TAVSİYELER (KİTAP – DERGİ – FİLM – KAYNAK – MEDYA – BELGESEL – DİZİ – SİTE – PROGRAM – OYUN – ŞARKI – EĞİTİM – SAĞLIK)

KİTAP TAVSİYESİ /// Fahişe Çika : Pontus ve Cumhuriyet

Fahişe Çika : Pontus ve Cumhuriyet


Osmanlı döneminde Giresun’da doğan, Pontus Problemi
sonrası İstanbul’a gelmek zorunda kalan ve Galata genelevlerinde çalışan Çika
nam-ı diğer Eftalya’nın anlatısı dönemine ayna tutuyor. Bu anlatılar arasında
Pontus’taki çocukluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yılları var.


Serdar Korucu


“Fahişe Çika”, 1998 yılında Yunanca basıldı, 2012’de
İstos Yayınları tarafından Frango Karaoğlan’ın çevirisi ile Türkçeye
kazandırıldı. Yazarı Thomas Korovinis, 1987-1995 yılları arasında İstanbul’da Zapyon
ve Merkez Rum liselerinde öğretmenlik yapmıştı. Eftalya nam-ı diğer Çika ile
tanışması da bu dönemde 1989 yılının Haziran ayında oldu kendi anlatımına göre.
O zamanlar seksen yaşlarında olan Eftalya, İstanbul’da Yunan Konsolosluğu’nun
önünde cüzi miktarda parasal yardım bulmaya çalışan “son trajik figürlerden”
biriydi. Korovinis de Eftalya’nın, “bu çok çekmiş kadının hayat hikayesini
kendi ağzından dinlediği gibi kaydettiği” notunu düşüyor kitabının önsözünde.


Eftalya savaşın etkilerine, 1917’de memleketi
Giresun’da 7 yaşında tanık oluyordu. Okula gittiği ilk gün uyuyakalıyor,
sonrasında tek başına köyüne giderken bölgesindeki Rus askerlerinin Erzincan
mütarekesi ile çekildiğini farkediyor, yanında jandarma bekleyen darağacına
asılanları görüyordu: “Yağmaladılar, vurdular, döktüler; bizimkiler kız
kardeşimi alıp gittiler; Ruslar gitti, karman çorman olmuş, ah, neler olmuş
Giresun’a, ama bütün Karadeniz’e de; köylerimiz, bütün ahali Yunan, Hristiyan,
iyi Hristiyan, hepsi hamarat, bütün Karadeniz.”


Eftalya’nın babasını “tutup götürmeleri”, annesinin de
ölümü üzerine ninesi ile dağa çıkış sürecine tanık olacaktı, çünkü köylerinde
onları ölüm bekliyordu: “Biz ninemle savaş olan yere gittik, çetecilerin oraya,
Pontus’a, Giresun dağlarına çıktık; büyük kadınların sırtına kırk oka fişeklik
yüklediler, yukarıya taşıdılar savaşta.”


‘TÜRK PONTUSLULAR AYNI TOHUMDAN ÇIKMIŞ GİBİ’


İstanbul’a bir Müslüman kadın tarafından getirilen
Eftalya’yı ailesi tesadüfen buluyordu. Henüz mübadelenin olmadığı yıllarda…
Halası “Laz Maria” onu koruyacak, büyütecekti. Bu dönemde İstanbul’daki diğer
Pontusluları da görüyordu. Başkente göç etmiş Pontusluların arasında Hristiyan
olmayanlar da vardı: “Dönmeler de, Türk Pontuslular, onlar da yakışıklı, Rumca
konuşmazlardı, az Rumca konuşurlardı, bari anlaşabilir miydin diyeceksin?
Anlaşamazdın. Azıcık biliyorlardı, do ftas? [nasılsın], bu kadar biliyorlardı.
Ama boyları posları, endam, görünüş, güzellikleri aynı bizim gibi. Anlıyorsun,
sanki aynı tohumdan çıkmış gibi, ne diyeyim. Kızları esmer, esmer, esmerim
güzelim, uzun hilal kaşlı ve gözleri, bazısı zümrüt gibi, kimisi tatlı bir
kahverengi. Ve bir kirpikleri vardı, sık, sürmeli. Hamarat kızlar, terbiyeli,
kibar.”


Eftalya, I. Dünya Savaşı yıllarında ülke içindeki Rum
erkeklerin önemli bir bölümünü ordu içerisinde geri hizmeti gören birliklere,
yani amele taburlarına alınmasıyla ilgili de haber almıştı: “İnsanları
Anadolu’nun içine, kayaların arasına götürdüler, onları susuz bıraktılar,
yemeksiz koydular, amele taburlarına yazdılar ve yavaş yavaş onları
mahvettiler.”


Zor koşullarda çalıştırılan Rumlar arasında çok ciddi
can kaybı yaşanırken Yunan ordusunun Anadolu’ya çıkışı hem Eftalya hem de
bölgedeki Rumlar için bir başka felaketi başlatacaktı: “Yunan gemilerindeki
efzonlar indi, buradaki yerlilerle savaştılar. Hani İzmir’i yaktılar. Çok da
Pontuslu vardı arada, kaderleri ne oldu, belli değil. Büyük, o büyük muhacirlik
oldu, Hristiyanları kestiler. Bazıları kayıklara binip gittiler, giden gitti.
Şimdi artık çok iyi hatırlamıyorum, şöyle böyle, rüyada gibi konuşuyorum işte.
Gittiler, gittiler, gidecekler. Hristiyan ahaliyi temizlediler.”


Eftalya, halası Laz Maria’nın yanından kaçacak, farklı
evlerde “konuk” edilecekti. Bu süreçte İtilaf güçlerinin denetimindeki Osmanlı
başkenti İstanbul’un el değiştireceğinin ilk sinyalleri gelmeye başlıyordu:
“(…) o göçmenler dedikleri şey oldu, sultanlar devrildi, sarayları kapattılar,
şalvarları çıkarıp onları kostüm yaptılar, donları Avrupa stili fistan
yaptılar, başa Atatürk geldi; Türkler korktu, daha çok Ermeniler korktu, ama
onlardan da çok Yunanlılar korktu, Rumlar. Eşyalarını, çocuklarını saklamaya
başladılar. Herkes gitmek istiyor, hepsi gitti. Dünya bir gidip bir geldi
Türkiye’de, her şey altüst oldu, insanlar kimden sakınsın bilemedi.”



Fahişe Çika, Thomas Korovinis, çev: Frango Karaoğlan,
İstos Yayınları, 2012.


‘BİR İNSAN BİLE KALMADI BİR LAF EDECEK, YUNANCA
KONUŞACAK’


Bu yıllarda kalanlar, kalabilenler arasında Eftalya da
yer alacaktı. Fakat kendisi gibi Türkiye’deki Rumların Cumhuriyet’in ilk
yıllarındaki kaderlerine de şahit olmuştu: “Çok az kaldık, bir avuç. Sonra
mübadele oldu ve artık bir insan bile kalmadı bir laf edecek, Yunanca
konuşacak.”


Giresunlu Eftalya, Cumhuriyet Türkiye’sinde Mustafa
Kemal’li yılları da yaşıyordu. Onun Rum toplumunda bıraktığı izi de anılarında
aktarıyordu: “Keyfine düşkün adamdı Kemal. Sigarasını içer, rakısını içer,
canının çektiklerinin hepsini tam yapardı. Zevkine düşkün, çok düşkündü. Çok da
şık giyinirdi, Rum terziler dikerlerdi elbiselerini savaş yaptı, o başka, ama
terzileri onlardı. Berberi, terzisi, ayakkabıcısı, hepsi Rum’du, en iyi ustalar
onlardı. Ona en iyi kostümleri dikerlerdi, en modern olanlarını, Paris modasına
göre, Kemal öyle giyinirdi.”


‘ÖLÜMÜNÜN ARDINDAN BU KADAR YIL GEÇTİ, ONA TAPIYORLAR’


Kendi deyimiyle “kötü yola” düşen Eftalya’nın dışarıya
çıkmasına izin verilmezken, o döneminde bir kez insan içine karışıyordu. O da
10 Kasım 1938’de Mustafa Kemal’in ölümünün ardından tutulan yası görebilmek
için: “Kemal öldüğünde ben de cenaze törenine gittim. İzin verdiler. Bir elbise
giydim ve gittim. Evleri üç gün Atatürk için kapattılar, yasını tuttular. Allah
aşkına bırak dedim patroniçeme yalvarıyorum sana, ayaklarına kapanayım, izin
ver de biraz insanları seyredeyim, Atatürk’e ağlayan Türkleri. Madama
yalvardım, ona ikramlar yaptım, araya bir arkadaşı ricacı olarak soktum, bir
sürü yakarıştan sonra sonunda izin verdi. İnsanların hepsi iyi, resmi
elbiselerini giymişti, her tarafta ay yıldızlı Türk bayrakları direklerde
yarıya inmiş, kadınlar güzel tayyörlerle, şapkalarla, erkekler kostümler ve
fötr şapkalarla, müzik çalıyordu, bir sürü asker, insanlar sokaklara sel gibi
akıyordu, ağlıyorlardı, çok kişi ağlıyordu. O Türk milletinin babasıydı, büyük
önder, onu çok seviyorlardı. Bugün de görüyorsun, ölümünün ardından bu kadar
yıl geçti, ona tapıyorlar. Her yerde onun resmi var, bütün dükkanlarda
fotoğrafı duvarın gösterişli yerinde. Eh bu biraz da galiba mecburi, gerçeği
söylemek gerekirse.”


‘HAYATIM KALBİMDE BİR DİKENLE GEÇTİ’


Eftalya böyle diyordu çünkü 80 darbesinin ardından
Mustafa Kemal’in kültleştirildiğine tanık olmuştu. 1989’da, kitabının yazarı
olacak Thomas Korovinis ile konuşurken hayatını “Yabancı bir milletin içinde
yaşadım. Hayatım kalbimde bir dikenle geçti. Yalan dünya. Zaman zaman göğsümde
bir ağırlık. İsa gibi. Bir çarmıh mı vardı sırtımda, bir kaya mı?” diye
anlatacak, kendisinin bir zamanlar anadilini rahatça konuştuğu şehirde,
İstanbul’da yok olmaya yüz tutmuş Rum toplumunun içindeki ruh halini ise şu
sözlerle aktaracaktı: “Kaç kişi miyiz? Paçavrayız biz burada, neyiz ki!
Dişlerinin kovuğunu doldurmayız. Nereye gitsek esamemiz okunmaz, oturduğumuz
evlerde ayaklarının altındayız. Neler, neler… Türk’ün sözü geçer, Türk’ün sözü.
Biz adam yerine konmayız.”


Fahişe Çika namlı Eftalya konuşmasının sonunda
hayalini de kayda geçiriyordu yazara. Bu, eğer topraklarında soykırım
yaşanmamış olsa, ya da buna rağmen Pontus’ta kalabilmiş olsa, ya da kaderi
hayatta kalanların çoğu gibi Ege’nin karşısına, kendine yabancı ama kültürünün
devamının yaşayacağı topraklara geçmekten yana olsaydı nasıl bir hayata sahip
olabileceğine dairdi. Çünkü Eftalya kendi deyimiyle “çilelerle dolu” yaşamı boyunca
bir şeyin özlemini çekmişti, bir günde “yabancı”sı olduğu topraklarda, başkent
Poli’sinde, İstanbul’unda. “Yabancı” olmamayı, ayaklar altında kalmamayı,
anadilini konuşabilmeyi yani özgürlüğü…


“Şimdi Pontus’ta olsam torunlarım olurdu, onlara
bakardım, okulda alfabelerine, oyunlarına yardım ederdim onlara. Bir meşgalem
olurdu. Bu yalnızlık yemezdi beni, bu kimsesizlik. Çare yok. Şimdi artık
bunların ayaklarının altındayım. Fındık ağaçlarım olacaktı, fındıklarım
olacaktı, onları satıp yaşayacaktım, en güzel fındık bizim yerlerde çıkar.
Ticaret yaparlar, yurtdışına, her yere. Güzel palamutumu yiyecektim, kiremitin
üstünde pişirecektim taze taze, hamsiyi pişirecektim, ondan güzel pideler
yapacaktım. Ya da Atina’da olsaydım. Yunanistan’da olsaydım. Yunanistan, Atina,
Yunanca işitseydim, yalnız Yunanca. Bir köy de olsaydı, küçük bir köycük. Yunan
sigarası içseydim. Sizin oralarda ölseydim, serbest olsaydım, serbest
ölseydim…”