Siyasette
Bireyin Rolü
Geçmişten
günümüze bireylerin siyasi yaşama dahil oluş süreçleri oldukça sancılı
geçmiştir. Kimlerin siyasi yapıya dahil olacağı, kimlerin bu yapının dışında
tutulması gerektiği, hangi ayrıcalıkların katılma hakkı verdiği,
katılamayanların niçin katılamadığı, cinsiyetin bu ayrımdaki rolü,
katılan/katılamayan ayrımının ne derece doğru olduğu gibi sorular o dönemden
beri süregelen sorulardır. Peki bu siyasi yapı neydi ve bu yapıya katılmak
niçin ayrıcalık gerektiriyordu? Bu incelemenin açıklığa kavuşması için Roma
Uygarlığı’nı ele almak yerindedir.
Var
olduğu süre içinde cumhuriyet, cumhuriyetten imparatorluğa ve imparatorluk
dönemlerine tanık olan Roma bu incelemede bize yardımcı olacaktır. Dönemine
adını veren Roma, İÖ 753 yılında kurulmuştur. Başlangıçta hayvancılıkla uğraşan
Roma halkı klan ortaklığı üzerinde kurulmuştur. Aile üzerinde mutlak hakimiyete
sahip olan babanın sözü geçerdi ve bu durum patria potestas
olarak adlandırılırdı. Çiçero’nun devlet anlayışında da bunu görmek mümkündür.
Çiçero, ticaret ilişkileri, aile üyeleriyle babanın ilişkisini de Yunan
Uygarlığı’ndan farklı olarak devletin içine kabul eder. O’na göre baba, sahip
olduğu her şey üzerinde mutlak bir tasarruf hakkında sahiptir, babanın
yetkisine karışılmaz çünkü ailenin ortak iyisini bilen kişi babadır.
Yönetim
şeklinin belirlenmesi ve siyasal otoritenin kurulması Roma’da patrici
ve pleb
ayrımından ileri gelir. Patriciler toplumun yapısını oluşturan
klanların başı ve onların soyundan gelenlerden oluşurken daha sonra doğduğu
andan itibaren soylu olmak olarak nitelendirilecektir. Klan başı olan
patriciler klanın geri kalanı üzerinde otorite sahibi olarak ayrıcalıklı bir
konuma yükselecektir. Bu durum hiç kuşkusuz yöneten/yönetilen ayrımı kendini
gösterecek ve toplumsal ayrışmaya neden olduğu gibi ileriki zamanlarda da bu
ayrımdan kaynaklı huzursuzlukları da beraberinde getirecektir. Uygarlığın temel
ekonomik yapısını oluşturan çiftçilik ile uğraşan çiftçiler ve küçük
ticaretle ilgilenen plebler Roma boyunduruğu altındaki halklardan oluşur.
Roma’da ikinci sınıf davranışlara maruz kalan plebler, siyasi haklardan
yoksun kalır ve devletin üst kademelerinde yer alamazlardı.
Roma
Uygarlığı’nın ilk yönetim biçimi krallık idi. Comita
curiata tarafından ilan edilip meşruluğa kavuşan kral, kral
ilan edildiği andan itibaren başyargıç olarak siyasi, başrahip olarak dinsel ve
başkomutan olarak askeri alanlarda kullanabileceği ilahi bir yetkiye sahip
olurdu. Comita curiata kralın iktidarını oluşturan ve Roma’nın eski
zamanlarından kalıp o günlere gelen bir kuruluştu. Savaş ve barış durumlarında
, yeni klanların katılımında söz sahibi idi. Bir diğer meclis klanların
başkanlarından oluşan ve kralın danışma meclisi olan Senato idi. Bu iki
mecliste de pleblerin oy hakkı bulunmuyordu. Bu meclisler cumhuriyet döneminde
de varlığını sürdürmüş hatta bunlara ek olarak pleblerin de temsil edildiği Concilium
Plebis adında bir halk meclisi de yönetimdeki yerini
almıştır. Peki başlangıçta yönetimde söz sahibi olmayan plebler nasıl
oldu da bu hakkı edinebildi?
Patricilerin
klan başkanı olmasının yanı sıra Senato’da görev almaları ayrıcalıklı
konumlarını daha da belirginleştirmiş, pleblerle arasındaki uçurumu
derinleştirmiştir. Bu derinlik pleblerin gözünden elbette ki kaçmamış, siyasal
hakkı olmayan plebleri, bu ayrıcalıklara isyan etmenin eşiğine getirmiştir.
İÖ
494 ve 342 yılları arasında birkaç kez isyan eden plebler , çekildikleri yerde
ordugah kuruyorlardı. Pleblerin bu isyanları meyvesini verdi ve plebler de
artık kendi meclisleriyle yönetimde söz sahibi oldular. Böylece yönetim sadece
soyluların yapabileceği bir iş olarak tanımlanmaktan çıktı ve halk da yönetim
üzerindeki etkisinin artırdı. Patrici ve plebler arasındaki bu çekişmenin Roma’da
Cumhuriyet döneminin temel dinamiğini oluşturduğu kabul edilir. Zaten
topluluklar birleşerek köyleri, köyler birleşerek şehirleri oluştururken bu
oluşumun başını çeken biri ya da birileri ve bu otoriteye tabii olan bir
topluluk yok mudur? Bütün bu yöneten/yönetilen ayrımı da bununla başlamıyor mu?
Düzenlerini kuran topluluk üyeleri bu ayrımın farkına varıp kendilerinin de
yönetme hakkına sahip olduğunu düşünerek isyan etmiyor mu? Roma’da da durum
aynen böyle işlemiş ve bu isyanlar, halka yönetimde söz sahibi olmanın
kapılarını açmıştır.
Plebler,
verdikleri mücadele sonucu yönetimdeki etkilerini daha da artırmışlardı.
Olağanüstü dönemlerde Senato kararı ve konsüllerce altı aylığına atanan
diktatörlüğün yolu pleblere de açılmıştır. Bir de Pleblerin yönetimde yer
alışının Çiçero açısından nasıl değerlendirildiğine bakalım.
Çiçero’ya
göre devlet rastgele oluşmuş bir toplum halinden ibaret değildir. Devleti
oluşturan toplum hukuksal bağlarla bir araya gelmiş, birbiriyle uyumlu ve ortak
yararı/iyiyi gözeten insan topluluğudur. Toplumu bir araya getiren bu bağ
onlara yurttaşlık vasfı kazandırır. Roma’da yurttaşlık ise değişen yasalara
göre inşa edilirdi çünkü değişen her yönetim biçimi yeni yasaları beraberinde
getirirken yurttaşlık da yeniden tanımlanıyordu. Çiçero yönetim biçimi olarak
aristokrasiyi uygun görmüş diğer yandan halkın özel mülkiyetini tanıyarak ve
kamusal alanda varlığını kabul ederek demokratik bir yol çizmiştir.
Aristokrasiyi uygun görmüş olmasından anlayabileceğimiz üzere Çiçero, pleblerin
yönetime katılma yanlısı değildir. O’na göre yönetim işini yapacak kişilerin
eğitimi oldukça önemlidir ve bu iş sıradan, eğitimsiz insanların
yapabileceği bir iş değildir. Platon’un devlet yönetimindeki iki temel
ilkesini sahiplenen Çiçero için ; istikrar ve yöneticilerin eğitimi çok
önemlidir.
Roma
emperyal politikasıyla siyasi çalkantıları da beraberinde getirdi. Topraklarla
birlikte sahip olduğu insanların yurttaş olup olmayacağı, olmayacaksa hangi
sınıfa mensup olacağı meçhuldü. Genişleye topraklar beraberinde zenginliği
getirirken sınıf ayrımını derinleştirmiştir. Bu derinleşme cumhuriyet
krizine zemin hazırlamıştır.
Genişleyen
Roma’da yöneticiler bu geniş imparatorluğu yönetirken zorlanmaya başladılar.
Alınan topraklardaki insanlara da yurttaşlık hakkının verilmesi yurttaş
sayısını arttırırken yönetime katılımlarda çeşitli zorlukları beraberinde
getirdi. Artık cumhuriyetle değil de imparatorlukla yönetilmeye başlayan
Roma’da siyasal düzen iyice bozulmaya başlamıştı. Siyasal yapıdaki bu çözülme
Roma’yı Doğu Roma ve Batı Roma olarak ikiye böldü. Batı Roma 476 yılında
yıkıldı. Doğu Roma 1453 yılında tarihe derin bir iz bırakarak Osmanlı
İmparatorluğu’nun toprakları arasındaki yerini aldı.
Roma
İmparatorluğu’nda da görüldüğü üzere sınıf temelli toplumsal yapı pleblerin
karışı çıkışlarıyla aşılmak istenmiş fakat sınıf ayrımı ortadan kalkmamıştır.
Peki temellerini ilk uygarlıklardan alan ve sınıf ayrımı, sınıf ayrımına maruz
kalanların siyasi yaşama dahil oluşunda nasıl bir rol oynamıştır?
Zenginlik ve soy ,her zaman sınıf ayrımlarının temel nedeni olmuştur ki
Çiçero’ya göre de böyle olmalıdır, herkes ait olduğu yerde kalmalıdır ki
toplumun huzuru bozulmasın , iç karışıklıklar yaşanmasın. Tarihe bakarsak bu
pek mümkün olmamıştır. İsyan edenler her daim var olmuş, sınıf ayrımı ortadan
kalkmamıştır. Klasik bir örnek olmakla beraber Aydınlanma Çağı, gelişen öğrenme
olanakları deyim yerindeyse insanların gözünü açmış Fransa’da burjuva
hakimiyetine baş kaldıran bir topluluğun belirmesine yol açmıştır. Baş kaldıran
bu toplumun yaptığı ihtilal, sınıf ayrımına maruz kalan diğer tüm ülkelerdeki
insanlara örnek olmuştur. Hızla yayılan milliyetçilik akımı çok uluslu
yapıların parçalanmasına sebep oldu ve demokrasi, Batı medeniyetinin
vazgeçilmezi haline geldi. Adeta medeni olmanın koşuluymuş gibi
hissettirildi. Peki demokrasinin yayılması bu sınıf ayrımını ortadan kaldırdı
mı?
Önceleri
belirli miktarda mülk sahibi olan her erkek yönetimde şu ya da bu şekilde söz
sahibi olabiliyordu. Buna ilk karşı çıkış söz sahibi olabilmek ile mülk sahibi
olabilmek arasındaki bağlantıdan ileri geliyordu. Zenginliğin bu hakkı da
beraberinde getirmediği, bu hakkın zaten ister zengin olsun ister olmasın her
erkeğe tanınması gerektiği yönünde bir karşı çıkış vardı. Zamanla bu istek
siyasal yapıya dahil olabilmenin boyutuyla ilgiliydi. Yani insanlar göstermelik
bir şekilde değil, kararlara müdahil olabilecek bir şekilde söz sahibi olmak
istiyordu. Hakların genişletilmesine yönelik istekler elbette kısa sürede
yerini bulmadı. Kimi yönetim biçimleri bu isteklere daha elverişli iken kimi
yönetim biçimleri ,yönetimin tek elde mutlak bir şekilde var olduğu biçimler,
tanınması istenen bu hakların yöneticinin haklarını kısıtlayacağı bilinciyle bu
isteklere duyarsız kalmışlardır. İsteklerin hızla yayıldığı ve artık duyarsız
kalınamayacağının anlaşıldığı durumlarda yöneticiler kısmi hakları
tanımışlardır. Örneğin; 1215 Magna Carta, Avrupa tarihinde ilk kez
bir kralın yetkilerini sınırlandırırken kral ile halk arasında var olan hakları
belirttiği için bir “anayasa” niteliği taşımakta idi. Avrupa’daki ilk
demokratik hareket olan Magna Carta, haklarının daha belirgin şekillerde
tanınmasını isteyen kitlelerin bunu başarabildiklerinin kanıtı olmuş, hiç
şüphesiz bu uğurda çabalayanlara umut ışığı olmuştur. Demokrasinin gelişi ancak
1787 Amerika Anayasası ve 1789’da Fransa’da ilan edilen Yurttaş ve İnsan
Hakları Beyannamesi ile gerçekleşebildi. Fransız Devrimi’ne giden yolda temel
teşkil eden bu bildiri, insanları eşit yaşamaları ve eşit haklara sahip olduğu
fikrinden hareket eder. Toplumsal cinsiyet, erkeği siyasete uygun görürken ve
tüm bu gelişmeler daha fazla erkeğin söz sahibi olması için yapılırken sıra ne
zaman kadınlara geldi?Kadınların ezilmesi, ikinci planda tutulması tarih
boyunca tüm toplumlarda var olan bir durumdur. Kadınlara sergilenen bu tutumun
sebebi ilk günahla ilişkilendirilmiş ve kadının aşağılık bir biçimde
tanımlanmasına sebep olmuştur. Bu tutuma ilk başkaldırı 17. ve 18. Yüzyıllarda
ortaya çıkmıştır. Bu dönemlerde burjuvazinin başını çektiği eşitlik ve özgürlük
mücadeleleri sonucunda tanımlanan anlayışa göre herkes eşitti. Kadınların nu
eşitliğin dışında tutuluşunun farkına varılması 19.yüzyılda gerçekleşti ve
feminizm bu dönemde kitlesel bir hareket haline geldi. Bu uğraşta yoğun çabalar
sarf eden kadınlar mücadeleleri sonucunda elde ettikleri kısmi hakların da
üzerinde erkeklerle eşit haklara sahip olmak için hareketlerine yoğunluk
vermişlerdir. Yaşanan Birinci Dünya Savaşı, erkekleri cepheye sürerken
kadınların üretimde yer almasına sebep olmuş ve kadınlar erkekler gibi
çalışabildiklerini de kanıtlayarak daha fazla hak istemişlerdir. Bu çabaların
sonunda 20. yüzyıla gelindiğinde kadınlara oy hakkı tanınmaya başlanmış ve
kadınlar da siyasi yapı üzerinde söz sahibi olmaya başlamışlardır.
Demokrasi,
tüm vatandaşların devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu
bir yönetim biçimi olduğu halde demokrasinin bir ülkenin yönetim biçimi olduğu
anda tüm vatandaşlara tanınan, yönetimde eşit bir şekilde söz sahibi olma
hakkının başta kadınlar olmak üzere eşit bir şekilde dağıtılmadığını görürüz.
Aydınlanma döneminden sonra haklarına sahip çıkmaya çalışan kitle büyük
uğraşlar vermiş, kısmi olsa da bu haklarını elde etmeyi, yönetimde etkin olan
gücün yetkilerini sınırlamaya başlamışlardır. Günümüzde ise hala sınıf kavramı
konumunu korumakta ve az gelişmiş ülkelerde tam demokratikleşme
sağlanamamıştır. Daha geçtiğimiz haftalarda Suudi Arabistan’da yapılan
seçilerde kadınlar ilk defa aday ve seçmen oldu. Görüldüğü üzere
demokrasinin varlığı tanınan hakların eşit olarak dağıtılması için yeterli
olmuyor. Bireyin siyasette etkin rol oynamakta zorlandığı ülkelerin varlığı
mevcutken ve Suudi Arabistan’da kadınlara seçme seçilme hakkının bu kadar geç
verilmesi tam anlamıyla herkesin eşit haklara sahip olmadığının açık bir kanıtı
olsa gerek.
Stoacılıktan
etkilenen Çiçero, her yurttaşın kendi hak ettiği yerde bulunması gerektiğini
çünkü herkesin değerinin farklı olduğu görüşüne sahiptir. Eğer her yurttaş
kendi hak ettiği yerde bulunursa değişim için bir neden olmayacaktır böylece
istikrar sağlanacak , halk mutlu ve huzurlu bir yaşam sürebilecektir.
Stoa felsefesi mutluluğun, bireyin tanrısal yazgısını kabullenip ona boyun
eğmesine eşitlemiştir böylece toplum, var olan yapısını değiştirme çabası içine
girmeyecek var olan yönetim istikrarlı bir şekilde kendini idame ettirecektir.
Var olan yapının istikrarının önemini vurgulayan Çiçero , herkeste var olan
aklı eşitsiz kullanmaktaki eşitsizliği kabul etmekte ve bu eşitsizlikten
kaynaklanan siyasal ve sosyal eşitsizlikleri doğaya uygun kabul eder. Doğada
var olan hukuk en üstün hukuktur ve herkesin tabii olması gereken bu hukuk
adaleti bizzat kendisi tesis eder.
2010
yılında Arap dünyasında başlayan başkaldırış, Çiçero’nun ve Stoa felsefesinin
savunduğu görüşün aksine, toplumun var olan yapıyı eşitsiz bulduğu takdirde bu
yapıya boyun eğmeyeceği ve üzerinde bulunduğu coğrafyayı derinden etkileyecek
direnişlerle içine bulunduğu yapıyı değiştirmeye çalışabileceğinin açık bir
göstergesidir. Siyasi yapıdan, ekonomik zorluklardan, eşitsizliklerden bıkan
halk, var olduğu öne sürülen yazgısına boyun eğmek yerine bunun bir yazgı
olmadığını, iktidardaki yönetimin bir dayatması olduğunu fark etmiş ve bunu
değiştirmek için protestolarla başladığı eylemlerini bugün silahlı eylemlerle
devam ettirmektedir.
Görüldüğü
üzere değişen siyasi, ekonomik, sosyal yapılar kitlelere bulundukları
durumlardan daha iyi durumlara gelebileceğini göstermiş ve devletlerin var
olduğu tarihten bu yana kitleler siyasi yapıların kararları üzerinde söz sahibi
olma yolunda çeşitli mücadeleler vermiş, vermeye de devam ediyor. Birey, doğal
bir hak olarak topraklarında yaşadığı siyasi yapının , yine o topraklar
üzerinde yaşayanları ilgilendirecek olan kararları verme aşamasında söz sahibi
olmak istemekte, verilmiş veya verilecek olan bu hakkın sürekliliğini hatta
mümkün olacağı takdirde daha da fazlasını istemektedir. Kitleler aklı
kullanmanın eşitsizliğinden değil, herkeste var olan aklın eşitliğinden
yola çıkar. Akıl herkeste vardır ve herkes aklını kullanma yetisiyle
dünyaya gelmiştir. Bu yüzden herkes akıl yoluyla kendi doğrusunu bulabilir var
olan yanlışları, eşitsizlikleri fark edebilir hatta bunlara olabildiğince
müdahale edebilir. Herkesin doğuştan belli bir kadere sahip olduğu ve bu
kadere boyun eğmesi gerektiğinin savunan Stoacı görüş, değişen dünya sistemi
üzerindeki etkisini kaybetmiş, herkesin var olan eşitsizliklere karşı
mücadeleye giriştiği, bu uğurda can kayıplarının dahi yaşandığı bir akıma
yerini bırakmıştır. Çiçero’nun savunduğunun aksine kimse hak ettiği
düşünülen konumda durmuyor, hak ettiğini düşündüğü konum için herkes birtakım
mücadeleler veriyor.
Ülkemizde
2013 yılında yaşanan Gezi Parkı olayları ağaçların kesilişine karşı bir tepki
olarak başlıyor görünse bile arka planında yönetimden duyulan
rahatsızlık, yönetime gerekli karşı çıkış tavırları sergileyemeyen
muhalefet partilerine tepki, basının yansız olmayışından duyulan rahatsızlık
vardı. Bu memnuniyetsizlik toplumun belirli bir kısmıyla ilgili değildi. Basına
yansıyan karelerde görüldüğü üzere farklı görüşlerden pek çok insan bu direnişi
beraber gerçekleştirmiş aynı saflarda yer almış, yan yana iken ellerinde kendi
partilerine ait bayrakları tutabilmiştir. Toplumun büyük kısmının katılımıyla
gerçekleşen eylemler, sorunun sadece bir bölüme ait olmadığını, ülkemiz
topraklarında yaşayan herkesin ortak sorunlarının dile getirilişi olması
bakımında Türkiye tarihi için oldukça önemli bir başkaldırıştır. Gerek halkın
gerekse sivil toplum kuruluşlarının desteğini alan bu direniş sert tepkiyle
karşılaşmış bu tepkiler sonucu hayatını kaybedenlerin bile olduğu bir utanç
tablosu haline gelmiştir.
Muhalefet
partileri, iktidar partilerinin yanlışlarının belirtilmesi ve hataların
onarılması, farklı tabanların mecliste varlığı ve temsili için oldukça
önemidir. Ülkemizde görevlerinin gereğini yerine getirmeyen veya baskılar
yüzünden yerine getiremeyen muhalefet partilerinin yok sayılması halkın
dikkatinden kaçmamış, ülkenin bir diktatör tarafından yönetildiği izlenimi
yaratmıştır. Seslerini duyuramadıklarını, yok sayıldıklarını,
önemsenmediklerini düşünen kitleler birleşerek aslında var olduklarını
göstermiş, seslerini duyurmuş ve böyle düşünenlerin yalnızca kendileri
olmadığını arkalarında onlar gibi düşünen yüz binlerce insan olduğunu göstermiş
büyük kitleleri de arkalarına alarak inanılmaz bir direnişin örneği
olmuşlardır. Farklı dinlerden pek çok insan aynı sorun etrafında birlik olmuş,
anlamak isteyene çok derin bir mesaj vermiştir aslında. Devletin salt çıkarlar
ve ortak amaçlar üzerine değil hukuk bağları üzerine oturtulmasını savunan
Çiçero’nun bu görüşünden hareketle aslında kitlelerin, yönetimde
olanların kendi çıkarlarını gözetmelerine ve geride kalanları görmezden
gelmelerine tepki olarak toplanmalarını düşünsel bir temele oturtmak ve
kitlelerin direnişlerine anlam getirmek mümkün. Aynı şekilde toplum , Çiçero
gibi, otoritenin güç yerine hukuk üzerine temellenmesini ve hukuk ile bezenen
bu otoritenin halkın gücü olması gerektiğini savunmuş, devletin şiddeti
meşrulaştıran bir aygıt oluşuna tepkisini belli etmiştir. Halk, kendini emanet
ettiği yönetimin ortak çıkarları savunmasını, iktidarda olmanın verdiği gücü
yönetenlerin kendi çıkarlarını gözetmek içi değil halkın ortak çıkarlarını
gözetmek için kullanmasını ister. Çiçero’nun belirttiği üzere
cumhuriyet/devlet, kişilerin bir halk oluşturması, bir hukuk/adalet fikrine
göre anlaşma içinde olmalarıyla mümkündür bu nedenle halk cumhuriyetin/devletin
güvenliğinin vazgeçilmez bir unsurudur. Halkın her kesiminin çıkarlarının
gözetilmesi, ortak iyinin gözetilmesi ve alınan kararların o topraklar üzerinde
yaşayanlara danışılması yönetimin başlıca görevleri arasında yer alır. Halkın
güvenini kazanamayan hükümetlerin istikrarı tehlike altında demektir.
Görüldüğü
üzere gerek Ortadoğu olsun gerek Türkiye Cumhuriyeti olsun, kitleler belirli
bir notadan sonra patlama eşiğine gelir ve olacakların önüne hiçbir şiddet
tekeli geçemez. Bu patlama ister kendini ateşe veren pazardaki bir satıcı olsun
gerekse ağaçların sökülmesine tepki gösteren bir grup olsun. Bu tür olayların
arka planında yönetimden duyulan bir memnuniyetsizlik bir dışlanmışlık varsa,
bir ya da birkaç kişiyle başlayan bu olayların önüne devletin meşru şiddet
organları bile geçemez. Bugün Suriye’de olduğu gibi Arap Baharı ile başlayan olaylar
silsilesi bir iç savaşı da beraberinde getirmiştir. Öyle ki rejim karşıtı
hareketler güç kazanmış, muhalif güçlerle rejim güçleri arasında çıkan
çatışmalar şehirleri yaşanmayacak hale getirmiştir. Şehirlerini evlerini terk
etmek zorunda kalan milyonlarca insan ,başta Türkiye olmak üzere, çeşitli
ülkelere sığınmışlardır. Çiçero için yasa ve hak eşitliği hem tüm yurttaşların
eşitliğinin sağlanmasında hem de siyasal toplumun bir arada tutulmasında önemli
unsurdur. Eşitliğin olmadığını düşünen, önemsenmediğini hisseden halk
yığınlarının başlattığı hareketlerin kitlesel boyut kazanması olayın öneminin
anlaşılması ve eşitsizliğin kaynağı olarak işaret edilen yapılanmaları önüne
geçilmesi açısından farklı şekillerde verilen bu tür mesajlar oldukça önem arz
eder. Bireyin bu tür karşı çıkışlarla siyasi yaşamda elde etmeye çalıştığı rol,
kendinde olması gerektiğini düşündüğü roldür yani onun hakkıdır. Peki bu haklar
zaten bireyde olması gereken haklarsa niçin başkaları tarafından bireylere
verilir? Bireyin siyasetteki rolünü kim belirler?
Başkan,
kral, imparator, iktidar partisi vs yönetme işinin başında kim varsa bireyin
siyasetteki rolünü bu kişiler veya kurumların belirlediği görüşü yaygındır.
Yapılan, düzenlenen anayasalar veya yasalar bireyin siyasetteki rolünü belirler
ve bu anayasalar veya yasalar, yönetimde olan kişilerin veya kurumların
kontrolünden geçerek son elde yönetim biçiminin ne olduğuna bağlı olarak
değişik kurumlarca onaylanarak yürürlüğe girer. Buradan hareketle bireyin
siyasetteki rolü siyasilerce belirli bir çerçeveye oturtulmuş, onaylanan
yasalarla da resmileşmiş olur. Kendisine uygun görülen bu rolü yeterli bulmayan
bireyler temsil edildikleri partilerin veya kuruluşların aracılığıyla bu
memnuniyetsizliklerini dile getirerek sorunlarına uygun şekillerde çare bulmaya
çalışır.
Görmezden/duymazdan
gelinen, umursanmayan kitleler protestolarla, mitinglerle işleri biraz daha
ilerleterek yaptıkları eylemlerin basın organları yoluyla yönetimdekilere
ulaşmasını ister. Hiçbir şekilde sorunlarına çözüm bulamayanlar ise ülkemizde
olduğu gibi alakasız görünen bir olayın arkasında bunca zaman yok sayılmanın,
umursanmamanın öfkesini taşır ve en müsait ortamda/durumda beklenmeyecek
patlamaların meydana gelmesine sebep olabilir. Artık Çiçero’nun aksine kitleler
oldukları yerde kalmak itemiyor, eşitsizliğe tahammül edemiyor hale geliyor ve
bu da kitlesel halk hareketlerini de beraberinde getiriyor. Çiçero,
halkın yöneticilerinin seçimle iş başına gelmesi fikrinde sonuna kadar haklı
olmakla birlikte en iyi yurttaşların seçim yapması gerektiğini belirterek büyük
bir eşitsizliği de bu savının arkasına yerleştirmektedir.
Yaşanan
devrim niteliğindeki halk ayaklanmalarından, silahlı direnişlerden, ideolojik
savaşımlardan da anlaşılacağı üzere bireyler değişen dünya ile birlikte
ellerinde tutabilecekleri en adil ve en eşit şartlarda siyasi hayatta rol almak
istiyor ve yok sayılmaya tahammül edemiyor. Elbette Çiçero’nun Roma Cumhuriyeti
döneminde ortaya attığı fikirlerin günümüzde de tamamen yol gösterici olduğunu
söylemek, böyle bir iddiada bulunmak anlamsız olacaktır. Bir siyaset adamı olan
Çiçero elbette yöneticileri üstün tutacak ve yöneticileri seçme rolünü herkese
bahşetmeyecektir. Fakat yöneticilerin seçim yoluyla başa gelmesi gerektiğini
savunması da göz ardı edilebilecek bir şey değildir.
Var
olduğu düşünülen hiçbir eşitsiz durum karşısında sessiz kalmayacağını
insanoğlu devletin kurulduğu ilk zamanlardan belli etmiştir. Pleblerin
ayaklanması, On İki Levha Yasası, Magna Carta, Boston Tea Party , Fransız
Devrimi gibi yerel ve küresel çapta kimi olaylar bireyin dahil olmak
istedikleri siyasi yaşama ulaşma yolunda birer adımdı. Her adım kendinden
sonra gelecek olan olayların önünü açtı, her olayın sonucu kendinden sonra
gelecek olayın nedenlerinden oldu. Bireyin siyasi yaşamda olmak için verdiği
çabaların hepsi bir sonraki için deneyim oldu. Eskiye kıyasla bireyin
haklarının peşine düştüğü ve eski konumundan ,siyasi olarak, daha iyi
yerlerde olduğunu söylerken gelişimleri büyük devletlere oranla daha yavaş gerçekleşen
devletlerin varlığını da göz önünde bulundurmalıyız.
Bireyin,
siyasetteki rolü tarihin sahnelerinde farklı zamanlarda, farklı topraklarda,
farklı kişilerce kimi zaman isyanlar veya devrimler sonucunda kimi zaman ise
demokratik yollarla değişiklik göstermiştir. Kendisini ve yaşadığı toprakları
ilgilendiren kararların alınması aşamasında yok sayılmayı kabullenemeyen birey,
ülkemizde ve Ortadoğu’da olduğu gibi tepkisini, isyanını, direnişini bir
şekilde gün yüzüne çıkaracak ve bu uğurda verdiği mücadeleler tarihteki yerini
alırken umudumuz Çiçero’nun herkese eşit olarak verildiğini ifade ettiği
aklın, yöneticilerce kendi çıkarları için değil, yönetilen topraklarda
yaşayanların çıkarlarını esas alarak kullanmasıdır.
İrem DEĞERTEKİN, Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü