ve çocuk istismarı
olgusunun bu yeni ortamla herhangi bir probleminin olmadığını, tam tersine bu
vahşi çarkı yeniden hızlandırarak döndürdüğünü ortaya çıkardı.
Diğer
taraftan, son yıllarda Türkiye’nin bütün ihraç kalemlerinde ciddi durgunluk
yaşanırken, TÜİK verilerinde, Kilis’in ihracatı yüzde yüz veya üstünde
oranlarda artıyordu. Bu tuhaflık pek az kimsenin dikkatini çekti. İhracatın
artışı tabii ki sevindirici bir şey ama Kilis bu savaş koşullarında ne
üretiyor, ne satıyor ve daha önemlisi kime ihracat yapıyordu da bu kayıtlı rakamlar böyle yüksek
çıkıyordu? Üstelik Suriye’yle bütün diplomatik bağlantılar kopmuş, merkezî Şam
yönetimi Suriye’nin kuzeyinde yokken ve Türkiye-Suriye sınırının büyük kısmını
kontrol eden PYD ile her türlü alışveriş kesilmişken, sınır kapıları
kapatılmışken!
Tam
da bu süreçte, Suriye’nin bütün ekonomik, sanayi, tarımsal ve arkeolojik
zenginliğinin Türkiye üzerinden talan edildiğine dair pek çok rapor bulunuyor.
Ama Kilis’i ilgilendirdiği için not edelim: Mesela, Halep’ten sökülüp yok
pahasına satılan fabrika parçaları, muhaliflere gönderilen ama içinde ne
olduğuna dair pek az kimsenin bilgi sahibi olduğu(!) sayısı binlerle ifade
edilen yardım
tırları ve Halep’in kuzeyinde etrafı Türkiye’nin desteklediği
muhaliflerce çevrilen ve Türkiye tarafından da hiçbir kapı açmasına müsaade
edilmeyen Afrin’deki köylülerden savaş lordları, muhalifler veya aracılar (çoğu
kez tek aktörde toplanır bu hasletler) tarafından 1 (bir) liraya alınıp yarım saat
sonra Kilis’te 6 (altı) liraya satılan zeytinyağları, tarihî eserler… Bunların
hepsi susturucu,
sağırlaştırıcı
ve körleştirici
etkilere sahip tatlı kârlardı ve bugün Kilis’e musallat olan yanlış
süreçler tarafından var ediliyordu.
Suriye’de
merkezî hükümet ülkenin kuzeyinde etkisini kaybederken, Kilis’i ilgilendiren
iki önemli gelişme yaşandı. Kilis’in hemen güneybatı sınırından İslâhiye,
Hassa, Kırıkhan ve Hatay istikametine doğru Kürtlerin/PYD’nin oluşturduğu Afrin
kantonu şekillendi. Yine Kilis’in doğu yönünde Elbeyli ve Karkamış bandından
Minbiç, Mare, Dabık, Rai hattında çok farklı, kimin kim olduğu pek belli
olmayan ama Suudi-Katar ve Türkiye destekli silahlı gruplar denetim sağladı. Ve
iki-üç yıl, son derece rahat ve gerçekten kârlı zamanlar yaşadı Kilis (diğer
kentlerle birlikte). Hatta Cerablus-Mare hattının IŞİD’in eline geçmesi bile bu
kârlılığı ve kurulan ilişkileri değiştirmedi. Çünkü yüksek risk, yüksek kâr
demekti hâlâ! IŞİD’in Batılı ülkelerin yurttaşlarına yönelik eylemleri, Fransa
ve Belçika’daki katliamları, birdenbire o güne kadar IŞİD’e ses çıkarmayan
çevreleri harekete geçirdi. Ve gözleri Karkamış-Kilis arasındaki bölgeye
çevirdi. Projektörlerin buraya çevrilmesi, ne kadar saklanmaya çalışılsa da,
pek çok devletin bildiği ama kamuoylarının pek bilmediği gerçekleri de göz
önüne serdi. Çünkü gerçekten karanlık ve tuhaf şeyler oluyordu.
Kilis
sınırında ve Suriye içinde Halep’e kadar, PYD dışındaki Suriye muhalefetinin
elinde olan bölgede hükümetin insani yardım kurumları da faaliyetlerini artırdılar.
Türkiye, bir yandan Suriye’de rejim değişikliğine odaklanıp ve kendine yakın
muhalifleri silahlandırırken (ABD-Suudiler-Katar’la beraber) diğer yandan hem
Suriye içinde Azez’e yakın yerde kurulan kamplarda kalmak zorunda bırakılan (bu
da ayrı bir yazı konusu) hem de Kilis’teki kamplarda kalan sığınmacıları
uluslararası koza dönüştürme siyaseti güttü. Doğrusu, bu konuda çok başarılı
olduğunu teslim etmek gerek. Türkiye’nin Suriye’deki politikalarının sarsılmaz
destekçisi İngiltere’nin ve yine Merkel’in aylık Türkiye temasları çerçevesinde
Gaziantep sığınmacı kampını ziyareti sonrasındaki “Suriye’de güvenli bölge
olmalı” beyanatları bu başarının göstergesi.
Kilis
denince akla sınır
geliyor ama bu da bir büyük yanılgı. Kilis’teki sınır da,
Akçakale’deki, Karkamış’taki, Suruç’taki, Nusaybin’deki, Reyhanlı’daki,
Altınözü ya da Yayladağı’ndaki sınırlar da adamına göre işler. Sınır devriyesi, kontrolü ve
geçişler de (kaçak geçişten söz ediyoruz) adamına, bölgesine ve hatta aynı
kentin değişik yerlerine göre değişir. Burada kıstas Kürtlerdir. Lafı
dolaştırmaya gerek yok bu hususta. Mesela, Kürtlerin yönettiği Afrin
bölgesindeki sınır geçişlerinde mayınlar ve beton duvarlara ek olarak çok ciddi
silahlı müdahaleler söz konusu. Son zamanlara kadar Kilis-Karkamış-Elbeyli
arasında herkes (IŞİD de) sınır devriyelerine hiç takılmadan geçebiliyordu, gün
ortasında bile! Diğer cihatçı gruplara ve muhaliflere her türlü lojistiğin
yanında, zaten mihmandarlık, eskortluk yapıldığı, hatta mesela, Altınözü’nden
Kilis üstünden Azez’e ya da geçen sene olduğu gibi Karkamış’tan Akçakale’ye
otobüs konvoyları yapıldığı basında yer alıyordu (Kilis’teki hastanenin son
dört yıllık hasta
profili bile başlı başına bir inceleme konusu olsa gerek). Elbeyli
ya da Karkamış’tan, eski günlerdeki gibi geçmeye çalışan IŞİD militanları
intihar yelekleriyle sağ yakalanırkensınırda ve mayınlı arazide, Kilis’in
batısındaki Afrin köylüleri sınıra yakın tarlalarına bile gelemez durumda.
Onlarca kişiye bu şekilde ateş açıldı, öldürüldü. Çarpıcı bir olayla
örneklendirelim: Martavan Köyü’nden Türkiye vatandaşı 32 yaşındaki Mehmet
Şaşoğlu sigara kaçakçılığı için geçtiği Afrin’den, Türkiye’nin son obüs
saldırılarından korkup tekrar Türkiye’ye eli boş dönmeye karar veriyor. 24 Mart
günü, gündüz saat 14.00 sularında Mehmet Şaşoğlu Çerçili sınır karakolunda
nöbet tutan askerlere gelip gerçek ismini, TC kimlik numarasını ve sınıra iki
kilometredeki köyünün adını (Martavan) vererek Türkiye’ye geçmek istediğini söylüyor.
Ama Elbeyli’de intihar yeleğiyle IŞİD militanlarını sağ yakalayan aynı devlet,
Afrin’den geçmeye çalışan kendi Kürt yurttaşını kurşun yağmuruna tutuyor.
Saatlerce yaralı halde mayınlı arazide kan kaybederek ölümü bekleyen Mehmet
Şaşoğlu, mayınlı bölgeye sıfır noktasındaki Bulamaçlı ve Çerçili köylülerinin
silah seslerine ve yalvarışlara/bağırışlara gelmesiyle, zorla mayınlı bölgeden
alınarak Kilis’teki hastaneye yetiştirilmeye çalışılıyor ama kurtarılamıyor.
Buna benzer onlarca olay söz konusu son birkaç yılda.
Kilis,
eski düzen
sınır kaçakçılığından Suriye savaşındaki her türlü ikmalin alt-merkezi olma
konumuna yükselmesinin bedelleri veya sonuçlarıyla daha yeni karşılaşıyor.
Gaziantep, politik, demografik, ekonomik açıdan daha belirleyici ama Kilis’in
sınıra yakınlığı onu daha önde tutuyor. Çünkü Kilis’in merkez seçilerek
uygulanmaya konulan siyasi, askerî, insani ve diplomatik bütün oyunların
gerçekten bir sınırı
ve kapasitesi var ve olmalı da! Bu sınır olmazsa, Türkiye’yi ama
özellikle de Kilis başta olmak üzere bütün sınır kentlerini hiç de parlak bir gelecek beklemiyor
ne yazık ki!
Kilis,
şu anda, Türkiye-Suudi-Katar ortaklığının alenen, ABD ve AB’nin de zımnen
üzerinde tepiştiği Halep’in kuzeyi (Şehba) için bütün müdahalelerin merkezine
dönüşmüş gibi görünüyor maalesef! Önceleri ÖSO ile başlayan muhalif
güzellemeleri, bu grupların sonsuz bölünme becerileriyle sonradan eklenen
kandaş/soydaş/mezheptaş isimlerle çoğaldıkça çoğaldı. Her türlü silah ve
mühimmata sahip bu grupların cihatçılarla iç içe geçen karmaşık ilişkileri
gittikçe daha da garip süreçler doğurdu. IŞİD son zamanlardaki baskılarla düşmanstatüsü
kazanırken Nusra, Ahrar, İslami Cephe gibi nüanslar “ılımlı muhalife” evrildi,
bir kısmı Cenevre görüşmelerine davet edilerek taltif edildi. Fakat bütün
hedefi, ontolojisi Halep bölgesindeki Kürt siyasi oluşumunu engellemek olan
Türkiye’nin politikaları sahada kolay uygulanamayınca çok daha şiddet yüklü
dönemler doğurdu. Geçtiğimiz haftalarda, Kilis üzerinden Azez’e aktarılan ve
CIA’in, Türkiye-Suudi-Katar’ın son derece gelişmiş silahlar ve istihbaratla
donattığı onlarca faklı silahlı grup ve binlerce militan, eski iyi komşu
IŞİD’e saldırdı. El-Rayi gibi büyük bir kasabanın yanı sıra onlarca köy de,
Türkiye’nin son bir yıldır işlediği Azez-Cerablus hattında ele geçirildi. Tam
Türkiye-Suudi-Katar, AB ve CIA kumpanyası, Pentagon’a “Kürtlere ve
müttefiklerine gerek kalmadan IŞİD’i bu bölgeden “ılımlılar”(!) çıkartabilir”
tezini işliyordu ki, Halep bölgesinde küçük çaplı bir yeni “Musul” faciası yaşandı:
IŞİD, “ılımlılar” denilen, başta Nusra, Ahrar, İslami Cephe ve envaiçeşit küçük
grubun oluşturduğu muhalifleri, çok sert bir karşı saldırıyla püskürttü,
kaybettiği yerlerden fazlasını da geri aldı. Azez’e dayandı ve daha önemlisi,
yüklü miktarda cephane ve gelişmiş silah IŞİD’ın eline geçti. Ve Kilis’e
“düşen” roketler de IŞİD’e yapılan bu teslimatlardan sonra daha da artmaya başladı. Öyle
anlaşılıyor ki bu bir tür askerî sarkaç olarak ileri geri çalıştırılacak. Pek
tabii, sarkacın ucu ve etkisi nerelere varır, bunu kestirmek şimdilik zor. Daha
net bir ifadeyle, Kilis’in başına musallat olan bu kötü günlerin müsebbipleri
aranacaksa, zamanında IŞİD’i her şekilde koruyup kollayan, onları “öfkeli,
dışlanmış Sünniler” diye tanımlayan ve “gerekirse Türkiye’ye birkaç roket
fırlatmalarını isteyecek” kadar onlarla samimi ilişkiler kuranlardan başlanabilir. Ama Kilis
için tehlike henüz başlıyor gibi. Türkiye’yi yönetenler Kürt koridorunu
engelleme adına Halep’in kuzeyinde tehlikeli ilişkiler kurmak zorunda hissediyorlar
kendilerini. Bu anlamda, sağduyulu bir akıl aramak da nafile.
Kilis
için mesele sadece IŞİD’in düşen roketleri değil. Bölgeyi çok iyi bilen ve
izleyen Türkiye’deki çok nadir birkaç kişiden biri olan Aydın Selcen’in
vurguladığı gibi, asıl mesele, bu cihatçıların/muhaliflerin “geriye
yaslanmalarında” yaşanacak. Yani bu yaşanılanlar, maalesef bir apertura.
Uzun süre sessiz kalınıp ekonomik günübirlik yüksek kârlar, temeli fazla güçlü
olmayan milli
hedef söylemleri karşılığında görmezden gelinen, oluşmasına katkıda
bulunulan, istikrarsızlaştırılarak yönetilmek istenen düzenin geriye yansıması
ve yaslanmaya başlaması gibi görünüyor. Bu hususta felaket tellallığı yapmak
gerekmiyor ama hazır
yapılmışörnekler var: Türkiye-Suudi-Katar-ABD ve ABD’nin Kilis ve Halep’in
kuzeyindeki yerlerde yapmak istediğinin hazır yapılmış maketi için Pakistan’a, İran bloğunun
hedeflediği örnek içinse Lübnan ve Irak’a bakmak yeterli! ABD için,
cihatçılarla geliştirilen ilişki bir tür siyaset etme biçimi ve kendi
coğrafyalarından uzaktaki çok tehlikeli bir oyun. Ama Türkiye’nin Kilis’teki
son olaylarda görüldüğü gibi ABD kadar cihatçı gruplarla tehlikeli oyun oynama
lüksü var mı? Başta Kilisliler olmak üzere, herkes bunun üzerinde düşünmeli.
Yani
şu anda Kilis merkezinden başta Gaziantep olmak üzere dışarıya doğru olan göç
de Kilis’i kurtaramayabilir. Çünkü Türkiye’deki iktidarın, kendi Kürt
meselesinden kaynaklanan perspektif kaymasına, Suriye ve özellikle de
Halep-Azez-Minbiç-Afrin hattında akıl tutulmaları eklendikçe, süreç yönetilemez
hale gelecek. Çok daha fazla Suriyeli insan Kilis tarafına akmaya başlayacak.
Bundan birkaç yıl önce Kilis’teki fısıltı gazetesinde yayılan “Buralara
Suriyelileri yerleştirip Kilislileri göç ettirecekler” dedikodusu hayalden
gerçeğe doğru emin adımlarla evrilen bir başka hedef gibi duruyor.
Kilislileri kimse zorla göç ettirmese de bu işin kibar olmayan, dolaylı, biraz
nobran bir yöntemle olacağı aşikâr gibi. Çünkü kentte hayat neredeyse durmuş
vaziyette. Sokaklar boş, okullar tatil ve en önemlisi korku ve belirsizlik
hakim. Üstelik yetkililerin söylediği gibi sokakta kalabalık halde durmasalar
da, roketler düşmeye devam ediyor. Çok daha net bir ifadeyle, yarın IŞİD
Kilis’e roket fırlattığı yerlerden gitse, sökülüp atılsa bile, onun yerine
oraya (ister, güvenli
bölge şemsiyesi altında ister uçuşa yasak bölge adı altında olsun)
yerleşecek/yerleştirilecek ılımlı hangi grubun garantisi olacak? Unutulmamalı
ki, bu grupların neredeyse tamamının da istediği yönetim biçimi IŞİD’le aynı,
sadece seremonilerinde IŞİD kadar propaganda yeteneğine sahip değiller. Bunun
dışında ideolojik farkları hiç yok. Askerî açıdan onlarca grubun
yerleştirileceği bir alandaki çatışmalar ve bu çatışmaların her şekilde anlık
olarak Kilis’e yansımaması için bir sebep yok. Yani Kilis’in başındaki bela ile
bu belayı savuşturacağı düşünülenler aynı potansiyele sahipler.
Türkiye’nin
PYD yerine kendi desteklediği grupları Azez-Jerablus arasına yerleştirip de factobir
güvenli bölge kurma isteğinin ne kadar gerçekçi olduğu ve uygulanabilirliği bir
tarafa, bunun Kilis ve Gaziantep’i ne kadar koruyacağı da meçhul. İnşaatta iyi
olmak her şey demek değil. TOKİ paradigmasıyla Suriye politikası
yürümeyeceği gibi Kilis’e bir güvenlik şemsiyesi de sağlayamaz. Yapabilecek
gücü olmasa da Kilis’in ve Kilislilerin buna itiraz etmesi gerekiyor.Anomik itirazlardan ya
da psuedo
radikalist söylemlerden ziyade, kentin gerçekçi değerlendirmelere
ihtiyacı var. Bu değerlendirme ve itirazların, yerelden politik karar
alıcılarına yansıtılması gerekiyor. Ama politik açıdan Kilis’te egemen olan
düşünce bizatihi mevcut politika oluşturucunun kendisi! Meclisteki diğer
partilerin Kilis’e dair ciddi bir yaklaşımı ve itirazları da olmayınca meydanın da
atın da
sahibi daha serbest oluyor ister istemez. Yani Kilis’in bir bütün olarak başka
ihtimaller üzerinde de düşünmesi zaruri. Çünkü mevcut denenmiş olanlar felaket
getirdi ve bu minval pek tekin değil! Ama bulunduğumuz durum, ulaşılan merhale
ve kullanılan dil, bunun neredeyse imkânsız olduğunu gösteriyor. Özelde
Kilis’in kaderi, maalesef, roket ve mukadderat arasına sıkışıp Ankara’nın kent üzerinden
uygulamaya koyduğu politikalardaki hatasını görmesinde takılı kalıyor. Çünkü
Ankara’nın perspektifi, yanlışta ısrarın göstergesi. Ve bu yanlış, Türkiye’yi
Suriye’de Kürtlere karşı, sonuçları belirsiz her türlü ittifaka, ilişkilere,
hareketlere zorluyor. IŞİD’e karşı olmak adına, Nusra, Ahrar veya İslami Cephe
başta olmak üzere bütün muhalif etiketli, ellerindeki silahlardan başka yerelde
temsil gücü olmayan (özellikle Halep’in kuzeyi için) gruplarla kurulan
ilişkiler Kilis için daha büyük belirsizlik ve bilinmeyen tehlikeler demek.
Şimdilerde
popüler bir söylem ve politika olarak, ABD dahil olmak üzere herkes en büyük ve
tek sorun IŞİD’miş gibi sunuyor Suriye’deki meseleyi ama bu çok tartışmalı bir
nokta. Mesela Nusra, Ahrar, İslami Cephe ya da iptidai roketlerin üzerinde
Türkçe intikam
sözleri yazarak Halep’te sivil mahallelere saldıran irili ufaklı
silahlı grupların toplumsal, ideolojik, siyasi tahayyülleri nedir, bilen duyan
var mı? Bunların nasıl bir Suriye ve Halep düşündükleri veya tasarladıkları,
Kilis’in geleceği için de hayatiyet arz ediyor. Yani bugün Suriye’den Kilis’e
saldırılar dursa bile (ki böyle bir ihtimal de olabilir), bundan sonra o
bölgede Kilisliler kiminle muhatap olacak? Nasıl ekonomik ve kültürel ilişkiler
kuracak? Kilislilerin bunları etraflıca düşünmesi gerekiyor. Sınır kapısına
kurulan çimento fabrikaları nereyi, kimin için inşa edecek? Yıllar önce, Resul
Osman tarafları dururken, dünyadaki en verimli tarlalarının ortasına ve
yüzlerce yıllık zeytin bahçelerinin içine yapılan hastanelerinde kimler tedavi
edilecek? Eski dünyanın ve Ortadoğu’nun hiçbir yerinde etnik, dinsel-mezhepsel
ve kültürel manada “pure” (saf) yerler, bölgeler, kentler, köyler, coğrafyalar
yokken, neden Azez, Afrin, Minbiç ve Mare bölgesinde bundan söz ediliyor?
Ne
yazık ki bütün ideolojik, politik ve askerî paradigmayı şekillendiren Kürt
saplantısı, Türkiye’yi Suriye’de uyguladığı politikaların yanlışlığında ısrara
zorluyor. Ve bundan kısa sürede kurtulacağa da benzemiyor. Az evvel apertura dediğimiz
sürecin ilerlemesiyle, Kilis’in bunun asıl ve daha şiddetli sonuçlarını görme
ihtimali maalesef yükselmiş olacak. Üstelik Kilis’in çevresindeki karmaşayı
daha da çetrefilli hale getirecek aktörler devreye sokulurken, askerî müdahale
için bütün oyunlar oynanırken, Kilis için ümitvar olmak için erken… Ne yazık
ki!