TEKKE VE ZAVİYELER & MEDRESELER

TEKKE VE ZAVİYELER DOSYASI : TEKKENİN TEKERİ


KAYNAK : http://kemalkaplan.blogspot.com.tr/2014/05/tekkenin-tekeri.html




Yukarıdaki isimle bir kitap yazmayı
planlıyordum. Lakin daha öncelikli projelerle ilgilenmem gerektiği için birkaç
yıldan önce o kitabın vücuda gelmesi mümkün görünmüyor. Aynı konuda ve elimdeki
kıt verilerle bir yazı attırayım hem egomu, hem de meraklıları bir nebze olsun
tatmin etme inkânı olur diye düşündüm.




Çok uzun süreden beri aklıma takılan Bir şey
vardı: Cumhuriyet döneminde ‘Tekke ve zaviyeler’ kapatılırken, Konya’daki
Mevlana Dergâhı ve türbesi kapatılmayıp müzeye çevrilmişti. Hatta Atatürk ve
ondan sonra gelenler “Mevlana”yı el üstünde tutmuşlar. Laik cumhuriyetin, laik
kurumları “Mevlana Haftası” düzenlemiş, tüm devlet erkânı etkinliklere icabet
etmiş ve huşu içinde, fır dönen mevlevileri izlemekte bir behis görmemişlerdi.
Bu etkinliklerle, laik cumhuriyet irtica tehlikesi altına girmemişti. Durum
tartışmaya bile açılmadı. Hayret!




Şampanya içen tarikat şeyhi, piyanoyla eşlik
edilen mevlevi ayini, tarikat şeyhinin ölmesiyle tekkeyi kapatıp meyhaneye
içmeye giden şeyh halefi, Yahudi ile evlenen şeyh torunları mevcut.




Peki bunlar nasıl oluyor?




Tarikat yolu Allah yolu” değil mi?




Ehl-i tarik zevatı ve ehl-i iman kurumunu
tahkir ve tezyif etmek için tarikatların içine sızmış sahte müridlerin olması
olası mıdır?


Hatta bir adım daha ileri giderek, sızanların “şeyh” mertebesine ulaşmış
olmasıyla bozulmanın kitlelere sirayeti mümkün müdür?




Yaşadığım ve tetkik ettiğim bazı vakıalar
yukarıdaki soruların cevaplarını aramaya ittiği gibi, deliller açık ve net
olmakla beraber, cevapların aynı netlikte olmadığını  ne yazık ki itiraf
etmeliyim…




Uyuşturucu taciri Ali Kalkancı gibi sahte
şeyhler günümüz modeli olmasına rağmen, ben size yüzlerce yıl süren binlerce
müridi bulunmuş şeyh ve tarikatlardan söz etmek istiyorum.




CELALEDDİN NASIL “MEVLAMIZ/MEVLANA” OLDU?




Laiklik ilkesini devletin bekaasına bağlayan
bir ülkede tekke ve tarikatlar kapatılmışken, mevlevi ayinini iktidarıyla,
muhalefetiyle, siyasi ve bürokratik cenahın huşu içinde izlemesini kimsenin
yadırgamaması sizce tuhaf değil mi?




Uzun yıllar devletin yarı resmi yayın organı
gibi çalışan, laiklerin sarsılmaz kalesi Cumhuriyet Gazetesi’nde, Şeb-i Aruz
törenlerinin çarşaf çarşaf yayınlanması, laik çevrelerde hiçbir tepki çekmiyor.




Mevlana bir tarikat şeyhi değil midir ki?..




İslamcısı, laiki, alevisi, Ermenisi, Yahudisi,
hatta ateisti bile sahip çıkıyor Mevlana’ya bu nasıl oluyor?




Mevlana’ya medhiye hiçbir platformda irtica
alameti neden sayılmıyor?




Mevlana’nın diğer tarikat liderlerinden bir
farkı var mı? Din, Allah, kitap, peygamber söylemleri diğerlerinden farklı mı?
Onu evrensel kılan şey nedir? Veya neden evrenselleştirilmiştir?




Kadiriliği kuran Abdulkadir-i Geylani,
Nakşiliğin kurucusu Muhammed Bahaüddin veya Rufailiğin kurucusu Ahmed Rifai,
Mevlana’dan daha mı az değerli?


Kadiri, Nakşi, Rufai veya Halveti’ye bağlı
tarikatlar gerici ve irticacı kabul edilirken, Mevleviler laik bir ülkenin
devlet ricaline nasıl oluyor da ayin düzenliyor?




Sorduğum sorularla bunaltmak istemiyorum.
Lakin ben bunlarla bunalıyorum. Cevap bulmak zor. Biraz detay vermeye devam
edeyim. Doğru cevaba ulaşan mutlu adletsin kendini…




Muhammed Celalettin 1207 yılında Horasan’ın
Belh şehrinde doğar. Sonra babasıyla Karaman’a gelir. Daha sonra Konya’ya
yerleşir. Babası da devrin önemli manevi şahsiyetlerinden biridir. Tebrizli
Şemsle olan münasebeti, halkın tepkisini çeker. Fitneye sebep olur. Şems
öldürülür. Celalettin Türk yurdunda yaşamasına rağmen, Farsça 6 ciltlik
Mesnevi’yi yazar.




Farça yaradan, yaratıcı olarak bilinen “Mevla”
“na” ekiyle “Mevlamız” anlamı kazanan kelime neden Muhammed Celaleddin’e
atfedilmiş ve “Hz. Mevlana” olarak neden anılagelmiştir. Bu da başka bir soru.




“Mevla” sadece yaratıcı anlamına gelmez.
Üstad, alim ve daha pek çok anlamı vardır, diyebilirsiniz. Muhammed
Celalettin’e üstad, alim vs. diyeceksek daha tartışmasız ve daha mütevazı bir
terim kullanılabilirdi. Yüce yaratıcı için kullandığımız “Mevla” yerine…




Aradan 800 yıl geçmiş olduğundan Mevlana’yı bu
kadar büyük yapan ve evrenselleştiren nedir? O günden bugüne bize kalan
öğretisini anlayabileceğimiz en önemli eser Mesnevi’dir.




Dünyada onlarca dile çevrilen “GEL, NE OLURSAN
OL YİNE GEL” rubaisi de Mevlana’ya ait değildir. Ondan üç yüz yıl önce
Ortaasya’da yaşamış bir sufi olan Ebû Said-i Ebu’l-Hayr’a aittir. Kültür
Bakanlığı bile bunu Mevlana menşeili olarak dış tanıtımda kullanmıştır.




Evet Mesnevi’ye geçelim. Çünkü Mevlana’yı
anlayabilmenin en iyi ve tek yolu budur.




Mesnevi bilmeyenler için, hikayelerden oluşan
bir eserdir diyebiliriz. Burada hikayelerle insanlara ders verilmek
istenmiştir. İçeriğinde çeşitli konulara yer verilmekle beraber, erotik
hikayelerle, şirke konu olacak metinler mevcuttur. Hikayelerin 800 yıl önce
yazıldığını ve dönemini düşünürsek, oldukça müstehcen, hatta pornografik
sayılabilir.




Bu hikayeleri yazımın en sonunda vereceğim.




Lokman Suresi 27. ayet: Eğer
yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha
ona katılsa, Allah’ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez. Şüphesiz Allah
mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.


Mesnevi: “….Ormanlar kalem
olsa, denizler mürekkep olsa yine Mesnevi’nin biteceğini umma…”
(Mesnevi-Celaleddin
Rumi c: 6 s: 178)




Yukarıda açık bir şirk vardır.
Mesnevi’de Mevlana ve Şems’e ait pek çok şirk açıkça görülmektedir. (Bu
örnekleri de yazının en sonunda vereceğim)




Mevlana’ya ve Mesnevi’ye çok
yüksek dini değerler atfeden günümüz din alimleri mevcut. Ancak hiçbirinin
çıkıp Mesnevi’deki bu müstehcen hikayelerden bahsettiğini gördünüz mü?




MEVLEVİ AYİNLERİNDE PİYANO




Mevlevilikle ilgili birçok verinin
yanı sıra mevlevihaneleri tanıtan www.rumimevlevi.com adlı sitede bakın neler
yazıyor:




Mevlevi mukabelesi son
şeklini aldıktan sonra zamanla saz heyetine ud, keman, kanun, santur, tanbur,
kemençe, girift, hatta piyano ve viyolonsel bile girmiştir. İstanbul’a gelen
piyanolardan biri (1791- piano-forte öncesi bir piyano) Şeyh Galip Es’ad Dede’nin
Kulekapı Mevlevihanesi ( Bugünkü Kültür Bakanlığına bağlı olan Galata
Mevlevihanesi Müzesi) ‘ nde Şeyh olduğu dönemde bir Mevlevi mukabelesi
esnasında çalınmıştır ki bu piyano, birkaç yıl öncesine kadar Şehir Belediye
Müzesi olan Gazanfer Ağa Medresesinde teşhir edilmekteydi.”




Eyüp Bahariye Mevlevihanesi
Şeyhi olan Hüseyin Fahreddin Dede Efendi Hemşirezâdesinin çaldıĝı piyano’nun
yanında Mansur ney’i ile çaldıĝı peşrevlerin ses asaletini, bugün artık hiçbir
ney çalandan duymak kabil deĝildir, neyden çıkarttıĝı o lâhuti ses bugün çok
yazık ki yok olmuştur. Hüseyin Fahreddin Dede âyinlerde piyano çaldıracak
derecede modern eğilimlere sahip bir üstâd idi.




Mevlevilerin birçok ünlü besteci
çıkardıklarını önceden bilmekle beraber, tarikat ayininde piyano ve diğer müzik
aletlerinin olmasını manalandırmaya çalışıyorum… Olmuyor.




TARİHİ BİR ANEKDOT




Tarihçi Cemal Kutay bir kitabında
şunları yazmıştır:




Mustafa Kemal’e etrafındaki bazı
kişiler; “Paşam Hz.Mevlana’nın makamını müze haline getirmeniz üzerine
halk buraya akın etmeye başladı. Bu bir sakınca doğurmasın”
demişler.
Atatürk onlara üzerinde durulması gereken şu cevabı vermiştir:


Eğer, Hz.Mevlana’yı
hakkıyla tanımak ve benimsemek için ziyarete gitmekte olduklarına inansam öteki
dergahların da açılmasını sağlardım. Çünkü, Hz. Mevlana’yı tanımak ve anlamak
zaten diğer tüm tehlikeleri de ortadan kaldırmaktadır.”




Laikliği bu derece önemseyen bir
liderin, bir tarikat şeyhine ve tarikatına bu denli anlayış ve samimiyetle
yaklaşmasının, üzerinde düşünülmesi gerektiğine inanıyorum.




KİLİSEDE ŞEB-İ ARUZ


İRAN’IN MEVLANA’YA İLGİSİ




Geçtiğimiz yıl iki enteresan olay yaşandı.




Birincisi; Erzurum’da,
İran İslam Cumhuriyeti Erzurum Başkonsolosluğu Kültür Ataşeliği ve Atatürk
Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü düzenlediği Şeb-i Arus etkinliği
düzenledi.




İkincisi; Mevlana
Celaleddin-i Rumi’nin ölüm yıl dönümü olan, 17 Aralık gününü içine alan Şeb-i
Arus törenleri, Büyükada San Pasifico Latin Katolik Kilisesi’nde, semazenler
eşliğinde, ilahilerle kutlandı.




Bunlar Mevlana’yı evrensel bir noktaya mı
taşıyor sizce?




ŞAMPANYA İÇEN ŞEYH




Şimdi daha renkli bir şeyh çıkacak karşınıza.
Abdülvahid Dede Efendi. Ne yazık ki bu da Mevlevi şeyhi.




Abdulhamid Dönemi’nde Reji İdaresi Müdürlüğü
yapan Fransız asıllı Lui Ramber’in, hatıratının yer aldığı; Abdulhamid Dönemine
Ait Gizli Notlar (Haz. Ömer Hakan Özalp, İstanbul: Ark Yayınları, 2011) adlı
kitapta yer alan müellifin yazdıkları hayrete düşürecek sizleri. Hatırat ilk
olarak müellifin ölümünden sonra oğlu tarafından Fransızca olarak yayınlanmış,
1927 yılında ise tercümesi devrin önemli gazetelerinden Vakit’te tefrika
edilmiştir.




Hatıratta Ramber 1901 yılında Konya gezisi
sırasında Mevlevi şeyhi Abdülvahid Çelebi’yi ziyaretlerini şöyle anlatıyor: “
Ne şen adam! Başında deve kılından büyük yapılı kızıl külah var. Kendisi
büyük yapılı, semiz, yakışıklı, güleryüzlüdür. Bizi eski dostlarıymışız gibi
karşılıyor. Hemen şampanya getirilmesini emrediyor. Yalnız evde lüzumu miktarı
şampanya kadehi yok. Bunun için farklı bardaklar, hatta topraktan çanaklar
getiriyorlar. Kalabalık olduğumuzdan, gülüşerek birkaç şişe boşaltıyoruz… Mühim
ve dinî bir vazife ile memur olmakla beraber çelebi efendi adamakıllı içkiye
meraklı bir zattır.”
(Ramber, a.g.e., s.179)




Ramber, çelebi efendinin
çapkınlığı/zamparalığı sadedinde de şunları yazıyor: “Yanaşılması kolay
genç Avrupalı kadınlara da inhımâkı(meyli) çoktur. İzmir’e bir artist veya
cambaz takımı gelecek olursa, dostları, aralarında en iştiha-âverini (en çekici
olanı) seçerek şimendiferle hemen Konya’ya gönderirler. Bu büyük din
mümessilinin ruhu böylece tesâmuh ile alakadar oluyor (bu muameleye mukabil
memnuniyet izhar ediyor) ve Avrupalılar ile arasında ravâbıt-ı samimâne (samimî
bağ) vücut buluyor. Geçenlerde İzmir’den geçen bir vodvil (tiyatro)
kumpanyasından iki genç Fransız madamı, meşhur çelebi efendi hazretlerinin
hesabına Konya’ya gönderiliyordu. Talihsizlik eseri olarak, sofu (!) bir adam
olan vali de istasyonda imiş. Bu faziletkâr hanımların, hemen
mürselün-ileyhlerine (alıcıya) teslim edilmeden İzmir’e iadesi için emir
vermiş”
(Ramber, a.g.e., s.179-180)




Şimdi diyeceksiniz ki, “Gavurun biri
hatıratında, pir-i saniye iftira atıyor”. Kitabın yazarı Ömer Hakan Özalp
de bunu düşünmüş olacak ki, Osmanlı Arşivleri’nde konuyu araştırıyor.
Buldukları ilgi çekici…




Birinci belgede: “… Buradaki menfilerle
(sürgünlerle) hem-bezm-i ülfet olan Çelebi Efendi pek mut’î’ ve muttaki ve
asabiyet-i diniyyeyi haiz olan Konyalı halkı içinde bed-nam olmuş ve kendisine
gelmeyen veya arzusunu yapmayanlar kim olur ise olsun onu tahkir için şimdiye
kadar elinden ne gelmiş ise yapmıştır. Şahsının taraftarı evbâş (külhanbeyi,
ayaktakımı) ve ayyaş birkaç şahs-ı fesad-pîşedir ki başlarında mevkuf olan Agâh
var idi”




İkincisinde: “… Çelebi Efendi kendini
çoktan fuhşiyata kaptırmış olduğu ve onu îkâ’dan menviyyatını (meramını) ızhara
sebep olacak teşebbüsat ve mazarratlar görmek pek muhtemel olacağı…”




Belgeleri Konya’da ulemaya atılan bir iftirayı
araştırmak üzere İstanbul’dan gönderilen yetkili hazırlamış. Yazar her iki
belgenin orijinal nüshasını kitabın sonuna eklemiş.




İNGİLİZ BELGELERİNDE ÖZBEKLER TEKKESİ




Ertegün kardeşleri bizden çok ABD’liler
tanıyor. Çünkü Amerikan müzik tarihinde Ertegün kardeşlerin önemli bir yeri
var. Washinton büyükelçisi Münir Ertegün’ün oğullarından söz ediyorum. Nasuhi
ve Ahmet Ertegün.




Baba Münir Ertegün’den başlayalım. Hatta
dededen…




Dedesi Üsküdar’da Özbekler Tekkesi olarak
bilinen dergâhın şeyhi Şeyh İbrahim Edhem Efendi’dir.


2006 yılında Akşam Gazetesi’nde Oray Eğin ve
Beyaz Müslümanlar’ın Büyük Sırrı adlı kitapta Soner Yalçın bazı iddialar ortaya
atmışlar tekke hakkında:


·        
Özbekler Tekkesi Milli Mücadele
Yılları’nda, Anadolu’ya silah ve adam kaçırma merkezlerinin başında geliyordu.
Bu merkezlerin hemen hepsi İngilizler tarafından basılmasına rağmen Özbekler
Tekkesi basılmadı.


·        
Özbekler Tekkesi’nin yanıbaşında,
Sabetayların gömüldüğü Bülbülderesi Mezarlığı bulunuyor.


·        
İngiliz belgelerine göre, Özbekler
Tekkesi’nden Şeyh Süleyman Efendi konuk olarak dergâha gelen kişilerden
topladığı istihbaratı İngiliz Büyükelçisi Henry Layard’a para karşılığında
veriyordu.


·        
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a
gitmesine izin veren İngiliz belgesinin altında 1919’da İstanbul’a gelen, başta
Özbekler Tekkesi olmak üzere bazı dergahlarla tasavvuf düşüncesini öğrenmek
için ilişki kuran John Godolphin Bennett’in imzası vardı.


İddialar uzayıp gidiyor.




1994 yılında restore edilen Özbekler
Tekkesi’nin açılışına ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kessinger gelmişti.
Kessinger’in faaliyetlerini buraya aktarmak istemiyorum. İnternette bolca bilgi
mevcut. Kısaca şunu eklesek yeterli: Kissenger 1973 (dışişleri bakanlığı yaptığı
yıl) yılından bugüne ABD ve İngiliz dış politikalarının belirlenmesi ve dünya
üzerinde uygulanması yönünde etken bir isimdir. Ünlü para spekülatörü George
Soros bile Kissenger’e bağlıydı.




Baba Münir Ertegün; İstanbul
Hükümeti tarafından Ankara Hükümeti’yle görüşmeler yapması için Anadolu’ya
gönderilen Ahmet İzzet Paşa heyetinde görevliydi. Münir Bey, Atatürk’ün Hukuk
Müşaviri olarak Lozan görüşmelerine de katılmıştır. Ertegün 1934 yılında
Washington Büyükelçisi olarak ABD’ye atanır. Dönemin başkanı Roosevelt ile iyi
dost olduğu ve Türkiye Amerika arasındaki ilişkilerin gelişmesinde etken rol
üstlenir. 1944 yılında kalp krizi geçirerek hayatını kaybeder.


İlginç kısma geliyoruz: Ölümünden sonra 1946 yılında cenazesinin Türkiye’ye
getirilmesi gündeme gelir. Neden iki yıl sonra? İki yıl boyunca naaşı nerede
muhafaza edilir. Yoksa mezardan mı çıkarılır bilmiyorum. Cenazenin Türkiye’ye
getirilmesini siyasi bir karar olarak değerlendiriyorum: Zira 1946 yılında II.
Dünya Savaşı’nın hemen ardından başlayan Soğuk Savaş dönemi, tüm sıcaklığıyla
devam etmektedir. SSCB İran’a girmiş, ABD Ortadoğu’daki en önemli müttefikini
kaybetmek üzeredir. Sovyet Rusya’ya nota verilmiş, ABD Donanması’nın Akdeniz’e
gönderilmesi gündeme gelmiştir. Tam bu sırada kimin nasıl aklına geldiyse iki
yıl önce ölen Münir Ertegün’ün cenazesinin Türkiye’ye getirilmesi ortaya
atılır. O dönem ölen diplomatların, savaş gemisiyle ülkelerine gönderilmesi
sıradan bir ritüeldir. Fakat Ertegün’ün ölümünden iki yıl sonra götürülmesi
tamamen siyasaldır. Naaş ABD donanmasının en büyük gemisi olan Missouri ile
Türkiye’ye getirilir. Sovyetler’e böylece gözdağı verilir. Geminin gelişi CHP
hükümetinin bir dizi etkinliğiyle kutlanır. Bunlardan biri de geminin demir
atacağı Dolmabahçe’de, BeziâlemValide Sultan Camii’nin mahyasına “WELCOME”
yazılmıştır. Münir Ertegün’ün hayattayken yürüttüğü misyon, ölümünden sonra da
devam etmiş, cenazesiyle bile kriz günlerinde can simidi olmuştur. Ertegün’ün
cenazesi Özbekler Tekkesi’ne gömülür.




KÜLLERİ DERGÂHÂ GÖMÜLEN BÜYÜKELÇİ’NİN OĞLU




Gelelim kardeşlere;
Nasuhi ve Ahmet Ertegün, ABD’de hiçbir Türk’e nasip olmayan bir pozisyona
gelmişlerdir. Kurdukları Atlantic Records adlı müzik şirketi, ABD müzik
tarihinin en büyük yapımcıları arasındadır. Ray Charles, Aretha Franklin, Ella
Fitzgerald, Miles Davis gibi isimlere albüm yapan Ertegünler, Frank Zappa,
Stevie Wonder, Rolling Stones, Bee Gees, Led Zeppelin, Genesis, Emerson Lake
and Palmer, Bette Midler’i müzik dünyasına kazandırmışlar, 3 kez Grammy
almışlardır. Ahmet Ertegün bir söyleşisinde yaptıkları en büyük yanlışı şöyle
itiraf etmiştir: “Beatles’i dinledik, beğenmedik. Elimizden kaçırdık” Ertegün
kardeşler ABD ve dünya müzik tarihine damga vurdukları gibi; Türk ve ABD’li
devlet adamlarıyla çok iyi ilişkiler kurdular.




Büyük kardeş Nasuhi Ertegün 1989 yılında
ABD’de öldü. Yıllar sonra Ahmet Ertegün’ün ölümüyle bir gerçek ortaya çıktı.
Nasuhi Ertegün ABD yakılmış ve külleri Özbekler Tekkesi’ne gömülmüştü.
Ertegünlerin kız kardeşi Selma Ertegün Göksel’in açıklaması olaya daha farklı
bir gizem katıyordu: 



“Vasiyeti gereği abimin külleri Sultantepe’deki Özbekler Tekkesi’ne kör bir
imam tarafından cenaze namazı kılınarak gömüldü.” 
!!!




Küçük kardeş Ahmet çok daha renkli bir
kişiliğe sahip; Ahmet Ertegün, Yahudiler’in Türkiye’ye gelişinin 500. yılında
kurulan, 500. Yıl Vakfı’nın kurucuları arasındaydı. Ahmet Ertegün, Türkiye’nin
sözde Ermeni soykırımını tanımasını da istiyordu. Soner Yalçın Efendi – 2 adlı
kitabında, Ahmet Ertegün’ün eşi Mica Ertegün’ün Romen göçmeni bir Yahudi
ailesinin kızı olduğunu söylüyor. Ertegün 2006 yılında öldüğünde ağabeyi
Nasuhi’nin küllerinin bulunduğu mezarlığa gömülmüştür.




Mica Ertegün iki yıl önce Oxford
Üniversitesi’ne yaptığı cömert bir bağışla gündeme gelmişti. Bağış ama ne
bağış. 26 milyon pound. 72 milyon TL lirayı aşan bağış için; Oxford’un rektörü
Lord Patten bunun, 900 yıllık tarihleri boyunca aldıkları en cömert destek
olduğunu söylemişti.




Geçtiğimiz yıl rahmetli olan Aytunç Altındal,
Münir Ertegün’ün ağabeyi olan Özbekler Tekkesi’nin son şeyhi Ata Efendi’nin
İlluminati üyesi olduğunu açıklamıştır. Ata Efendi aynı zamanda, anne
tarafından reklamcı Ali Taran’ın büyükbabasıdır.




ŞEYHİN MEZARI BAŞINDA ÖLDÜRÜLEN YAHUDİ




2001 yılında Eyüp Mezarlığı’nda yaşanan bir
cinayet, şeyh, tarikat, tekke bilmecesinin yeni bir halkasıydı. İlişkiler daha
da girift hale geliyordu. Zira maktul bir yahudi, cinayet mahalli ise bir
şeyhin mezarı başı idi.


Türk sanayinin duayenlerinden Yahudi işadamı
Üzeyir Garih, kutsal günleri olan her cumartesi mutat ziyareti için Eyüp
Mezarlığı’nın yolunu tuttu. Bu ziyaretlerde yanında koruması ve şoförü olmazdı.
Ziyarete gittiği kişi Küçük Hüseyin Efendi’nin kabriydi.




Müslüman mezarlığında bir Musevi’nin ne işi
vardı. Tarikat şeyhinin kabrini neden ziyaret ediyordu?




1825 yılında Ankara’da doğan Küçük
Hüseyin Efendi’nin yaşayışı ve İslam’la ilgili görüşleri dönemin pek çok alimi
tarafından kabul görmemiştir. Küçük Hüseyin Efendi için Nakşi denilse de,
aslında Arusiye, olarak adlandırılan Nakşi-Kadiri karşımı bir tarikata
mensuptur. (Alparslan Türkeş de Arusi koluna mensup idi.)




Küçük Hüseyin Efendi, Üzeyir
Garih’in babası olan Diş Doktoru Üzeyir Garih’in evine de sık sık giderdi. (Üzeyir
Garih’in gerçek ismi; Hezakiyer’dir. Daha sonra babasının ismini kullanmaya
başlamıştır.)




Küçük Hüseyin Efendi 1930 yılında
105 yaşında öldüğünde, yerine kendisine bağlı tüm tarikatları temsil icazeti
verdiği Ömer Fevzi Mardin geçmiştir. Mardin aynı zamanda, kendisinin müridi
olan Rauf Orbay’ın komutasında bir deniz subayıdır.




Ömer Fevzi Mardin, Şirin Dede
olarak anılan Yusuf Mardin’in torunuydu. (Şirin Dede’nin bir diğer torunu
ünlü hukuk âlimi Ebu’lula Mardin’dir. Prof. Şerif Mardin, Arif Mardin, Betül
Mardin de aynı ailedendir.)




Sabetayist olduğunu daha önce
açıklayan yazar Rıfat Zorlu Yahudiler ile Mevleviler’in içli dışlı olduklarını
söylüyor. Zorlu bir röportajında şunları ifade ediyor:




İttihat ve Terakki
döneminde Sabetaycılığın fonksiyonunu üç yerde görüyorsunuz: İttihat ve
Terakki, Mason locaları ve İslamî tarikatlar. Özellikle Melamilik ve Mevlevilik
içinde yaygınlar. Bu üç ayrı grup Sabetaycılar’ın siyasi yapısını belirliyor.




Sabetaycılar kendi din
adamlarını İslamî tarikatlar içinde yetiştirmişlerdir. Bu çok ilginç, adam
hahamdır, ama dışarıdan baktığınız zaman Melamilik, Mevlevilik ve Bektaşilik
tarikatları içinde yetişmiş din adamı gibi görünür. Nitekim, Selanik’teki Şemsi
Efendi Okulu’nun kurucusu hahamdı. Haham olduğu cemaat içinde belgelenmiştir.
Böyle bir tuhaflık da vardır.”
(Eğitim-Bilim
Dergisi Kasım-2000)




Üzeyir Garih öldürüldükten sonra
Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde Garih ve Küçük Hüseyin Efendi hakkında Vehbi
Koç’un kızı Sevgi Gönül şunları yazmıştı: “… Şeytan bir dostum, ne
araştırıp duruyorsun, müridi Ender Hanım burnunuzun dibinde diye benimle bir de
dalga geçti.




Ailede iki Ender vardı.
Biri Prof. Dr. Ender Berker, benden oniki saat küçük teyzezademdi. Diğeri ise
gelin Ender Mermerci, o da diğer teyzezademin hanımıdır. Gelin Ender’i
yakaladım ve sormaya başladım. Bana babası Prof. Dr. Hasan Reşat Sığındım’ın
(cildiyeci) Üzeyir Garih’in babası Dr. Üzeyir Garih’in (diş doktoru) ve Dr.
Salih Alazraki’nin (ne doktoru olduğunu hatırlayamadı) Küçük Hüseyin Efendi’nin
müridi olduklarını söyledi.”
(2
Eylül 2001-Hürriyet)


(Gelin Ender; ünlü sosyetik Ender
Mermerci’den başkası değil)




İşte bu Küçük Hüseyin Efendi’nin
kabri başında; ünlü musevi işadamı 72 yaşındaki  Üzeyir Garih, 10 yerinden
bıçaklanarak hunharca katledilecekti. Gasp cinayeti olduğu söylenen cinayet
sonrasında, Garih’in kolundaki 50 bin dolarlık saat, cüzdanındaki paralar ve
kredi kartları duruyordu. Asker firarisi Yener Yermez cinayetin tek sanığı
olarak birkaç günde bulundu.




Olayın masonik bir cinayet olduğu
yazıldı çizildi. Ortağı İshak Alaton, “Üzeyir Bey yüksek dereceli bir
Masondu. Cinayetin olduğu gün Üzeyir Garih, ‘dul bir kadının çocuklarına yardım
için’ yanına 10 bin dolar almıştı”
şeklinde açıklama yaparak olaydaki
tartışmaları alevlendirmişti.




(Dul kadına yardım masonik bir
şifredir.)




TEKKEYİ KAPATIP MEYHANEYE
GİDİYORUM”




En ilginç ve enteresan olanını
sona bıraktım. Şayet makaleyi sıkılmadan buraya kadar okuduysanız bunu hak
ettiniz.




2000 yılında  Gold News
Dergisi’nin yayın yönetmenliğini ifa ederken, süs taşı olarak kullanılan
Kalsedon taşının Türkiye’deki tek maden işletmecisiyle tanışmıştım. Beni
Sultanahmet’te bulunan ofisine davet ettiğinde orasının bir dergâh olacağı,
kendisinin de şeyh olduğu aklımın ucundan geçmezdi.




Meraklandınız mı?




Ayasofya Camii’nin yanındaki
Caferiye Sokak’ta mukim ofisinde karşılıyor beni Sırrı Gerçin. Uzun boylu, mavi
gözlü, heybetli bir adam. Kalsedon taşıyla başlayan sohbet, duvarda asılı duran
ve ilgimi çeken arapça harflerle yazılı bir metne uzanıyor. Meğer şeyhlik
beratıymış.




Gerçin, büyük büyük dedesinin
Halveti şeyhi Sinan Erdebili olduğunu söylüyor. 1517 yılında bugünkü Caferiye
sokakta kurulan Caferağa Medresesi’ni, Sinan Erdebili’nin kurduğunu, dedesi
Halil Sırrı Efendi’nin ölümünden sonra babası Mehmet Nazif Gerçin’in tekkeyi
kapattığını anlatıyor.




Dede Halil Sırrı efendi, ileri
görüşlü bir adam oğlu Mehmet Nafiz’i Galatasaray Lisesi’ne gönderiyor. Nafiz’in
tekkeyle, külahla ilgisi yok. Futbola meraklı. Gel zaman git zaman, Halil Sırrı
efendi hakkın rahmetine kavuşuyor. Müridler Mehmet Nafiz’e yöneliyor.




Sırrı Gerçin olayı şöyle
anlatıyor: “Babadan oğula geçen bir şeyhlik beratı var. Büyük oğlan
beratın sahibi olur. Babamın dedemin ölümünden sonra dergâhın başına geçmesi
gerekiyor. Babam bir gün topluyor müridleri, ‘Ben meyhaneye gidiyorum. Dönünce
sizi burada görmeyeceğim’ Babamın bu işlerle ilgisi yoktu.”




Sırrı Gerçin, dedelerine verilmiş
Caferiye sokaktaki tüm binaların sahibiydi. Fakat vakıf mallarına tek parti
döneminde el konulduğu için, elindeki tapu belgeleri işe yaramıyordu.Avukat
olan ikinci eşiyle beraber, onlarca dava açmıştı malların geri iadesi için.




2004 yılında yaşamını yitiren
Sırrı Gerçin’in mirası aile arasında kavgaya sebep oldu. İkinci eşi ve ilk
eşinden olma iki kızı, Gerçin’in mirası için mahkemelik oldular.




Sırrı Gerçin’in iki kızından biri YASEMİN
KAMHİ.




Şaşırdınız mı? Ben şaşırmıştım.




Yahudi asıllı ünlü işadamı Jak
Kamhi’nin oğlu olan Cefi Kamhi’nin eşi…




Şunu öğrendiğinizde daha da
şaşıracaksınız:




Yahudi inancında nesil kadından
devam eder. Yahudiler için neslin devamı ve arîliği son derece önemlidir.
Yahudi bir kadın, başka dine mensup biriyle evlenebilir. Fakat erkek men
edilmiştir. Türkiye’deki yahudi cemaatinin ırk bilincinin yüksek olduğunu
bildiğimizden varın gerisini siz düşünün…




Buraya kadar yoruldunuz, lakin
sıkıldığınızı düşünmüyorum. Tarikat, tekke, dergâh, şeyh, şıh, kim, kimdir,
kimin eli kimin dergâhındadır belli değil. Yazının başında, sorular var,
deliller açık ve net fakat cevaplar sıkıntılı demiştim.




Memleketin ahval ve şeraiti
böyle…




(Mesnevi’den erotik hikayeler verecektim son kısımda lakin
okuyucuyu çok sıkmasın diye ilgili linkleri veriyorum. Zaten merak edenler için
bu verilere ulaşmak hiç zor değil)




LİNK :  http://www.tevhidnesli.de/a_——Mesneviden-%E7e%26%23351%3Bitli-m.ue.stehcen-Hikayeler.htm  



LİNK : http://www.yeniaktuel.com.tr/top103,197@2100.html