Tam 3 karılı edebiyat
imamını yazacaktım ki…
İnsansız
demokrasi için her Amerikalı ajanla her cemaatle ve her holdingle her dönem
ilişkiye girmekten hiç rahatsız olmadılar.
Geçen gün bir yazı yazdım, Hasan Bülent Kahraman’ın bir yazısının
başlığı: ‘Bin yıllık dostum Robert Finn’ diye,
Robert Finn’in kim olduğunu anlatan, alıntı yaptığım yer: Mustafa Yıldırım’ın ‘Ortağın Çocukları’ kitabı.
Bir yığın ‘kullanışlı
aptal’, Varlık Dergisi’ne iftira attığımı söyledi, kaynak
burada, alıntı burada, neyin iftirası, üstelik kitap piyasaya çıkalı yedi sene
olmuş, yetmedi, Odatv sütunlarında beş sene önce de Ahmet Yıldız ajan
edebiyatçılar ilişkisi üzerine aynı kaynaktan koskoca bir yazı yazmış, hiç
oralı olmamışlar.
Yıllar sonra aynı kaynak’ı biz
söyleyince, yer yerinden oynadı.
Varlık’ta on yıllarca yazılar
yazan Hasan Bülent Kahraman, kendi ağzından kendisinin Türk edebiyatını
değiştirdiğini söylüyor, ayrıca, Varlık Dergisi’nin modern Türk Edebiyatının
oluşturulması için bir kale olduğunu, yine kendisi söylüyor.
Bu ajan ilişkileriyle Hasan
Bülent’in ve yazdığı Varlık Dergisi’nin ne gibi bir ilişkisi olabilir, diye
sormayalım mı?
Bu nasıl bir kibir ve zorbalıktır, vay anasını, ne günlere kaldık,
sağlam kaynakları ve CIA raporlarıyla ortalığı velveleye vermiş araştırma
kitaplarından tek satır ‘alıntı’
yapamayacağız, korkup susacağız öyle mi?
Altı uzun yıl kitap orada
yazarı orada, laf etmeyeceksin, sonra biz bahsedince, basacaksın küfürü, yok
yaaa…
On yıl önce ekrandan “Orhan
Pamuk hırsızdır”, dedim, defalarca dedim, izleyici, nasıl
diyebiliyor, dedi, “çünkü
mahkemeye veremez”, dedim, “mahkemeye
verirse, hırsızlığı ‘tescillenir’, ve Avrupalılar da duyar”,
dedim, ki veremediler.
‘Ortağın Çocukları’ adlı kitabı da doğal hukuki hakları olan mahkemeye veremezler,
çünkü, ajanlıkları ‘tescillenir!’
Laf açılmışken, devam edelim,
yine Odatv sütunlarında yazıldı, Varlık Dergisi’ne Zaman Gazetesi yani Fetullah
Gülen’in reklam veriyor.
Fethullah Gülen’den Varlık gibi
bir dergi niye reklam alır?
Ya da Fetö Varlık Dergisi’ne
niye reklam verir?
Bu ne samimiyet!
Bu ilişkiler ağının bir teorisi
yok mu, söylemeyelim mi?
Bizler başımızdaki felaket
Ergenekon Balyoz’la günbegün uğraşırken memleketin ara sokaklarında neler
olduğunu da takip etmeye gücümüz yetiyordu, ancak fırsat bulup yazamıyorduk.
Tam da cemaatin üç karılı
edebiyat imamını ve solcu öykü dergileriyle ilişkilerini dahi yazacaktım ki
edebiyat imamı 17-25 aralıkta çark edip cemaatten çıktığını deklare etti, ben
de üstüne gitmedim.
Yazılarım üzerine yapılan
yorumlara göz gezdirdiğimde yepyeni bir genç neslin geldiğini ve bu konularda
olup bitenden çok habersiz oldukları görünüyor.
DERSİMİZ EDEBİYAT DEĞİL AJANLIK
Türkiye’de Türk Ordusu’nun
generalleri birbir tutuklanırken, aynı günlerde Yaşar Kemal’in Fransız Ordu
Ödülünü bir Fransız generalinin elinden alması, size bir şey ifade etmiyor mu?
Ne güzel günlerdi, Türk Ordusu
faşist, ırkçı, kahrolsun ancak ödülü veren Fransız general olunca, önünde
değil, bu sahneler yaşanmadı mı, söylemeyelim mi? Gün gelir o çok gaz verilen
üçüncü sınıf edebiyatını da yazarız…
Edebiyat düşünce işidir,
muhasebe başka şeydir, Heidegger, bilimadamlarının varlığı hesapladığını
söyler, üzerinde düşünmek başka şeydir, onlarca sayfa inançsız, dertsiz,
varlıksız, tasasız, neşesiz ot böcek tasvirleri sadece okuyucuya yüktür, geçelim,
dersimiz edebiyat değil, ajanlık.
Doğan Hızlan’ı Hasan Bülent
Kahraman’ı, bunların hepsi on yıllarca Orhan Pamuk’un havarileriydi, Emre
Kongar’ın dahi, post modern edebiyatta böyle (kaynak gösterilmeyen) kes
yapıştırlar olur deyip Orhan Pamuk’un hırsızlığına onay verdiğini unutmayalım.
Bomboş adamlardır bunlar. Nazlı
Eray bomboşdur bomboş, bir naylon torba dahi değildir, üzerine yazılan yazılara
bakın felaketinizin boyutlarını görün, Selim İleri bomboşdur bomboş, çok arzu
ettiği halde Fetö’nün osuruğu dahi olamadı. Hilmi Yavuz, bomboşdur bomboş, bir
odun yığını fotoğrafı size daha çok edebi haz verir. Zülfü Livaneli balondur
balon, edebiyattan habersizdir, edebiyat bilgisi dangalak düzeyindedir, orada
arkasını holdinglere yaslamış kendine eleştirmen süsü veren Semih Gümüş diye
bir zavallı var. Henüz tek bir düzgün cümle kuramamıştır, edebi kariyerleri
pırıl pırıl bir salaklık düzeyindedir, hepsinin ortak özelliği ‘uysaldırlar’,
holdinglere cemaatlere vatan hainlerine dönük tek bir karşı cümleleri yoktur,
en önemlisi bu ülkenin ‘gerçek’ acı ve trajedilerine yabancı kalmışlardır.
BİZLERİ APTAL YERİNE KOYMAYIN
Uzun yazıyorsun Nihat Genç diye
kızıyorsunuz, hangisine dalayım, daha iyi anlamanız için eğlenceli bir küçük
dönem özeti vereyim. Meyhane döneminde kişilikli bir edebiyatımız vardı,
işte Yakup Kadriler, Kemal Tahirler, Orhan Kemaller, birahane döneminde ise
edebiyat işte bu meşrepleri geniş dangul dungullara kaldı, kendine ıstırap
uyduran her salak şair şiirimi basmazlar korkusuyla bu numaraları yedi, hikaye
budur, abartmayın.
Bir de biz ajan majan deyince dünyadan habersiz gibi şaşkınlık
göstermelerine ifrit oluyor insan, be mübarekler, Frances Stonor Saunders’in ‘Parayı Verdi Düdüğü Çaldı’ kitabını büyük
bir gaflette bulundu Doğan Kitap bastı, sonra kitabına dahi sahiplenmedi.
Kitabı basan da sizsiniz kitaptan habersiz olan da.
Kitap, Soğuk Savaş Döneminde
CIA’nın edebiyat sanat kültür işlerine nasıl odaklandığını 450 sayfa anlatır,
dünyanın en büyük yazar kuruluşlarına CIA’nın nasıl sızdığını ve dünyanın en
ünlü edebiyat ve sanat dergilerini CIA’nın eleman yerleştirip fonlayarak sanat
dünyasına nasıl hakim olup yön verdiklerini anlatır, bizleri aptal yerine
koymayın, habersizim ayağına yatmayın.
Bu kitabı eşekler gibi hepsi
okudu, bugün görmezden bilmezden geliyorlar, paneller toplantılar öne
çıkartmalar dergi yönetimlerini ele geçirmeler, Soğuk Savaş’tan beri hep aynı
numaralar…
Bu kitaptaki ilişkiler Soğuk Savaş’ta geçiyor, sonrası Yeni Dünya
Düzeni’nde neo-liberaller tarafından kaldığı yerden devam ediyor, ünlü romancı
Arthur Koestler panelden panele koşan bu yazarları: ‘Uluslararası
tele-kızlar’ diye aşağılayarak tasvir eder.
Bir kaç cümleyle bu uzun CIA
ilişkilerinin dönemsel tarihini özetleyeyim.
Yeni Dünya Düzeni’yle Soroslar’la TESEV’lerle cemaatlerle vb.
başlayan bu ‘ilişkilerde’ eleştirmenlerin ve yazarların en çok
diline doladığı konu: Post Modernizm.
Post-modern lafını aklınızda
tutun, Türk Edebiyatı’nın ruhu ve omurgasıyla oynayanlar Post Modern lafını
harcıalem o kadar bol kullandı ki, post modern deyince içine ruhsuz kalpsiz
duygusuz kahramansız vicdansız neyi koysan gidiyor.
Post Modern lafı bir nevi Türk Edebiyatı’nı yıkımın ‘balyozuydu’.
Gerçekçi edebiyatı köy
enstitüsü yazarlarını muhalif yazarları dövmenin aşağılamanın ve unutturup
tarihin çöplüğüne atmanın bir yoluydu.
Edebiyat ‘duygu
oluşturma ve duygu ifade etme sanatıdır’, edebiyattan ‘duyguyu’ kaldırdılar.
Post Modernizm nedir ne
değildir bildiklerine anladıklarına dair tek satır yazıları da yoktur, öyle
bilmiş bilmiş uçururlar işte, post modern, canım. Ve karşınızda fonlanmış
onlarca panelin seminerin adı: Post Modern Edebiyat. Türkiye’de Post Modern
Edebiyatçılar.
Başlık bunlar, uydur uydur,
söyle, neyi söyle, Amerikan açılımlarına ve Amerikan demokrasisine uyumlu
yazarları, Türk Edebiyatı’nın harikaları dehaları diye bangır bangır söyle, bas
gitsin, salla gitsin, en beğenilen yazarlar yaygarasının en başına bu kupkuru
duygusuz kahramansız romanları, yaz, gitsin.
Şimdi bu satırlarda neyi öğrendik, 12 Eylül ve Soğuk Savaş
sonrası, Türk Edebiyatı’nı kökünden yıkmak için ‘post
modern’ kavramını kullanmış olduklarını.
Sıkı durun, peki Amerika soğuk savaş yıllarında CIA Amerika ve
Avrupa sanatını ele geçirmek için hangi ‘kavramı’
kullanıyordu?
‘Soyut Dışavurumculuk!’
Bahsi geçen kitabı okuyun, CIA,
soyut dışavurumculuk akımını var etmek ve ele geçirmek için onlarca yıl neler
yapmış neler.
CIA’nın çağdaş bir sanat akımı
soyut dışavurumculuk’la ne alakası olur demeyin.
Soyut, nesnesiz figürsüz resim
demek, sanat ve sergiler ve müze müdürleri ve kültür dergilerine, soyut
dışavurumculuk’un imparatorluğunu ilan etmek için yerleştirilen sanatçılar
sosyologlar ve CIA’nın yetiştirdiği yazarlar, okuyun görün, CIA Soyut
Dışavurumculuk’la ne yapmak istedi, diye.
Birinci yapmak istediğini
pekala anlayabiliyoruz, çünkü Sovyet sanatı, gerçekçi sanattı. Amerika’da soyut
dışavurumculuğu eleştirenler bizim gerçekçi ressamlarımız depolarda çürüyor, o
yıllarda feryat figan ediyordu.
İkinci olarak yapmak
istedikleri, kafa karıştırmak, sanatı değerlendiren ölçütleri öznel kararlarla
yerinden etmek.
Ne demek bu, soyut dışavurumcu
bir sanat eserinin değerini hangi sanat eleştirmeni takdir edebilir, çok
tartışmalıdır, bu tartışmalı öznel değerlendirme ortamında istediğin adamın
CIA’nın sanatçılarını pekala öne çıkartabilirsiniz.
Yani sanatı ele geçirmek için
önce öznel değerlendirme alanını örgütleyeceksin, sanat eserinin hakkını
değerini okuyucusu değil, jüriler, holdingler, müzeler, küratörler, atanmış
ajan bozması adamlar karar verecek.
Bu size hangi yakın tarihimizi
hatırlatıyor?
Ki, Amerika ve Avrupa’da
yaptıkları da buydu, kendi ajan sanatçılarını öne çıkartabilmek için sanat
eseri nedir hangisidir tartışmalarıyla soyut sanatı seçen CIA’dır.
(Bugün soyut dışavurumcu sanatı
şüphesiz sanat tarihi içinde belli bir yere ve değerlendirmeye pekala
koyabiliyoruz, soyut sanatı inkar ediyoruz diye saçma bir anlam çıkmasın,
burayı geçin…)
Açın kitabı okuyun: Soyut
Dışavurumculuk neden CIA tarafından muhteşem bir sanat ekolü olarak ‘inşa
edildi’, anlayın,
Ve sonra, yeni dünya düzeninde
neo-liberallerin Post Modern edebiyat diye bir şeyi neden uydurup piyasaya
sürdüler, bu kadarını olsun bir sorun kendinize.
Bir defa post modern dedikten
sonra melon şapkayla cübbeyi aynı sanatçıya aynı kahramana pekala giydirme
rahatlığına kavuşuyorsunuz!
İşte cemaatin edebiyattan
habersiz gelini The Guardian’a bu süreçler sonucu yazar olabildi?
Son otuz yılda kimleri parlattıkları
kimleri öne çıkarttıkları, ortada.
Soyut Dışavurumculuğun ve sonra Post Modern Edebiyat arkasına
neden ‘gizli bir örgütü’aldığı, fonlandığı, aynı
Amerikasever yazarlar tarafından aynı başlıklar altında paneller seminerler
düzenlendiğini, bir sorun kendinize.
‘İçi boş bir çikolata kutusu’ gibi dergiler ne zaman çıktı,
nasıl çıktı?
Frank Sinatra’yla Adile Naşit
aynı fotomontaj karesinde aynı dergi kapağına nasıl girebildi?
Ya da sahte paraların üstüne yazılır ya, ‘bir örnektir’…
Bu dergiler bir örnek, aslı
değil!
Aslı, kandan ruhdan kastan
acıdan vicdandan ve insanlık ve eşya’nın kalbindendir, ve bu iki felsefi sanat
akımında bu en temel değerler yoktur.
Modern Sanat Müzelerinize bu
isim ve başlıklar altında hangi sanatçıları kakaladılar, dönün son otuz
yılınıza bakın, ortadadır, ve nedense Osman Kavala gibi şaibeli isimlerin
Cumhuriyet’e ve Atatürk’e kim küfrediyorsa müzeler dolusu albümler dolusu
işleri hangi amaçlarla yayınladıkları, hepimizin bilgisindedir…
İşte bu süreçte, altta kalan,
ezilen, vurulan, dövülen, hakkı yenen, yoksul, çaresiz, umutsuz, insanların
hikayeleri ve yazarları aşağılanıp kovuldu!
Oğuz Atay gibi harika bir
yazarı neden Türk Edebiyatı’na biçtikleri nihai son için kullandılar?
Oğuz Atay’ı Türk Edebiyatı’nı
içine döküp ağzını sıkıca kapattıkları bir kör kuyu gibi kullandılar?
Onbinlerce genç yazarı işte
böyle körleştirdiler, tutundum tutunamadım kayboldum umutsuzum ben kaçtım
edebiyatına mahkum ettiler.
Kahramanların direncini yıkmak
için.
Türkiye gerçeğini unutturmak
için.
Direnişi çürütmek için.
İnsan’ı unutturmak için.
İnsansız edebiyat için insansız
hava araçları gibi edebiyat dergilerinin üzerlerinde uçup durdular!
İnsansız demokrasi için her
Amerikalı ajanla her cemaatle ve her holdingle her dönem ilişkiye girmekten hiç
rahatsız olmadılar.
Nihat Genç