Süleyman Çelik : KENTLEŞME, KENTLİLEŞME…
E-POSTA : scelik44@gmail.com
Denizden uzak yaşayan tüm insanlar gibi, yıllardır
Ankara’da yaşayan bizim özlemimiz de denizdi. Haftalardır okyanusta seyreden
bir geminin karayı ilk gören tayfasının, “kara göründüüü!” diye müjde
vermesi gibi, yaz tatiline giderken, bizde de denizi ilk gören “deniz
göründüüü!” diye müjde verirdi…
Ankara’dan ayrılmaya karar verdiğimizde, elbet
tercihimiz denizi olan bir kent olacaktı. Emekli olacak olsaydık, herkes gibi
biz de Ege’de küçük bir ilçeyi seçerdik. Ama daha çalışacak yaşta olduğumuz
için gideceğimiz yer, denizi yanında üniversitesi de olan bir kent olmalıydı.
Bu kent Samsun oldu ve 1990 yılında taşındık. Fakat Samsun’a
geldiğimizde denizi bulamadık. Kente gelene kadar denizi görüyordunuz, ancak
kente girince deniz kayboluyordu.
***
O yıl 19 Mayıs’ta Mimarlar Odası, “Eski Samsun
Fotoğrafları” sergisi açmıştı. Fotoğraflara bakınca başka bir kenti seyreder
gibi oldum: hilal şeklinde bir koy; insanların denize girdiği, gençlerin top
oynadığı geniş kumsallı, göz alabildiğince uzanan bir sahil; sahilden hafif bir
meyille yukarıya doğru yükselen bir araziye yerleşmiş bir kent; deniz havasının
kentin her tarafına yayılmasını ve tüm evlerden denizin görülmesini sağlayacak
şekilde planlanmış, istiridye kabuğundaki çizgiler gibi yukarıdan sahile inen
sokaklar ve sokaklarda bahçeli iki katlı küçük evler…
Benim fotoğraflara hayranlıkla baktığımı gören yaşlı
bir hanımefendi, çok yakınını kaybetmiş bir insanın hüznüyle bana olayı
anlatmak gereğini duydu: “Samsunumuz eskiden işte böyle güzeldi. Bir gün Menderes
geldi, Meydan’da nutuk attı, ‘Samsun’u cennet yapacağım’ dedi. Sonra denizi
doldurmaya başladılar, ardından liman yaptılar ve bir gün baktık denizimiz
kaybolmuş!..”
Samsun yalnız denizini kaybetmemiş, kent dokusunu da
yitirmişti. Sahile inen sokaklar gitmiş, denize paralel caddeler gelmiş; küçük
evler yıkılmış, yerlerine yanaşık düzende, Çin Seddi gibi çok katlı apartmanlar
yapılarak kentin hava dolaşımı ortadan kaldırılmış; rant uğruna bahçeler de yok
edilmiş olduğu için kent içinde tek bir ağaç kalmamış. Öyle ki bozkırdaki
Ankara, Samsun’dan daha yeşildi…
***
1994 yerel seçimlerinde bir arkadaşım belediye başkanı
adayı olmuştu. Kendisine, “seçim konuşmalarında yararlanabileceği metinler
yazabileceğimi” söyledim. Kabul etmesi üzerine ilk yazıyı şöyle yazdım: “DLH’nin
önünden (kentin girişi) Mert Irmağına (kentin çıkış) kadar, Trabzon yolu ile
deniz arasında kalan tüm yapıları yıkıp yeşil alan yapacağım. Kent dışına yeni
bir liman yapacağım. Mevcut limanı ‘Su Sporları Merkezi’ne dönüştüreceğim…”
Bunları, 1984-89 yılları arasında İstanbul Belediye
Başkanlığı yapmış olan Bedrettin Dalan’ın, Haliç kıyısını temizlemesinden
esinlenerek yazmıştım. Haliç kıyısında, her biri Samsun Limanı kadar büyük
onlarca büyük sanayi tesisi vardı ve bunların atıkları güzelim “Altın Boynuz”u
pislik yuvasına çevirmişti. Sayın Dalan beş yılda bunların hepsini kaldırdı ve
Haliç’i bugünkü haline getirdi.
Ancak arkadaşım, benim önerilerimi çok uçuk buldu ve
bunlardan söz etmedi.
***
Kentler insanlar içindir. Kent içinde sanayi tesisi,
liman vs olmaz. Kent yöneticilerinin önceliği, hemşerilerinin bedensel ve
ruhsal sağlığını korumaları ve mutlu olmaları için gerekli alt yapıyı
oluşturmak olmalıdır. Bu konuda kent plancısı, mimar, çevre bilimci, çevre
sağlıkçısı gibi uzmanlardan yararlanırlar…
Samsun’a Liman yapılması gündeme geldiğinde, elbette
belirlenen yere itiraz eden, kent dışına yapılmasını isteyen, kent kültürüne
sahip bilinçli yurttaşlar olmuş; ancak bunlar seslerini bile duyuramamışlar.
Mimar ve Mühendis Odaları dava açmış. Fakat o zaman “Yargı Bağımsızlığı”
olmadığı için (Yargı Bağımsızlığı 1961 Anayasası ile kazanıldı) aykırı karar
veren yargıçları Menderes ya “resen” emekli ettiği ya da sürgüne gönderdiğinden
lehte bir karar çıkmamış. Halk da temel atma töreninde davul zurna çalıp horon
teperek, büyük bir coşku ile olayı kutlamış!..
***
Geçen hafta hasta olan bir arkadaşımı ziyaret etmek
üzere, bir günlüğüne gittiğim İstanbul’u görünce, Samsun ile ilgili yukarıdaki
anılarım aklıma geldi.
Kızımın evinin bulunduğu Suadiye’den Marmaray’a
bindim. Tren yolunun sağında ve solunda, kale duvarı gibi dizilmiş yüksek
apartmanların arasından giderken, üstü açık bir tünelde yolculuk yaptığımı
sandım. Oysa geçmiş yıllarda Ankara’dan İstanbul’a gelirken, İzmit’ten sonra
denizi, İstanbul başladıktan sonra da plajları, adaları ve yol kenarına
dizilmiş özenli bahçeler içindeki güzelim köşkleri seyretmek için pencere
kenarından ayrılmazdık. Şimdi ne plaj kaldı ne köşk, adaları ise görmek olası
değil…
Arkadaşımın yattığı hastaneden Çamlıca Tepesi
görünüyordu. Geçmişte Acıbadem’de bulunan Çamlıca Asker Hastanesi’nde
çalıştığım için anılarımda özel yeri olan Çamlıca’yı tanıyamadım. Tepedeki
antenler görüntü kirliliği oluşturuyordu gerçi ama tümünü bir araya
topladıkları deve gibi yeni yapıyı da beğenmedim. Batı’da çoğu kentte bulunan
televizyon kuleleri gibi, daha estetik bir şey yapılabilirdi.
Eskiden eteklerine bile imar izni verilmeyen Çamlıca,
neredeyse tepeye kadar bina dolmuş, binaların yüksekliğinden adeta ortada tepe
kalmamıştı.
Yahya Kemal günümüzde yaşasaydı gene İstanbul’a aşk
şiirleri yazar mıydı? Düşünsenize, İstanbul’da ne “bakacağı bir tepe” ne de “efsunlu
güzellik” kaldı! Güzellikleri gibi büyüsü de gizemi de betona gömülmüş…
Hani, “İstanbul’a ihanet ettik” demişlerdi ya!
Öyle görülüyor ki olay ihanet değil, İstanbul katledilmiş ve “Kanal İstanbul”,
tabuta çakılan son çivi olacak!..
***
İnsanlık tarihinde uygarlaşma kentleşme ile
başlamıştır. Kent kültürüne de sahip olan Atatürk, Ankara’yı kurarken Avrupa’dan
Kent Bilimciler getirmiş. Kent Plancısı Prof. Jansen, o zaman Kale’nin eteğine
yerleşmiş, birkaç bin nüfuslu küçük bir kasaba olan Ankara’nın, ileride 300 bin
nüfuslu bir kent olabileceği varsayımına göre bir plan yapmış. Plana göre Tandoğan’a
havalimanı yapılacakmış. Atatürk daha büyük düşünülmesini istemiş; havalimanı
için Etimesgut’u önermiş. Daha sonra “Atatürk Bulvarı” adını alacak olan
Yenişehir’in ana caddesinin, 5 gidiş 5 geliş, 10 şeritli olmasını istemiş. O
tarihlerde Ankara’da belki 10 otomobil bile olmadığı için, herkes bunu çok
abartılı bulmuş ve 6 şerite ikna edilmiş. Bu yolun kenarına alış-veriş ve
işyeri olacak 4 katlı binalar, arka taraflara da 2 katlı bahçeli evler
yapılması planlanmış.
Bu plana göre kurulan Ankara’da, daha sonra nüfus
arttıkça, yeni yerleşim alanları açılacağına, 1950’den itibaren rantiyecilik öne
çıkmış ve kentlerimizi kanserleştiren “yık-yap”çılık başlamış. Buna karşın,
altyapısının planlı olması nedeniyle, Gökçek gelene kadar Çankaya’dan
baktığınızda yeşillikler içinde bir kent görürdünüz. Gökçek’ten sonra Ankara
tanınmaz oldu. Belki de amaçları buydu: Atatürk’ün izlerini silmek!..
Kent kültüründen/ kent bilincinden yoksun, yani kentlileşmemiş
yöneticilerle kentleşmek olası değildir. Samsun Limanı yapılırken bilinçli
yurttaşlarla Mimar ve Mühendis odalarının uyarılarını dikkate almayanlar
örneğinde olduğu gibi, kentlileşmemiş insanlar bilim, kültür, sanat
insanlarından yararlanmaya, onlara danışmaya gerek görmezler. “Ben yaparım olur”
derler ve yaptıkları Nasrettin Hoca’nın “kar helvası” gibi olur. Sonuçta ortaya
kent değil, büyük köyler çıkar. İstanbul dahil, tüm kentlerimizin birer büyük
köye dönüşmesinin nedeni budur…