BÖLÜM 1 : Libya’ya asker gönderirken…
12 Aralık 2019
Fransız General Jacques De
Guibert’in ‘’Askerî Yazılar 1772 – 1790’’ isimli güzel bir eseri var. (Askerî
Yazılar 1772 – 1790, Anahtar Yayınları, İstanbul 2005)
Kitabın yazarı General
Kont Guibert’in (1743-1790) çok özel bir geçmişi var. Guibert, Avrupa’nın güçlü
devletleri arasında, 1756-1763 yılları arası yaşanmış bir dizi askerî çatışma
olan Yedi Yıl Savaşları’nın pek çok askerî seferine katılmış, 1785’te askerî
akademide hocalık yapmış ve bundan üç yıl sonra da mareşal olmuş. Şöhretini
savaşlardaki başarılarından çok, bir kuramcı olarak yapmış.
General Guibert,
kendisinden önceki dönem ve yaşadığı yüzyılın savaşlarını çok iyi irdelemiş ve
bunlardan pratik sonuçlar çıkarmış. Öngörüleri ve önerileri başta II. Federic
ve Napoléon Bonaparte olmak üzere birçok komutanı derinden etkilemiş, yaptığı
analizlerin sentezini de XIX. Yüzyılda Clausewitz oluşturmuş.
Sonrasında Clausewitz’in
sentezi daha ön plana çıkınca, Guibert’in popülaritesi azalmış ancak etkileri
yurttaş – asker / modern ordu / profesyonel ordu kavramlarının fikir babası
olarak Guibert’in etkisi günümüze kadar gelmiş.
Adı üstünde ‘’askerî
yazılar’’, dolayısı ile kitap askerî konulardan, savaş sanatından bahsediyor.
Ancak bu kitapta Guibert, savaş sanatını anlatırken arka planda devrim öncesi
Fransa’yı ve bu dönemdeki Fransız politikacılarını, Fransız halkını ve Fransız
Ordusunun gözden düşmesini ve aşağılanmasını anlatıyor.
Türkiye’de hiçbir yorumcu
bu benzerliği yakalamadı, ortada da 1789 öncesi Fransa ile günümüz Türkiye
arasında paralellik kuracak nesnel veriler de yok ama Guibert’in kitabında
anlatılan devrim öncesi Fransa ile günümüz Türkiye’nin özellikle ordunun
aşağılanması, gözden düşmesi arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır… 1789
öncesi Fransa ile olan bu benzerlikler 1960 öncesi Türkiye ve 1919 öncesi
Osmanlı ile de vardır. Tıpkı günümüzde de olduğu gibi…
Ancak bu tarihler öncesi
olan benzerliklerin aynı zamanda bu tarihler sonrası da benzerlikleri olacağı
anlamında değildir tabii ki.
1919 öncesi Osmanlı Ordusu
Balkan Bozgununu yaşamış, Trablusgarp’ta savaşmış, Birinci Dünya Harbinde
Kafkasya’dan Galiçya’ya, Basra’dan Mısır’a kadar olan cephelerde kahramanca
savaşmasına rağmen kapasitesinin üstündeki bir hırsın kurbanı olarak Anadolu
evladı bu cephelerde harcanarak mağlup ilan edilmiş, bu cephelerden döndüğünde
askerlerinin, subaylarının yüzüne kimse bakmamış, aşağılanmış, hatta yaralılar,
gaziler bile ortada kalmıştır.
Günümüzde de T.C.
Ordusunun; Balyoz, Ergenekon, Amirallere Suikast, Causluk vb. kumpas davaları
ile yıllarca ‘’darbeci’’ diye aşağılanarak şerefi ile oynanmış, pırıl pırıl,
gelecek vaat eden subayları ve generalleri harcanmış, kadroları salya sümük
FETÖ denen bir teröristin eline verilmiş, 15 Temmuz 2016 günü yine bu FETÖ
denen teröristin sözde asker müritleriyle silah arkadaşlarına silah doğrultarak
kendi milletine bombalar yağdırmış, bu olay da bahane edilerek okulları,
akademileri, hastaneleri elinden alınmış, komuta yapısı dağıtılarak genetiği
bozulmuştur.
Hal böyleyken; ülke
doğasını, gücünü ve kapasitesini aşan politikalarla ülke Ortadoğu’ya
bulaştırılmış, maksadı, süresi ve siyasi hedefi belirsiz olarak Suriye’ye
askerî harekâta girişilmiş, şimdi de Libya’ya asker gönderme durumuna
gelinmiştir.
Etrafımızdaki ateş
çemberinin giderek daraldığı, ülkenin dünyada ve bölgede giderek yalnızlaştığı
ve bunlardan dolayı iç barışa ve güçlü bir orduya her zamankinden daha fazla
ihtiyaç duyacağımız bu günlerde, akademik ve askerî dehası şüphesiz tartışılmaz
olan General Jacques De Guibert’in bahsettiğim kitabında geçen şu müthiş tespitinin
önemini vurgulamak istiyorum:
‘’Ulusların kendi güç ve
doğalarıyla tamamen çelişen güvenlik kurgulamaları, askerlik mesleğinin kentli
kesimin en yoksul kesimine bırakılması, bayraklarının altında şerefle
yürüyüşlerini sürdüren askerlerin aşağılanmaları ve mutsuzlukları, yurtseverlik
ve erdem duygularının kalmayışı bir ülkenin bekâsını olumsuz etki eden hayati
derecedeki faktörlerdir.’’
Gerisi, etrafımızdaki
gelişmeleri okuyabilecek ve General Jacques De Guibert’in bu tespitini
anlayabilecek siyasilere kalmıştır… Her ne kadar yakılan kâfir Giordano
Bruno ”anlamak zordur” dese de…
Gerçek ‘’Bekâ’’ tehdidi
ise işte burada yatmaktadır. Çünkü tarihin çöplüğü hırsları ülke
kapasitelerinin çok çok üstünde olan liderlerin kendileri ile beraber
ülkelerini de harcadıklarının örnekleriyle doludur.
Osman AYDOĞAN
BÖLÜM 2 : Libya’ya asker gönderirken…
03 Ocak 2020
TSK; fiilen savaştığı Kore
ve eğitim amaçlı ve müttefiklerle beraber katıldığı Bosna Hersek, Kosova,
Lübnan, Afrika ve Afganistan harekâtı hariç sadece 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı
ve 1983’den beridir de Irak’ın Kuzey’ine sınır ötesi harekâtlar yapmıştır. Bu
yazıda kısaca 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve 1983’den beri yapılan sınır ötesi
harekâtlar ile Suriye harekâtı değerlendirilerek konu Libya’ya getirilecektir.
Yazıma çok kısaca üç konuya yer vererek girmek istiyorum.
Bunlardan birincisi
‘’tarih bilinci’’, bu kapsamda günümüzde oldukça göz ardı edilmiş kadim Çin
askerî düşünürü ve devlet adamı Sun Tzu’nun ve yüzyılımıza damgasını vurmuş
Prusyalı savaş felsefecisi Carl von Clausewitz’in ‘’Savaş Üzerine’’
düşünceleridir…İkinci olarak da Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların nasıl
yenildiklerinin kısaca anlatımı ve üçüncü olarak da Türkiye’nin şimdiye kadar
yaptığı sınır ötesi askerî harekâtlar…
Bu üç konuyu anlamadan
TSK’nin muhtemel Libya harekâtını anlatmamız ve anlamamız mümkün değildir.
1. Tarih bilinci…
Tarih konusunu çok kısa
olarak geçmek istiyorum. Hemen hemen bütün yazılarımda vurgularım; Tarih bizim
için iyi bir laboratuvardır. Ancak faydalanırsak tabii ki… Einstein’ın bir
sözü vardır; ‘’Toplumlar; hiç ölmeyen, ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir.’’
Toplum olarak tek bir insan gibiyiz ama hep unutuyor hiç hatırlamıyoruz.
Tarihçiler hep hayatın ileriye doğru yaşandığını ancak geriye doğru
anlaşıldığını söylerler. Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve
buradan beslenen bitkiler gibidir. Tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi, ne
olacağını da öğretir. Bunlar kulağımızda küpe olarak kalsın öncelikle…
İkinci olarak anlatmak
istediğim iki düşünürden önce en eskisini anlatmak istiyorum.
a. Sun Tzu
Kadim Çin askerî düşünürü
ve devlet adamı Sun Tzu, günümüzden 2300 yıl önce imparatoruna “Devlet Yönetme
Sanatı” (Savaş Sanatı) adlı bir eserini sunar. (Anahtar Kitaplar, 2016)
Sun Tzu’nun bu eseri MÖ 6.
yüzyılda askerî taktikler, savaş ve strateji üzerine yazılmış en eski ve en iyi
çalışmalardan biridir ve askerî konularda ve ötesinde tarih boyunca çok büyük
etkisi olmuştur. 20. yüzyılın sonlarından itibaren ekonomi ve iş dünyasında da
kullanılmaya başlanılmıştır.
Her biri savaşın farklı
bir yüzünü anlatan 13 bölümden oluşur ve askerî strateji ve taktiğin temel
kitabı olduğu kabul edilir. Çin’in ‘’Yedi Askerî Klasik’’i arasında en
önemlilerindendir.
Sun Tzu, günümüzden 2300
yıl önce imparatoruna özetle şu öğütleri verir:
“Hasmı güç harcamaya
sevk ederken kendi gücünü korumayı bilmek gerekir.”
“Savaş sanatından anlayan
kişi başkalarının gücünü savaşmadan alt eder, kentleri kuşatmadan düşürür.
Hasım milletleri, uyumlarını, morallerini çökerterek teslim alır.”
“Usta komutan hasım orduyu
savaşmadan alt edendir.”
“Vuruşma incitir
(yıpratır), tahkimli mevziiye taarruz kırım demektir. Önemli olan düşmanın
stratejisini bozmaktır. Savaşmak değil.”
“Sen uyum ve dayanışma ile
birliğe yönelirken düşman ona bölündüğünde gücün bire karşı on olur.”
“Bilge önderlerin
dirayetli yönetimleri ve zaferleri şans değildir. Zira onlar kazanacaklarından
emin oldukları durum, yer ve zamanda harekete geçerler ve çoktan yenilmiş
kimseleri yenerler.”
“Yüksek savaş sanatı,
düşmanın mukavemetini, meydan savaşlarında kazanılacak zaferlerle değil, meydan
savaşına başvurmadan kırabilmeyi gerektirir.’’
Kitapta daha çok öğüt var
ama şimdilik burada keselim.
b. Carl von Clausewitz
İkinci olarak anlatmak
istediğim iki düşünürden Prusyalı savaş felsefecisi Carl von Clausewitz
(1780-1831) ise günümüzde en tanınmış ancak düşünceleri en çok göz ardı edilen
bir strateji uzmanıdır. Ölümünden sonra karısının düzenlediği notlarından
oluşan ve savaş stratejisi konusunda yazılmış önemli eserlerden birisi
kabul edilen ‘’Savaş Üzerine’’ (vom Kriege) adlı eseri (Doruk yayınları, 2015)
askerlerden ziyade siyasetçilerin okuması ve anlaması ve içselleştirmesi
gereken bir eserdir.
Bolşevik devriminde
Lenin’in Clausewitz’in bu eserinden ciddi olarak yararlandığı bilinir. Eseri
okumuş olmak öyle bir otorite hissi yaratır ki, Hitler bu durumu generallerle
tartışması sırasında “Ben Clausewitz’i okudum, sizden öğrenecek bir şeyim
yok!” diyerek ifade eder.
Clausewitz’in ‘’Savaş
Üzerine’’ adlı eseri zor ve çelişkilerle dolu görünse de fikirlerini şu şekilde
basitleştirerek özetleyebilirim:
‘’Savaşı küçük çapta
tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt edebileceğinizi zannetmeyin.’’
‘’ ‘Mutlak Savaş’ haline
dönüşen bir savaşın hiçbir amacı yoktur, bu yüzden savaşların alevlenmemesi
için sınırlar konmalıdır.’’
‘’Savaşların açık ve
uygulanabilir hedeflerinin olmasına dikkat edin.’’
‘’Siyaset komuta
edilebilir. Komutanlar sivil yetkililere, özellikle uygulanabilirlik
konularında tavsiyelerde bulunmalıdırlar, fakat siyasi hedeflerin belirlenmesi
onların görevi değildir. Komutanlar uygulanabilir siyasi hedefler konduğundan
ve sivil otoritelerin ödenecek bedelin ne kadar ağır olabileceğini anladığından
emin olmalıdırlar.’’
‘’Savaşı, düşmanın onsuz
direnemeyeceği ‘ağırlık merkezi’ni çökerterek kazanın. Bu aslında ana
kuvvetlerin yok edilmesi anlamına gelir.’’
‘’Topraklar aslında çok
da önemli değildir. Mesela düşmanın başkentini ele geçirmişseniz ama ana
kuvvetleri hala etkin durumdaysa sorun bitmiş demek değildir. (Örneğin,
Napoleon Moskova’yı aldı ama Rus ordusu dağılmadı). Topraklar, ancak düşmanı
çökertmenize yardımcı oluyorsa işe yarıyor demektir. Sırf bir tepeyi ele
geçirmiş olmak için hamle yapılmaz.’’
‘’Savaşların ucuz ve
kolay olduğunu zannetmeyin. Kendinizi güçlü bir şekilde geride tutarsanız,
düşmana pek şans tanımamış olursunuz.’’
‘’Savaşın dehşetinden
kaçabileceğinizi zannetmeyin. Akıllıca manevralar ve blöflerle savaşı
kazanabileceğiniz düşüncesiyle kendinizi kandırmayın. Bu yüzden, öncelikle ‘çok
güçlü’ olun.”
‘’Halkın, hükumetin ve
ordunun birliği işe yarar. Bu üçünden birinin zayıf olması bütün emekleri boşa
çıkarır. (Vietnam’daki savaşı desteklemeyen Amerikan halkı gibi). Bu üç konuda
da sağlam olmadıkça savaşa kalkışmayın.’’
Clausewitz eserinde tez
olarak da şunu ortaya koyar: “Savaş, politikanın başka araçlarla devamından
başka şey değildir.” Yani basitçe demek ister ki Clausewitz ‘’Siyasi bir
hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’
2. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar nasıl yenildi?
Son olarak da Birinci
Dünya Savaşı’nda Almanların nasıl yenildiklerinin kısaca anlatmak istiyorum.
Savaşın son senesi 1918
yılına girildiğinde durum şu şekildedir: Almanya, Doğu Cephesinde Rusya
karşısında kesin bir zafer kazanmış, Rusya Ekim Devrimi ile çökmüş, yeni
iktidara gelmiş olan Bolşevikler, Almanya ile bir barış anlaşması
imzalamışlardır.
Savaşın kesin sonucunu
belirleyecek Batı Cephesinde, ise dört yıldan beri, devam eden siper savaşı,
Manş Denizinden İsviçre’ye kadar uzunlukta, Kuzey Fransa üzerinden geçen, çok
detaylı ve iyi tasarlanmış statik savunma hatları yaratmış idi.
1916 yılı boyunca devam
etmiş olan Verdun Muharebesi insanlık tarihinin en kanlı savaşları içinde
yer almasına rağmen, sadece 60 km2 içinde savaşılmış idi. Yaklaşık sekiz ay
süren bu muharebe, her iki taraftan toplam 1.000.000 kişinin ölümüne mal
olmuştu. İngilizler 1917 sonlarında Passchendaele’de sadece 10 km ilerleyebilmek
için yaklaşık 400.000 asker kaybetmişlerdi.
Batı cephesinde stratejik
olarak savunma durumunda olan Almanya’nın toplam kayıpları, Müttefiklerden daha
az olmasına rağmen, Almanya artık insan gücünün sınırına dayanmış, savaş
sanayiinden ve tarım üretimden, üretim faktörlerini bozabilecek ölçüde kişiyi
askere almak durumunda kalmıştı.
1918 senesine girerken,
Almanya’nın stratejik anlamda savunma pozisyonu dışında, tüm faktörler
aleyhinedir. Üstelik zaman da Almanya aleyhine çalışıyordu.
Savaşın kilidini çözen
doktrin 1917’nin son aylarında yazıldı. Almanya az sayıdaki nitelikli insan
kaynağını ve eldeki tüm kaynakların yeniden değerlendirilerek harmanlanması
sonucunda sonuç alabileceği, iyi modellenmiş donanım ve kaynak ile donatarak
oyunun kurallarını tamamen yeniden yazdı…
1918 İlkbaharında, bu
doktrin ile beraber, Batı Cephesinde 1914 yılından itibaren oluşan statik durum
kırıldı. Art arda yapılan dört ayrı taarruz ile Alman Orduları Batı Cephesini
yardı ve 1918 yaz aylarında Paris’e 70 km’ye kadar yaklaştı. Bu başarı, önceki
dört yıldaki savaşta başarıların kilometrelerle ölçüldüğü bir döneme göre bir
mucize idi.
Ancak sorun şu idi,
Almanya bu taarruz zinciri ile büyük bir taktik başarı elde etmesine rağmen,
düşmanını kesin bir şekilde yenebileceği hiçbir stratejik başarı elde edememiş,
müttefiklere göre daha az kayıp vermesine rağmen, hiçbir zaman yerine
koyamayacağı önemli sayıda ve nitelikte adam kaybetmişti. Almanya, harita
üzerinde savaşı kazanmak üzere gibi gözükse de son kozunu oynamış ve tüketmiş
idi.
Bu noktadan sonra,
deneyimsiz ama zinde Amerikan birlikleri ile beraber, Müttefikler 1918 yazından
başlayarak 100 gün boyunca devam eden karşı taarruzlar ile savaşı kesin olarak
kazandılar.
Bu harpten çıkan sonuç:
Stratejik hedeflere ulaşmak için kullanılan taktik araçlar ve hedefler,
stratejik hedeflerin önüne geçirildiği zaman, sonucun felaket olmasıydı.
Almanya, muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirmesine rağmen
(taktik başarı), düşmanının savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi
kaynaklarını tükettiği için (stratejik başarısızlık) savaşı 1918 Kasım ayında
kesin olarak kaybetmiştir. Özetle stratejik hedeflerin, alt hedefler ile
altının doldurulamaması, stratejik yönetimi kâğıt üzerinde bırakır.
3. TSK’nin Sınır Ötesi Harekâtları
a. PKK’ya karşı yapılan harekâtlar..
TSK, Kıbrıs hariç bütün
sınır ötesi harekâtlarını PKK’ya karşı yapmıştır. Peki, Türkiye bu harekâtları
neden yaptı? PKK terörünü önlemek için.. Peki, PKK ne istiyor terör yaparak,
siyasi amacı nedir? Bölgede sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ı kurmak… Peki, bu sözde
‘’Büyük Kürdistan’’ nerede kurulacak? Önce Irak, sonra Suriye, sonra
Türkiye’deki ve sonra da İran’daki Kürtleri birleştirerek… Önce bu ülkelerde
ayrı ayrı adı ne olursa olsun federal, özerk veya bölgesel Kürt yönetimlerini
kurmak sonra da bu özerk veya federal Kürt bölgelerini birleştirerek sözde
‘’Büyük Kürdistan’’ı kurmak… Bunda bir tereddüt var mı? Yok… Tereddüt
ediyorsanız açın bakın PKK’nın kongrelerinde aldıkları kararlara…
Eeee… PKK’nın amacı bu
ise… Size öncelikle politik olarak hangi görev düşer? Bu ülkelerle sıkı bir
işbirliği, bu ülkelerin ülke bütünlüğünü korumak değil mi?
Peki, Türkiye’deki son
kırk yılın siyasi iktidarları ne yaparlar? Tam tersini.. Irak’ı parçalamak için
emperyalistlerle işbirliği yaparlar… Türkiye’nin el vermesiyle ve desteği ile
Irak’ta ‘’Bölgesel Kürt Yönetimi’’ni kurarlar. Suriye’yi parçalamak için
emperyalistlerle işbirliği yaparlar… Sonra da Doğu’nun dağlarında, Irak’ın
Kuzeyinin dağlarında PKK operasyonu diye fidan gibi gencecik insanlarımızı
harcarlar…
1983’den beridir
bakıyorsunuz Irak’ın Kuzeyine yapılan operasyonlara:
1983, 1984, 1986 ve
1987 yıllarında küçük çaplı operasyonları geçiyorum…
- Süpürge Harekâtı (05-13 Ağustos
1991), 2 şehit, - 1992 sınır ötesi harekâtı ve
Hakurk Operasyonu (05 Ekim – 15 Kasım 1992), 12 şehit - Çelik Harekâtı (21 Mart -02 Mayıs
1995), 64 şehit, - Atmaca Harekâtı (Nisan 1996), 40
şehit - Tokat Operasyonu (14 Haziran 1996
– Ocak 1997), 11 şehit, - Çekiç Harekâtı (12 Mayıs – 07
Temmuz 1997), 114 şehit, - Şafak Harekâtı (25 Eylül -15 Ekim
1997), 31 şehit, - Murat Operasyonu (Nisan – Mayıs
1998), 3 şehit, - Güneş Harekâtı (21 Şubat – 29
Şubat 2008), 24 şehit, - 2011 yılı sınır ötesi harekâtları
(17 Ağustos – 24 Ekim 2011), - Şehit Yalçın Operasyonu (24 -25
Temmuz 2015),
(Bu tabloya yurt içi
operasyonlarda veya pusu ile mayın ile verilen şehitler dâhi edilmemiştir.)
Bu harekâtlara tek tek
girmeyeceğim… Konumuz bu değil… Soru şudur: Bu harekâtların siyasi
hedefi ne idi? Ne yazık ki cevap koskocaman bir ‘’yoktur’’
ifadesidir. Hani Clausewitz ne diyordu: ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa
savaşa girmeyin.’’
Bu sınır ötesi harekâtlar
başlı başına birer taktik başarı ürünüdür… Peki, bu harekâtların stratejisi
ne idi? Cevap yine koskocaman bir ‘’yoktur’’ ifadesidir.
Yine tekrar edelim; taktik
hedefler, stratejik hedeflerin başarılabilmesi için oluşturulan araçlardır.
(Çoğu zaman bu kavramlar birbirine karıştırılır. Tersi de ayrı bir
başarısızlık faktörüdür. Stratejik hedeflere ulaşım, doğru tanımlanmış taktik
hedeflere ulaşım ile mümkün olabilir. Stratejik hedeflerin, alt hedefler ile
altının doldurulamaması, stratejik yönetimi kâğıt üzerinde bırakır.)
Tekrar soruyorum. Her
birisi mükemmel taktik başarıları içeren bu harekâtların bir stratejisi, bir
politik hedefi var mıdır?
Ne diyordu Clausewitz:
‘’Topraklar aslında çok da önemli değildir. Mesela düşmanın başkentini ele
geçirmişseniz ama ana kuvvetleri hala etkin durumdaysa sorun bitmiş demek
değildir. Topraklar, ancak düşmanı çökertmenize yardımcı oluyorsa işe yarıyor
demektir. Sırf bir tepeyi ele geçirmiş olmak için hamle yapılmaz.’’
Irak’ın kuzeyinde o tepeleri
o kadar şehitler vererek ele geçirdiniz… Peki, bu PKK’yı imha etti mi? Cevap
ne yazık ki yine koskocaman bir ‘’hayır’’dır.
1974 Kıbrıs Barış
Harekâtı’nın politik bir hedefi vardı ve TSK bu politik hedefe ulaşmak için bu
harekâtı yaptı ve amacına da ulaştı…
Tekrar tekrar soruyorum:
Bu sınır ötesi askerî harekâtların politik hedefi, siyasi bir maksadı var
mıydı? Yoktu! Hani Clausewitz ne diyordu: ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa
girmeyin.’’
Şimdi başa dönün ve
Clausewitz’in ne demek istediğini bir daha okuyun…
İsterseniz daha da başa
dönün Sun Tzu’nun demek istediklerini bir daha gözden geçirin…
İsterseniz en sona gelin
Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın nasıl yenildiğine bir daha bakın…
Ne idi Birinci Dünya
Savaşı’nda Almanya’nın yenilmesinden bizim için çıkaracağımız ikinci sonuç?
‘’Stratejik hedeflere ulaşmak için kullanılan taktik araçlar ve hedefler,
stratejik hedeflerin önüne geçirildiği zaman, sonucun felaket olmasıydı.
Almanya, muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirmesine rağmen
(taktik başarı), düşmanının savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi
kaynaklarını tükettiği için (stratejik başarısızlık) savaşı 1918 Kasım ayında
kesin olarak kaybetmiştir.’’
Bu sınır ötesi
harekâtlarla da aynısı yapılmadı mı? Taktik hedefler olmayan bir stratejinin ve
olmayan bir politik hedefin önüne çekilerek PKK’yı imha da edemeden muazzam
kaynaklar (insan, zaman, para, güven) harcanmadı mı?
O halde olması gereken
neydi?
Yine tarihe döneceğiz…
Afganistan’a bakın..
Burası bir imparatorluklar mezarıdır. Buradan İskender geçti, buradan Cengiz
Han geçti, buradan İngiliz ve Rus imparatorlukları geçti, onların hepsi sözde
galiplerdi burada, hepsi de boylarının ölçülerini aldılar burada. Bunun nedeni
işgal güçlerinin iyi olmaması, güçsüz olması ya da yeterli müttefiklerinin
olmaması değildi. Nedeni sadece, bu ülkenin arazisinin hiçbir ordunun bu
topraklardaki direnişçileri yenmesine imkân tanımayan yapısıydı..
Dağlarda savaşmak zordur…
Hele hele bir de teröristlerle savaşıyorsanız o dağlar size cehennemin ta
kendisi olur. Bir tugay askeri salsanız bile araziye arazi yutar önce bu
askerleri.
Şeyh Şamil efsanesini
hepimiz biliriz… Şey Şamil Kafkas Dağlarında cirit atarken Ruslar pek
dokunmadan dağlara inmiştir ovalara, etrafından dolaşarak aşmıştır Kafkas
dağlarını, gelmiş Gürcistan’ı, Azerbaycan’ı almış, Erzurum’u işgal etmiştir.
Siz de fetih maksadı
olmaksızın gönderirsiniz dünyanın o en güçlü ordunuzu, gider oturursunuz bir
zamanlar kırmızı çizginiz olan Kerkük’e, kurarsınız komuta çadırınızı,
atarsınız bacak bacak üstüne, alırsınız yorgunluk çayı bardağını elinize ve
dersiniz ki düveli muazzamaya ve Barzani’ye; ‘’Kandil’den çıkarın PKK’yı, ben
de buradan çıkıp gideyim.’’
Boşu boşuna da fidan gibi
gencecik Anadolu evlatlarını harcamazsınız, kırmazsınız o dağlarda…
(Tabii ki ülke içinde bir
daha böylesi bir sorun olmaması için alacağınız ekonomik, sosyal ve siyasal
tedbirler ayrı bir çalışma konusudur.)
İsterseniz, Sun Tzu’yu,
Clausewitz’i bir daha okuyun…
b. Suriye’ye yapılan ‘’Fırat Kalkanı’’, ‘’Zeytin Dalı’’ ve ‘’Barış
Pınarı’’ harekâtları…
Suriye’ye askerî
operasyon; 24 Ağustos 2016 tarihinde Fırat Kalkanı Harekâtı ile başladı. Bu
harekâtı 20 Ocak 2018 tarihinde Zeytin Dalı Harekâtı ve 09 Ekim 2019 tarihinde
Barış Pınarı Harekâtı ile devam etti.
Suriye’ye yapılan askerî
harekât 70 km genişlik ve 35 km derinlikteki, Şırnak’taki Bestler – Dereler
ebadındaki bir alan değil ki bu alana yazın girip kışın çıkasınız….
Bu üç Suriye harekâtında
ilk sorum şu: ‘’Politik hedefiniz nedir?’’ İkinci sorum da şu: ‘’Bu politik
hedefi gerçekleştirecek askerî stratejiniz nedir?’’
PYD’nin Fırat batısına
Afrin’e koridor açıp geçmesini engellemek mi amacınız? Peki, o zaman Salih
Müslim’i Ankara’ya davet edip devlet protokolü ile karşılayanlar kimlerdi?
PYD’yi vazgeçtim Suriye’de Fırat’ın batısına geçmelerini altlarına uçaklar
otobüsler vererek, yemek ücretlerini de ödeyerek ülke topraklarından Kobani’ye
geçirenler kimlerdi? Peki, bu harekâtın 35 km güneyinden sonrası ne olacak? PYD
oradan geçmeyecek mi?
Sınır güvenliği midir
amacınız? 911 km’lik sınırdan geri kalan 876 km ne olacak?
Suriye’nin ülke
bütünlüğünü korumak mıdır amacınız? O zaman ÖSO’nu nereye koyacaksınız?
Suriye’nin ülke
bütünlüğünü korumak mıdır amacınız? O zaman destek verin Esat’a, ülkesinin
bütünlüğünü o sağlasın…
Tampon bölge mi yaratmak
amacınız? Elinizdeki dört milyon Suriyeliyi bu daracak alanı mı
sığdıracaksınız?
İniyor musunuz Halep’e!
Tam kapatıyor musunuz koridoru? Ha o zaman anlarım ben bu harekâtı…
Amacım harekâtı eleştirmek
değil. Amacım bu harekâtın politik hedefini ve askerî stratejini anlamak…
Şimdi gelelim Libya’ya…
Libya’ya asker
gönderilmesine ilişkin tezkere 02 Ocak 2010 Perşembe TBMM Genel Kurulu’nda
kabul edildi. Kabul edilen teskereye göre Libya’ya gönderilecek askerî gücün
sınır, kapsam, miktar ve zamanını Cumhurbaşkanı belirleyecek. Aslında böyle bir
teskere olmaz… Bir meclis böylesine ne olduğu belli olmayan bir yetkiyi
kimseye devredemez…
Daha önce sınır ötesi
harekâtta da olduğu gibi yine bu teskerede de siyasi bir hedef yok. Teskerenin
bilinen amacı Libya’nın Tobruk merkezli General Halife Hafter güçlerine karşı
Trablus kentinde kurulu Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH)’ni koruma amacıyla
askerî destek vermek…
Sorun da burada başlıyor.
Adı üstünde, ‘’askerî destek’’; askerî bir hedef… Siyasi hedef nedir?
Eğer siyasi hedef;
Libya’nın birliği ise bu askerî hedef bu hedefi sağlamaz, tam tersine Libya
halkını birbirine kırdırır… Türkiye de bu kırım da bir tarafta yer alır… Eğer
siyasî hedef; Libya’nın birliği ise bu size Libya’daki bütün güçlerle eşit
mesafede olmayı, arabulucu olmayı ve bu şekilde Libya’nın birliğini sağlamayı
gerektirir… Eğer bu hedefi yalnız gerçekleştiremezseniz bu maksatla BM’ni davet
edersiniz, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)’nı davet edersiniz…
Eğer siyasî hedef; Doğu Akdeniz’deki
haklarımızı UMH ile beraber sağlamak ise bu siyasi hedef size öncelikle Doğu
Akdeniz’de Suriye ve Mısır ile ortak hareket ermeyi öngörür… Sonra Lübnan ve
İsrail ile… Yani bölge ülkeleri ile işbirliğini gerektirir…
Söylenmeyen hedef eğer
siyasal İhvan’ı desteklemek ise… Suriye’de, Mısır’da, Libya’da batan, sönen,
biten siyasal İhvan’ı destek beraberinde Türkiye’nin de bataklığa
sürüklenmesini getirir… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’yi
İhvan dışındaki tüm Arap dünyasını karşısına alır… Çünkü böylesine bir siyasal
İhvan desteği Türkiye’yi Libya çöllerinde sıcak bir çatışmaya sürükler… Çünkü
böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’nin ABD’yi, Rusya’yı, Çin’i
karşısına bulmasına vesile olur… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği
Türkiye’nin tüm kaynaklarını Fizan çöllerinde tüketmesine yol açar…
Sonuç
İsterseniz yazımın başına
dönün ve Sun Tzu’yu, Clausewitz’i ve Almanların I. Dünya savaşını nasıl
kaybettiklerini bir daha okuyun…
Hani diyor du ya
Clausewitz: ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’
Ha bir de ne demişti
Clausewitz: ‘’Savaşı küçük çapta tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt
edebileceğinizi de zannetmeyin.’’
Görüldüğü gibi Türkiye’nin
Kıbrıs Harekâtı hariç hiçbir sınır ötesi harekâtında belirli net bir siyasi
hedefi olmamış ve doğru bir strateji belirlenip uygulanmamıştır. Bu hata Libya
teskeresinde de tekrarlanmaktadır.
Ünlü Rus oyun yazarı,
ozanı Anton Çehov; “Eğer ilk sahnede duvarda bir silah asılıysa, oyunun sonunda
mutlaka patlar” derdi… Libya’ya göndereceğiniz o silahlar orada mutlaka patlar,
o askerler orada mutlaka çatışmaya girer…
Asıl adı Amos Klausner
olan çağdaş İsrail edebiyatının önemli bir yazarlarından romancı, gazeteci,
yazar ve barış yanlısı aktivist olan Amos Oz bir röportajında şöyle demişti:
“İki tür trajedi vardır.
Shakespeare ya da Çehov tipi. Shakespeare trajedilerinde, perde kapanırken
sahnede kan gölü oluşur. Çehov trajedilerinde ise herkes hayatta kalır. Ama
büyük tavizler veren herkes için hayatta kalmanın faturası ağırdır. Herkes
hayal kırıklığına uğramıştır ve mutsuzdur.’’
Libya teskeresi
gerçekleşirse eğer ne yazık ki Türkiye için hem Shakespeare hem de Çehov
trajedileri ile beraber sonuçlanacağını gösteriyor.
Sonunu düşünmeyen bir
insan kahraman olabilir. Ancak sonunu düşünmeyen bir devlet felakete düçâr
olur…
Benden söylemesi…
Doğru sözler nazik olmaz.
Zarif sözler doğru olmaz. Doğru sözler eğri görünür. Ama ben doğru bildiklerimi
söylemek zorundayım… Dost acı söyler!…
Devleti yönetenlere
duyurulur…
Sürçü lisan ettiysek de
affola…
Osman AYDOĞAN