Prof. Dr. Ümit Özdağ : Çöken
Küreselleşme ve Yükselen Ulus Devlet
01 Mayıs 2020
Devlet aygıtı, ekonomi, kültür ve eğitimle alakalı
para getiren bütün alanlardan mümkün olduğunca çekilmelidir. Çünkü devlet,
tabiatı gereği verimsiz ve kötü üretir. Oysa serbest piyasanın “görünemez eli”
daha ucuza, verimli ve kaliteli bir biçimde üretir. Devlet, kendi varlığını iç
ve dış güvenlik ile adalet alanına sıkıştırmalıdır.
Ayrıca devletin egemenliği de kısıtlanmalıdır. Daha
“demokratik ve güçlü” devletlerin insan hakları adına antidemokratik ve zayıf
devletlerin egemenliğini aşarak müdahalelerde bulunması meşrudur.
Neoliberalizmin ideolojik-politik hegemonyasının sürdüğü 1990-2008 yılları
arasında küreselleşme literatüründe “radikal küreselleşmeciler” diye anılan
ideologlar; milli devletlerin aşıldığı ve insanlığının milli devlet ötesi bir
aşamaya geçtiği teziyle birlikte çok kültürcülük, etnikleştirme, federalleştirme
eksenli olarak yoğun bir şekilde savunmuşlardı. Hiper-küreselleşmeci tezlere
göre milli devletlerin yerini üretim bölgeleri almalıydı. Radikal
küreselleşmeciler, aşıldığını ileri sürdükleri milli-üniter devlet yerine çok
kültürcülüğün ve çok milletli federalizm uygulamalarının alması gerektiğini
iddia ediyorlardı.
Radikal küreselleşmecilerin hedef aldıkları milli
devletlerin gelişmiş ve küreselleşmenin ana dinamiğini oluşturan ülkelerden
ziyade “çevre ülkeler” veya “güney” diye nitelendirilebilecek gelişmekte olan
ülkeler ile az gelişmiş ülkeler olması ayrıca dikkat çekici idi.
Hiper-küreselleşmeci ideoloji ve politikalarının temel
hedefi milli devletlerin zayıflatılması ve tahrip edilmesiyle birlikte “Çok
Uluslu Şirketlerin” yeni sömürge alanları olarak gördüğü bölgelere yönelik
olarak tasarlanan ve uygulanan politikalar vasıtasıyla hedef alınan ülkelerin
adeta parçalanmasına hazırlanıyorlardı. Ancak çok beklenmedik bir şey
oldu. Neoliberal küreselleşmenin çok kültürcülük, etnikleştirme,
federalleştirme propagandası çevre ülkeler ile sınırlı kalmamış, ABD ve AB
başta olmak üzere merkez ülkeleri de yıpratmaya başlamıştır. Batı
kapitalizminin tetiklediği etnikleşme tartışma ve politikaları, bazı AB
ülkelerinde ve ABD’de bir iç sorun olma niteliği kazandı.
Nitekim, hukuken üniter devlet niteliği taşıyan Büyük
Britanya’nın bir parçası olan İskoçya, 2014 yılında İngiltere’den ayrılmak için
referandum yapma noktasına geldi. İskoçya’nın ayrılması durumunda Kuzey
İrlanda’nın da İngiltere’den ayrılması kaçınılmaz olacaktı. İskoçya’nın
ayrılması zor durduruldu. Hukuken üniter devlet olmasına rağmen özerk
bölgelerin ayrılıkçı akımlarının güçlenmesi neticesinde İspanya’nın en zengin
özerk bölgeleri olan Bask ve Katalonya da ayrılma süreci içindedirler. Üniter
devletten federal devlete dönüşen Belçika’nın Valonlar ile Flaman bölgesi
arasında iki devlete ayrılması sadece uygun Avrupa konjonktürünü beklemektedir.
Korona sonrası dünyada yaşanan gelişmeler ile Avrupa Birliği’nin bir
bilinmezliğe sürüklenmesi durumunda Belçika ikiye ayrılabilir. Koronavirüs
salgınından en derinden etkilenen ve bir Avrupa Birliği ülkesi olan İtalya
salgın öncesinde dahi ikiye ayrılmıştı. Zengin Kuzey İtalya, fakir Güney
İtalya’dan ayrılmak tezlerini seslendiriyordu. Korona salgını sonrasında
İtalyan milli birliğinin daha güçlü olup olmayacağını göreceğiz. Milli Kimliğin
güçlü olduğu Almanya’da dahi, Federal Almanya Cumhuriyeti’ne tarihsel farklı
kimliğinden dolayı “Freistaat (Özgür devlet) Bayern” olarak katılan Bavyera’nın
Federal Almanya’ya aktardığı paradan daha azını federal bütçeden aldığı
gerekçesi ile ayrılma tartışmaları başlamıştı.
ABD’de Hispaniklerin ve diğer azınlıkların 313
milyonluk ABD toplam nüfusundaki oranının % 38.5’e[1]
kadar yükselmesi ve 2040’da beyazların azınlığa düşeceği öngörüsü tartışmalara
neden oluyor.[2]
Amerikan güvenlik camiasının en önde gelen isimlerinden Samuel Huntington’un
“Biz Kimiz” adlı kitabında neoliberal çok kültürcü Amerikan siyasal elitlerinin
milli kimliklerini yitirerek Amerikan halkından koptuğunu ileri sürdü.[3]
Özetle, milliyetin yerine milli kimliksiz/menfaatçi bireyi koyan neoliberal
küreselleşme fikri, ortaya çıktığı topraklarda dahi tepki toplamaya başladı. Bu
ülkelerdeki halklardan yükselen tepkiler üzerine ABD ve Batı Avrupa’da
etnik-liberal politikalar hızla terk edilmeye başlandı. Batı dışı dünyada etnik
sorunları tetikleyen ve politikleştiren ABD ve AB şimdi etnik sorunu denetim altına
alabilmek için kültürel çoğulculuktan federalizm ve ayrılmaya giden süreçleri
tekrar gözden geçirip, millî devleti güçlendirme arayışları içine girmeye
başladılar.[4]
İngiltere Başbakanı David Cameron, 2011’de çok
kültürlülüğün bir toplum vizyonu verme konusunda başarısız olduğunu belirtip,
“yurdumuzda daha güçlü toplumlar ve kimlikler inşa etmeliyiz. Artık daha az
pasif hoşgörüye ve daha çok aktif, güçlü bir liberalizme ihtiyacımız var. Pasif
hoşgörülü bir toplum yurttaşlarına yasalara uydukça, size karışmayız
demektedir. Böyle bir toplum farklı değerler karşısında tarafsızdır. Fakat,
inanıyorum ki gerçekten liberal bir ülke daha fazlasını yapmalıdır. Bazı
değerlere inanmalı ve onları savunarak geliştirmelidir. Konuşma hürriyeti,
inanç hürriyeti, demokrasi, hukukun üstünlüğü, ırk ve cinsiyet ayrımı
olmaksızın eşit haklar. Bu ülke yurttaşlarına bunlar bizi bir toplum olarak
tanımlayanlardır. Bu ülkeye ait olmak bunlara inanmaktır” demekteydi.[5]
Ancak artık bunun için çok geçti. Zira ABD ve AB ülkelerinde bir yandan
milliyetçilikle birlikte bir yandan da milliyetçi tepkiyi söylem zemininde
kullanan popülist siyasetler yükselmeye başladı.
Öte yandan devletin verimsiz ve yeteneksiz olduğunu
iddia eden, milli devletin aşıldığı propagandasını yapan neoliberalizm; sadece
finansal değil, aynı zamanda entelektüel bir çöküş olan 2008 finansal krizi
sonrasında piyasanın görünmez elinden değil, devletten yardım istemek zorunda
kaldı.
Öte yandan küreselleşmenin ağır bir darbe aldığı,
milli-devletlere karşı ideolojik saldırısının zayıfladığı ve milli devletlerin
gücünün/faydasının anlaşıldığı bir dönemde Türkiye’de ise “PKK Açılımı”
çerçevesinde PKK terör örgütü ile yapılan müzakerelerle birlikte milli ve
üniter devletin tasfiyesi süreci başlamıştı. Büyükşehir yasasının Türkiye’yi
idari federasyona sürükleyen bir adım olduğu yasanın çıkış aşamasında ve
sonrasında gerçekleşen sert tartışmalar sırasında birçok kez gündeme gelmişti.
Anılan tasarının yasalaşmasından hemen sonra dönemin Başbakanı Erdoğan,
“Aslında bugün gündemimizde olmamasına rağmen, valiler de seçimle gelebilir”
diyerek, gizli gündemini açıklamıştı. Valilerin seçimle gelmesi ile
merkez-çevre ilişkisinin siyasi içeriği ağır bir darbe alacaktır. Büyükşehirler
devletçiklere dönüşecektir. Böylece mevcut idari federasyondan adı konulmamış
bir siyasi federasyona geçilecektir. Büyükşehir yasası ile aynı süreçte
çıkar diğer bir yasa Kürtçe savunmayı mümkün kılan yasa olmuştur. Bu sırada
Güneydoğu Anadolu’da Kürtçeye alan açma adı altında yer isimleri değiştirilmeye
başlandı. Erdoğan 2013 yılında Kanal D’de canlı yayınlanan TV programında
“2023 yılında eyalet sistemine geçebiliriz” diyerek; “Güçlü
ülkelerde eyalet endişesi olmaz… Osmanlı’da Kürdistan Eyaleti vardı… Güçlü bir
Türkiye, eyalet sisteminden korkmamalıdır…” diyordu.[6]
Oysa dünya milli-üniter devletlere dönüş süreci içindeydi. Korona salgını
öncesinde dünyanın birçok ülkesinde milliyetçi bazı popülist liderler/partiler
iktidara gelmişti. Komünizmi yenerek SSCB’nin çöküşünün şartlarını oluşturan
milliyetçilik şimdi de neoliberalizmi yenmektedir. Ulus devletler,
küreselleşmenin 1990 sonrasında milli devletlerden aldığı bütün yetkileri geri
alarak siyasetin ve ekonominin belirleyicisi olarak geri dönüyorlar. Bu kısa
çalışmanın konusu, milli-üniter devlet yapısını incelemek, güçlü yapısını
ortaya koymaktır.
Ulus Devlet
“Hakkında bu kadar çok konuşulan ulus devlet nedir?”
sorusuna sokaktaki 100 vatandaştan belki bir tanesinden bilimsel anlamda doğru
cevap alabiliriz. Ama ne olduğunu da herkes aşağı yukarı bilir. Ulus devletin
tanımı zor ve karışık değildir. Ulus devlet, yurttaşlarının tamamının tek
siyasal kimlik altında birleştiren devlettir. Ülkede yaşayan bütün etnik
gruplar, dilsel gruplar, dinsel gruplar, sosyolojik kimlikleri ne olursa olsun
siyasal kimlik olarak tek bir milli kimliğe sahiptirler. Siyasi kimlik olarak
benimsenen bu kimlik, genellikle ülkenin kurucusu olan milletin siyasi
kimliğidir. Bu milletin, devletin kurulmasını sağlayan ana unsur olması
sebebiyle devlete kimliğini vermesi doğaldır. ABD gibi birçok milletten insan
gruplarının oluşturduğu bir ülkede bir Amerikan milli kimliğini belirleyen
temel kurucu unsur WASP’lar; yani beyaz, Anglo-Sakson ve Protestanlardır.
WASP’ların çerçevesini belirlediği “melting pot” (eritme potası) göçmenlerin
yeni milli kimlik edindikleri yerdir. Ancak kurucu milletler devlete
kimliğini verirken, kimliğini milli/etnik bir kimlik olmaktan siyasi bir
kimliğe dönüştürerek, eski anlamını genişletir ve yenilerler.
Bu durum diğer etnik gruplardan gelen vatandaşların
diğer sosyal, kültürel, folklorik kimliklerinin inkâr edilmesi veya yok
sayılması değildir. Bu kimlikler farklı bir alana, milli kimlik ise siyasal bir
kimlik olarak farklı bir alana aittir. Bütün vatandaşlar, bir siyasal milli kimliğe
sahip olunca, o vatandaşların oluşturduğu bütüne de millet denilir. Siyaset
bilimci Karl Deutsch bu konuda şöyle demektedir: “Ulus-devlet, üyelerinin
çoğunluğuna onlara seçenek olabilecek büyük kümelerin tümünden daha güçlü
güvenlik, ait olma ya da bütünleşme sunmakta, giderek tek tek bireylere bile
kimlik vermektedir.”[7]
Siyaset biliminde millet ve milliyetçilik olgusunun
ancak Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nde ortaya çıktığı dolayısıyla milli devlet
modelinin de ancak 19. Yüzyılda belirginleştiği yaklaşımı genel olarak kabul
edilmekle birlikte, bu iddia Avrupa tarihi için bile ciddi bir şekilde
sorgulanması gereken bir yaklaşımdır. Çünkü Avrupa’da da milliyetçiliği 11.
Yüzyıla kadar geri götüren bilimsel çalışmalar yapılmaktadır. Modernist Hans
Kohn dahi milliyetçilik fikrinin İngiltere’ye 15.-16. Yüzyıllarda Eski ahit ile
geldiğini ileri sürmektedir.[8]
Azar Gat ve Alexander Yakobson ise “Uluslar-Siyasi Etnisite ve Milliyetçiliğin
Uzun Tarihi ve Derin Kökleri” adlı eserlerinde milliyetçiliğin köklerini daha
da derine götürdüler. Türk milleti açısından da Göktürk veya Orhun
Abideleri’nde 7. Yüzyılda Türk milleti kavramının ve Türk milliyetçiliği fikir
ve duygusunun güçlü bir şekilde vurgulandığı görülmektedir.
Bununla birlikte modern milli devletin yaygın bir
şekilde gerçekleşmesi imparatorluklar döneminden sonra gerçekleşmiştir.
İmparatorluklar, geniş nüfus kitlelerini yönetmenin en iyi yollarından birisinin
mümkün olduğunda “bölmek-yönetmek” ilkesine dayanmış olduğunu görmüşlerdir.
Bundan dolayı, kurucu hanedanlar ve hanedanın mensup olduğu millet var olan
farklılıkları kurumsallaştırmış, teşvik etmiş ve desteklemiştir. Ancak 18. ve
19. Yüzyıldan itibaren daha önce belirli bir ülkede bir hanedana ait olduğu
varsayılan egemenliğin milletlere ait olduğu kabulü yerleşmeye başlamıştır.
Ülkeler hanedanların malları olmaktan çıkıp, milletlerin yurdu olarak
algılanmaya başlamıştır.
19. yüzyıl
boyunca gerçekleşen teknolojik ilerlemeler ve kapitalizmin gelişmesi,
toplumların ve pazarların demiryolları ve yollar ağları ile birleşmesini; temel
eğitimin yaygınlaşması da vatandaşlık bilincinin artması sonucunu doğurmuştur.
Böylece, millet olma ve bir millet olarak devlete sahip olma düşüncesi
gelişmiştir.
Üniter Devlet
Üniter devlet, bir ülkede bir tek üstün siyasal
otoritenin olduğu devlet örgütlenmesidir. Üniter devlet modelinde ülke
sınırları içinde siyasal otoritesini sınırlayabilecek bir başka siyasal otorite
yoktur. Devletin yasama, yürütme ve yargı organları tektir ve yetki alanları
bütün ülkeyi ve bütün yurttaşları kapsar. Üniter devlette bir tek hukuk sistemi
bütün yurtta uygulanır. Üniter devlette egemenlikte tektir, parçalanmamıştır.
Bu noktada uzun bir alıntı yaparak Prof. Dr. Kemal Gözler’in tanıma daha
yakından bakalım.
Devlet, ülke, millet ve egemenlik
unsurlarından oluştuğuna göre, üniter devlette, tek ülke, tek millet ve tek
egemenlik vardır. a) Üniter devlette, devletin ülkesi tek ve bölünmez bir bütündür.
Üniter devlette, millet unsuru da tek ve bölünmez bir bütündür. Milleti teşkil
eden insanların millet unsurunu oluşturmalarında din, dil, etnik grup vb.
bakımlardan ayrım yapılamaz. Üniter devlette egemenlik de tek ve bölünmez bir
bütündür. Tek olan egemenliğin sahası bütün ülkedir. Bu egemenliğe tâbi olan da
bütün millettir.
Üniter devlette, devletin yasama, yürütme ve yargı
organları bakımından da teklik söz konusudur. Üniter devlette tek yasama organı
bütün ülke için kanunları yapar. Üniter devlettin yargı organı da üniter
niteliktedir. Ülkenin her yerinde aynı tür mahkemeler vardır ve bunların üst
mahkemeleri aynıdır. Üniter devlette, yürütme organı bakımından esas itibarıyla
bir “bütünlük” vardır. Üniter devletlerde yürütme yetkisi esas itibarıyla, bu
“merkezî idare”nin elindedir.[9]
(Kaynağı düzelttim) Birleşmiş Milletlere üye 193 devletin %80’i üniter-ulus
devletlerden oluşmuştur. Federal Almanya Cumhuriyeti ve Amerika Birleşik
Devletleri gibi ülkeler federal devlet olmakla birlikte ulus devlet niteliği
taşımaktadır. Bu ülkelerde tek bir millet olmakla birlikte tarihsel
gelişimlerinden dolayı birçok devlet/eyalet bulunmaktadır.
Federal Devlet
Fransızca kökenli federe kelimesinden gelen federal
devlet, birkaç ülke üzerindeki farklı siyasal grupların, (bunlar ayni milletten
de olabilir farklı milletlerden de) siyasal otoritelerin varlığını koruyarak
bir üst siyasal otoritenin altında birleşmesidir. Birleşmiş Milletlere üye 193
devletten 27’si federal devlettir. Bunlar; Almanya, Amerika Birleşik Devletleri
(ABD), Arjantin, Avusturya, Avustralya, Belçika, Birleşik Arap Emirlikleri,
Bosna-Hersek, Brezilya, Etiyopya, Güney Afrika, Güney Sudan, Hindistan,
İsviçre, Kanada, Komoros, Malezya, Meksika, Mikronezya, Nepal, Nijerya,
Pakistan, Rusya Federasyonu, Saint Kitts ve Nevis Federasyonu, Somali, Sudan ve
Venezuela’dır. Federasyonun teorisini Antik Yunan’da bulmak mümkündür.
Bazı yazarlar ise federasyonun kökeninin İncil olduğunu ileri sürmektedirler.
İbranice, “brit” veya Latince “foedus” kelimeleri bir “covenan” tarafından
düzenlenen ortaklık anlamına geliyordu. Şalom, yani barış, “brit” kelimesi ile
uluslar arası ilişkilerde gerçek barış öz yönetim ve egemenliğin bölünmesinin
bir araya getirilmesi ile ilişkilendirilmiştir. Federalizmin teorik temellerini
Johannes Althusius atmıştır.[10]
Federasyon ile ilgili Prof. Dr. Kemal Gözler şu tanımı
yapmaktadır: “Federasyon, kendi içlerinde belli bir özerkliği koruyarak iki
veya daha fazla devletin aynı merkezî iktidara tâbi olmak suretiyle oluşturduğu
bir devlet topluluğudur. Federasyonda “federal devlet ” ve “federe devletler”
olmak iki tür devlet vardır. Federe devletlere, “devlet”, “eyalet”, “kanton”,
“Länder” gibi isimler verilir. Bunlar federasyonun “üye birimleri” veya “kurucu
birimleri”dir.
Federasyonda federe devletler de,
federal devlet de birer “devlet”tir. Federe devletlerin her birinin kendisine
mahsus bir ülkesi, kendisine mahsus bir halkı ve belli alanlarda
sınırlandırılmış olmakla birlikte kendisine mahsus bir egemenliği vardır.
Federal devlet de, bir “devlet”tir; çünkü, federal devlet de, bir ülkeye (ki bu
ülke federe devletlerin topraklarından oluşmaktadır); bir insan topluluğuna (ki
bu topluluk, federe devletlerin ahalisinin bütününden oluşmaktadır) ve bir
egemenliğe sahiptir. Federal devlet, federe devletlerin ülke ve insan unsuru
üzerinde kuruludur; ancak, federal devlet, kendisini oluşturan bu federe
devletlerden ayrı bir devlettir. Federal devlet ve federe devletler ayrı tüzel
kişiliklere sahiptir. Federasyonda iki ayrı tür devlet
olduğuna göre, aynı ülke ve insan topluluğu iki ayrı devlet egemenliğine ve
dolayısıyla hukuk düzenine tabidir. Bu düzenler arasında aşağıda göreceğimiz
şekilde bir yetki paylaşımı yapılmıştır.”[11]
Federal sistemlerin işleme ve gelişme şekilleri devlet
yapısının altında yatan etnik, sosyal, kültürel ve tarihi özelliklere bağlıdır.
Örneğin Belçika ve Rusya Federasyonu gibi federal devletler milli kimlik
oluşmasını nerede ise imkansız hale getirecek ayrı milliyetlerden oluşmaktadır.
Bu ülkelerdeki farklı dil/milliyet topluluklarının sınırları federal
devletin/özerk bölgenin parçasını oluşturan federe devletlerin sınırlarını
belirler. Avusturya, Almanya, Avustralya gibi ‘etno-linguistik’ açıdan
homojenlik gösteren federal devletler ise federal uygulamalarının üniter
devletler ve federal unsurlar barındırmayan toplumlarla uyumlu hale geldiği bir
gelişim süreci yaşama eğiliminde olmuştur.[12]
Üniter Devlet İle
Federal Devlet Karşılaştırması
Üniter devlet yapısı tarihsel olarak çok uluslu inşa
edilen federal devlet yapısından güçlüdür. Hatta tarihsel gerekliliklerden
ötürü bir millete dayanan, ulus devlet zemininde kendisini tanımlayan ancak
siyasi/idari örgütlenmesini üniter değil, federal sistem çerçevesinde
gerçekleştiren Almanya ve ABD gibi ülkelerde dahi üniter sistemin yararları
bilimsel zeminde tartışılmaktadır. ABD’nin tarihsel gelişim süreci içerisinde
federal devlet karakteri giderek azalmıştır.[13]
Aynı husus Federal Almanya’da da geçerlidir. Almanya,
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra işgal rejimini oluşturan ABD, Fransa ve
İngiltere tarafından güçlenmemesi için federe devletlerin federal merkezle
ilişkilerinde etkili oldukları bir sistem şeklinde kurulmuştur. Bir Türk
İçişleri Bakanlığı raporunda bu husus şöyle ifade edilmektedir: “Almanya’da
federal sistem İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra galip devletler tarafından
şekillendirilmiştir. Federal sistemin kurulmasının temel sebebinin, Almanya’da
ulusal birliğin yeniden kurulmasını önlemeye yönelik olduğu, bu sebeple
egemenlik hakkının eyaletlere dağıtıldığı ve eyaletleri güçlü kılan bir federal
sistemin kurulduğu federal yetkililer tarafından dile getirilmiştir. Bu
düşünceler ziyaret sırasında birden fazla kişi tarafında ifade edilmiştir.”[14]
Ancak Almanya’da üniter devlete doğru bir evrim olduğu gözlemlenmektedir.[15]
Üniter-ulus devletler sosyal ve politik çalkantılara
federal-çok uluslu devletlerden çok daha dirençlidirler. Federal-çok uluslu
devletleri parçalayan ve sonsuz yıkımlara neden olan sosyal ve politik
gelişmeleri üniter-ulus devletler kolaylıkla ve zarar görmeden aşmaktadırlar.
Columbia Üniversitesi’nden demokrasi araştırmacısı Prof. Dr. Alfred C. Stephan
şöyle demektedir: “Komünizm sonrası Avrupa, federalizm konusunda dikkatli
olmamız gerektiğini gösteriyor. Komünist siyasi sistemde sekiz Avrupalı devlet
vardı. Bunlardan beşi üniter devletlerdi. (Macaristan, Polonya, Romanya,
Arnavutluk ve Bulgaristan) Üçü federaldi (SSCB, Çekoslovakya ve Yugoslavya).
Mucizeler yılı 1989’dan yedi yıl sonra bu beş üniter devletten beşi de hala
üniter devletti. Üç federal devlet 22 devlete bölünmüştür.”
Üniter devletin anti demokratik bir yapı oluşturduğunu
ileri sürenleri tarih ve siyaset bilimi teorisi birlikte yalanlamaktadır. J.
Stuart Mill şöyle demektedir: “Birden fazla milletin barındığı bir ülkede hür
müesseseleri yaşatmak hemen hemen imkansızdır. Aralarında dayanışma bulunmayan
insanlar, özellikle de farklı dillerde okuyor ve konuşuyor ise işleyen temsil
mekanizmaları için gerekli kamuoyu birliği sağlanamaz.” Ekonomist Dankward
Rustow ise milli devlet ile demokrasi arasındaki ilişkiyi şöyle anlatmaktadır:
“demokrasi, arka planındaki bir tek şartla başlar. Milli birlik… Milli birlik,
demokratikleşmenin diğer bütün evrelerinden önce gelmelidir.” Milli
birliğin olmadığı yerlerde demokrasi bir fanteziden ibarettir. Amerikalı sosyal
bilimci Robert Dahl’de bir devletin başarılı sosyal politikalar uygulayabilmek
için sağlam bir milli kimlik inşa etmesi gerektiği vurgusunu “sosyal adalet
politikalarında başarılı demokratik devletler, birleştirici bir kimliğe
sahiptir” sözleriyle ifade etmektedir.[16]
Üniter devletin federal devlete üstünlüğü sadece
bölünme ve ağır kriz süreçleri ile de sınırlı değildir. Üniter devletler,
yaklaşan felaketlere karşı, federal devletlerden çok daha etkili, kısa sürede
yürürlüğe giren önlemler alabilmektedir. Chicago Üniversitesi Hukuk Fakültesi
öğretim üyesi Richard A. Posner, “Felaket Üzerine” adlı makalesinde şöyle
demektedir: “Kusurlu siyasi kültürle kastettiğim şey kısmen kaderci olmayan
bir ulusun ‘bir şeyler yapmalı’ tutumunun, fakat büyük ölçüde de 18. Yüzyılda
tasarlanan merkeziyetçi olmayan devlet yapısı ile günümüz Amerika’sı ve onun
dünyadaki konumunun karmakarışıklığı ve çeşitliliğinin bu devlet yapısına
yönelttiği büyük zorluklar arasındaki etkileşimin bir sonucudur. Yasama,
yürütme (ki bunlar İngiltere’deki gibi bir parlamento sistemi içinde etkin bir
biçimde kaynaştırılmaktadır) ve yargı organlarının birbirinden bağımsız olması
ve yönetim yetkisinin federal kurumlara, eyaletlere ve yerel yönetimlere
verilmesi, ortaya çıkan büyük yeni sorunlara karşı devletin zamanında ve uygun
biçimde harekete geçmesini çok zor, hatta imkansız hale getirmektedir.”[17]
ABD’nin Katrina kasırgası sırasında federal sistemin yavaş çalışmasından dolayı
gereken önlemleri almakta çok geç kalınmış ve bir kent yıkılmıştır. Keza Korona
salgını sırasında ABD’de federal sistem çok başarısız olmuştur.
Almanya’nın önde gelen siyaset bilimcilerinden
Klaus von Beyme, “Federalizm ve Bölgesel Bilinç-Uluslararası Bir Karşılaştırma”
adlı kitabında ekonomik ve sosyal yetenekleri açısından üniter devletlerle
kıyaslandığında federal devletlerin her zaman daha iyi olmadığını tespit
ediyor.[18]
Özetle, 1990 sonrasında parçalanan ülkeler olan
Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Çekoslavakya üniter-ulus devlet değil, çok
milletli-federal devletlerdir. Bu parçalanmalar sonucunda ortaya üniter-milli
devletler çıkmıştır. Sadece bu gerçek bile üniter-ulus devletin federal devlet
modelinden daha güçlü olduğunu göstermektedir. Ulus devletler 1990 sonrasında
başlayan ve gittikçe yoğunlaşan neoliberal küreselleşmenin bütün saldırılarını,
yıpratma ve tasfiye girişimlerini aşarak Koronavirüs salgını sonrası dünyada
etkin rol oynamaya hazırlanmaktadırlar.
[1] ACS Demographic and Housing Estimates – 2011–2015″.
U.S. Census Bureau. Archived from the original on February 13, 2020. 26
Ağustos, 2017.
[2] “Artan
Hispanik Etkisi-ABD’de Beyazlar Azınlık Olursa Ne Olur?”, Aydın, İstanbul Aydın
Üniversitesi, 1 Temmuz-1 Ağustos 2012, s.21
[3] Samuel
Huntington, Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı, Global Yayın Ajansı,
İstanbul 2004 ve Francis Fukuyama, State Building, Governance And World Order
in the Twenty-First Century, Cornell University Press, 2004. Her iki kitabında
2004 yılı içinde yazılmış olması bir tesadüf değildir.
[4]
Küreselleşme-milli devlet ilişkisi konusunda bkz. Fahri Atasoy, Küreselleşme ve
Milliyetçilik, Ötüken Yayınları, İstanbul 2005 ve Kadir Koçdemir, Milli Devlet
ve Küreselleşme, Ötüken Yayınları, İstanbul 2004.
[5] 5 Şubat
2011’de Münih Güvenlik Konferansında yapılan konuşmadan
[6] https://www.yenicaggazetesi.com.tr/2023te-eyalet-ozerklik-olacak-mi-50992yy.htm
[7] Türkkaya
Ataöv, Federasyon, Başkanlık yarı Başkanlık, Destek Yayınları Ankara 2011, s.15
[8] Özcan
Yeniçeri, Bağımlılık Paradigmaları ve Türk Milliyetçiliği, Kripto Yayınları,
Ankara 2011, s.185
[9] Kemal Gözler,
Anayasa Hukukuna Giriş, Ekin Basım Yayın – Hukuk Kitaplar, 2011. s. 59.
[10] Klaus von
Beyme, Föderalismus und regionales Bewusstsein-Ein international Vergleich,
Beckische Reihe, München 2007, s.10
[11] Kemal Gözler,
agm.
[12] Alan Fenna,
“Form and Function in Federal Systems”, Australian Journal of Political
Science”, Vol.46, No.1, 2011, s.171,172’den aktaran Sezgin Mercan, Federal
Devlet Yapılanmaları ve Özellikleri
[13] Alan Fenna,
“Form and Function in Federal Systems”, Australian Journal of Political
Science”, Vol.46, No.1, 2011, ss.171,172’dan aktaran S. Mercan, agm.
[14] Hürriyet,2
Nisan 2013, Taha Akyol, “Federal Sistem”
[15] S. Mercan,
agm.
[16] Ali Asker, Devlet,
21. Yüzyılda Prens-Siyaset ve Devlet Yönetimi, Kripto Yayınları, Ankara
2012,içinde s.121
[17] Richard A.
Posner, “Felaket Üzerine”, içinde Kör Nokta (ed.) Francis Fukuyama, (ed.) Kör
Nokta-Gelecek Senaryolarını Öngörmek, Ankara 2008, s.26
[18] Klaus von
Beyme, Föderalismus und regionales Bewusstsein-Ein internationaler Vergleich,
beckische Reihe, München 2007