Alican
Türk
(E)
Albay Alican TÜRK’ün ÖZGEÇMİŞİ
Bilecik‘li bir baba ile Diyarbakır‘lı bir annenin oğlu olarak – 1962’de
Ankara’da doğdu.
1980 yılında girdiği HACETTEPE Üniversitesi SOSYOLOJİ Bölümü‘nü Türk Silahlı Kuvvetleri adına “askerî öğrenci” olarak okuyarak 1985’de
mezun oldu ve teğmenliğe naspedildi.
İlk görev yeri olan BURSA – IŞIKLAR
Askerî Lisesi‘nde sekiz yıl (1985-1993) Sosyoloji – Psikoloji
dersleri öğretmenliğini müteakip, sırasıyla 1993-1996 yılları arasında GENELKURMAY ÖZEL KUVVETLER KOMUTANLIĞI‘nda;
1996-2005 yılları arasında GENELKURMAY
PSİKOLOJİK HAREKÂT DAİRE BAŞKANLIĞI (sonraki adıyla Genelkurmay Bilgi Destek Daire Başkanlığı)’nda
görev yaptı.
2005 yılında atandığı BALIKESİR – K.K. ASTSUBAY
MYO KOMUTANLIĞI‘nda beş yıl görev yaptıktan sonra Ekim 2010’da “Kıdemli Albay” rütbesiyle emekli oldu.
Meslekî yaşamı süresince; yurt içindeki çeşitli kurs, eğitim ve
görevlerin yanı sıra yurt dışında
da AMERİKA,
İNGİLTERE, ALMANYA, BELÇİKA gibi ülkelerde çeşitli kurs ve
eğitimlere katıldı. Ayrıca BOSNA-HERSEK‘te
konuşlu Çokuluslu NATO gücü STABILISATION
FORCE (SFOR)‘un Psikolojik Harekât biriminde iki ayrı dönemde
(1999-2000 ve 2002-2003) toplam 16 ay görev
yaptı.
*
Sınır ötesi (IRAK) bir
harekât olan “ÇEKİÇ 97
Harekâtı”nda TSK BAŞARI MADALYASI aldı.
*
Aldığı eğitim ve katıldığı kurs ve görevlere binaen TSK’da açılan çeşitli
kurslarda eğitmenlik / öğretmenlik yaptı. Ayrıca TSK dışında da – aralarında İÇİŞLERİ BAKANLIĞI (Emniyet Genel Md.lüğü), DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI, MİLLİ GÜVENLİK AKADEMİSİ, MGK GENEL SEKRETERLİĞİ gibi kurumlar olmak
üzere – birçok resmî kurumun açtığı kurslarda ders ve konferanslar
verdi.
*
En son görev yeri olan BALIKESİR – K.K. Astsubay Meslek Yüksek Okul
Komutanlığı’nda “İletişim ve
Halkla İlişkiler” ile “Askerî
Liderlik” derslerine girdi.
2007-2008 eğitim öğretim yılında Anadolu Üniversitesi “İletişim Bölümü”nde
başladığı yüksek lisans eğitimini
tez aşamasında bıraktı. Tez konusunu “Doğu ve
Güneydoğu’da FAİLİ MEÇHUL
CİNAYETLER VE GERÇEKLER” adlı bir kitaba dönüştürdü ve
2011’de yayımladı. (Kitap Mart
2014’te 3’ncü baskıyı yapmıştır.)
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen 28 Şubat Soruşturması kapsamında 12 Nisan
2012’de Eskişehir’de gözaltına alınarak tutuklandı; SİNCAN 1 No’lu F Tipi
Kapalı Cezaevi’nde 14 ay kaldıktan sonra 14 Haziran 2013 tarihinde tahliye
oldu. (Mahkemesi devam etmektedir.)
Cezaevi’nde iken yazıp gönderdiği 30’a yakın
yazı ve makalenin önemli bir bölümü HÜRRİYET,
MİLLİYET, CUMHURİYET, SÖZCÜ, SABAH, POSTA, VATAN, YURT, YENİÇAĞ ve AYDINLIK gibi gazetelerin köşe yazarlarınca
yayımlandı.
Cezaevinde tuttuğu günlükleri, “28 Şubat
soruşturması”nın tüm detaylarıyla anlatıldığı ilk ve tek “anı – belgesel”
kaynak olarak “28 ŞUBAT –
SİNCAN’DAN TARİHE NOTLAR” başlıklı 2 ciltlik kitap halinde
Haziran 2017’de çıktı.
Alican TÜRK evli ve 2 çocuk babasıdır.
28
ŞUBAT DAVASI SANIĞI ALİCAN TÜRK’ÜN MAHKEMEYE VERDİĞİ SAVUNMA AŞAĞIDADIR
5. AĞIR CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA
ANKARA
21.12.2017 TARİHLİ SAVCILIK MÜTALÂASINA
YANIT OLARAK
KİŞİSEL SAVUNMAMDIR
(Alican TÜRK, Sanık)
Sayın
Başkan ve Değerli Heyet;
Ben
de bundan önceki tüm sanıklar gibi sözlerime mahkemenizi ve salondaki herkesi
saygı ile selamlayarak ve ayrıca bu soruşturma ve dava sürecinde yaşamını
yitiren değerli komutanlarım (E) Org. Teoman KOMAN, (E) Korg. Tevfik ÖZKILIÇ’a,
(E) Albaylar Mehmet Haşimoğlu, Eser ŞAHAN ve Salih ERYİĞİT’e ve dahi son 10
yıldır TSK’ya kurulan kumpaslarda yaşamını yitiren komutan ve silah
arkadaşlarım ile çeşitli mesleklerden sivil dostlara Allah’tan rahmet dileyerek
sözlerime başlamak istiyorum.
Ayrıca,
geçen duruşmada bir hasta bakım evinde, bilinci kapalı biçimde yaşama tutunmaya
çalıştığı söylenen (E) Tümg. Çetin DİZDAR’a da şifalar diliyorum.
Aslında
savunmam hazır… Şu elimde gördüğünüz iki ciltlik “28 Şubat – Sincan’dan
Tarihe Notlar” kitabı… Bunlar okunmak ve dosyaya konmak üzere
başkanlığınıza iletilmişti, ama sanıyorum bazı teknik nedenlerden dolayı
mahkemeye ulaşmamış. Okunmadığını tahmin etmiştim, zira Savcı Bey en azından
ilk sayfalardaki “Adalet Personeline Bir Sesleniş” yazısını okusaydı
belki biraz ürperir, böyle bir mütalaa hazırlayamazdı diye düşünmüştüm.
Bundan
önce savunmamı yaptığım tarih Ocak 2014’ün ilk günleriydi. O günlerde 17 / 25
Aralık olayları ve FETÖ meselesi çok gündemdeydi, ama bugünkü kadar ayyuka
çıkmamıştı. Hele Savcı Bilgili ve yardımcısı Kemal Çetin’in FETÖ ile bağlantısı
hiç meydanda yoktu. O zamanki savunmamda savcıları kastederek şunları
söylemiştim:
“Hz. Mevlâna’nın ‘Başkalarının
kusurlarını örtmede gece gibi ol’ sözünü çok sever ve günlük yaşamımda
uygulamaya çalışırım; ama korkarım bu kez bunu yapamayacağım. Kusurları örtmek
bir yana, aksine, hepimize büyük acılar yaşatan bu davayı, davanın
iddianamesini ve iddia makamını eleştirmede elimden gelen en sert tutumu
takınmaktan imtina etmeyeceğim.”
Evet,
o savunmamda savcılar Mustafa Bilgili ile Kemal Çetin’i en ağır biçimde
eleştirmiştim. Hatta o gün iddia makamının yerinde oturan Savcı Kemal ÇETİN’e;
-Şu anda sanık kürsüsündeyim… Burada olmayı kimse
istemez. Ancak şerefimle temin ederim ki, şu anda bu kürsüde bulunmayı sizin
oturduğunuz o yerde olmaya tercih ederim, diye seslenmiştim.
Haklı
çıktım!
Korkarım
şimdi savunma yaparken yine iddia makamı hakkında güzel, hoşa gidecek sözler
söylemeyeceğim. Tabii elbette kabalığa kaçmadan, “nezaketin bir erdem
olduğu” bilinciyle…
Sayın
Başkan ve Değerli Heyet,
Ben
bir askerdim. Hâlâ askerim… Çünkü askerlik bir “yaşam biçimidir”
denir… Emekli olsanız bile o yaşam biçiminizden sıyrılamazsınız.
Bir
askerin icabında vatan, millet ve görev (vazife) gibi değerler uğruna gözünü
kırpmadan ölüme gidebilen yüksek bir ruh yapısına, doğruluk ve mertlik gibi
sağlam bir karaktere sahip kişi olması beklenir.
Meslek
yaşantım içinde bana bu öğretildi, ben de öyle olmaya çalıştım. Astlarıma,
öğrencilerime de her koşulda mert, doğru, özü – sözü bir kişiler olmalarını, ceza
almak pahasına bile olsa asla doğruluktan ayrılmamalarını öğütledim.
Nitekim
cezaevinde kaldığım sürece en çok ağrıma giden konu, hâkimlerin doğru
söylediğim(iz)e inanmamalarıydı. Yani bizleri cezaevine atmaları ve tutukluluk
sürelerimizi uzatmaları bana göre “Sen
koskoca bir albay olarak yalan söylüyorsun! Sana inanmıyorum!”
anlamına geliyordu, yani ben öyle algılıyordum. (Evet, cezaevinde en çok buna
üzülüyordum, ama işin içerisinde başka işler, kirli tezgâhlar varmış, sonradan
öğrendik.)
Sayın
Başkan, ne bugüne kadar mahkemeye yalan söyledim ne de bundan sonra söylerim.
Bilmenizi isterim ki ceza benim için hiçbir ortamda caydırıcı, ürkütücü,
korkutucu bir faktör olmadı. Mesleki yaşantım sürecinde de ne ödül
beklentisiyle görev yaptım, ne de ceza korkusuyla… Şimdi de ceza alırım
korkusuyla mesleki onurumu, kişiliğimi ayaklar altına alıp da size yalan
söyleyecek değilim. Bu konuşmalarımın sonunda da bana verilebilecek bir cezadan
korkuyorsam da namerdim.
O
yüzden tane tane, ama açık ve net konuşacağım.
Gelelim
savunmama…
Sayın
Başkan ve Sayın Heyet!
İddia
makamı, hakkımda ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istediği son mütalâasında
bana 4 adet suçlama getiriyor:
1.1996
– 2005 yılları arasında Genelkurmay Psikolojik Harekât Daire Başkanlığında
görev yapmak,
2.BÇG Cari
Harekât Bölümünde Psk.Hrk. Plân Subayı olarak görev yapmak,
3. REFAHYOL
Hükûmetini takip ve düşürmek için faaliyet göstermek üzere kurulan BÇG’nin faaliyet
yürüttüğü alana giriş yetkisi verilen personele ait isim listesinde ismimin
bulunması,
4.
BÇG telefon rehberinde ismimin geçmesi…
Önce
kısaca 2-3 ve 4 no’lu suçlamalar üzerinde durayım: Kısaca diyorum, zira aynı
kapsamda suçlanan birçok sanık var ve hepsi de isimleri şu meşhur 5 No’lu CD
içinde geçtiği için sanık konumundalar. Ben de onlarla aynı durumdayım, adım o
CD içinde geçtiği için sanığım. Ve herkes savunmasında bu 5 No’lu CD’nin üretilmiş
ve üzerinde oynanmış olduğunu söyledi, bununla ilgili bilirkişi raporlarına
değindi. O nedenle ben değinmeyeceğim.
Ancak
önce BÇG üzerinde biraz durmak ve bir tespitimi aktarmak istiyorum.
BATI
ÇALIŞMA GRUBU
2012’deki
ilk gözaltılarla birlikte BÇG konusunda biz sanıkların farklı tutumları,
söylemleri oldu. Özellikle bazı üst seviyedeki komutanlarımızın iddianameye de
yansıyan savcılık ifadelerine bakıldığında, sanki “BÇG’den
kaçılıyormuş” izlenimi doğacak anlatımlar ortaya çıktığını gördük. Bunun
nedenini çok geçmeden anladım. Mesele, savcının soruları hazırlama, sorgulama biçimi
ve oluşturduğu
psikolojik atmosfer
ile ilgiliydi.
Savcının
taktiği şuydu: Önce sizin önünüze altında Çevik Paşa’nın imzası görünen 4-5
adet yazıyı peş peşe koyuyor ve sonra söze şu girişle başlıyordu:
–Genelkurmay Başkanlığından gelen belgelerden de anlaşıldığı gibi… Veya,
–Soruşturma kapsamında gözaltına alınan sanıkların ev ve iş
yerlerinde yapılan aramalardan ele geçen belgelerden anlaşıldığı üzere... Ve dahi
–Bu yazının altında imzası görünen Çevik Bir’in de kabul ettiği
gibi…
İşte
bu kalıp haldeki üç cümle ile söze girip, devamını şöyle getiriyordu:
–Genelkurmay’da
oluşturulan Batı Çalışma Grubu’nun 28 Şubat’ta mevcut Hükûmeti devirmek için
yasadışı biçimde kurulmuş bir cunta yapılanması olduğu anlaşılmıştır.
Sonra
da ifade şöyle sürüyor:
–Söz konusu belgelerden,
sizin de bu yasadışı oluşum içinde yer aldığınız anlaşılmıştır.
İşte
bu girişten sonra bir anda bütün işin rengi değişiveriyor. Savcının kendi
yargısını size “kanıtlanmış gerçek” olarak sunması, önünüze koyduğu
yazıları da “yasak”, “yasa dışı” ve “ele geçmiş
belgeler” olarak empoze etmesi önce sanığı bir anda demoralize ediyor,
ardından sanık “demek benim bildiğim
BÇG’nin bilmediğim başka derin ve yasadışı uzantıları varmış, adamlar onu
tespit etmişler herhalde” vehmine kapılıyor, sonra da “iyi
ama benim bunlardan haberim yok, bunlar yapılmışsa yanlış yapılmış”
diyerek geri çekilmeye, BÇG’yi reddetmeye, hatta giderek belki başkalarını
suçlamaya başlıyor. Eh, zaten olayların, dönemin, evrakların üzerinden 15 yılı
aşkın bir zaman da geçmiş… Yani hatırlan(a)mayan olayların, evrakların stresi
de işin cabası…
İşte
savcılar, ilk başta sanıklar üzerinde kurdukları bu psikolojik baskı ve ortam
ile belki aralarında Genelkurmay Başkanımız İsmail Hakkı KARADAYI da dahil
olmak üzere bazı sanıkları “bilmiyorum, duymadım, görmedim” deme
noktasına sürüklediler. Tabii zamanla gerçek anlaşıldı, olayın savcıların
empoze etmeye çalıştığı gibi olmadığı, Bilgili ve Çetin’in sorguya aldığı
kişilere kötü bir tuzak kurduğu ortaya çıktı. (Nitekim ilk ifadelerinde BÇG’yi
bilmediğini söyleyen Karadayı Paşam bile avukatı aracılığıyla “BÇG’nin karargâhın amiri olan 2. Başkan tarafından kurulmuş
yasal bir çalışma grubu olduğunu, kendisinin bu gruptan haberdar olduğunu,
aradan bu kadar çok zaman geçtiği için detayları haliyle hatırlamadığını beyan
etmiştir.)
Şimdi,
bu açıklamayı niye yaptım? Çünkü BÇG konusunda kafalarda oluşan soru işaretleri
giderildikten sonra da “BÇG’ye gitmedim” diyen çok sayıda sanık oldu.
Yani başlangıçta birçok sanık tuzağa düşürüldükleri için BÇG’den korkup kaçmaya
yönelmişlerdi, ama daha sonra durum anlaşıldıktan sonra da birçok sanık “Ben BÇG’de görev almadım” ya
da “BÇG’ye gitmedim”
dediler. Niye? Hâlâ o korkunun etkisi mi var? Hayır! BÇG’de görev yapanlar
zaten “Evet, gittim, görev
yaptım” dediler. Ama “Orada
görev yapmadım” diyenlerin farklı bir nedeni var ki o da şu meşhur CD
5 faktörü…
Bu
kapsamda ben de hemen bir parantez açıp huzurunuzda ifade edeyim ki;
Ne
28 Şubat döneminde, ne de daha sonra, ne BÇG’de görev aldım, ne BÇG’ye gittim,
ne de toplantılarına katıldım… O tarihte Genelkurmay Psikolojik Harekât
Dairesinde “eğitim öğretim” faaliyetleri ile görevli bir yüzbaşıydım
ve hiç kimse “Haydi Yüzbaşım, seni
BÇG’de görevlendirdik, gidip – kısmen ya da tam gün – şurada (BÇG Cari Harekât
Bölümünde veya başka bir alanında) çalışacaksın, şu şu görevleri yapacaksın” diye ne şifahen, ne de yazılı
olarak bana hiçbir
emir / görev vermedi. Bana gösterilen görevlendirme çizelgesinde adımın karşısında
yazılı telefonu da hiç bir zaman kullanmadım. (Benim Genelkurmay’daki
telefonum çok özel bir numaraydı: 1881… Onu nasıl unuturum? Bu numarayı kullandığım
için kendimi çok şanslı hissediyordum.) Orada görev yapan personel de benim
BÇG’de görev YAP-MA-DI-ĞI-MI net olarak ifade ettiler. Tuzağa düşürülerek ve
korkutularak ifadesi alınan ve benim BÇG’ye gelip gittiğimi söyleyen üç sivil
memur ile bir astsubay arkadaşımız da huzurda verdiği beyanlarında savcılıktaki
ifadelerini reddetmiş, benim BÇG’de görev yapmadığımı açıkça belirtmişlerdir.
İşte
tam bu noktada, bir başka hususa dikkat çekmek istiyorum:
Duruşmalar
süresince gerek iddia makamının tezlerinden, gerekse müşteki ve müşteki
avukatlarının ifadelerinden BÇG hakkında akla hayale gelmedik senaryolar
üretildiğini gözledim. Her şeyden önce bu BÇG sanki ülkenin her yerine, her
kurumuna, bütün kılcal damarlarına kadar kadar sızmış, her yerde eli – kolu,
gözü kulağı olan bir yapılanma olarak tasavvur edilip öyle anlatılıyor; böyle
bir algı oluşmuş ya da oluşturulmuş. Size bir örnek vereyim: Geçtiğimiz
celselerde müşteki olarak burada sizin huzurunuzda ifade veren, sık sık bir
kısım televizyonlarda ve gazetede açıklamalarda bulunan asker kökenli bir
müştekinin Aralık 2017 sonlarında gazetelerde çıkan bir demecini okuduğumda çok
şaşırdım. Diyor ki bu arkadaşımız, “Ben
28 Şubat sürecinde generallik bekleyen albaydım. Beni ‘Gaziantep Batı Çalışma
Grubu (BÇG) Komutanı’ dönemin yüzbaşısı (falan kişi) ‘irticacıyım’ diye ihraç
etti”… Yazıyı okuyunca “yuh!” dedim
içimden… İnsaf! Birincisi bu kişi benim alt devrem biri… Yani ben o tarihte
yüzbaşıyken o albaymış. İkincisi, bu zatın sınıfı da benim gibi “öğretmen”…
Biz yardımcı sınıf personeliz ve öğretmen sınıfından general olmaz (ya da çok
çok nadir olur; meslek yaşantım süresince general olan öğretmen subay sayısı
sanıyorum 2 idi). Üçüncüsü, “Gaziantep BÇG Komutanı” diyor… Bakın
Sayın Başkan ve Değerli Heyet, TSK’nde ne 28 Şubat döneminde ne de sonrasında ne
BÇG Komutanlığı diye bir komutanlık var, ne BÇG’nin böyle görevlendirdiği
personel var, ne de böyle bir kadro var… Yani insanlar BÇG üzerine
kendilerince obsesif bir dünya kurmuşlar, tam bir
“takıntı” halinde BÇG’yi her yeri ahtapot gibi saran, her yerde
insanları takip eden ve TSK’dan ayırmaya çalışan bir birim olarak kendi hayal
dünyalarında bir yerlere oturtmuşlar.
Oysa öyle bir gerçeklik yok!
TSK’da şüpheli bir personelin takibi, gözlenmesi ve
gerekirse ihraç edilmesi işlemlerinin neye göre ve nasıl
yapıldığı, bu konuda hangi raporların ve formların tanzim edileceği vs. burada
defalarca anlatıldı. En son Erkan YAYKIR Albayım da Mehmet AYGÜNER Albayım da
(hatta birkaç kişi daha) bunu teferruatlı olarak ortaya koydular. Kısaca
özetlemek gerekirse, bütün bu faaliyetlerin;
-Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde (MGSB)
belirtilen İç Tehdit Dokümanı çerçevesinde tanımlanan tehditler kapsamında, (Ne yazık ki savunma açısından yasal dayanak
niteliğindeki bu belgenin getirilmesine onay vermediniz.)
-İç Hizmet Kanunu ve Yönetmeliğinde “Garnizon
K.lıklarının yetkilerini” belirleyen maddeler çerçevesinde,
-TSK’da İstihbarata Karşı Koyma Koruyucu Güvenlik ve
İşbirliği Yönergesi (MY 114 -1) esaslarına göre,
-En son da 13 Nisan 1990 tarih ve 20491 sayılı Resmi Gazetede yayınlanıp
yürürlüğe giren Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Yönetmeliği
esaslarına uygun olarak yürütüldüğünü açıkladılar. (Hatta halen de aynı mevzuata
göre yürütülmekte olduğunu belirttiler.)
Erkan Albay’ım çok çarpıcı örnekler de verdi…
Örneğin İKK Koruyucu Güvenlik ve İşbirliği Yönergesi’ndeki formlara göre, bir
personelin örneğin şu özelliklerine bakılır dedi:
–Yıkıcı – Bölücü ve
İrticai amaçlı toplantılara katılıyor mu? Temasta olduğu sivil ve asker
kişilerden yıkıcı – bölücü ve irticai faaliyetleri tespit edilenler var mıdır?(TSK
literatüründe “yıkıcı” kavramı ile “aşırı sol” ideolojiler,
“bölücü” kavramı etnik kökenleri ön plana çıkararak yapılan siyaset
ve ideolojiler, “irticai” kavramı ise mevcut anayasal sistemi ve
Anayasamızla teminat altına alınan lâik düzeni değiştirerek yerine şer’i
hükümlere dayanan ya da din eksenli bir sistem getirmeye dönük çabalar
kastedilmektedir.)
–Özellikle yıkıcı -
bölücü ve irticai türdeki yayınları izlemekte midir? Bunların isimleri nedir?
Bu yayınları ast ve arkadaşlarına öneriyor mu?
–Yüksekokul veya
fakültelerdeki yıkıcı – bölücü ve irticai çevrelerde teması var mıdır?
–Ailesinin (anne, baba, kardeş eş ve çocuklarının) ideolojik
görüş tutum ve davranışlarının tespiti ile bunlardan haklarında yasal işlem
yapılan ve tespit edilen var mıdır? Kendisi veya ailesinden çağdaş olmayan
inkılap kanunlarına aykırı siyasi dini bir akım ve ideoloji belirleyen kılık ve
kıyafette olanlar var mıdır?
–Eşi çalışıyor ise
çalıştığı işyerinde ideolojik faaliyeti var mı? Başka yan geliri var mı? Gelir
– gider arasında denge var mı?
–Çocuklarından yıkıcı
– bölücü ve irticai faaliyet yürüttüğü tespit edilen yurt, okul ve dershanelere
giden var mıdır?
-Son günlerde meydana gelen politik ve siyasi gelişmelerle ilgi
yorum yapıyor mu? Yapıyor ise konu ile düşüncelerini hangi yönde savunur?
Düşüncelerinde ısrarcı mıdır?
gibi hususların da incelenmesinin emredildiğini
belirtti. İşte bunların İKK Güvenlik ve İşbirliği Yönergesi gereği bir görev
olarak yapıldığı açıklandı. Yani bu faaliyetler 28 Şubat döneminde
değil, 1970’lerden beri, 1980’lerden beri TSK’da yapılan, yürütülen işlemler…
Şimdi bakın, bu kapsamda bir noktaya daha
değineyim. Terörist olduğu iddiasıyla halen cezaevinde bulunan Bilgili adlı
şahıs iddianamede diyor ki:
“Müştekinin YAŞ’a
sevk yazısında ‘Fethullah GÜLEN Nurcu grubu mensubu’ olduğu, (…) suç olarak
değerlendirilebilecek bir faaliyetinin ortaya konamadığı, ileri sürülen iddiaların müştekinin askerlik görevi dışında, suç teşkil etmeyen, toplum içerisindeki
özel yaşamı konusundaki tercihleri ile ilgili olduğu, bunların TSK’dan atılmasına gerekçe yapıldığı…”
Yani “Kardeşim,
bunlar kişinin özel yaşamıyla ilgilidir, askerlikle ne alakası var, sana ne,
seni ne ilgilendiriyor? Bunlara dayanarak insanları TSK’dan ihraç ettiğin için
suç işlemişsin” diyor.
Sayın Başkan, Sayın Heyet… Bu adam ya
askerlik kurumunun ne olduğunu bilmiyor, ya burada da çarpıtma, bir algı
operasyonu yapıyor, ya da ikisi de… Bakın az önce belirttiğimiz yönergeye
göre personelin güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılırken başka
neler deniyor:
“Şeref ve haysiyetini ihlal
edecek ve görevine yansıyacak şekilde kumara, uyuşturucuya, içkiye, paraya ve
aşırı şekilde menfaatine düşkün olup olmadığı, ahlâk ve adaba aykırı davranıp
davranmadığı…”
Şimdi bunlar özel yaşamla ilgili değil mi? Peki
bir asker şahıs kalkıp, “Sana ne
kardeşim, ben mesaiden sonra kör kütük, zil zurna sarhoş oluncaya kadar içerim,
kalkıp gider kumar salonlarında sabahlarım, kadınlarla düşüp kalkarım, seni
ilgilendirmez” diyebilir mi? Diyemez! Bu hususlar da özel yaşamla
ilgili olmasına rağmen komutanlar astlarının bu gibi özel durumlarını da takip
etmekle yükümlüdür ve – personel uyarılara rağmen kendisine çeki düzen
vermediği takdirde – bu gibi haller de yasal dayanakları gereğince TSK’dan
ihraç nedenidir.
Bir
başka husus derneklerle ilgili… Yasalarımıza göre herkes dernek kurma ve üye
olma hakkına sahiptir. Ancak kanun TSK personelini muaf tutuyor… “Türk Silahlı
Kuvvetleri her türlü siyasi mülahaza ve tesirlerin üstündedir.” denilerek şu ilke yasal bir norm
olarak konmuştur: Silahlı Kuvvetler mensuplarının hükümet tarafından tasdikli
veya tasdiksiz siyasi parti ve derneklere girmeleri ve bunların siyasi
faaliyetleriyle münasebette bulunmaları ve her türlü siyasi gösteri, toplantı
ve seçim
işlerine karışmaları
ve bu maksatla nutuk, beyanat vermeleri ve makale yazmaları,
kanunla kurulan meslek kuruluşlarına üye olmaları ve organlarında görev
almaları yasaktır. (Yani, ben şimdi kalkıp örneğin “Sosyologlar
Derneği”ne gidip üye olamam. Üye olunabilecek bütün dernekler MSB’lığınca
belirlenmiştir, başka bir derneğe üye olunamaz.)
Hal
böyleyken hiçbir TSK personeli çıkıp “Yahu
kardeşim, ben günlük mesaimde hiçbir siyasi faaliyete katılmam, ama mesai
sonrası benimsediğim partinin rozetini yakama asıp gezerim ya da onun
sembollerini üzerimde taşırım, buna kimse karışamaz, o benim özel yaşamımla
ilgilidir” diyemez.
Evet,
semboller sözsüz iletişimin en önemli öğeleridir. TSK’nın özellikle siyasi
simgeler konusundaki duyarlılığı en üst noktadadır. Asla taviz verilmeyen bir
husustur. Bu konuda çok çarpıcı örnekler vardır. Örneğin bıyık meselesi…
TSK’da 1970’lerin ortalarına kadar personelin bıyık bırakması serbestti. Yani
bizim subay – astsubaylarımızdan isteyen bıyık bırakabilirdi. Ama dikkat edin,
bıyık bir dönemde bir siyasi simge haline geldi, insanların siyasi tercihleri
bıyıklarının şekline göre anlaşılır oldu. İşte olay bu mecraya dökülünce TSK’da
bıyık yasaklandı. (Sahi, şimdi personel “kardeşim,
bıyık benim özel yaşamımla ilgilidir, TSK benim bıyık bırakıp bırakmama ne
karışırmış” diyebilir mi? Saç uzunluğu, saç kesimi bile kurallara
bağlanmıştır, “ben saçımı böyle
keseceğim, şöyle uzatacağım” diyebilir mi?)
Yine
bir başka simge kot pantolon… Burada bir sayın avukat arkadaşımız da kısmen
değinmişti, 1990’ların ortalarına kadar kot pantolonla orduevlerine girmek bile
yasaktı… Neden? Çünkü kot pantolon 12 Eylül döneminde sol grupların bir
simgesi olarak kabul ediliyordu. Yani düşünebiliyor musunuz, bir siyasi simge
olduğu için yasaktı. Peki, türban konusu farklı mı? Hayır! Geçmişte Anayasa
Mahkemesi türbanın bir siyasi simge olduğu konusunda karar vermiş. Hem de üç
kez… Tıpkı bıyık meselesinde olduğu gibi,
tıpkı kot pantolon meselesinde olduğu gibi, “eğer devletin en üst
yargı mercii bunun bir siyasi simge olduğunu söylüyorsa ben kışlamdan içeri
siyaset sokmam” mantığı işlemiştir burada… Yani sembollerin
iletişimdeki yeri ve önemi TSK’yı belli tutum ve davranışlara sevk etmiştir. Sosyoloji eğitimi almış biri
olarak benim bu konudaki kişisel tespitim ve kanaatim budur.
Şimdi buraya kadar anlattıklarımıza şöyle bir
bakacak olursak; yürürlükteki mevzuata göre TSK’da İKK Koruyucu Güvenlik ve
İşbirliği Yönergesi kapsamındaki faaliyetleri kimler yürütüyor? İstihbarat ve
İKK kadrolarına atanan personel… Yani onların asli görevi bu yönergeye göre
gerekli kontrolleri yapmak… Yani BÇG’ye gerek yok ki! Savcılık (İddia makamı)
TSK’daki işleyişi bilmediği için bu görevi yapan herkesi BÇG’ci diye görüyor,
öyle tanımlıyor.
Sadece savcılık mı? İşte yukarıda örneğini
verdiğim öğretmen arkadaşım da, diyelim ki Gaziantep’te kendi birliğindeki
İsth. İKK Subayını BÇG Komutanı olarak tanımlıyor. Çünkü TSK’dan ihracından
sonra kafasında öyle bir algı şekillenmiş.
İsth. ve İKK subayları BÇG personeli değildir.
Neden? Çünkü ikisi ayrı başkanlıklara bağlıdır. İsth. ve İKK Subayları
İstihbarat Şubelerine bağlıdır. Onları silsile ile takip edersek en üstte
Genelkurmay’da J2 olarak tanımlanan İstihbarat Başkanlığına bağlıdır. Hâlbuki
BÇG nereye bağlıydı? J3’e, yani Harekât Başkanlığına… Şimdi bunu ete kemiğe
büründürürsek, İsth. ve İKK subayları Korg. Çetin SANER’e, BÇG ise Korg. Çetin
DOĞAN’a bağlıdır.
Yani görüldüğü gibi BÇG’nin istihbaratla
organik hiçbir bağı yok… Komutanları farklı… Dolayısıyla ilgi alanları da
farklı… BÇG’nin bu durumda TSK personelini “şüpheli personel”,
“sakıncalı personel”, yok şu – bu diye ayırma, tasnif etme,
“fişleme” vs. gibi bir görevi yok, hiçbir zaman da olmamış.
İşte burada savunmalarını yapmak için söz alan
kişiler “Ben BÇG’de çalışmadım” derken doğru söylüyorlar Sayın
Başkanım! Çünkü BÇG personelinin sayısı binlerce falan değil… Her birlikte
BÇG personeli falan yok! Esas BÇG personeli Genelkurmay İç Güvenlik Harekât
Dairesinde ve sayıları 7-8 civarında… Bazı ifadelerde 17 rakamı zikredildi,
ama o sayının da dışarıdan takviyelerle gelip günde 10.00 – 10.45 saatleri
arası BÇG’de görev yapanlarla birlikte olduğunu düşünüyorum. (Hatta 17 kişiye
bile hiçbir zaman erişilemediğine kalıbımı basarım, ki İç Güvenlik Harekât
Dairesi (İGHD)’nde görevli İdris Koralp Paşam da bunu açıkça zikretti.) Oysa
iddianamede ve CD 5’te BÇG personeli olarak adı geçen 45 – 46 kişi var. E ne
yapsın şimdi insanlar? Gitmediği yere gittim mi desin? Sonra da birileri çıkıp “yok efendim sanıklar inkâr yoluna
sapıyorlar” falan diye haber ve propaganda yapıyor. Hayır, kimse
burada inkâr yoluna sapmadı… Çalışanlar “ben çalıştım” dedi,
çalışmayanlar ise kendilerine yöneltilen bu durumu “hayır,
çalışmadım” diye yanıtladı.
Ben de bir asker olarak BÇG’de görev
yapmadığımı belirtiyorum. Eğer yapsaydım ben de asla bunu saklamazdım. En
nihayetinde biz askeriz, bizde emir verilir ve yerine getirilir! “Evet, ben böyle bir emir aldım,
gittim, şurada şu şu görevleri yaptım” derdim.
Sayın Başkan, Ocak 2014’te yaptığım savunmamda
– ki o zaman CD 5 ile ilgili bilirkişi raporları yoktu – neden BÇG’ye
gitmediğimi açıklarken bu belgenin ya sahte ya da taslak bir belge
olabileceğini söylemiştim. Gerçekten de – iyi niyetimi muhafaza ederek – belki
böyle bir evrak hazırlanmış olabileceğini, ama bana tebliğ edilmediğini
söyledim. Ve kendi kendime düşündüğümde böyle bir emrin bana şu nedenlerle
tebliğ edilmemiş olabileceğini değerlendirdim:
1.O
günleri oturup düşündüğümde, 28 Nisan – 02 Mayıs 1997 tarihleri arasında
İngiltere’de NATO Psikolojik Harekât Kursuna katıldığımı hatırladım. Kendi
kendime, “herhalde bu kursa tefrik
edildiğim için bana tebliğ etmediler” dedim. Evet, Sayın Başkanım, bizde bir personel yurtdışı bir
kursa tefrik edildiğinde adama “hadi
yarın sabah yurt dışında şurada kursa gidiyorsun” diye akşamdan tebliğ
etmezler. O kişinin kursa gideceği en geç 1 ay, hatta daha da öncesinden
bellidir. Kurs tarihi yaklaştığında o kişi “NATO Seyahat Emri”
çıkarılması, görev yolluğu ve harcırahının alınması, yurtdışı görev brifingi,
vb. bir sürü bürokratik işlemler için en az 15 gün öncesinden göreviyle
ilişkisi kesilir, kurs ve yol hazırlıklarına koyulur. Dolayısıyla benim de en
geç Nisan ortalarında görevden kopmuş olmam gerekir. Buradan şu sonucu
çıkardım: “İşte, eğer BÇG
görevlendirme listesi diye bir liste gerçekse ve beni BÇG’ye seçmiş olsalar da,
belki İngiltere’deki kurs nedeniyle bana böyle bir görev verilmemiş / tebliğ
edilmemiş olabilir.” dedim. (O
zaman bütün iyi niyetimle böyle düşünmüş ve bunları söylemiştim. Söz konusu
kursun belgesini EK-A’da sunuyorum.)
2. Peki İngiltere’den dönüşümde (ki muhtemelen 03 veya 04 Mayıs’ta dönmüş olmalıyım) niye tebliğ
edilmedi? O zaman şunu hatırladım: Mayıs ortalarına doğru TSK’nın Kuzey Irak
bölgesinde bölücü terör örgütü PKK’ya yönelik ÇEKİÇ 97 Harekâtı vardı. Bu
harekât bildiğim kadarıyla 12 Mayıs – 07
Temmuz 1997 tarihleri arasında icra edildi. Ve ben de bu harekâtın psikolojik
harekât desteğini sağlamak amacıyla – dairemizden Cengiz ÇETİNKAYA ve Kürşat
Sezai ÖKTE ile birlikte – ki o tarihte onlar binbaşı rütbesindeydiler -
Güneydoğu’ya gittim. İşte “belki de
Güneydoğu’ya gideceğim için BÇG görevlendirilmesi bana tebliğ edilmemiş
olabilir” diye düşündüm. (Sayın
Başkanım, anılan harekât sonrası döndüğümde oradaki çalışmalarımızdan dolayı
ödüllendirildik. Tarafıma dönemin Gnkur.Bşk.Org.İsmail H.KARADAYI imzasıyla TSK
Başarı Madalyası tevcih edildi. Söz konusu madalyaya ilişkin 15 Temmuz 1997
tarihli Madalya Beratını EK – B’de sunuyorum.)
Yalnız
burada bir hususu daha vurgulamak isterim. Anılan operasyon her ne kadar
Temmuz’un ilk haftasına kadar sürse de, ben o tarihlerde operasyon bölgesinden
daha erken döndüğümü hatırlıyorum. Tabii aradan epey zaman geçtiği için
önceleri neden erken döndüğümü hatırlayamamıştım, ama – sağ olsun – Sezai ÖKTE
Alb. bu konuda bana yardımcı oldu ve kendisinin 09 Haziran – 18 Temmuz 1997
tarihleri arasında Psikolojik Harekât kursuna katıldığını, benim de o kursta
“Kurs Komutanı” olduğumu söyleyince o zaman kafamda taşlar yerine
oturdu. Evet, Çekiç 97 Harekâtı’ndan Kurs Komutanlığı görevim nedeniyle Sezai
ÖKTE ile birlikte erken dönmüştük. Kurs yeri de Genelkurmay karargâhında değil,
karargâhın yaklaşık 3 – 4 km. ötesinde Kirazlıdere Kışlasındaydı. Dolayısıyla “09 Haziran – 18 Temmuz 1997 tarihleri arasında da
karargâhta olmadığım için BÇG emri bana tebliğ edil(e)medi” diye
düşündüm. (Söz konusu tarihler arasındaki
kurs komutanlığım Sezai ÖKTE’nin EK-C’de sunduğum kurs diploması üzerindeki
imzamdan anlaşılabilir.)
Sayın
Başkanım, bakın tekrar altını çizmek istiyorum ki, şu anda bu sözleri söylemek,
“Efendim şu tarihte şuradaydım,
buradaydım” demek gerçekten çok ağrıma gidiyor. Kendimi olaydan
kaçıyormuş gibi hissediyorum. O nedenle konuyu burada kapatıyorum, bu konuda
söyleyecek başka sözüm yok!
Tabii burada bir noktaya tekrar değinmek
gerekecek sanıyorum. Vasıflarını biraz sonra sayacağım malum savcı,
iddianamesinde, benim BÇG’ye gidenler arasında olduğumu bazı sivil memurlar ile
sanıklardan Hamza ÖZALTUN’un beyanlarına dayandırmaya çalışmıştır. Oysa huzurda
tanık olarak dinlenen sivil memurlar da Hamza Özaltun da isimlerin baskı
altında alındığını, adını zikretmediği kişilerin bile ifade tutanağına eklendiğini
gördüklerini belirtmişlerdir, benim BÇG’de görev yapmadığımı onaylamışlardır.
Bu konuda belki son olarak şunu vurgulamak
isterim. Bir kısım sanıkların altını çizdiği gibi, savcının “beraat”
ve “ceza” tasnifine benim de aklım mantığım ermedi… Çok garip
gerçekten… BÇG’ye Giriş Listesinde ve Telefon Rehberinde adım geçiyor diye
hakkımda ağırlaştırılmış müebbet talep eden Savcı Bey’in aynı listede ve
rehberde adı geçen birçok sanık hakkında beraat istemesi sizce de garip değil
mi? Böyle hukuk, böyle adalet, yasalar karşısında böyle eşitlik mi olur?
Takdir heyetinizindir.
PSİKOLOJİK
HAREKÂT
Sayın
Başkanım, Değerli Heyet;
Şimdi
gelelim Psk.Hrk.D.’nde görev yapma meselesine…
Savcı
Bey, mütalâasında Genelkurmay Psikolojik Harekât Daire Başkanlığında görev
yapmış olmayı bir suç olarak gösteriyor. Ben mi yanılıyorum, yoksa burada benim
anlamadığım başka bir durum mu var diye avukatıma birkaç kez sordum, ama
yanılmamışım; gerçekten bunu bize bir suç olarak isnat etmiş.
Görünen
o ki, Psikolojik Harekât Dairesi bir suç mekânı olarak ve orada görev yapan
bizler de suçlu olarak görülmüşüz. Gerçekten dikkat ettim de, geçmişte o
dairede görev yapan 6 kişi de cezalandırılması istenenler arasında yer alıyor.
Bu durum çok ilginç geldi bana… Bu konuda az sonra başka bir değerlendirme
yapacağım (Daire üzerine
oynanan oyunlar ve dairede görev yapanlar üzerine kumpaslar), ama önce şu hususun altını çizmek
istiyorum: Sayın Başkanım, sizin, heyetinizin ve Savcı Bey’in görev yaptığınız
bu 5. Ağır Ceza Mahkemesine atanmanız ne kadar yasal ise, benim ve benim gibi
burada yargılanan 6 subayın Genelkurmay Psikolojik Harekât Daire Başkanlığı’na
atanması da o kadar yasaldır. Adalet Bakanlığı nasıl ki bir tasarrufta
bulunarak sizi bu mahkemeye atamışsa, Genelkurmay Başkanlığı da benzer bir
tasarrufla bizleri o daireye atayıp istihdam etmiştir. Hiçbir fark yoktur. Siz
bu mahkeme heyeti olarak görevinizi ne kadar onur duyarak yapıyorsanız, ben de
atandığım görevde aynı onuru duyarak görev yaptım.
Genelkurmay
Psikolojik Harekât Dairesi de – Silahlı Kuvvetler karargâhlarında oluşturulan
bütün diğer kısım, şube, daire, başkanlık vb. gibi tamamen yasal prosedüre göre
oluşturulmuş bir birimdir, atamaları bütün diğer birimlere yapılan atamalar
gibidir. Yani gizli saklı kurulmuş, atamaları özel yapılan bir birim değildir.
Peki,
nedir Psikolojik Harekât? Bu bize özgü bir yapılanma mıdır, yoksa başka
ülkelerin ordularında da var mıdır? Bunun net olarak açığa çıkmasını
önemsiyorum Sayın Başkan! Şimdi kısaca herkesin bunu rahatlıkla anlayabileceği
bir şekilde anlatmaya çalışacağım.
Askerlikte
hedef kitleler 3’e ayrılır: 1) Dost unsurlar, 2) Düşman, 3) Tarafsız
kesimler…
Bir
muharebe alanını şekillendirirken dost unsurların moral ve motivasyonunu
yükselten, mücadele azim ve kararlılıklarını artıran, onları sevindiren vs. aklınıza
gelen her eylem psikolojik harekâttır. Örneğin, muharebe öncesi komutanın
ortaya çıkıp askerlerine “Haydi
yiğitlerim, sizden bu millete lâyık evlatlar olduğunuzu göstermenizi istiyorum;
ölürsek şehidiz, kalırsak gazi…” diye seslenmesi, onları motive
etmesi dahi…
Buna
mukabil düşmanın moral ve motivasyonunu bozan, üzen, korkutan, savaş azmini
baltalayan, kaçmaya ya da teslim olmaya yönlendiren her şey yine psikolojik
harekâttır. Örneğin muharebe sırasında düşmana teslim olması için atılan
bildiriler, “etrafınız sarıldı,
kaçacak yeriniz yok, gelin teslim olun!” şeklindeki bir hoparlör
harekâtı, düşman zayiatıyla ya da firar eden askerlerle ilgili haberler, düşman
askerleri arasında emir komuta zincirini bozmaya dönük girişimler vs. hepsi bu
kapsamdadır.
Nihayet
tarafsız kesimlerin desteğini almak, güvenini kazanmak en azından düşman
safında yer almasını önlemek amacıyla yapılan her şey yine psikolojik
harekâttır.
Yalnız
burada da küçük bir parantez açacağım:
“Her şey
psikolojik harekattır” dedik ama, yine de küçük ama çok önemli bir
ayrıntıya da değinelim: Bir faaliyetin psk.hrk. olup olmadığının en temel
ölçütü, öncelikle, o faaliyetin davranışları etkileme amacıyla bilinçli ve planlı bir çaba olup
olmamasıyla ilgilidir. Yani eğer bir faaliyet insanları, toplumu etkilemek
amacıyla bilinçli olarak planlanıp icra edilmişse işte buna psk.hrk. faaliyeti
diyebiliriz.
Ancak bir de
normal günlük yaşamda aslında planlı olmayan ama bireyler ya da toplum üzerinde
psikolojik etkisi olan davranışlar vardır. Örneğin siz tamamen sıradan,
gelişigüzel, plansız programsız biçimde, yaşamın olağan akışı içinde bir
davranışta ya da faaliyette bulunursunuz, ama bir bakarsınız o davranışın
bireyler ya da toplum tarafından algılanışı ve etkisi bambaşka olur. İşte buna
psk. hrk. değil, “ETKİSİ PSİKOLOJİK OLAN DAVRANIŞ / FAALİYET” adı
verilir.
Bu olayın çok
somut, çok tipik bir örneği Sincan’daki tanklar meselesidir… Sincan’da 30
Ocak’ta düzenlenen Kudüs Gecesi’nden 4-5 gün sonra tankların tatbikat amacıyla
Akıncı üssüne giderken Sincan’dan geçmek zorunda kalması (ki yoldaki bir menfez
onarımı nedeniyle şehir merkezinden geçtiği açıklanmıştır) tam da “etkisi
psikolojik olan faaliyet”in tipik örneğidir. Yaşamın olağan akışı içindeki
bir davranışınız toplum ya da belli kesimler tarafından bambaşka şekilde
algılanmıştır.
Peki, işin psk.
hrk.’a ilişkin boyutu ya da kısmı var mı?
Evet var! Bu
faaliyeti medyanın reytinglerini ya da tirajlarını artırmak, sansasyon yaratmak
maksadıyla kullanması bir psk.hrk’tır.
Şimdi parantezi
kapayıp devam edelim:
Psikolojik harekât işlevi itibariyle bir
ordunun en önemli silahlarından biridir. Dostun savaş azmini yükseltirken
düşmanın moralini bozan bu silah, bir silahlı kuvvetler için tam anlamıyla kuvvet
çarpanıdır, güce güç katan bir silahtır; düşmanı savaşmadan alt etmenin bir
yöntemidir.
Dost,
düşman ve tarafsız gruplarda arzu edilen davranış değişikliklerini oluşturmak
üzere yürütülen bu faaliyetler yeni değildir, bütün insanlık ve harp tarihi
boyunca vardır ve var olmuştur.
Günümüzde
de modern orduların hepsinde söz konusu amaca hizmet etmeye dönük birimler
vardır. Örneğin NATO’da ve Amerikan ordusunda bu birimlerin adı yine “Psikolojik
Harekât” (Psychological Operations -
PSYOPS) iken, Almanlar bu birimlerine “Bilgilendirme Harekâtı” (Informational Operations – Info Ops),
İngilizler “Bilgi Destek Harekâtı” (Information Support Operations) demektedir. Üstelik bu ülkelerdeki
yapılanma personel, teçhizat – araç – gereç, bütçe ve bu birimlere verilen önem
TSK’nin kat kat üzerinde büyüklüğe sahiptir.
Psikolojik
harekât belki askeri bir terimdir, ama sivil hayatta da karşılığı vardır.
Örneğin son zamanlarda herkesin çok iyi bildiği “algı operasyonu”
kavramı tam anlamıyla psikolojik harekâtı anlatır. Siyasi partilerin aklınıza
gelen bütün açıklama ve eylemleri (örneğin grup toplantıları, mitingler, seçim
çalışmaları, vs.), ticaret dünyasındaki “reklâmlar” psikolojik
harekâttır. Ayrıca devletler arasındaki ilişkilerde “Kamu
Diplomasisi” kavramı da psikolojik harekât kavramının karşılığıdır.
Böylesine
önemli bir kavram, bizde ne yazık ki – bilhassa belli çevrelerin
yönlendirmesiyle – hep olumsuz anlamlar çağrıştırmakta kullanılmış, psikolojik
harekât personeline de kötü gözle bakılmıştır. Örneğin yakın geçmişte yaşanan
bazı faili meçhul cinayetlerin dahi “psikolojik harekâtçılar” tarafından
işlendiği teması bilinçaltına yerleştirilmeye çalışılmıştır. 2004 yıllında Taraf
gazetesinin (ki bu gazetenin ne olduğu, neye / kime hizmet ettiği herkesçe
malûmdur) “Uğur Mumcu’nun
öldürülmesi de psikolojik harekât mıydı” şeklindeki bir manşetini
dehşetle hatırlıyorum. Sonuçta bunlar Genelkurmay’da en üst düzey komutanlar
arasında bile öyle kafa karıştırdı ki, 1995 yılı sonlarında kurulan Psikolojik
Harekât Daire Başkanlığı, 2005 yılı başında adını değiştirmek zorunda kaldı ve
İngilizlerdeki gibi “Bilgi Destek Dairesi” adı verildi. (Tıpkı Özel
Harp Dairesi gibi… Oranın adı da belli çevrelerce kasıtlı olarak “kötü
ve pis” işlerle anılarak gösterilince nihayet Özel Kuvvetler olarak
değiştirilmişti.)
Şimdi,
bakın, burada bir tahlilde daha bulunacağım:
2006
yılında Atabeylerle başlatılan kumpas davalarla üç önemli hedef esas
alınmıştır. Bunlardan birinci grup, TSK’nde
başarılı, kendi alanında temayüz etmiş ve terfi etmesine kesin gözüyle bakılan
ama FETÖ üyesi olmayan personeldir. Kumpas davalarla bu personele saldırılarak
önleri kapatılmış, çeşitli kumpaslarla cezaevlerine düşürülmüş ve böylece
FETÖ’cü subaylara yer açılarak o makamlar ele geçirilmiştir. Yani birinci
saldırı noktası bunlardır. (Bizim davada var mı? Elbette var! Örneğin rahmetli
Tevfik ÖZKILIÇ, Berkay TURGUT, Mehmet Ali YILDIRIM ve Lokman EKİNCİ Paşalar ile
Seyfullah SÖNMEZ, M.İhsan TAVAZAR, Mustafa KÖSEOĞLU, Cumhur YATIKKAYA gibi
albaylar aslında kendi alanlarında terfi etmesine kesin gözüyle bakılan komutan
ve arkadaşlar olarak biliyorum. 28 Şubat soruşturması ile bunların terfi
etmeleri engellenmiş, bir arkadaşımız hariç geri kalan hepsi emekliliğe mecbur
bırakılmışlardır.)
İkinci hedef
Özel Kuvvetler ve bilhassa ona bağlı Seferberlik Daire Başkanlığıdır. Kozmik
Odaya girme meselesinin özü budur; Kozmik Oda olayı ile bir savaş ve / veya
işgal durumunda işgale karşı direnişi yürütecek kesimlerin (yani Kurtuluş
Savaşımızda Kuvva-i Milliye olarak anılan ve direnişi örgütleyecek kesimlerin)
ortaya çıkarılması hedeflenmiştir. Bu, çok önemli bir savunma kalkanımızdı(r).
Ne var ki Mustafa Bilgili denen hainin yine bir hain olan Muharrem Köse ile
birlikte yürüttükleri süfli (sefilce) gayretlerle en önemli savunma kalkanımız
delinmiş, yılların birikimi ile oluşturulan ÇOK GİZLİ bilgiler
“birilerinin” eline geç(iril)miştir.
Biliyor
musunuz, yurt savunması açısından böylesine önemli ve kritik bir birlik, yani
Seferberlik Daire Başkanlığı 2013’te lağvedilmiştir, şu anda böyle bir birlik
yoktur.
Saldırı
altında bulunan üçüncü hedef
ise psikolojik harekât birimidir. Yani düşmanın yıkıcı propagandalarını
bertaraf edecek ve o propagandalara karşı önlem geliştirecek en önemli savunma
kalkanlarından diğeri de bu kumpaslarla delinmiştir. Evet, kumpas davaların en
büyük hedeflerinden biri Psikolojik Harekât Dairesi ve o dairede görev yapan,
psikolojik harekâttan anlayan, bu konuda iyi kötü bir eğitim almış personel
olmuştur. İşte Alb. Dursun ÇİÇEK ile başlayan saldırılarla o dairenin
personelinden Tümg. İhsan BALABANLI, Alb. Mücahit ERAKYOL, Alb. Fuat SELVİ,
Alb. Cemal GÖKÇEOĞLU, Alb. Ziya İlker GÖKTAŞ, Alb. Sedat ÖZÜER, Alb. Hulusi
GÜLBAHAR ve adını daha burada sayamadığım birçok personelin kimi sözde İnternet
Andıcı ve Ergenekon, kimi Balyoz, kimi Kafes ve Poyrazköy gibi kumpas davalarla
gözaltına alınmış, her biri bir davaya monte edilerek bazısının terfii
engellenmiş, nihayet sonuçta TSK’da psikolojik harekât birimi çökertilmiştir. O
dairede görev yapan ve dairenin kurucusu Oğuz Kalelioğlu, Cengiz Çetinkaya,
K.Sezai Ökte, Ahmet Aka ve Serdar Çelebi Albaylar, yani bu davada yargılanan bizlerin
nasibine de 28 Şubat davası düşmüştür.
Evet,
bizler Atabeyler, Ergenekon, Balyoz, Kozmik Oda, Amirallere Suikast, Askeri
Casusluk gibi bütün diğer kumpas davaların son halkası olan 28 Şubat kumpas
davasına monte edilen personeliz.
Evet, dediğim gibi, TSK’nın
psikolojik harekât birimleri yok edilmiştir. 27 Ağustos 2009 tarihli bir emir
ile Harekât Başkanlığı bünyesindeki Bilgi Destek Daire Başkanlığı önce teşkilat
değişikliği yapılarak ve personel sayısı birkaç kişiye indirilerek Genelkurmay
Genel Sekreterliğine bağlanmış, 11 Ağustos 2010 tarihinde de lağvedilmiştir. Yani
dünyanın bütün gelişmiş ordularında mevcut olan ve bir savaş sırasında silahlı
kuvvetlerin en önemli destek silahlarından biri olan psikolojik harekât birimi
şu anda TSK’nde yoktur. Bu ne demektir? Örneğin halen sürmekte olan Afrin
harekâtının bilimsel anlamda psikolojik harekât desteğini sağlayacak bir
psikolojik harekât birimi yoktur, biliyor musunuz?
Sahi,
Silahlı Kuvvetlerin en önemli savunma kalkanlarının böylesine tasfiyesi, yok
edilmesi sizce tesadüf mü?
İşte
benim kişisel kanaatim, bu kumpaslar bu işe yaramıştır, bu amaçla
tezgâhlanmıştır.
Şimdi
gelelim bu Dairenin işleyişine…
Genelkurmay
Psikolojik Harekât Başkanlığında görev yaptığım 1996 – 2005 yılları arasında
yasadışı hiçbir iş yapılmamıştır. Yapılamaz da… Çünkü Sayın Başkan, TSK’da
psikolojik harekât bağımsız olarak planlanmaz… Bütün psikolojik harekât
planları devlet çapında hazırlanan ana planlar çerçevesinde olur. Yani ana
çerçeveyi devlet çizer… Ana psikolojik harekât planlarının altında
başbakanların imzası vardır; başbakanın onaylamadığı hiçbir plan Genelkurmay’a
gelmez, Genelkurmay da o planı icra etmez! Devletin bütün birimleri de işte o
planda kendisine verilen görevlere göre alt planlar hazırlar ve icra eder.
Peki,
kim hazırlar bu plânları? O tarihte “devlet çapında psikolojik harekât
planlarının hazırlanmasından, takibinden, kontrol ve koordinesinden”
sorumlu makam Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği ve onun bünyesinde
bulunan Toplumla İlişkiler Başkanlığı idi. Burası, Milli Güvenlik Siyaset
Belgesi (MGSB – ki bakın işte, MGSB burada da karşımıza çıktı.
Sabahki oturumda Kenan DENİZ Paşam “MGSB, TSK için bir emirdir!”
demişti.)
ve diğer özel milli siyasetler doğrultusunda Psk.Hrk. plânlarını hazırlar,
gelişen koşullara uygun hale getirir ve BAŞBAKANIN onayına sunar. Her bir
planın bir adı olur. Plan Başbakan tarafından onaylandıktan sonra da icracı
kurum ve kuruluşlara gönderilir. Başbakan tarafından onaylanmayan hiçbir plan
geçerli değildir.
Peki,
icracı kurum ve kuruluşlar neresidir? Başta İçişleri Bakanlığı olmak üzere
aklınıza gelen bütün bakanlıklar (ki buna sizin de bağlı bulunduğunuz Adalet
Bakanlığı da dahildir), Gnkur. Bşk.lığı, MİT, YÖK, Diyanet, TRT, Basın Yayın
Enformasyon, Anadolu Ajansı Genel Müdürlükleri vs … (Her hükûmette Devlet Bakanlıklarından biri “devlet çapındaki
psikolojik harekâttan” sorumludur.)
İşte
iddianamede adı geçen ve bütün detayları sıralanan YAVUZ PSK.HRK. PLANI da
bunlardan bir tanesidir. Bu planda VAZİFE; “TC
Devletinin mevcut anayasal rejimini yıkarak, yerine şer’i esaslara dayalı bir ‘İslâm Devleti’ kurma amacını güden
irticai unsurların yurt içi ve dışındaki hedef kitleleri üzerindeki etkilerini yok
etmek veya azaltmak maksadıyla
olarak belirlenmiştir. Plan ilk olarak 1992 yılında dönemin Başbakanı Süleyman
DEMİREL tarafından imzalanarak yürürlüğe girmiş, 1995 yılında Başbakan Tansu
ÇİLLER, en son 1999 yılında da dönemin Başbakanı Bülent ECEVİT tarafından
imzalanarak güncellenmiştir.
Yani
düşünün, irticai faaliyetler konusu 1992’lerde dahi devletin gündemindeymiş.
Peki,
başka planlar var mı? Evet, bu kapsamda örneğin PKK ile mücadelenin psikolojik
harekât desteği için hazırlanan plan olduğu gibi, çevre ülkelerden gelebilecek
tehlikelere karşı (örneğin Yunanistan ve Güney Kıbrıs, Suriye, Irak, İran,
Ermenistan, Bulgaristan ve Romanya gibi), hatta “aşırı sol “unsurlara
karşı ve ayrıca “üniversite gençliğini iç ve dış tehdit odaklı
faaliyetlere karşı korumak” amacıyla oluşturulmuş planlar dahi vardı ve
yukarıda değindiğim gibi bunların her birinin kendi adı olurdu. (Örneğin Kartal, Şahin, Ayyıldız,
Ümit, Selçuk, Dicle, Fırat,
Bakır vs. gibi.)
Bu
planların tamamı TSK’nın değil, devletin
psikolojik harekât planlarıdır ve GİZLİ gizlilik derecelidir. Bilgili denen zat
sadece art niyetliliğinden değil, aynı zamanda cehaletinden, yani devletin
nasıl çalıştığını, kurumlar arasındaki işleyişi ve işbirliğini de
bilmediğinden, devletin gizli kalması gereken bilgilerini de ifşa ederek bu
iddianameyle ayrı bir suç işlemiştir ki bu da ayrı bir ihanettir. (Bunu ilk
savunmamda da söylemiştim.)
Yukarıda
da arz etiğim gibi Psk.Hrk. planları 2004 yılına kadar MGK Genel Sekreterliği
bünyesinde hazırlanıyorlardı. O tarihten sonra MGK Genel Sekreterliği Kanununda
değişiklik yapıldı, Toplumla İlişkiler Başkanlığı kapatıldı. Peki bu durumda
devlet çapında Psk.Hrk. planlaması bitti mi? Tabii ki hayır! İhtiyaca binaen bu
görev bildiğim kadarıyla bir Müsteşarlık seviyesinde kurulan özel bir birime
verildi.
Şimdi
iddianameye dönecek olursak; deniyor ki, “efendim
Psikolojik Harekât Dairesi Doğruyol Partili Milletvekillerinin partilerinden
istifa etmesinin sağlanmasında ve Refahyol Hükümetinin düşürülmesinde rol
almış”mış. Bu konuda milletvekillerine “Paşamızın selâmı var mümkünse istifanızı istiyorlar” demek
yeterliymiş.
Bunu
yazan adamın bir ruh hastası olduğu belli… Genelkurmay’da görev yaptığım
yaklaşık 10 yıl boyunca tek bir milletvekilini dahi tanımadım, tanışmadım,
konuşmadım. Zurnanın son delikleri olan yüzbaşı, binbaşı rütbesindeki birileri
olarak mı gidip milletvekillerine haber götürecekmişiz? O dönem Daire
Başkanımız olan Oğuz Kalelioğlu Albay huzurunuzdaki ifadesinde “Ben emekli olduktan sonra DYP’ne gidip
görev yaptım… Görev yaptığım partiye mi darbe yapacakmışım?” diye
ifade vermişti.
Sayın
Başkan, bu konuda şunu arz edeyim: Dönemin İçişleri Bakanı Meral AKŞENER Hanım
buraya gelip tanık olarak ifade verdiğinde “O
dönemde otel odalarında milletvekili pazarlıkları yapıldığı, bazılarının
baskıyla, bazılarının başka yollarla istifa ettirildikleri kulağımıza
geliyordu” mealinden sözler demişti. Ben de bir vesileyle kalkıp söz
istediğimde, Başkan Fevzi Bey’e “Sayın
Başkan, o dönem istifa eden bütün milletvekillerinin tek tek buraya çağrılıp
ifadesine başvurulmasını ve istifa gerekçelerinin kendilerine sorulmasını talep
ediyorum” demiştim. Evet, bu benim talebimdi. Ve söz konusu
milletvekillerinin büyük bir kısmı buraya geldi, bir kısmının ifadesine de
bulundukları illerdeki mahkemelerde başvuruldu. Sonuçta istifa eden
milletvekillerinin tek biri bile vazgeçtim Psikolojik Harekât Dairesinden söz
etmeyi, askerlerle ilgili hiçbir yerden en küçük bir baskı ya da telkin
gelmediğini açıkça ifade ettiler.
Psikolojik
Harekâtla ilgili oluşturulan algılardan biri de Aczmendiler meselesiydi…
Sözde Aczmendiler psikolojik harekât amacıyla ve toplumda “irtica algısı
varmış” imajı oluşturmak üzere yine psikolojik harekâtçılar tarafından
kullanılmışlar ve üstelik onların arasında % 40’ı da askermiş falan… Sayın
Başkan, bu Aczmendi meselesi üzerinde de şu salonda yine en çok duran bendim.
Çünkü bu adamların bizle, yani psikolojik harekâtla bağlantılı olduklarının
söylenmesi çok ağrıma gidiyordu. Bu adamları şu kitaplarda da yazdım, TBMM
Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na çağrılmamalarını alabildiğince
eleştirdim. (Evet, söz konusu Komisyon 28 Şubat dönemiyle ilgili 113 kişiyi
çağırıp dinlerken, dönemin en sembol isimlerinden Müslüm GÜNDÜZ, Fadime ŞAHİN
ve Ali KALKANCI’yı çağırıp dinlememiştir. Çünkü bence o Komisyon görevini doğru dürüst yapmamış, hatta
28 Şubat’la ilgili bazı konuların aydınlatılmasını istememiştir. Söz konusu kişilerle
görüşmemesine rağmen hazırlanan rapora “Bu kişilerin
provokasyon amacıyla kullanılmış oldukları yapılan tetkiklerde
görülmüştür”
diye yazmaktan kaçınmamışlardır.)
Şimdi
bakın, bu Aczmendiler meselesi ile ilgili olarak sizin olmadığınız dönemde bu
mahkemede yaşanan bir olayı anlatacağım: 73’ncü celsede buraya tanık olarak
dönemin İçişleri Bakanı Meral AKŞENER Hanım geldi. Konuştu. Soru cevap
periyodunda ben de söz istedim ve kendisine çok net olarak şu soruyu sordum:
–Sayın Bakanım, siz dönemin ülkenin iç
güvenliğinden sorumlu en üst yetkili idiniz. Bakanlığınız döneminde size bağlı
kurumlardan (valiler, emniyet, jandarma, hatta MİT vs.) Aczmendilerin TSK
tarafından manipüle edildikleri ve psikolojik harekât amacıyla
kullanıldıklarına, bunlar arasında askerler olduğuna ilişkin resmi ya da gayrı resmi
bir bilgi geldi mi?
Sayın
Akşener “Hayır, gelmedi” dedi.
Ondan
iki gün sonra – 75’nci celsede – dönemin Adalet Bakanı Şevket KAZAN Bey tanık
olarak geldi. Yaklaşık bir saatlik konuşmasının sonunda Başkan Fevzi Bey kendisine
sanıklardan şikâyetçi olup olmadığını sordu. Şevket Bey, kısa bir duraklamadan
sonra “Ben vicdan sahibiyim, hayır,
şikâyetçi değilim!” diye yanıtladı. Onun bu sözü üzerine avukatı
atılarak “Bir dakika Sayın Başkan,
önünüze koyduğumuz dosyada şikâyetçi olduğumuzu belirtmiştik. Bunu müvekkilime
bir daha sormak istiyorum” deyince Başkan aynı soruyu tekrar sordu,
Şevket Bey aynı şekilde “Hayır,
dediğim gibi, ben vicdan sahibiyim, şikâyetçi değilim” diye
tekrarladı. Öyle olunca bizim avukatlarımız da “Madem Sayın Kazan şikâyetçi değil, o halde bizim de sorumuz
yok!” dediler. Ben el kaldırdım. Burada bizim avukatlarımız hepsi
“Hayır, gerek yok, sorma!” diye tepki gösterdiler. Ben ısrarla söz
aldım ve önce Sayın Kazan’a merhum Mehmet Ali BİRAND’ın “Son Darbe: 28
Şubat” adlı belgeselinde Aczmendilerle ilgili yaptığı açıklamayı
hatırlattım. Belgeselde Şevket Bey “O
dönemde birden Aczmendiler denen bir grup ortaya çıktı. Biz bunlar nereden
çıktı derken öğrendik ki meğer bunları JİTEM organize ediyormuş. Sisi adında
kadın mı erkek mi biri vardı, o bunları ayarlıyormuş. Gazetelerde çıktı
bunlar” mealinde açıklaması vardı. (Belgeseldeki açıklamasını aynen
bir kâğıda yazıp kendisine okudum.) Ve sonra Sayın Akşener’e sorduğum soruyu,
yani “Bakanlığınıza bağlı birimlerden
(mahkemeler, savcılıklar falan) size bu konuda ulaşan herhangi bir bilgi,
belge, doküman olup olmadığını” sordum. Cevaben, “O günlerde ZAMAN gazetesinde çarşaf çarşaf yayınlandı
bunlar” dedi. İtiraz ettim, “Sayın
Bakanım, gazete kupürleri ile değil, ben size gazete kupürlerinin dışında
bakanlığınıza ulaşan bir bilgi olup olmadığını soruyorum” dedim. Sayın
Kazan da “Hayır, başka bilgi
gelmedi” dedi. Ve o zaman Mahkeme Başkanına dönerek:
-Sayın Başkan, bu bilgiler sadece tutanaklara değil, tarihe girecek
bilgilerdir… İki gün önce dönemin İçişleri Bakanı Aczmendilerin askerlerle
bir ilgisine dair kendilerine ulaşan bilgi – belge olmadığı söyledi, şimdi de
dönemin Adalet Bakanı bunu teyit etti. Evet, ben de emindim zaten Aczmendilerin
askerlerle bağlantısı olmadığına. Artık bundan sonra kimse Aczmendilerin
askerlerle bağlantısı olduğunu, psikolojik harekât maksadıyla kullanıldıklarını
ileri süremez,
diye
konuştum. Dahası, hatırlayacağınız üzere aynı soruyu burada Sayın Çiller’e de
yönelttim ve Tansu Hanım da “onlarla
ilgili bazı duyumlar vardı ama askerlerle ilgisi yoktu” demişti.
İşte
bugüne kadar hep psikolojik harekâtçıların üzerine atılan Aczmendi meselesi ile
ilgili gerçekler de böyle.
Bir
başka konu: Neymiş Efendim, Psikolojik Harekât Dairesinde RP aleyhinde broşür
hazırlanarak basına gönderilmişmiş… Sayın Başkan, Dairemiz işte bu alan kadar
bir yerdi. Ve eğer Dairemizde böyle bir broşür hazırlansa mutlaka benim de
haberim olurdu. Ama ne ben böyle bir broşür hazırladım, ne dairemizde böyle bir
broşür hazırlanmasına tanık oldum.
Peki,
görev yaptığım dönemde gazetecilerle de tanışıp görüşmüşlüğüm oldu mu? Evet,
oldu! Genelkurmay Genel Sekreterliği’nce 1998 yılı içinde biri Güneydoğu’ya
biri de TSK eğitim kurumlarına olmak üzere iki gezi düzenlendi. Bu gezilerde
yerli ve yabancı basın mensupları topluca Diyarbakır ve Şırnak çevresine
götürülüp kendilerine terör örgütünün bölgede verdirdiği zararlar ve örgütün
içyüzü anlatılacaktı. Bizim daireden de takviye personel istendi. Daire Başkanımız
beni görevlendirdi, Genel Sekreterliğe katıldım – ki o dönemde Genel Sekreter
Erol ÖZKASNAK Paşam, Basın Halkla İlişkiler Daire Başkanı Hüsnü DAĞ Albayım,
devre arkadaşım M.İhsan TAVAZAR ile birlikte – o görev çerçevesinde
gazetecilere mihmandarlık yaptım, birlikte yemek yedik, çay içtik, sohbetler
ettik. (O gazeteciler arasında burada tanık olarak ifade veren İlnur ÇEVİK de
vardı. İlnur Bey’in o dönem TSK hakkında yüceltici, övücü yazılarını
hatırlıyorum, bir de burada söylediklerini düşünüyorum da, bu değişim
karşısında şaşırmadım desem yalan olur. Neyse, yorum yapmayacağım.)
Neyse,
konuyu çok uzatmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Sonuç itibariyle belki kısaca
şunu söyleyebilirim: İddianamede Genelkurmay Psikolojik Harekât Daire
Başkanlığı’na atfedilen bütün suçlamalar baştan aşağı deli saçmasıdır, gerçekle
hiçbir ilgisi yoktur. Yukarıda da arz ettiğim üzere, o dairede benim ilgi
alanım eğitim öğretim faaliyetleri ile PKK terörüydü. Tek bir gencimizin terör
örgütü saflarına katılmasını önlemeyi ya da örgüte katılmış bir teröristin dahi
dağdan in(diril)mesini sağlamayı çok önemsiyorduk; çünkü bir teröristin
örgütten kopması demek bizim için bir Mehmetçik’in şehit olmasını, bir ocağa
ateş düşmesini önlemek demekti. Yine yukarıda dediğim gibi o tarihlerde
Dairemizden en az üç kişi Güneydoğu’da teröre karşı yürütülen Çekiç 97
Harekâtında, kandırılarak dağa çıkan bir teröristi bile nasıl teslim olmaya
ikna edebiliriz, nasıl örgütten kaçmasını sağlayabiliriz diye düşünüyor, o
yönde bildiriler hazırlamaya çalışıyor, Zaho bölgesinde Beyaz Dağlarda
kıytırıktan bir muhabere jipini radyo vericisi olarak kullanıp, yanımıza
aldığımız örgütten kaçmış bir teröriste teslim ol çağrıları yaptırmakla
uğraşıyorduk. Bizim ilgi alanımız çok büyük ölçüde PKK terörüydü. Bir de Oğuz
Kalelioğlu Albay’ın dediği gibi, o dönemde bilhassa Rumların Kıbrıs’a S-300
füzelerinin yerleştirilmesi konusundaki faaliyetlerine engel olmak üzere
Yunanistan ve Kıbrıs üzerinde çalışma yürütüldüğünü hatırlıyorum, ama ben o
çalışmalarda yer almadım.
Bu
konuyla ilgili bir bilgi daha vermek isterim: Genelkurmay Psikolojik Harekât
Dairesi’nde yanlış hatırlamıyorsam 1998 yılı sonlarında Grup Komutanlığı
kuruldu, bunun icra organı olarak da 3 adet Psikolojik Harekât Taburu teşkil
edildi. Bu taburlar nerelerde konuşlandırıldı, biliyor musunuz? Biri İstanbul, biri Diyarbakır diğeri de Elazığ‘da… Niye buralarda? Çünkü
bunların her biri bir Ordu Komutanlığı’nın (1’inci, 2’nci ve 3’ncü Ordular)
görev sahasında, onların askeri hedeflerinin psikolojik harekât desteğini
sağlamak amacıyla kuruldular. (Bizde her bir Ordu Komutanlığı kendi
bölgesindeki çevre ülkelerden gelebilecek saldırılara karşı koymak üzere teşkil
edilmiştir.) Görev tanımları buna göre yapıldı. Yani tamamen askeri görevleri
icra etmek ve askeri harekât planlarının psikolojik harekât desteğini sağlamak
üzere… Ama az önce de dediğim gibi, bu taburların hepsinin 2010’da
lağvedildiğini öğrendim. Yazık oldu! 28 Şubat davası da dahil olmak üzere bütün o kumpas
davalarla Türk Silahlı Kuvvetlerine yönelik psikolojik harekât uygulandı ve nihayet o birlikler
kapattırılarak TSK çok önemli bir destek silahından ve savunma kalkanından daha
mahrum bırakıldı.
Son
olarak, madem konu psikolojik harekât üzerine yoğunlaştı, bu konudaki son
sözlerimi şöyle bitirmek istiyorum:
Psikolojik
harekât mı dediniz? Söyleyeyim… Asıl psikolojik harekât;
-TSK’nin halktan koparılması, etkisizleştirilmesi ve
susturulması amacıyla bu dava da dahil açılan bütün kumpas davaların her
biridir.
Psikolojik
harekât mı dediniz? Asıl psikolojik harekât;
-Aslında içerik itibariyle toplasanız 130 sayfa bile etmeyecekken
köpürtüle köpürtüle 1300 sayfaya çıkartılan böyle bir iddianamenin ta
kendisidir.
(Sayın Başkan, öyle ki bu iddianame okunurken bile Mahkeme Başkanı Tayyar Bey,
çoğu yerde “Tamam, orayı atlayalım,
daha önce aynısı okunmuştu” diye geçiştirmek durumunda kalmıştı.)
Evet,
psikolojik harekât mı dediniz? Asıl psikolojik harekât;
-99 sanıktan 60’ına ağırlaştırılmış müebbet, 39’unun beraatinin
istenmesidir.
Psikolojik
harekât mı dediniz? Söyleyeyim… Asıl psikolojik harekât;
-28 Şubat meselesinin muhatabı olan dönemin Başbakanının “biz iki parti arasındaki mutabakat
nedeniyle başbakanlığın ortağımıza geçmesi için ve bir ahde vefa gereği istifa
ettik” diye bütün kameralar önünde son derece net ifadelerle yaptığı
açıklamalara rağmen, bu olayı ısrarla “darbe” olarak tanımlamak ve
topluma öyle yansıtmaktır.
Psikolojik
harekât mı dediniz? Asıl psikolojik harekât;
-İyi niyetli, hatta o günleri yaşamamış insanları otobüslerle
Türkiye’nin değişik yerlerinden mahkeme salonlarına getirip, avukatlar arasında
oturan milletvekilleriyle mahkemeye baskı yapma girişimleridir.
Psikolojik
harekât mı dediniz? Asıl psikolojik harekât;
-Kendisine
“gazeteci” diyen bazı tetikçilerin “Kahraman
savcılarımız ve hâkimlerimiz adım adım bu tiplere cezasını veriyor ve verecek.
28 Şubat’ın alçak darbecileri de çok yakında ağırlaştırılmış müebbet cezalarını
yiyecekler. Milletimiz müsterih olsun, dinimize ve inançlı insanlarımıza yaptıklarının bedelini ödemeyen kimse kalmayacak!” şeklinde fütursuzca, pervasızca, vicdansızca kaleme alınan
makalelerdir.
Psikolojik
harekât mı dediniz? Söyleyeyim… Asıl psikolojik harekât;
-Milletvekili
seviyesindeki bazı siyasetçilerin “Büyük bir
insanlık suçu olan 28 Şubat darbesinin hainlerinin yargılandığı mahkemeleri
yakından takip ediyoruz. 60 hainin hak ettikleri en ağır cezaları alacaklarına
inanıyoruz.” şeklinde
yaptıkları basın açıklamalarıdır.
Bu
sözlerin hepsini kendilerine iade ediyorum!
Bu
listeyi o kadar uzatabilirim ki… Ama anlaşıldığını düşünüyorum.
Mustafa
BİLGİLİ
Şimdi
savunmamın bu bölümünde, bu davanın soruşturmasını yürüten, iddianamesini yazan
Mustafa BİLGİLİ ve yardımcısı Kemal ÇETİN hakkında bazı açıklamalar yapmak
istiyorum.
Sayın
Başkan, başta da söylediğim gibi, ben nezaketin bir erdem olduğuna inanırım.
Gerçekten insanlar hakkında kötü konuşmayı sevmem. Eşim, yakınlarım bana çoğu
kez “Yahu senin için kötü insan yok
mudur?” diye kızarlar. Ayrıca insanların arkasından konuşmayı da
gerçekten sevmem. Hatta öyle ki, cezaevindeyken hâkimlere yazdığım mektuplarda
dönemin Başbakanı hakkında olumsuz sözler sarf ettiğim için o mektupları “Sayın Başbakanım, yazdıklarım hoşunuza
gitmeyecek, ama bu mektupları size göndermeseydim hakkınızda dedikodunuzu
yapmış hissedecektim” diyerek kendisine de göndermiştim.
Şimdi,
bu Mustafa BİLGİLİ için söyleyeceklerimi, sayacağım nitelikleri kesinlikle
hakaret amacıyla ya da o kasıtla söylemiyorum Sayın Başkan… Bunlar bir tespit!
Size tek tek açıklayacağım bunları… Keşke kendisi de burada olsaydı da
söyleyeceklerimi yüzüne karşı söyleyebilseydim.
1.Bu adam bir savcı değil, teröristlik suçlamasıyla
yargılanan bir örgüt mensubu ve kulu olduğu o örgüt aracılığıyla vatana
kasteden, vatanın en gizli sırlarının başka yerlere kaçırılmasında rol oynayan
bir haindir…
2.İnsanlar hakkında sahte belgeler uyduran, devletin
resmi belgelerini bile tahrif etmekten çekinmeyen bir sahtekârdır.
3.İnsanları icabında ölüme götürecek iftiralar atan
bir tetikçidir.
4.Medyaya bile gerçek dışı bilgiler vererek bilerek
kamuoyunu yanıltan bir yalancıdır.
5.Sanıklara karşı gerçek anlamda kin, nefret ve
husumetle hareket eden bir kindardır.
Her
halükârda bu adam bir “kanun adamı” olamaz!
Bakın
ben şimdi onun FETÖ’cülüğünü falan gündeme getirmiyorum, kendimi aklamak için
onun FETÖ’cülüğüne, örgüt bağlantılarına falan sığınmıyorum; lanet olsun, yerin
dibine batsın onun FETÖ’cülüğü! Ama ben şimdi onun sahtekârlığından söz
ediyorum, insanlara attığı iftiralardan söz ediyorum, yalanlarından söz
ediyorum, bir savcı değil bir tetikçi oluşundan, kısacası kişiliğinden söz
ediyorum.
Evet,
sahtekâr… Çünkü devletin resmi belgelerini bile istismar eden, bambaşka
anlamlar çıkarılacak biçimde evraklar üzerinde oynayan birine başka ne denir?
Bunun birçok örneğini ilk savunmamda verdim, oradan çıkarılabilir. Cumhurbaşkanlığı’ndan
gönderilen belgelerde dahi tahrifat yapmış, kelime ve cümlelerle tamamen farklı
anlamlar çıkacak şekilde oynamıştır. İşte örnek olsun diye sadece 3-4 tane
bilgi vereceğim. Örneğin belgenin orijinalinde:
ØLaiklik aleyhtarı yayın yapan radyo, televizyon ve yazılı
basın neşriyatını,
1. Takip etmek ve izlemek,
2. Yayınların kanunlara uygun olup olmadığını tespit etmek,
3. Varsa yasalara
aykırı hareket edenler hakkında ilgili mülki makamlarla koordine ederek
tahkikat başlatılması,
şeklinde
geçen yazıyı iddianameye “Batı Çalışma Grubunun basın yayın organlarını
takip ve denetim suretiyle sansüre tabi tuttuğu görülmüştür.” şeklinde
geçirmiş. Orijinalde BÇG’nin adı bile geçmiyor… Kırptığı yerleri ve anlamın
nasıl değiştiğini görüyor musunuz? Kaldı ki takip ve denetim ne zamandır
“sansür” diye tanımlanıyor?
Veya
orijinali;
ØDevletin laik ve demokratik yapısını hedef alan irticai
faaliyetlere destek veren,
1. Siyasi parti, vakıf ve dernekler,
2. Kurum kuruluş ve teşekküller,
3. Basın-yayın organları,
4. Finans kuruluşları ve holdinglerin ülkeye zarar veren eylem ve
yatırımlarını incelemek, ortaya çıkarmak ve bu olumsuz
çalışmalarını kamuoyuna vermek.”
şeklinde
geçen bir yazıyı “Batı Çalışma Grubunun, siyasi parti, vakıf ve dernekler,
kurum, kuruluş ve teşekküller, basın yayın organları, finans kuruluş ve
holdingleri takip ederek kendi düşüncelerine uygun olmayan kurumları ve faaliyetleri olumsuz olarak
kamuoyuna yansıtmayı planladıkları görülmüştür.”
şeklinde
iddianameye yazmış. Orijinalinde BÇG var mı? Yine kırpılan ve bambaşka anlama
gelecek yerlere bakar mısınız? Birinde “olumsuz
çalışmalar”dan söz ediliyor, diğerinde “çalışmaları olumsuz olarak vermek“ten…
ØYine Ruhsar Amiral’in de anlattığı
gibi slaytların yeri ile oynayıp işine gelenleri alt alta dizerek özel bir
anlam çıkmasını sağlamış,
Ø“Tesettür ve simgesel kıyafet
ile halk tipi giyim ve başörtüsü” arasındaki farkı belirtmek için ilgili
makamlardan görüş talebinde bulunulan yazıyı bile iddianameye “Bayanların giyimi ile ilgili olarak tesettür, simgesel
kıyafet, halk tipi giyim, başörtüsü şeklinde fark ve ayrımlara gidilmiş,
kendilerinin istediği şekilde giyinmeyenlere de çağdışı, irticacı damgası
vurulmuştur.” şeklinde değerlendirerek
koymuştur.
Ve
daha neler neler…
Dediğim
gibi bunların daha uzun ayrıntılı örneklerini, sayfa numaralarıyla, yerleriyle
ilk savunmamda vermiştim. Nitekim sadece ben değil, burada savunma yapan hemen
herkes bu türden çarpıtma, saptırma, tahrifat, kelime oyunları, işine gelen
yerleri alıp gelmeyenleri ayıklama, son derece masum bir olayı sanki büyük bir
suçmuş gibi algı yaratarak sunma vb. olaylardan örnekler verdiler.
En
azından sanıkların lehine olabilecek tek bir belgeyi alıp değerlendirmemesi
bile bu adamın sanıklara karşı nasıl kin, nefret, husumet dolu olduğunu
gösterir. Bir savcı bunu yapabilir mi Sayın Başkan? Sanık hakkında bir tane
lehte belge olmaz mı?
Kim
olursa olsun bir hukuk adamı karşısındakine kin ve nefretle yaklaşamaz. Her
şeyden önce adil olması gerekir. Hele ki din adına, Müslümanlık adına, İslâm
adına hareket ediyorsa… Öyle ya, bizim dinimiz değil midir ki birilerine
olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin” diye emreden? Peygamberimize en başta adaletle
yönetmesi emredilmemiş mi? Hatta adalet konusunda Müslümanlarla Yahudiler,
Hıristiyanlar hatta putperestler arasında eşit olacaksın denmemiş mi?
Şimdi
bu şahsın benimle ilgili olarak toplumu nasıl yanıltmaya çalıştığına dair iki
somut olayı daha burada açıklamak istiyorum.
Cezaevinde
iken, 3’ncü Yargı Paketi ile 28 Şubat soruşturmasına “Özgürlük
Hâkimi” olarak atanan 3 hâkime (Nihal USLU, Abdullah BAHÇECİ, Halil İbrahim KÜTÜK), göreve başladıklarında bu
süreçte yaşanan gelişmeleri anlatmak amacıyla 27 Eylül 2012 tarihinde bir
mektup yazdım. Aynı mektubu dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL başta olmak
üzere Başbakan, Meclis Başkanı, Adalet Bakanı vb. 30’u aşkın üst düzey devlet
yetkilisine de BİLGİ olarak gönderdim. Amacım, ülke yönetiminden sorumlu kişi
ve kurumların buradaki hukuksuzluk konusunda dikkatlerini çekmekti. Zira bir
ülkenin hukuk ve adalet sisteminde ciddi yanlışlıklar oluyorsa, bunda en az yargıçlar
kadar ülkenin yönetici ve yasa koyucularının da sorumlu olduğuna inanıyordum.
Gönderdiğim
mektubun hiç bir yerinde Bilgili denilen zat ile ilgili tek kelime
“şikâyet” yoktu.
Lakin
çok ilginçtir, 05 Mayıs 2013 tarihinde TARAF Gazetesi’nde Mustafa Bilgili’ye
atfen, “Emekli Albay’dan Savcı’ya İlginç Mektup” başlığıyla şöyle bir
haber çıktı: Sözde ben soruşturmayı yürüten Savcı Mustafa Bilgili’ye 2 sayfalık
bir mektup göndererek “Sizi HSYK
Başkanvekili Ahmet HAMSİCİ, HSYK Üyesi Nesibe ÖZER, Adalet Bakanı Sadullah
ERGİN, Başbakan R.Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL de dahil 30 ayrı
yere şikâyet ettim. Ancak tamamından şikâyetiniz işleme alınmamıştır” yanıtı geldi diyen Türk, ayrıca “Amacım sizi şikâyet etmek değil, hukuk ve yargılama sistemindeki
yetersizliklere dikkat çekmektir. Şikâyetimin siz ve şahsınızla alâkası
yok” demişim.
Bu
haberi okuyunca şaşırdım ve 27 Mayıs 2013’te Bilgili’ye kısa bir mektup daha
yazdım. Mektupta, gazetenin bir paragraflık haberini yazdıktan sonra aynen şunu
belirtmiştim:
“1. Sayın
Bilgili, kısacık bir paragraf içinde bile bu kadar yalan, bu kadar çarpıtılmış,
tahrif edilmiş bilginin yer alması sizin işiniz mi, yoksa TARAF’ın malûm
gazetecilik anlayışının sonucu mu?
2.Eğer haberi bu
haliyle siz verdiyseniz, sahi, 28 Şubat iddianamesini de böyle mi hazırladınız.
Neyse, göreceğiz bakalım.”
Yani
görün işte… Bu sefil adamın nasıl bir iddianame hazırlayacağı daha iddianame ortaya
çıkmadan anlaşılmış. Çünkü görünen köy kılavuz istemiyordu.
Bir
başka sahtekârlığın sahipleri de Bilgili ile kol kola girerek bizlere bu
kumpasları tezgâhlayanlar arasında yer alan, şu anda hepsi meslekten atılmış
olan adları az önce yukarıda zikredilen sözde Özgürlük Hâkimleri ile ilgilidir.
Hemen
bir hatırlatma yapmak istiyorum. Gözaltına alındığımda bize şu meşhur 5 tane
evrakı göstermişler ve ona ilişkin bildiklerimiz sormuşlardı:
-10 Nisan 1997 tarihli
BÇG konulu emri,
-29 Nisan 1997 tarihli BÇG Rapor Sistemi,
-06.05.1997 tarihli Batı Harekât Konsepti,
-27.05.1997 tarihli Batı Eylem Plânı
-BÇG Çalışma alanı ve oluşumunu gösteren kroki
Gerek
gözaltına alındığımızda, gerekse cezaevi sürecinde her yerde bu belgeleri ilk
defa gördüğümü, GİZLİ – KİŞİYE ÖZEL yazılmış bu belgeleri o günkü rütbe ve
pozisyonum gereği görmemin mümkün olmadığını, BÇG’de hiç görev yapmadığımı, o
telefon rehberinde belirtilen numara ile ve BÇG’ye Giriş kartımın hiç
olmadığını defalarca, defalarca belirtmiştim.
Oysa
biz cezaevindeyken avukatım Atila BİNGÖL’ün “Özgürlük Hâkimlerine”
Ocak 2013 ayı içinde verdiği tahliye dilekçesine şu anda firari konumda olan hâkim
kılığına girmiş terörist Halil İbrahim KÜTÜK “ret” cevabı verirken
gerekçesinde ne diyordu, biliyor musunuz? “Şüphelinin de kabul ettiği
gibi…” Yani hâkim diye atanan ve sonradan kim olduğunu öğrendiğimiz bu
şahıslar ret kararını yazarken benim bu belgelerden haberdar olduğumu ve bana
atfedilen suçlamayı kabul ettiğimi yazmışlardı.
Bu
kez oturup onlara da bir mektup yazdım ve şöyle dedim:
“Sayın Hâkimler, siz ya
ellerinizdeki ifadelerimizi hiç okumuyorsunuz, ya Allah’tan korkmuyorsunuz, ya
da ikisi de”…
Dipnot
olarak şunu ekledim:
“Bir diğer seçenek olarak
‘veya okuduklarını anlamıyorlar’ desem ben ayıp etmiş olurum; öyle ya, koskoca
hâkim okuduğunu anlamıyor olabilir mi hiç?”
İşte
Sayın Heyet… Buradaki ben dahil bütün sanıklar böyle bir tezgâhın içinden
geçerek bugüne geldik.
Şimdi
düşünebiliyor musunuz? Böyle sefil, terörist olduğu iddiasıyla cezaevinde
tutulan, en gizli ve hayatî vatan sırlarının bile bir yerlere gitmesine önayak
olan hain, yalancı, kindar, sahtekâr insanların hazırladıkları iddianame kabul
görüyor… Milletin emrinde değil, ama kulu olduğu örgütün emelleri
doğrultusunda, ayarlarıyla oynanmış hukuk terazisiyle tetikçilik yaparcasına
hazırlanan “şey” ile cezalandırılmamız isteniyor. Evet, bu bir
iddianame değil, bir “şey”dir… İnanılacak gibi değil! Teşbihte hata
olmaz derler; düşünün şimdi, ben hırsızlık yaparak (ya da suç işleyerek) bir
araba ediniyorum, o arabayla – “nasıl
olsa çevremdeki polisleri tanıyorum, onlardan bana zarar gelmez”
düşüncesiyle 2-3 yıl geziyorum, sonra da arabayı ve anahtarları götürüp bir
arkadaşıma “Al, bu arabaya ben epey
bindim, bundan sonra senin olsun, sen bin, güle güle kullan!” diye
veriyorum. Ve o kişi de, o arabanın çalıntı (ya da haksızlıkla veya suç
işlenerek edinilmiş) bir mal olduğunu bile bile, en azından böyle söylentiler
olduğunu bile bile hiç umursamadan o arabayı sahipleniyor, çıkıp gezip
dolaşıyor.
İşte
şimdi Savcı Bey’in böyle bir iddianame ile, yani suç işlenerek, ahlâksızlık
yapılarak, suçlu üretmek için evraklarda sahtecilik yapılarak, örgüt bağlarıyla
hukuk çiğnenerek ve hukuk dışı belli bir maksada dönük (TSK’ya kumpas)
hazırlanmış iddianame üzerinden bizim idam fermanımızı talep etmesi tıpkı
bunlara benzer bir durumdur. İddia makamı “Hey,
bir dakika kardeşim, bu araba suç barındırıyor, ben bu arabaya ne binerim, ne
gezerim” diyeceği yerde gayet normalmiş gibi bunu kabulleniyor,
anahtarı almış geziyor.
Ne
diyebilirim ki? Elbette takdir yine sizindir. İsterseniz siz de Savcı Bey’i
onaylayabilirsiniz. Ama “Bir dakika
arkadaş, burada bir yanlışlık var!” diyeceğinizi umuyorum.
SONUÇ
Sayın
Başkan, Sayın Heyet;
Yaklaşık
6 yıldır süren 28 Şubat kumpas davasının bugün 104’ncü duruşmasındayız.
Ankara
dışında yaşamama rağmen bu 104 duruşmanın 103’üne geldim, katıldım ve sonuna
kadar sabırla oturup izledim. Sanıyorum bütün sanıklar, avukatlar, hatta
müştekiler arasında bile bu davanın en daimi üyesiyim. (Sahi, buradan bazıları bir kısım medyaya açıklamalar yapıp biz
sanıkların kaçacağımızı ileri sürmüş ve tutuklanmamızı bile istemişlerdi. Tabii
ki o da bir psikolojik harekâttı.)
Sayın
Başkan, yaklaşık 10 yıldır TSK üzerinde FETÖ eliyle kurulan tezgâhlarda çok
sayıda insan suçsuz yere büyük acılar yaşadı. Aileler perişan oldu.
Yargılanırken vefat edenler ya da intihara sürüklenenler, kalıcı hastalıklara
duçar olanlar oldu.
Bizler
de 6 yıldır bu dava ile cebelleşiyoruz. Burada yargılanan birçok sanık gibi ben
de 6 yıldır kendime, aileme doğru dürüst zaman ayıramadım. Bazı konularda iş
önerileri aldım, ama halen devam eden bir davada sanık olmaktan dolayı, hele
hele 28 Şubat gibi bir davada yargılanıyor olmaktan dolayı sırf insanları zor
durumda bırakmamak için kabul etmedim / edemedim. Ailemin rızkının önemli bir
kısmını yol paralarına, barınma ücretlerine harcamak zorunda kaldım. Yazık!
Ama
aynı zamanda bu süreç yarın öbür gün öyle kolayca geçiştirilemeyecek… Nitekim
bütün bu kumpas davalara ilişkin yazılan kitaplar, romanlar, makaleler,
şiirler, resimler büyük bir külliyat oluşturdu, tarihe çok önemli notlar
düşüldü. Ve orada en çok yakınılan konular haksızlık ve adaletsizliklerin bizzat
hukuk ve adaleti sağlamak üzere görevlendirilen savcı ve hâkimler aracılığıyla
yapılması oldu. Söz konusu davalarda görevli pek çok isim lanetle anılmak üzere
hukuk tarihinin sayfalarına yerleşti / yerleştirildi. “Babanı Sana Şikâyet
Ediyorum” diye kitaplar yazıldı. Yani bazı insanlar kendi çocuklarına,
torunlarına reddi miras bile edemeyecekleri çok kötü miraslar bıraktılar.
İşte
söz konusu miraslar elimdeki şu kitaplara da girdi.
Cezaevine
girişimizin 1’nci yılında Özgürlük Hâkimlerine (yani Nihal USLU, Abdullah
BAHÇECİ ve Halil İbrahim KÜTÜK adlı zevata) yazdığım mektupta aynen şunları
belirtmiştim:
“Her halükârda bu soruşturma
sürecinin tarihine adınızı yazdırdınız. Üstelik Türkiye’nin ilk Özgürlük
Hâkimleri olarak… Tabii ki Sayın Başbakan’ın propaganda konuşmalarında Ziya
Paşa’dan alıntıyla sık sık dile getirdiği ‘Eşek ölür kalır semeri, insan ölür
kalır eseri’ sözü sizler için de geçerli… Yani görevde başladığınızdan beri
10 aydır verdiğiniz kararlar eseriniz olarak tarihe yazıldı bile ve bundan
sonrakiler de yazılacak
Elbette Sn. Savcı M.Bilgili ve
K.Çetin’in hazırlayacakları 28 Şubat iddianamesi de onların eseri olarak hukuk
tarihine girecek.
Herkes bu eserleriyle anılacak.
Anılacak da, herkes eseriyle
övünebilecek mi, işte doğrusu bundan pek emin değilim.”
Evet,
böyle yazdım ve böyle düşünüyorum… İşte şu elimdeki 2 ciltlik “28 Şubat
– Sincan’dan Tarihe Notlar” kitabı da benim eserim. Ben onu çocuklarıma,
torunlarıma ve bütün Türk Milletine büyük bir iç huzuruyla bırakacağım… Çok
uzun yıllar sonra bu dönemi inceleyen, 28 Şubat soruşturmalarını merak eden
birileri bunları okuyacak ve kitapta adı geçenler hakkında hüküm verecek.
İşte
bu iki ciltlik iddianame de Mustafa Bilgili’nin eseri… O, bu eseriyle
çocuklarının, torunlarının yüzüne nasıl bakacak bilmiyorum.
Ve
dahi şu 40 sayfalık “Duruşma Tutanağı”nın 35 sayfalık
“Mütalâa” kısmı da Savcı Bey’in eseri… Keşke Sayın Savcım bu
eserinde Mustafa Bilgili denen ve niteliklerini yukarıda saydığım o adamın
eserine meşruiyet sağlayan, onu ibra eden, onaylayan bir tutum içinde
olmasaydı. Bu anlamda Savcı Bey’in mütalâasını da kötü bir eser sayıyorum.
Bundan
yaklaşık 1,5 ay kadar önce Sayın Cumhurbaşkanımıza uzunca bir mektup yazdım.
Çünkü yılbaşından önce Afrika gezisine çıkarken 28 Şubat davası ile ilgili
olarak yargılama sürecinin tekrar
başladığını, bu davada bazılarının beraat ettiğini söylemişti. Eyvah,
dedim, tıpkı “yanıldık” dediği diğer konular gibi bu dava konusunda
da yanıltılmaya çalışıldığını hissettim. Ve mektubumda kendisine şöyle dedim:
“Sayın Cumhurbaşkanım, bu
dava gerçekten her yönüyle sakat, düzmece bir dava… Savcısından hâkimine,
adli müşavirinden bilirkişisine ve hatta polislerine kadar davada görev
üstlenmiş neredeyse tüm aktörler FETÖ’cülük suçlamasıyla cezaevinde iken bu
davayı sahiplenmeniz inanın çok yanlış olacaktır ve 3-4 yıldır mücadele etmeye
çalıştığınız FETÖ’nün ekmeğine yağ sürecektir. Bir taraftan FETÖ’yle mücadele
ederken öte yandan bu ahlâksız, sefil adamların hazırladığı iddianameyi kabul
ediyor olmanız FETÖ’cülerin tuzağına düşmeniz anlamına gelir. Ya siz ya da
Sayın Adalet Bakanımız talimat versin, savcılarımız – eğer gerçekten bizleri
darbecilikle suçlayabilecek deliller bulabilirlerse – yeniden adil ve hukuka
uygun bir iddianame hazırlasınlar ve bizler o iddianame ile yargılanalım.”
Evet,
Sayın Başkanım, bu iddianameyle yargılanmak gerçekten hukuksuzluktur,
adaletsizliktir. Gerçekten ortada bir suç olduğu düşünülüyorsa yeni bir
iddianame hazırlanmalıdır. Mevcut iddianameyle hiçbir hukukçu tarih huzurunda “hukuk
insanı” kavramıyla anılamayacaktır.
Mektuba
devam edelim:
“2012 – 2013 dönemindeki 14
aylık cezaevi süreci de dahil olmak üzere, 28 Şubat kumpas davasına
bulaştırıldığım ve haksızlıklara uğradığım süreçte susup kenara çekilmeyi hiç
düşünmedim. Gerçekleri öğrendikçe bu davanın bir kumpas dava olduğunu topluma
duyurmaya çalıştım. (…) Çoğu kez en yakınlarımdan tepki aldım. Bana “sus, konuşma,
başına belâ mı arıyorsun? O kadar kişi varken o tarihte bir yüzbaşı olarak 28
Şubat’la ilgili konuşmak sana mı kaldı? Bir şey olsa davanın 1 Numaralı sanığı
Karadayı Paşa’dan bile önce ilk seni tutuklayacaklar!” diye tepki gösteriyorlar, uyarıyorlar. Hatta suçum olmasa bile sırf çok
konuştuğum için bana ceza çıkarılacağını düşünüyorlar.
Ama benim için bu bir kişilik
meselesi… Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytanmış, adaletsizlik
karşısında eğilen şerefini kaybedermiş. Çok şükür ki suçsuzum ve o nedenle 6
yıldır bize dayatılan bu sıkıntılara onurlu bir asker tavrıyla göğüs germeye
çalışıyorum. Masumiyetin gücü her
türlü zorluğa galebe çalmaya yetiyor da artıyor bile… Eğer hapis cezası almak, cezaevine düşmek beni tırnak ucu kadar
korkutuyorsa namerdim! Kendim için üzülüyorsam da namerdim…
Ama hukuk ve adalet adına kederliyim. Geçmişte bizi içeri atan ve içeride tutan
hâkim ve savcılar ile o süreçte “emeği geçenlere” hep şunu söyledim: “Sizin yerinizde
olmaktansa ömür boyu içeride kalmayı tercih ederim!” Evet, aynen böyle düşünüyorum; çünkü ben Allah’tan korkarım! Kendi
çıkarlarım, ikbalim için birilerinin yaşamıyla oynayamam.”
Evet,
Sayın Cumhurbaşkanı’na böyle yazdım. Ne yazık ki söylediklerim doğru… “Kardeşim, sana mı kaldı?”
diyorlar… “Senden başka çıkıp
konuşan var mı?” diyorlar… Ve Sayın Başkanım, sırf bunun için, yani
konuştuğum için sizin bana ceza vereceğinizi söylüyorlar.
İyi
de, niye? İnsanın masumiyetini haykırması suç mu? “Yahu burada hukuka uygun olmayan bir şeyler var, hain
adamların, sahtekârların, yalancıların hazırladıkları bir tezgâh var, işte
bunlar da kanıtları”
diye feryat etmek suç mu? Adaleti aramak ve istemek suç mu?
Dedim
ya, bu bir kişilik meselesi… Eğer haksızlıklara karşı suskun kalsaydım işte o
zaman kendimi bağışlamazdım… İşte o zaman kendimi asker gibi görmez, yüksek
bir ruh yapısına, doğruluk ve mertlik gibi sağlam bir karaktere sahip
hissetmezdim.
Sayın
Başkan ve Değerli Heyet,
Sayın
Cumhurbaşkanı’na yazdığım gibi, eğer cezaevine düşmekten, “ağırlaştırılmış
müebbet hapsi” almaktan tırnak ucu kadar korkuyorsam namerdim. Hatta -
belki biliyorsunuzdur, çünkü dosyada olması lazım – cezaevinden de Özgürlük
Hâkimlerine yazdığım bir mektupta “Özgürlük
Hâkimi olarak bizim bu davaya baktığınız sürece sizden hiçbir şekilde tahliye talep etmediğimi, hakkımda herhangi bir şekilde tahliye kararı vermemenizi özellikle rica
ediyorum. Zira açıkça belirtmek isterim ki, Temmuz 2012’deki ilk kararınızdan
beri yaklaşımlarınızı hakka ve adalete aykırı buluyorum. O nedenle bugüne kadarki kararlarıyla adaletsizliğini defalarca
kanıtladığı için saygı duymadığım
birinden tahliye yazısı almak beni ancak üzer!” diye yazmıştım.
Evet,
o hâkimlerden tahliyemi istemedim. Çok şükür ki onların elinden de tahliye
olmadım.
Şu
kitapta 04 Ocak 2013 tarihli günlüğüme ise şöyle bir not düşmüşüm:
“Bizi içeri atanlar ve bundan
nemalanmak isteyenler bize ceza verdiklerini düşünüyorlar. Oysa burada olmak
benim için bir ceza değil ancak bir onur olur. Beni cezaevinde tutmakla
korkutamazlar. Dolayısıyla hâkimler hakkımda adli kontrol tedbirleriyle tahliye
ya da hatta beraat kararı verseler bile savcı beni suçlamaya devam ettiği
sürece kendi isteğimle burada kalmayı, tahliye ya da beraat kararını kabul
etmemeyi düşünüyorum.
Yani ya savcı hata yaptığını kabul
edecek ya da ben buradan çıkmayacağım!
Bundan iki muradım var:
Birincisi, bilsinler ki masum biri
olarak onların verecekleri cezayı olsa olsa bir madalya olarak kabul ederim.
İkincisi, savcılar bir insan için
öyle kolayca ceza talep edememeli… Bir takım telkinlerle ya da siyasi
mülâhazalarla dava açarken biraz düşünmelerini, insan hayatına ilişkin
kararların basitçe geçiştirilemeyeceğini onlara anlatmak istiyorum.
Anlarlar mı bilmem! Hiç
umurlarında bile olmayabilir. Varsın olmasın!”
Evet,
cezaevine girişimin 9’uncu ayında günlüğüme işte böyle yazmışım.
Bu
kapsamda, işte son sözlerim:
Sayın
Başkan, Sayın Heyet!
Ben
suçsuzum! Bana atfedilen suçla en küçük bir ilgim dahi olmadı. Buna rağmen 14 ay
cezaevinde yattım, 6 yıldır mahkeme kapılarındayım.
Bu
ülkede şu anda en büyük sorunun adalet sorunu olduğu artık herkes tarafından
açık açık telaffuz ediliyor. Artık arkanızdaki ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR yazısı
sadece harflerden ibaret bir metal yığını olarak algılanıyor… Ve mülk,
adaleti koruması gereken insanların eliyle çatırdıyor,
çöküyor.
İşte
hukuk ve adalet adına kılı kırk yarması gereken biri, devletin “hukuk
adamı” olan Sayın Savcı görüyorum ki elinde beni suçlayacak hiçbir belge, hiçbir kanıt
olmamasına rağmen,
terör örgütü üyeliğiyle
yargılanan bir adamın, bir hainin, bir yalancının, bir sahtekârın, bir kindarın
sözleriyle hareket edip hakkımda ağırlaştırılmış müebbet istiyor!
Savcının
bu tavrını kabul etmiyorum… Bir insanın hayatıyla oynamak öyle kolay
olmamalı…
Sayın
Başkanım, tabii ki bu duruşma sonunda kararı verecek olan heyetinizdir. Ancak; usule
uygundur veya değildir – çok da umursamıyorum, bu noktada öncelikle ve
özellikle muhatap olarak İddia Makamını kabul ediyorum. Buna göre Cumhuriyet’in
adalet terazisi eline teslim edilmiş devletin koskoca savcısı hakkımdaki
mütalâasından vazgeçmediği taktirde, onun dediği gibi ağırlaştırılmış müebbet
hapis cezası ile cezalandırılmamı talep ediyorum.
Savcı
mütalâasından vazgeçmediği ve siz de bana böyle bir ceza verdiğiniz takdirde
bunu temyiz yoluna gitmeyeceğimi de mahkemeniz ve bu salondaki tanıkların
huzurunda beyan ediyorum!
Ve
kendimi hariç tutarak bir öngörüde bulunmak istiyorum: Böylesi bir iddianame
ile mahkûmiyet verilmesi halinde, bu mahkûmiyetle sanıkların değil, bilhassa
hukuk tarihi önünde kararda imzası olanların zor durumda kalacağını
değerlendiriyorum.
Saygılarımla…
Alican
TÜRK
Sanık