SAVAŞLAR DOSYASI : Hamas-İsrail savaşı nasıl bir yeni dünya düzenine işaret ediyor ????

Hamas-İsrail savaşı nasıl bir yeni dünya düzenine işaret ediyor?

Hamas-İsrail savaşı nasıl bir yeni dünya düzenine işaret ediyor ????

 

Yeni dünya düzenini tarif edecek bir tanımlama henüz bulunamamış olsa da, doğuşunda Hamas-İsrail savaşının özel bir yeri olacak. Bu yeni dünya düzeninde kaybedenler arasında Batı da var.

Hamas-İsrail savaşının jeopolitikadaki olası sonuçları tartışılmaya devam ediyor. Internationale Politik Quarterly için Alman uluslararası ilişkiler yorumcusu Jörg Lau’un kaleme aldığı yazıda bu tartışmaya dikkat çekiliyor; Hamas-İsrail savaşının kaybedenleri arasında Batı dünyası da sayılıyor.

 

Yazıdan bölümler aktarıyoruz:

“7 Ekim ve sonuçları yalnızca Ortadoğu çatışması bağlamında anlaşılamaz.

İsrail-Filistin arasında yüzyıllardır süren kendi kaderini tayin hakkı mücadelesi, mevcut gerilimi anlamaya tek başına yeterli değil.

Başvurulan şiddetin aşırılığı ve failler tarafından hayasızca sunulması, bunun asırlık bir savaşın bir başka çatışması olmadığını gösteriyor.

İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin Doğu Avrupa’daki ölümcül eylemlerini anımsatan saldırıların soykırıma varan acımasızlığı, siyasi bir amaca, daha doğrusu siyaset karşıtı bir amaca yönelik. Bu karşılıklı saldırılar aslında, düşmanlar arasında anlaşmanın mümkün olduğu her türlü siyaset biçimini hedef alıyor.

Hamas’ın saldırıları karşısında dünya çapında yaşanan şok, tüm bölgeyi kapsayabilecek daha büyük bir savaş korkusundan da kaynaklandı.

Batı’nın Ortadoğu politikası çöktü

Hamas’ın gerçekleştirdiği katliam bir şeyi kaçınılmaz olarak açık hale getirdi: Batı’nın Ortadoğu politikası çökmüş durumda. Bu durum ABD ve Avrupa Birliği için de geçerli.

İsrail’in Filistinlileri görmezden gelme ve çatışmayı caydırma, yerleşim yerleri inşa etme ve komşu Arap ülkeleriyle yakınlaşma yoluyla yönetme yönündeki genel politikasının ne kadar tehlikeli bir yanılsama olduğu da kanıtlandı.

Bu savaş, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı gibi, hâlâ yeterli bir terim bulamadığımız küresel jeopolitik değişimin bir parçası. Artık blokların, Batı hâkimiyetinin ve Amerika’nın “dünya jandarması” olmadığı “çok kutuplu bir dünya” dan söz ediliyor.

Bu yeni dünya düzeninde birçok güç, daha önce sadece büyük güçlere açık olan kendi çıkarlarını savunma tutumunu takınmak için kendilerini cesaretlendirilmiş hissediyor.

Bu değişiklik, kendi başına mutlak surette kötü bir şey değil. Küresel Güney olarak bilinen bölgedeki birçok ülke, bu çok kutupluluğun daha adil bir küresel güç dağılımına yol açabileceğini umuyor.

Radikal aktörler cesaretleniyor

Ancak bu durumun en radikal aktörleri ve destekçilerini dünya genelinde daha büyük riskler almaya cesaretlendirdiği de artık açık.

Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaş, dış politikada akla gelebilecek her türlü normu zorluyor.

Çin, Tayvan’a giderek daha saldırgan hamlelerle baskı uygulama cesareti buluyor.

Hamas’ı yıllardır destekleyen İran, görünüşe bakılırsa eline bir fırsat geçtiğini düşünüyor.

İran’ın kazançları

ABD hükümeti, İran’ın Hamas saldırısının hazırlanmasında özel bir dahli olup olmadığının hâlâ net olmadığını söylüyor. Ancak kesin olan, Hamas liderleri ile üst düzey İranlı siyasetçiler ve askerî yetkililer arasında önceden toplantılar yapıldığı. İran rejimi de saldırıdan duyduğu sevinci açıkça ifade etti.

Öte yandan İsrail, devletin kuruluşundan bu yana eşi benzeri görülmemiş bir zayıflık içinde. Güney Lübnan’daki Şii milis gücü Hizbullah, yüz binlerce roket stokuyla, İsrail’in tamamını bombalayabilecek kapasiteye sahip. İsrail ordusu Gazze’ye yönelik bir saldırıda ağır kayıplar verirse, İran kuzeyde ikinci bir cephe açmayı tercih edebilir. Bu, İsrail için bir varoluşsal tehlike.

Uçak gemilerini Akdeniz’in doğusuna gönderen ABD, Hizbullah’ı İsrail’e saldırmaktan caydırmak istiyor; bunu yaparken de dolaylı olarak Tahran’ı misillemeyle tehdit ediyor.

ABD çatışmayı kontrol altına almayı başarsa bile İran çok şey başarmış olacak, özellikle de Filistin davasını ele geçirmiş olacak.

Tahran; Gazze, Lübnan, Yemen, Suriye ve Irak’taki vekalet savaşçıları aracılığıyla Arap dünyasında savaş ve barış kararlarını veriyor.

İran, Arap devletlerini, Filistinlilere sempati duyma eğiliminde olan halklarının gözünde de dâhil olmak üzere, kendi bölgelerinde güçsüz, aşağılanmış seyirciler olarak tasvir ediyor.

ABD’nin mantıksız Ortadoğu stratejisi çöktü

İran’a son bir fayda olarak savaş, İsrail ve bazı Arap devletleri arasında yapılan 2020 İbrahim Anlaşmalarına yol açan Washington’un mevcut Ortadoğu stratejisini baltalayacaktır.

Bu strateji üç ön varsayıma dayanıyordu.

Birincisi, İsrail ile Filistinliler arasında iki devletli bir çözümü müzakere etmek mümkün değildir.

İkincisi, bölgedeki temel sorun Filistinlilerin özerkliği değil, İran’ın nükleer programı da dâhil olmak üzere güç arzusudur.

Üçüncüsü, daha önce düşünüldüğünün tersine Filistin sorunu Arap-İsrail gerginliği çözüldüğünde çözülecektir.

Bu mantık, İran ve Hamas’ın, Biden’ın kilit dış politika projelerinden biri olan Suudi-İsrail yakınlaşmasını engelleme çabalarını açıklıyor.

Bu yakınlaşmada iyi bir ilerleme kaydedilmişti. Ancak bu savaşta Filistinlilerin verdiği ağır kayıplar, Suudi-İsrail yakınlaşmasını öngörülebilir bir gelecekte imkânsız kılıyor.

Ancak bazı zaferler, yenilgi gibi görünebilir.

Tahran’ın başarısının bir bedeli var: İran rejiminin dizginlenmesinin bölgenin karşı karşıya olduğu en acil sorun olduğunu çarpıcı bir şekilde doğruladı. Ortak çıkarlar bir gün İsrail ve Suudi Arabistan’ı yeniden bir araya getirebilir.

Tabii İsrail’in Gazze’deki eylemleri bunu imkânsız kılmadığı sürece…

Olaylar karşısında gafil avlanan ve maskesi düşen Binyamin Netanyahu hükümetinin muhakeme yeteneği konusunda ciddi şüpheler var.

İsrail hükümeti, Filistin’de yaratacağı yıkımı umursamadan, kendi başarısızlıklarını azami sertlikte adımlar atarak telafi etme eğilimine girebilir.

Bu hareket tarzı Tahran rejiminin çok işine yarayacaktır.

ABD için büyük bir başarısızlık

ABD için bu savaş, hem diplomatik hem de askerî açıdan büyük bir gerilemedir.

Irak, Afganistan, Libya ve Suriye’deki başarısızlıklarının ardından ABD’nin politikası kendisini Ortadoğu’dan mümkün olduğunca soyutlamak olmuştu.

Washington’un İran politikasının amacı da buydu: Bölgeyi gelecekte riskli müdahaleleri gereksiz kılacak şekilde düzenlemek.

Bunun başarısız olduğu anlaşılıyor.

AB ve Almanya’nın Ortadoğu politikası da çöktü

AB ve Almanya’nın Filistin’e yönelik zımni politikası statükoyu desteklemekti: Önemli insani yardım ve kalkınma projelerinin Batı Şeria ve Gazze’deki durumun yeterince istikrara kavuşmasına yardımcı olması ve böylece iktidardakilerin (sırasıyla Filistin Yönetimi ve Hamas) sorumlu paydaşlar olarak hareket etmesi amaçlanıyordu.

Bu anlayışa göre, Filistin liderliği, Filistin egemenliğine ilişkin maksimalist fikirlere sarılmak yerine, genel nüfusa yönelik iyileştirmelerle kendini farklılaştırmaya teşvik edilecekti.

Bu politika Gazze’de olduğu gibi Batı Şeria’da da başarısız oldu. Bu politika, İsrailli işgalcilerin suç ortağı olarak görülen Filistin Yönetimi’nin itibarını zedeledi.

Alman politikasındaki bu vahim yanlış değerlendirme İran’da da tekrarlandı.

Özellikle eski ABD Başkanı Barack Obama’nın döneminde, İran’ın nükleer programında kaydettiği ilerlemenin ortaya çıkmasıyla birlikte Almanya’nın Ortadoğu’daki diplomasisinin odağı İran rejimine kaymıştı. Ilımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin 2013 yılında seçilmesi müzakere için bir alan açmış gibi görünüyordu. İki yıl sonra nükleer anlaşma imzalandı.

Bu görüşmeler İran’ın yıkıcı bölgesel dış politikasını, terörizme verdiği küresel desteği ya da İsrail’e yönelik soykırım söylemini kapsamıyordu. İran’la ilgili diplomasinin temel ilkesi nükleer programı diğer meselelerden ayırmaktı. İran’ın, yaptırım ve teşviklerin bir karışımıyla, yıkıcı rolünü yavaş yavaş terk etmeye ve bölgeye entegre olmaya ikna edilebileceği umuluyordu. Ancak İran, Suriye, Lübnan, Irak ve Yemen’deki nüfuzundan vazgeçmeye hiç de hazır değildi.

İslam Cumhuriyeti içeride giderek daha sert bir çizgi izledi ve dış dünyaya karşı giderek daha saldırgan bir duruş sergiledi.

Nükleer anlaşmaya varılması, Ortadoğu’da yapıcı bir komşu olma arzusuna dayanmıyordu. Aksine, politikalarında ciddi bir değişiklik yapmayı düşünmeden yaptırımlardan kurtulmayı başararak bir anlamda İran’ın bölgedeki etkinliğini arttırdı.

Tahran, hiçbir sonuca katlanmadan çıkarlarını hem içeride hem de dışarıda acımasızca uygulayabileceğine inanıyor gibi görünüyor.

Tahran’ın bu bakış açısının altında, İran’ın desteğini alan Beşar Esad’ın kendi halkına karşı zehirli gaz kullanmasını Obama’nın cezalandırmaktan vazgeçmesiyle birlikte yaşananlar yatıyor olabilir.

Bu vazgeçişle birlikte Tahran, ABD’nin bölgede düzen sağlayıcı bir güç olarak rolünü sürdürmek için ne arzusu ne de kararlılığı olduğu sonucuna varabildi.

İran, Batı’ya karşı destek sunabilecek Rusya ve Çin gibi yeni diplomatik ortaklar da buldu.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden bu yana Tahran, artık Moskova’nın müşterisi değil silah tedarikçisi. Çin ise şu anda İran petrolünün en önemli alıcısı konumunda. Dahası Pekin, Tahran’ın daha önceki uluslararası parya konumunu hafifleten iki diplomatik girişim başlattı. Mart 2023’te Çin, İran ile Suudi Arabistan arasında bir yakınlaşmaya aracılık etti; Ağustos ayında ise İran’ın Çin’in hakimiyetindeki BRICS+ grubuna katılacağı açıklandı.

Dönüm noktası olacak mı?

Hamas’ın İsrail’e yönelik saldırıları, tüm Batı dünyasının İran politikası için bir dönüm noktasına işaret ediyor.

Wall Street Journal, Hamas ve Hizbullah kaynaklarından İranlı yetkililerin 7 Ekim saldırılarının planlanmasına doğrudan müdahil olduklarını öğrendiğini iddia ediyor.

Bu henüz kesin olarak kanıtlanmamış olsa da, Hamas’ın İran Devrim Muhafızları’ndan ekipman ve eğitim almadan başarılı olamayacaklarına şüphe yok. Nükleer anlaşmanın yeniden canlandırılması düşünülemez hale geldi.

Savaş, Rusya’nın da işine geliyor. Rusya, İsrail’in Hamas’a yönelik saldırısının, Ukrayna’ya yönelik kendi emperyalist saldırısını bir nebze mazur göstereceğini, hatta tamamen gölgede bırakacağını umuyor olabilir.

Çin’in hareket alanı

Pekin’den bakıldığında durum daha az net.

ABD ve müttefikleri bir başka destek bulmayan savaşla meşgul olduğundan Çin hareket alanı kazanıyor.

Ancak Ortadoğu’dan hammadde ihracatının kesintiye uğraması, hatta belirsizlikten kaynaklanan fiyat artışları, Çin için, özellikle de mevcut ekonomik zorlukları göz önüne alındığında, bir risk teşkil ediyor.

Tüm farklılıklarına rağmen, İsrail’e yönelik saldırı ve Ukrayna’ya yönelik savaş, sanki bir kablo ağıyla birbirine bağlanmış gibi. Aynı mücadelenin bir parçasını oluşturuyorlar: yeni bir uluslararası düzen için mücadele.”

 

Bu yazı ilk kez 23 Ekim 2023’te yayımlanmıştır.

 

Jörg Lau’nun Internationale Politik Quarterly’de yayınlanan “İsrail-Hamas Savaşı ve Yeni Dünya Düzeni” başlıklı yazısından bölümler Mustafa Alkan tarafından çevrilmiş ve editoryal katkısı ile yayına hazırlanmıştır. Yazının orijinaline aşağıdan erişmeniz mümkün. https://ip-quarterly.com/en/israel-hamas-war-and-new-world-order