İLGİLİ
HABER LİNKİ : http://www.hurriyet.com.tr/siyaset-hocasi-baris-unluye-teror-davasi-40048123
Siyaset hocası Barış Ünlü’ye ‘terör davası’ Mesut Hasan BENLİ / ANKARA
ESKİ bakanlardan Fikret Ünlü’nün oğlu, Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Barış Ünlü
hakkında hocası olduğu dersin final sınavında, ‘Abdullah Öcalan’a ait iki metni
karşılaştırarak, Kürt sorunun geçirdiği dönüşümü’ öğrencilerine sorduğu
gerekçesiyle ‘terör örgütü propagandası yapmak’, ‘suç ve suçluyu övmek’ten dava
açıldı.
İddianameye göre, Yrd. Doç. Dr. Ünlü, hocası olduğu ‘Türkiye’de
Siyasal Hayat ve Kurumlar -1’ isimli dersin final sınavında, öğrencilerine şu
soruyu yöneltti: “Abdullah Öcalan’ın yazmış olduğu, 1978 tarihli Kürdistan
Devrimi’nin Yolu/Manifesto başlıklı broşür ile 2012 tarihli Ortadoğu’da Yeni
Sistem İnşası Olarak Demokratik Modernite başlıklı yazıyı; sömürge, ulus-devlet,
devrimci şiddet, demokrasi gibi kavramlara/olgulara olan yaklaşımları
bağlamında kıyaslayınız. Bunu arada geçen 34 yıl boyunca Dünya’da ve Türkiye’de
yaşanan değişimleri ve Kürt hareketinin/Kürt toplumunun yaşadığı dönüşümleri
içerecek şekilde yapınız.”
SORU SORARAK ÖVDÜ
Yapılan ihbar üzerine savcılık, sınav sorusu nedeniyle Ünlü
hakkında 7 yıla kadar hapis talebiyle dava açtı. İddianamede, iki metne ilişkin
analizler yapıldıktan sonra, sınav sorusuyla Öcalan’ın övüldüğü iddiasına da
yer verilerek, “Bu sınavda soruya konu olan kişi ile ülkemiz için yakın ve
ciddi tehlike teşkil eden, şiddet olaylarıyla polis, asker, doktor, çocuk olmak
üzere toplumun her kesiminden insanları öldürmekte beis görmeyen PKK/KCK
örgütünün sözde önderlik olarak tanıdığı kişinin düşüncelerini meşrulaştırmaya
yönelik, onun siyasal bir önder olduğunu zihinlere kazımaya dayalı soru
sorulmuş, terör örgütü propagandası yapılmış, ağırlaştırılmış müebbet hapse
çarptırılmış olan örgüt lideri övülmüştür” denildi. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde,
yarın yapılacak ilk duruşma öncesinde Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanlığı,
dosyaya gönderdiği akademik görüşünde, metinlerin birçok bilimsel çalışmada
kullanıldığını hatırlatarak, akademik özerlik ve ifade özgürlüğü vurgusu yaptı.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Prof. Dr Türkan Sancar, akademisyenler
Prof. Dr. Yaman Akdeniz ve Kerem Altıparmak ise dosyaya sundukları bilimsel
mütalaalarında ifade özgürlüğünün ihlal tehlikesine dikkat çekti.
Yrd. Doç. Dr. Barış Ünlü
Sınavda
sorduğu soru nedeniyle hakkında Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 7 yıla kadar
hapis istenen ancak 3 Şubat’taki duruşmada beraat eden Siyasal Bilgiler
Fakültesi-Mülkiye öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. R. Barış Ünlü’nün mahkemede
yaptığı savunmayı yayımlıyoruz.
“Sayın Heyet,
Burada bulunma sebebimin üniversite özerkliği ve
akademik özgürlük meseleleriyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla
savunmamı bilimsel ve akademik özgürlük kavramları etrafında yapacağım. Bunu
genelden özele giderek yapmayı amaçlıyorum. Bilimin ve bilimsel özgürlüğün ne
olduğuyla ve bunların devlet ve toplum tarafından zaman zaman neden tehlikeli
görüldüğüyle başlamak, sonra davaya konu olan dersimin bu bağlamda ne anlama
geldiğiyle devam etmek ve dersimle ilgili açılan davanın bir bilim insanı
olarak beni nasıl etkilediğiyle bitirmek istiyorum.
Bilim insanlarıyla devlet ve toplum arasında
dünyanın her yerinde bir gerilim mevcut, çünkü bilimin değerleri ve idealleri
ile devlet ve toplumun değerleri ve idealleri arasında uyumsuzluk ortaya
çıkabiliyor. Bir ideal olarak bilimin ulusal, etnik ve dini sınırları yok.
Bilimin evrenselliği derken kastedilen de bu. Bir meseleyi anlamasını
zorlaştıran veya bir şeyi görmesini engelleyen her sınırı aşmak istiyor. Ayrıca
örneğin astronomi, biyoloji, tarih ve sosyoloji bilgisi bu sınırların
geçiciliğini ve göreliliğini de göstermektedir. Örneğin bir doğa bilimcisi
zannedildiği gibi dünyanın evrenin merkezinde olmadığını ve evrenin 5-6 bin
yıllık değil, milyarlarca yıllık bir tarihi olduğunu ya da insan vücudunun bu
haline evrim sürecinde geldiğini iddia edebilir. Bu sınır tanımayan fikirler
doğal olarak devlet ve toplumun tepkisini çekti çünkü bu fikirler dünyanın ve
insanın evrendeki biricikliği gibi alışıldık ve konforlu düşünceleri sarstı. Bu
nedenle bu fikirleri ortaya atanlar cezalandırıldı ya da cezalandırılmak
istendi. Fakat bu fikirler nihai olarak bilimsel doğrular haline gelmiş ve
kabul görmüşlerdir.
Sosyal bilimler, doğa bilimlerine kıyasla, devlet ve
toplum nazarında daha da tehlikeli olabiliyorlar çünkü temel analiz nesneleri
devlet, toplum ve bireydir. Sosyal bilimlerin en önemli uğraşlarından birisi
iktidar ilişkileri ve güç eşitsizlikleridir, çünkü güç eşitsizliği bir meseleyi
görmeyi ve anlamayı zorlaştıran belki de en temel faktör. Bu anlamda sosyal
bilimler, örneğin, devlet, din, ulus, aile gibi çıkarsızlık atfedilen, yani
çıkarların değil fedakârlığın ve diğerkâmlığın hüküm sürdüğü düşünülen
kurumların ne gibi çıkarlara dayandığını; bir devletle o devletin sınırları
içinde yaşayan halklar arasındaki iktidar ve baskı ilişkilerini ve o sınırlar
içinde yaşayan halklar arasındaki ekonomik, politik ve psikolojik
eşitsizlikleri; farklı toplumsal sınıflar arasındaki baskı ve sömürü ilişkilerini;
farklı cinsiyetler arasındaki baskı ve sömürü ilişkilerini; kişinin kabahati
gibi görünen “başarısızlıkların ve sorunların” toplumsal ve tarihsel
nedenlerini incelerler. Bütün bunları yaparken, bu eşitsizlikleri normal ve
doğal gösteren ya da görünmez kılan söylemleri, ideolojileri, inançları da
deşifre ederler. Özetle siyasal, askeri, ekonomik, sembolik ve kültürel
iktidarları ve bu iktidarların uygulanma biçimlerini analiz ederler.
Güçlülerin sosyal bilimleri potansiyel olarak
tehlikeli bulmasının başlıca sebebi işte bu. Tabii bilimden sadece güçlüler
rahatsız olmuyor; düşünsel ve duygusal konforunu bozmak istemeyen güçsüzler de
rahatsız olabiliyor. Ayrıca bir alanda güçsüz olan ve sömürülen kişi, diğer bir
alanda güçlü ve sömürücü olabilir. Örneğin fabrikada patronuna karşı güçsüz
olan erkek işçi eve geldiğinde eşine ve çocuğuna karşı güçlü olabilir.
Dolayısıyla aynı kişi güçsüz olduğu alandaki iktidar ilişkilerinin analizinden
memnun olabilirken, güçlü olduğu alandaki ilişkilerin analizinden rahatsız
olabilir.
Bilim insanıyla devlet ve toplum arasındaki bu
gerilimler nedeniyle, bilim insanları son birkaç yüzyıldır devletten ve
toplumdan çeşitli şekillerde baskı gördüler ve bu baskıyı aşmak için de
dünyanın her yerinde mücadele verdiler ve hala veriyorlar. Bu mücadelede
onlara, çıkarı bilimlerin gelişmesinden yana olan toplumsal gruplar da destek
verdi. Sonuçta, belli bedeller de ödenerek, bilim insanları kendi mesleklerine
dair belli bir özerklik kazanabildiler. Üniversite özerkliğini, hem devletten
hem de toplumdan özerk olma ve kendi çalışma kurallarını ve yöntemlerini
kendisinin belirleme gücü olarak tanımlayabiliriz. Özellikle Batı ülkelerindeki
bilim dünyası bu özerkliğini büyük ölçüde kurumsallaştırmış durumda. Özerkliğin
kurumsallaşması, özerkliğe devletin ve toplumun saygı göstermesi anlamına
geliyor. Bu saygı sayesinde bilim kurumları özerk kalabiliyor. Demek istediğim
Batı dünyasında da bilim insanlarıyla devlet ve toplum arasında gerilim
olabilir, fakat bu gerilimi, üniversitelerin özerkliğine müdahale etmenin bir
bahanesi olarak kullanmıyorlar. Tam tersine, üniversite özekliği fikrinin
arkasında bu gerilimin var olduğu tespiti var. Gerilim olmasaydı özerkliğe de
gerek olmayabilirdi. İşte bu nedenlerle, bilimsel başarıların büyük çoğunluğu,
hem doğa bilimlerinde hem de sosyal bilimlerde, bu özerkliği sağlamış ve
kurumsallaştırmış ülkelerden çıkıyor. Çünkü bu ülkelerde, sadece birkaç bilim
kahramanı değil, sayısız bilim insanı kendi kural ve yöntemlerine göre
çalışabiliyor.
Türkiye gibi akademik özgürlük ve üniversite
özerkliğinin kurumsallaşmadığı, yani bu ideallerin devletten ve toplumun büyük
kısmından yeterince saygı görmediği ülkelerde ise, gerçek anlamda bilimle
uğraşmak ancak belli bir özerkliği sağlayabilmiş sınırlı sayıda akademik
kurumda mümkün olabiliyor. Türkiye’de bilimsel başarının büyük bir bölümü de
doğal olarak bu az sayıdaki üniversiteden çıkıyor. Özerkliği olmayan
üniversitelerde çalışan bilim insanları, ne kadar yetenekli ve bilgili
olurlarsa olsunlar, istedikleri ve gerektiği gibi çalışamıyorlar çünkü baskı
altındalar. Hem devletten hem de toplumdan baskı görebiliyorlar. Bu baskılara
direnmek için bilim insanlarının birer kahraman olması gerekmektedir, ki
kahramanlar baskıcı her yerde olduğu gibi Türkiye’de de çıkıyor. Fakat birkaç
kahraman insanla bilim yeterince gelişemiyor.
Benim çalıştığım AÜ Cebeci Kampüsü ve özel olarak
Siyasal Bilgiler Fakültesi, şimdi ayrıntısına giremeyeceğim tarihsel süreçler sonunda,
devletten ve toplumdan belli bir özerklik sağlamış yerler. Bu nedenle bu
kampüste bilimle başarılı bir şekilde, yani evrensel standartlarda uğraşmak
için kahraman olmaya gerek yok. Özgür bir şekilde kendi alanlarında
çalışabildikleri için çok sayıda başarılı bilim insanı ortaya çıkabiliyor.
Demek istediğim, bu kampüste iyi çalışmalar yapabilmek için cesur olmaya ve
hatta çok yetenekli olmaya gerek olmadığıdır. Kurumsal güvencenin ve özerkliğin
sağlandığı yerde, “korkak” bir insan da başarılı olabilir, yani görünmeyenleri
ve görünmesi istenmeyenleri başarıyla bulup görünür ve anlaşılır kılabilir.
Cebeci Kampüsü’nde ve Türkiye’deki benzeri diğer kampüslerde böyle çok sayıda
insan var, ama bunlara benzemeyen üniversitelerde çok yok, çünkü oralarda kahraman
olmak gerekiyor.
Şimdi davanın konusu olan dersime ve sınav sorusuna
gelmek istiyorum. “Türkiye’de Siyasal Hayat ve Kurumlar I” adlı seçmeli dersi
AÜ SBF’de Uluslararası İlişkiler Bölümü’ne 5 yıldır ben veriyorum. İkinci dönem
ise “Türkiye’de Siyasal Hayat ve Kurumlar II” adıyla başka bir öğretim üyesi
veriyor. Bu ders yine iki dönemlik olmak üzere Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
Bölümü’ne de farklı öğretim üyeleri tarafından veriliyor. Ders genel olarak,
adının ima ettiği üzere, Osmanlı ve Türkiye tarihiyle ilgilidir, fakat dersin
spesifik içeriği ilgili öğretim üyesinin önemli gördüğü veya vurgulamak
istediği temalar, konular ve sorunlar etrafında belirlenmektedir.
Ben kendi dersimde, son iki yüz yıllık
Osmanlı-Türkiye tarihini Ermeni ve Kürt Meseleleri üzerinden işliyorum. Dersi
bu şekilde işlememin nedeni, bu iki meselenin modern Osmanlı-Türkiye tarihini
derinden etkilemiş ve şekillendirmiş meseleler olduğuna dair sahip olduğum
bilgi ve düşüncedir. Ermeni ve Kürt meseleleri yüzbinlerce insanın ölümüne ve
yerinden edilmesine neden olmakla sınırlı kalmadı. Aynı zamanda Türkiye’de
sınıfsal yapıyı ve mülkiyet ilişkilerini; toplumsal sınıflar arası ittifakları;
milliyetçilik, İslamcılık ve Marksizm gibi modern ideolojileri; devletin resmi
ideolojisini; kamu kurumları ve sivil toplum örgütlerinin kuruluşunu ve
işleyişini ve bu oluşumların birbirlerine eklemlenme biçimlerini; entelektüel
hayatı; bireylerin duygu ve düşünce dünyalarını; bireylerin toplumsal ve
kurumsal rollerini ve bireylerin belli konulara ilişkin inkâr, ilgisizlik ve
bilgisizlik stratejilerini; Anadolu’da yaşayan farklı halkların kolektif
psikolojilerini ve bu halklar arasındaki duygusal ve düşünsel uçurumları
şekillendirmiştir ve halen de şekillendirmektedir. Dolayısıyla bu iki meselenin
farklı boyutları ve sonuçları anlaşılamadan modern Osmanlı-Türkiye tarihini
analiz etmek mümkün olmadığı gibi, toplumu karşıt kamplara ayıran ve sayısız
insanın hayatına mal olan çatışmalarının çözümünü bulmak da mümkün değildir.
İşte verdiğim dersin amacı, öğrencilere bu görüş ve analiz yeteneğini
kazandırmaktır. (Bahsedilen iki meselenin Türkiye tarihinin büyük bölümünde
birer tabu olması, başka bir deyişle üzerlerine özgür, eleştirel ve yaratıcı
bir şekilde düşünülmesinin ve araştırma yapılmasının devlet ve çoğunluk
tarafından hoş karşılanmaması, bu konuların öğrenilmesini ve tartışılmasını
özerk üniversiteler için bir bilimsel sorumluluk haline de getirmektedir.)
Özetlediğim şekilde formüle edilen ve işlenen bu
derste dönemsel olarak 1980’lere geldiğimizde ise, ki bu genelde vize sınavı
sonrasına tekabül ediyor, dersin odağı doğal olarak Kürt meselesinin kazandığı
silahlı boyuta ve savaşın siyasal, toplumsal ve psikolojik sonuçlarına kayıyor.
Sadece Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadığı yerleri değil, bütün Türkiye’yi
çeşitli biçimlerde derinden etkileyen bu süreci analiz edebilmek için bazı
temel metinleri bilmek şarttır. Bu metinler arasında Abdullah Öcalan’ın yazdığı
metinler belki en önemlileridir. Bunlar okunmadan ve bilinmeden, örgütün nasıl
ortaya çıktığı, başlangıçta neden silahlı bir yöntemi seçtiği, zaman içinde
nasıl evrildiği ve bir yöntem olarak şiddeti gündeminden çıkartmayı neden
tartışmaya başladığını anlamak mümkün değil. Dolayısıyla, Kürt Meselesi’nin son
kırk yıldır Türkiye tarihini ve toplumunu nasıl etkilediğine dair sürdürülen
her bilimsel ve akademik faaliyet (tez, makale, kitap, konferans, ders vb.)
için, Abdullah Öcalan’ın yazdığı metinler çok önemli kaynaklardır. Bu önem, o
metinlerin değerli olup olmamasından bağımsızdır. Başka bir deyişle, o
metinleri değersiz bulan bilim insanı da değerli bulan bilim insanı da, eğer o
metinler önemliyse, o metinlerden yararlanmak durumundadır. Bu kaynaklardan
toplumu ve bireyleri rahatsız edebilir diye yararlanmamak ya da devlet bu
kaynakları “sakıncalı” buluyor diye bunlar hakkında tartışmamak bilimsel bir
tutum olamaz, çünkü genel olarak bilim etiğinin en önemli ilkelerinden biri ele
alınan bir meseleyi anlamak açısından önemli olan her bilgiyi kullanmak ve
paylaşmaktır, yani o bilgiler yokmuş gibi davranmamaktır. Dolayısıyla ben o
metinleri öğrencilere okutmasaydım, bu akademik etikten büyük bir ödün vermek
demek olacaktı. Bir anlamda mesleğime ve öğrencilerime sadakatsizlik göstermiş
olacaktım.
Benimle ilgili iddianamenin hukuki ayrıntılarına
girmek istemiyorum, bunu avukatım yapacak. Fakat bir noktaya değinmeden
edemeyeceğim. İddianame benim okuttuğum metinler ve sorduğum sınav sorusuyla
kampüste olduğu iddia edilen şiddet ortamı arasında bir bağlantı kuruyor. Bu
iddia olgusal olarak geçersizdir. Fakat bundan önemlisi, iddianame şunu gözden
kaçırmakta veya görmezden gelmektedir: Şiddetin nedenini öğrenmek kişiyi şiddet
yanlısı yapmaz. Şiddeti ortaya çıkaran nedenleri anlamak, tam tersine, kişiyi o
nedenleri ortadan kaldırmaya yönelik bir arayışa itmektedir. Şiddetin nedeni
anlaşılmadan sadece şiddetin kendisine odaklanılırsa, o zaman karşınızda sadece
imha edilmesi gereken bir düşman, bir şeytani insan görürsünüz. Bu anlamda,
bilim insanlarının, özellikle mesleğinde evrensel standartlara uyan bilim insanlarının
dünyanın her yerinde barış yanlısı insanlar olmaları tesadüf değil. Çünkü onlar
damgalamaktan ve yargılamaktan ziyade anlamaya çalışıyorlar.
Bugün yargılanıyor olmamı işte burada anlatmaya
çalıştığım akademik özgürlük ve üniversite özerkliği fikirlerine, yani
akademinin kendi evrensel kurallarına göre çalışması fikrine, saygı
duyulmamasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Dersim ve sınavda sorduğum soru ilk
önce, çok satmayan ama toplumun çoğunluğunun dini ve milli hassasiyetlerini
temsil ettiğini iddia eden Vahdet Gazetesi tarafından manşete taşındı. Bu
gazetede yayımlanan yalan ve iftira dolu yorum-haber, dersimi üniversitenin
özerk ve güvenli alanından alıp çoğunluğun önüne taşıdı, beni hedef gösterdi.
Sonra devleti ve kamuyu temsil eden savcılık, hakkımda ilk önce soruşturma
sonra da dava açtı. Bir başka deyişle, savcılık basın etiğine uygun olmayan bir
haberi önemseyerek ve ciddiye alarak karşınıza beni şüpheli sıfatıyla getirdi.
Böylece, şahsımın akademik özgürlüğüne, ama tabii daha genel olarak bütün
sosyal bilimcilerin akademik özgürlüğüne müdahale etti. Bunun, böyle bir dersin
verilebildiği, hem de özerklik olduğu için korkmadan verilebildiği AÜ Siyasal
Bilgiler Fakültesi’ne ve benzeri özerk kurumlara yönelik bir saldırı olduğunu
düşünüyorum.
Son olarak, bu saldırının kişi olarak beni nasıl
etkilediğine değinmek istiyorum. Daha önce de ima ettiğim gibi, ben korkusuz
bir insan değilim. Bilimsel faaliyette bulunmak için cesaretin gerekmediği bir
kurumda çalışıyorum. Fakat hakkımdaki bu iddianame düzenlenerek, Vahdet
Gazetesi’nden gelen saldırıya karşı beni korumayıp tam tersine medya organının
haber içeriği bir anlamda onaylanarak, belli bir doğallık ve kendiliğindenlik
içinde sürdürdüğüm bilimsel faaliyetlerime darbe vuruldu. Artık kendimi yeterince
güvende hissetmiyorum, hatta dersimi alan öğrencilerin güvenliği için bile
endişelendiğim zamanlar oluyor. Yakınlarım başta olmak üzere, çevremden sürekli
uyarı alıyorum, bu işleri bırakmam isteniyor. Şimdilik bırakırsam sonra devam
edebileceğim söyleniyor. Bütün bunlar, yani devletten, medyadan ve yakın
çevremden gelen farklı türden baskılar, üzerimde ciddi bir tazyik yaratıyor. Bu
basınç da oto-sansür yapmayı düşünmeme yol açıyor. Bana yapılanları gören çok
sayıda genç araştırmacının da bilimsel faaliyetlerinden belki daha başlamadan
ödün verdiklerini tahmin edebiliriz.
Bu tarz baskıların bilim açısından en olumsuz sonucu
bir düşüncenin açıklanmasını engellemesi değil, o düşüncenin oluşmasını
engellemesidir. Yani bilim insanı belli konulara hiç girilmemesi gerektiğini
görerek ve sezerek, kendi zihninde o konulara dair belli düşüncelerin
oluşmasına da engel olur. Aksi halde, varolan bir düşüncesini açıklamamak
kişinin kendisine dair öz saygısını yitirmesine sebep olurdu. Öz saygıyı
korumak adına, belli konularla hiç ilgilenmemek, belli konularda hiç düşünmemek
en iyisidir. Türkiye’de örneğin Ermeni ve Kürt meselelerine ilişkin
üniversitelerde dahi bu kadar az düşünülmesinin temel nedeni kanımca budur.
Bu hedef gösterme ve yargılama sürecinin beni
kişisel olarak etkilediği ikinci bir boyut var: Yaklaşık bir yıldır gazete
manşetleriyle, soruşturmayla, davayla, siyasetçilerin medya üzerinden
akademisyenlere yönelttikleri tehditlerle uğraşıyorum/uğraşıyoruz, bunlar bazı
günler tüm mesaimi alıyor. Bilimsel faaliyetlerin konsantrasyonla ve dış
etmenler tarafından rahatsız edilmeden yalnız ve sakin vakit geçirebilmekle ne
kadar ilgili olduğu düşünülürse, bütün bu sürecin akademik özgürlüğe bu anlamda
da darbe vurduğu görülecektir. Yani benim sakin bir kafayla çalışabilme
özgürlüğüme de müdahale edildi. Zihnim uzun zamandır tam bir kaos halinde.
Sakinliğini bütünüyle yitirdi. Artık doğru dürüst düşünemiyor, odaklanamıyor,
okuyamıyor, yazamıyorum.
Elbette bu bahsettiklerim sadece benim sorunlarım
değil. Bugün Türkiye’de binlerce akademisyen benzer sorunlarla boğuşuyor çünkü
Türkiye’de akademi çok yönlü ve çok boyutlu bir saldırı altında. Bazı
kampüslerin ahlaksızlık veya terör yuvası olduğu söyleniyor ve bu
üniversitelere orduyla bile girilebileceğinden bahsedilebiliyor. Evrensel
olmaya çalışanın, yerli ve milli hassasiyetlere uymadığı, imha edilmesi
gerektiği söyleniyor. Düşünce insanları toplumuna yabancı olmakla
eleştiriliyor. Dolayısıyla bilim insanıyla toplum arasında her zaman var olan
gerilim, devlet ve medya aracılığıyla iyice kaşınıyor, böylece de toplumun
üniversiteye duyduğu sınırlı saygı iyice azaltılıyor. Üniversite ve bilim
insanları suçluymuş gibi, ahlaksızmış gibi, hainmiş gibi, teröristmiş gibi
gösteriliyor ve böylece saldırıyı hak eden insanlar olarak saldırıya açık hale
getiriliyorlar. Hakkımdaki iddianameyi de bu çerçevede değerlendiriyorum.
Savunmamı burada noktalıyorum.
Yard. Doç Dr. R. Barış Ünlü
A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi”