LAİKLİK DOSYASI /// SELAMİ OĞUZ : İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK (Toplam 8 Bölüm)

İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK - 1

SELAMİ OĞUZ : İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK – 1. BÖLÜM

İNŞAAT YÜKSEK MÜHENDİSİ – İTÜ

Bu üç kavram arasındaki ilişki Ülkemizde bugüne kadar pek anlaşılamadı. Konu hakkında fikir beyan edenler kendi inançlarına yakın görüşler ileri sürdüler ve ortak uzlaşma sağlanamadı. İslam ile Cumhuriyet beraber yaşar mı? İslam lâik düşünceye ne kadar yakın? Ne kadar uzak? Laiklik olmadan cumhuriyet olur mu? Toplum olarak, bu sorulara bugüne kadar gerçekçi cevap veremedik. Bu nedenle bu konularda kafa karışıklığı yaşıyoruz.

Bu yazı dizisinde, söz konusu kavramlar açıklanarak onların birbirlerine uyumu veya uyumsuzluğu ortaya konulacaktır. Gaye, toplumsal birlik ve bütünlüğümüzü pekiştirmek ve onu güçlendirmektir.

Önce sizlere kendimi tanıtayım.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. 78 yaşındayım. İnşaat mühendisiyim. Mesleğim ve aldığım eğitim gereği olayları veya konuları analiz ederek anlamaya ve onlara gerçekçi bakmaya çalışırım.
Müslümanım. İtikatta (inançta) Matûridiye amelde (uygulamada) Hanefi mezhebine mensubum. İslam’ın temel kitabı olan Kuran ı Kerim ve Hazreti Muhammed’in (SAV) doğru kabul edilen hadislerini kendime rehber edindim. Bu nedenle onu sürekli okur, önce anlamaya ve kavramaya, sonra yaşamıma uygulamaya ve aklımı kullanarak bilimsel gerçeklerle İslami değerleri beraber yorumlamaya çalışırım. Hiçbir tarikatın mensubu veya izleyicisi değilim.
İslam’ın öngördüğü adalet düşüncesi ve Tanrının “adil ol” emri benim için vaz geçilmez temel ilkedir.

Şimdi yukarıda saydığımız kavramların analizine başlayabilirim.

1-İslam nedir? Müslüman kimdir?

1.1 İslam’ın tarifi: İslam’ın temel kitabı olan Kuran ı Kerimin Ali İmran suresi 19. ayetindeki ifade ile yani, “Allah (cc) indinde geçerli sayılan din İslamdır.” sözleriyle tanımlanan İslam, tevhid esasına yâni tek tanrı inancına dayanır.
İlk insan olan Hazreti Âdem ile(as) başlayan ve Lâ ilahe illallah= Allahtan başka ilah yoktur inancı, son peygamber Hazreti Muhammed (as) ile ve Muhammedün Resulullah = Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir cümlesi ile tamamlanmıştır. Bu cümleye Kelime i Tevhid denilir.

Kelime i tevhidi veya onun şehadeti ifade eden şekli olan Kelime i Şehadeti söyleyen ve bu gerçeğe kalben inanan kimseye, Kuran ı Kerimin Hac suresi 78. ayetinin aşağıdaki ifadesinden anlaşılacağı üzere Müslüman denilir.

“Allah yolunda gerektiği gibi cihâd edin. Sizi O seçti ve size din konusunda güçlük çıkarmadı. Atanız İbrahim’in dininde olduğu gibi. O size hem daha önce hem de bu Kuranda Müslümanlar adını verdi. Ki peygamber size şahitlik etsin sizde insanlara şahitlik edesiniz. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allaha sımsıkı bağlanın. Sizin mevlânız (dostunuz) odur. O ne güzel Mevla ve ne iyi yardımcıdır.”

Kalplerin sırrını insanlar bilmezler. Sadece yaradan Tanrı bilir. Bu nedenle Kelime i tevhidi söyleyen kişi Müslüman sayılır.

1.2 İmanın esasları: Hazreti Muhammed (sav) ile insanlığa tebliğ edilen ve Tanrının son kitabı olan Kuran ı Kerim ile bizler; Tanrının varlığı ve birliğinin yanında, peygamberlerin, onlara indirilen kitapların, bu kitaplarda bahsedilen meleklerin varlığını ve insanın öldükten sonra süresi sonsuz olan ahiret hayatı yaşayacağını, insanın yaşam çizgisinin Tanrı tarafından çizildiğini (kader), bu çizgi üzerinde yürüyen insanın dünya hayatında yaptığı tercihlerden (kaza) dolayı sorumlu olacağını öğreniyoruz.

İmamı Matûridi tarafından Kelam İlmi olarak kural haline getirilen ve her Müslümanın inanmak zorunda olduğu İmanın Esasları şu 6 maddeden oluşmaktadır.

  1. Tanrının varlığına ve birliğine tereddütsüz inanmak
  2. Meleklerin varlığına inanmak
  3. Kitaplara inanmak
  4. Peygamberlere inanmak
  5. Ahiret gününe inanmak
  6. Kadere, hayır (iyilik) ve şerrin (kötülük) Allahtan (cc) geldiğine inanmak.

1.3- İslam’ın esasları: Topluma İslam’ın şartları olarak öğretile gelen ve sadece Tanrıya yapılan ibadetleri ihtiva eden bu ifade eksiktir. İslam’ın şartları;

        1-Tanrının varlığına ve birliğine inanmak
2-Namaz kılmak (ki Tanrının hakkıdır)
3-Zekât vermek (ki muhtaçların hakkıdır)
4-Oruç tutmak (ki insanın kendi hakkıdır)
5-Hac ibadetini yapmak (ki tüm Müslümanların hakkıdır) olarak ifade olunur.

Oysa aşağıda mealinden anlaşılacağı üzere Asr suresinde; iman etmenin yanında sâlih amellerde (iyi davranışlar) bulunan, hâk (adalet) sahibi olan ve sabırlı olan kişilerin zarar görmeyecekleri ifade olunmaktadır.
“Zamana yemin olsun ki insanlar hüsrandadırlar (zararda). İman edenler, sâlih amellerde bulunanlar, hâkkı tavsiye edenler ve sabredenler başka.” Kuranı Kerim. Asr suresi 1-4 ayetler.
Salih ameller kapsamında Tanrının rızası için ona yapılan ve farz olan ibadetlerle beraber
insanlara ve canlılara karşı yapılan iyi ve güzel davranışlar da, yer almaktadır. Bu eylemler esnasında insana adil davranılması ve sabırlı olunması tavsiye olunmaktadır.
İyiliğe yönelmek (emri bil maruf) ve kötülükten uzaklaşmayı (nehy il anıl münker) da tavsiye eden İslami esaslar, Kuranın pek çok yerinde insana misaller verilerek anlatılmaktadır.

İmanın esasları ile İslam’ın esaslarını kabul eden ve bunları hayatına uygulayan kişi gerçek Müslümandır ve mümindir.

1.4 Müslümanın tarifi: Kuran ı Kerimin birçok yerinde Kelime i Tevhid inancına sahip olan insanlar, Tanrı tarafından doğru yola (sırat ı müstakim) giren kimseler olarak tanımlanmış ve övülmüşlerdir.
Kuran ifadesi ile orta sınıf olarak tanımlanan Müslümanlar insanlığa şahit ve örnek olarak olmakla şereflendirilmiştir. Bu nedenle gerçek Müslümanın Tanrı nezdinde itibarı çok yüksektir.

Hesap günü insanlığa şehadet edecek olan Müslüman’ın insanlığa örnek olma gibi büyük sorumluluğu vardır. Her Müslüman, acaba bu sorumluluğa müdrik midir? Ne yazık ki hayır.

Çünkü; Müslümanlar, inanç açısından mümin ve münafık olmak üzere ikiye ayrılırlar.
Mümin: İnancında şüphe duymayan, günah işlediğinde pişman olup Tanrıya tövbe eden ve Tanrıya dost kalmaya çalışan kişilerdir.
Fasık:  İnançlı olduğu halde günah işlemeyi alışkanlık haline getiren, tövbe konusunda özen göstermeyen, küfre yakın günahkâr kişilerdir.
Münafık: Kalben inanmadığı halde inanmış görünen ve Müslümanları aldatan en aşağılık kişilerdir. Münafıklığın üç alameti vardır. Devamlı yalan söyler. Verdiği sözde durmaz. Kendisine emanet edilen şeye hıyanet eder. Bu üç vasfı üzerinde sürekli olarak taşıyan kimse münafıktır.
Çevrenize bu gözle bakındığınızda etrafınızın münafıklarla dolu olduğunu görürsünüz.

1.5 Tarihsel süreç: Tevhid inancı, ilk insanla başlar. İlk insan olan Hazreti Adem (as) aynı zamanda ilk peygamberdi. Tanrı, yeryüzünde kendine halife olarak yarattığı insandan umutludur. Tanrı, insana yeryüzündeki hayatında uygulayacağı kuralları peygamberler ve kitaplar ile bildirmiş, ona iyiyi ve kötüyü açıklamıştır. Son peygamber Hazreti Muhammed(sav) ile gönderdiği Kuran ı Kerim ile vahiy yolu sona ermiştir. Ancak Kuran, verdiği örneklerle yaşamakta ve insana yol göstermeye devam etmektedir.

Şöyle ki;

İnsan, büyük bir kâinat içinde nokta kadar küçük dünya üzerinde yaşamaktadır. Kâinat içinde olaylar belli bir disiplin içinde ve belli bir zamanlama ile gerçekleşirler. Kuran, insana kâinatta oluşan olayları düşünmesini ve bu düzenin boşuna yaratılmadığını anlamasını ve bu sisteminin gerçek sahibini bulmasını ister. (Ali İmran suresi 191.ayet) Bu yönteme, tefekkür denilir.

Bu yöntemi uygulayan Hazreti İbrahim (as) yıldızı, ayı ve güneşi gözlemleyerek Tanrıyı aramış ve bunların Tanrı olamayacağına karar vererek gerçek Tanrıyı bulmuştur. (Enam suresi 75-79.ayetler)

Kuran, MS 610 yılında nazil olmaya başlamış ve 23 senede tamamlanmıştır. İslami kuralları anlatan bu kitapla başlayan Müslümanlık ilk 13 sene pek taraftar bulamadı ve gelişemedi. Bunun en önemli sebebi Mekke dönemi denilen bu dönemde İslam inancının özgür olmamasıydı.

İslam’ın yaşayabilmesi ve gelişebilmesi için maddi ve düşünsel özgürlüğe ihtiyacı vardı.
İnanç, kalpte yer aldığından bu inanca kimse mâni olamaz. Ancak insanın inancı doğrultusunda sâlih amelleri yapabilmesi için özgür olması şarttır.
Bu özgürlük siyasi, ekonomik ve düşünce özgürlüğüdür.
Siyasi özgürlüğü olmayan insanın ekonomik ve düşünce özgürlüğü olamaz.
Siyasi özgürlüğün devamlılığı için ekonomik özgürlük şarttır.
Düşünce özgürlüğü ise ancak bu iki özgürlük varsa uygulama şansına sahip olur. Aksi halde inanç, düşünceden ileriye gidemez.

MS 622-632 yılları arası: 622 yılındaki hicret ile Medine’de kurulan ilk İslam Devleti, Müslümanlara hem siyasi hem de ekonomik özgürlükler getirmiş, bu şartlar düşünce özgürlüğünün gelişerek eyleme geçmesini sağlamıştır.

632-661 Dört halife dönemi: Hazreti peygamberin vefatından sonra O’nun halifelerince yönetilen bu dönem, insanoğlunun peygamber olmadan yönettiği ve dini kuralların egemen olduğu en önemli dönemdir. Bu dönemde din özgürdür ve saltanat dinin emri altındadır.
Son 5 yılı karışıklıklarla geçmiş olmasına rağmen bu dönemde İslam inancı, fetihlerle batıda Atlas Okyanusuna, doğuda Türkistan’a kadar yayılmıştır.

661-1299 yılları arası: Saltanat gücünün hâkim olduğu ve dini kuralların ikinci plana düştüğü bu dönemde yâni Emeviler, Abbasiler ve Endülüs Emevileri zamanında İslam toplumu, dünyanın en önemli siyasi, ekonomik ve teknik gücü konumuna ulaşmıştır.
9. yüzyılda Bağdat merkezli başlayan daha sonra başta Endülüs, Horasan ve Batı Türkistan’da yoğunlaşan İslam Rönesansı, Müslümanların aklı kullanarak onlara bilimsel gerçeklere ulaşma yolunu açmış, Müslümanlar bu çağlarda astronomi, tıp, cebir-geometri, coğrafya, robotik teknoloji, mantık, felsefe ve daha pek çok alanda Dünyayı aydınlatmışlardır.

Bu görkemli dönem önce, 1095 yılından itibaren batıdan gelen Haçlı saldırıları ile sarsılmış, daha sonra doğudan gelen Moğol akınları karşısında çok büyük kayıplara uğramıştır. Bu dönemin son 60 yılı bunalım dönemidir. Bu bunalım sonucunda, İnşirah suresindeki ‘’Her sıkıntıdan sonra bir ferahlık gelecektir.’’  hükmü gereği, İslam yeniden yükselişe geçmiş ve Dünyaya yeniden egemen olmuştur.

1300-1918 yılları arası: Bu zaman aralığını üç ayrı bölümde incelersek:

1300-1453 arası: Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ve genişlemesi, İslam bayrağını eline alan Müslüman Türklerin İstanbul’u zapt ederek Doğu Roma İmparatorluğuna son vermesi ve yükselme dönemine giriş, bu dönemde gerçekleşmiştir. Bu dönemde de saltanat önde din, ikinci plandadır.

1453- 1683 arası: Osmanlının siyasi, ekonomi ve kültürel alanlarda en üstün dönemini yaşadığı bu dönemde siyasi zirve, 1526 yılıdır. Doğuda bu tarihte kurulan Hint-İslam Devleti ile aynı yıl batıda gerçekleşen Mohaç Zaferi ile perçinlenen Osmanlı İmparatorluğunun temsil ettiği İslam iktidarı, dünyaya egemendir.
Ancak 1517 yılında Mısırdan getirtilen sözde halifelik ile Osmanlıya ulaşan tutucu Arap- İslam anlayışı, Osmanlı İmparatorluğunda Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman ile en görkemli seviyeye ulaşan Türk-İslam bilim anlayışını durdurmaya başlamış, Osmanlıda bilimsel gelişmeler 17. Asır başlarında durma noktasına gelmiştir.
Aynı tarihlerde skolastik çağı Rönesans ve Reform hareketleri ile geride bırakan Avrupa’da, akla dayanan bilim anlayışı yükselmeye başlamış ve bilimsel çalışmalarla elde edilen bu üstünlük, bu çağın sonunda Osmanlıdan Avrupa’ya geçmiştir. İslam 17 asır sonunda artık dünyaya egemen değildir. Bilimsel çalışmalar sonunda Osmanlı yenilmeye başlamış, ekonomide gerilemiş ve siyasi üstünlüğünü kaybetmiştir.

1683- 1918 arası: Bu dönem, Dünyada İslâm hakimiyetinin gerileme ve sömürge haline gelme dönemidir. Batıda Osmanlı İmparatorluğu Avrupa ve Rusya karşısında sürekli olarak yenilerek toprak kaybına uğramış 1881 yılında imzaladığı Düyun u Umumiye anlaşması ile resmen sömürge konumuna düşmüştür. Doğuda Babür Şah tarafından kurulan ve Hindistan ile Malezya ve Endonezya’ya egemen olan Hint. İslam İmparatorluğu İngilizler, Hollandalılar ve Portekizliler tarafından paylaşılarak sömürge haline getirilmiştir. 1918 yılında Osmanlı devleti dahil, İslam’ın çoğunlukla yaşandığı bütün bölgeler ekonomi yönünden sömürge durumuna düşmüşlerdir.

1918-2022 arası: Bu dönem, başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere bütün İslam ülkelerinin siyasi yönden özgürlüklerini kazandığı dönemdir. Türk Kurtuluş savaşı, bütün mazlum ülkeler için özgürlük umudu olmuş, başta Hindistan ve Pakistan olmak üzere İslam’ın yaşandığı Asya ve Afrika ülkeleri bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Ancak İslam, dünyayı yönetme gücüne ulaşamamıştır.
Günümüz dünyasında siyasi olarak özgür olan ve 1969 yılında kurulan İslam İş birliği Teşkilatına üye olan İslam Devleti sayısı 57’dir. Bunların içinde ekonomik yönden özgür olanların sayısı ise son derece azdır. Şimdi bu konuyu inceleyelim.

1.6 Bugünün dünyasında İslam’ın durumu.
Dünyanın nüfusu: 7 milyar 924 milyon kişi
İslam nüfusu: 1 milyar 650 milyon kişi
Müslümanların oranı: %20,8

1.6.1 Siyasi yapı:
Dünyada siyasi yönden özgür devlet sayısı: 208
Özgür İslam devleti sayısı: 57
Müslüman devletlerin oranı: %27,4
Bu devletlerin hiçbiri Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi olmadıklarından Dünyanın siyasi yönetiminde egemen konumunda değillerdir

1.6.2 Ekonomik yapı:
Dünya ticaret hacmi: 85 trilyon ₴
Müslüman ülkelerin ticaret hacmi: 8,5 trilyon ₴
İslam ülkelerin ekonomik etkinlik oranı: %10
Nüfus olarak %20,8 oranına sahip olan Müslümanlar dünya ekonomisinde bu oranın çok gerisinde bir etkinliğe sahip durumdadırlar.
İslam ülkelerinin gelişmişlik durumu: Gelişmişlik çizgisini geçen hiçbir İslam Devleti yoktur. Bu çizgiye en yakın ülke büyük doğal kaynaklara sahip olmamasına rağmen bilimsel yönde çaba göstermeye çalışan Türkiye Cumhuriyetidir.
Bugünün ekonomisinde en etkin kaynak olan hidrokarbon doğal kaynaklar açısından çok zengin olmalarına rağmen, İslam Ülkelerinin dünya ekonomisinde olması gereken etkinliğe sahip olmamasının en önemli sebebi, siyasi özgürlüklerine rağmen bu devletlerin, ekonomik özgürlüğe sahip olmamalarındandır.

1.6.3 Hukuki yapı: İslam ülkelerinin birkaçı mutlakıyetle ve şeriat hukukuna göre yönetilirler. Ancak bu ülkelerde kral veya yönetici konumunda olanlar, her türlü hukukun üzerindedirler.
Bir kısım ülkeler İslami Cumhuriyetle yönetilirler. Genellikle tek adam yönetiminin hâkim olduğu bu ülkelerin bir kısmında sembolik bir demokrasi vardır. Gerçek demokrasi ile yönetilen ve anayasasında laiklik yazan tek İslam ülkesi Türkiye Cumhuriyetidir.
Halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkiye Cumhuriyeti, neden laikliği seçmiştir? Bu soru II. Bölümde cevaplandırılacaktır.

İslam ülkelerinde ister şeri hukukla yönetilsin ister bu hukuka tabi olmasın bugünün dünyasında   hiçbir ülkede İslam hukuku tam olarak uygulanmamakta, özellikle kadın erkek ilişkileri ve ekonomi yönetiminde büyük yanlışlıklar sergilenmektedir.
İslam, bu ülkelerde daha çok siyasi erki elinde tutanlarca bir destek aracı olarak kullanılmakta ve İslam aşırı ölçüde istismar olunmaktadır.
Bu nedenle inançları aynı olmasına rağmen hukukları farklı olan bu ülkeler bir araya gelerek bir güç oluşturamamakta ve dünyanın siyasi- ekonomi yapısında söz sahibi olamamaktadırlar.
Bugünün dünyasında Müslümanlar dünya yönetiminde hâkim konumda değillerdir.

1.7 İslam toplumu bu hale nasıl geldi?
1. Sebep: Müslümanların Kuran ahlâkından yâni İslam’ın özünden uzaklaşmaları.
2. Sebep: Müslümanların akıllarını gereği kadar kullanmamaları, bilimsel gerçeklerden ve dünya gerçeklerinden uzaklaşmaları.

1.7.1 Kuran nelerden bahseder:
* Kuran insana Tanrıyı tanıtır ve insanı Tanrının varlığına ve birliğine inanmaya davet eder
* Kuran, insana insanı anlatır. Onun sorumluluklarını belirtir. Dünya hayatında Tanrıya ve diğer varlıklara karşı nasıl davranacağını söyler. Yapması gerekenler ile yapmaması gereken şeyleri bildirir. İnsanın uhrevi hayatında yaşayacakları anlatılır.

* Tanrı insana şu dört şeyi kesinlikle yapmamasını emreder
Tanrıya şirk- ortak koşma (Saldırı halinde aynen karşılık verme – cihad)
Haksız yere adam öldürme (Ceza hukuku)
Zina yapma (Ceza hukuku)
Hırsızlık yapma (Ceza hukuku)
Bu fillerin cezası Kuranda Tanrı tarafından belirlenmiş ve Tanrı bu suçların cezasının dünyada verilmesini istemiştir
Faiz almanın şiddetle cezalandırılacağı uyarısı dışında yapılması istenen farzların yapılmaması veya yapılması istenmeyen haramların yapılması gibi daha çok ahlaki konular hakkında Kuran’da kesin bir ceza belirlenmemiştir.

* Kadının hakları, kadın ve erkek için tesettür, evlenme ve boşanmada kadına sağlanacak ekonomik haklar, çocuğun hakları ve miras hakkı gibi medeni hukuku ilgilendiren hususlar Kuran’da açıkça belirtilmektedir.
* Ekonomide faizin haram kılınması, israfın önlenmesi, ticarette kimsenin kimseyi aldatmaması, yönetimde işin ehline verilmesi, zekât ve sadaka sistemi ile muhtaçlar için sosyal adaletin sağlanması gibi konularda insana yapacağı ve yapmayacağı hususlar Kuranda açıklanmaktadır.

Bu konularla ilgili uygulamalar, İslam Devletlerinde mezhep anlayışlarından ortaya çıkan farklı hukuk sistemleri içinde çözümlenmeye çalışılmıştır. Bu konuda İslam aleminde bir mutabakat sağlanamamıştır. Her devlet kendi hukukunu uygulamaya devam etmektedir.

1.7.2 İslam inancını yok eden önemli yanlışlar:
Bir Müslüman isteyerek veya istemeyerek aşağıda ifade edilen eylemleri yaparsa, Müslüman olma vasfını kaybeder.  Bu konu Müslüman için çok önemlidir ve çok dikkatli davranılmalı böyle bir hatanın yapılması halinde, hemen tövbe edilerek Tanrıdan özür dilenmeli ve ona sığınılmalıdır.

* Şirk ve türleri:
Şirk, Tanrının birliğine ortak koşma eylemidir. Bu eylemin Tanrı tarafından asla affedilmeyeceği birçok kere tekrar edilmiştir. Toplumumuzda Müslümanları şirke götüren davranışlar şunlardır.

Yöneticinin kendini kutsal sayması, kibre ve dokunulmazlığa bürünmesi, kişilerin yöneticiye kutsallık atfetmesi ona “tanrısal vasıfları üzerinde taşıyor” demesi veya onu “ peygamber gibi adam” gibi tanımlaması.
Hazreti Peygamber (SAV) şu hadis i şerif ile insanları uyarıyor. “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kişi cennete giremez.”
Kişilerin Kuranı ve peygamberleri aşağılaması, Kuran hükümlerini eksilterek veya çoğaltarak değiştirmesi,
Kişinin rızkı Tanrıdan değil kutsallaştırdığı yöneticilerden beklemesi ve onlara tam teslim olarak Tanrıdan uzaklaşması,
Kişilerin sadece Tanrıdan yardım istemesi gerekirken türbelerden, yatırlardan, diğer varlıklardan yardım istemesi ve onlardan medet umması.
Geleceğin sadece Tanrı tarafından bilindiği gerçeğine aykırı olarak fal ve astroloji ile insan için gizli tutulan gelecek hakkında fikirler ileri sürmesi ve bunlara inanması.

*Diğer suçları sürekli işleme:
Doğruları her koşulda müdafaa etmemek, yanlışlar üzerinde ısrar etmek, bunlardan pişman olmamak ve Tanrıya sürekli isyan etmek, insanı fâsık yapar ve küfre götürür.

Münafıklaşmak; yalan söylemeyi, sözünde durmamayı ve emanete sürekli olarak ihanet etmeyi alışkanlık haline getirmek, bu işleri yapan kişileri uyaracağına onlara sürekli olarak destek vererek onların davranışlarına ortak olmak yani onlar gibi olmak, Müslümanın mümin vasfını yok eder ve onu imandan çıkarır.

Maide suresinin 51. Ayetinde ifade olunduğu gibi “Ey İman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları kendinize dost edinmeyin. Onlar sizin dostunuz değillerdir. Onları dost olarak kabul edenler de onlardandır.”  Hükmüne aykırı hareket edenler.

1.7.3 İslam toplumunun üç büyük mikrobu: Cehalet, fakirlik ve esaret.
Cehalet önce ahlakı bozar.Ahlaki yönden yozlaşırsan evvela adâlet kaybolur. İnsanları birbirine bağlayacak saygı ve sevgi azalır. İnsanlar, birbirlerini dostu olmaktan çıkar ve toplumda birlik beraberlik yok olur. Bu toplum artık bir kurtlar sofrasına dönüşmüştür.

Bilimsel gelişmelerin durması iki önemli sonuç doğurur,

1. Ekonomik üstünlük kaybolur. Toplum fakirleşir.
2.  Toplumda cehalet artar. Toplum aklını kullanamaz, yönünü bulamaz.

Bunların topluma egemen olması sonucu toplum siyasi varlığını kaybeder. Görünüşte siyasi varlığı varmış gibi görünse de o toplum artık hem ekonomik yönden esirdir. Hem de kültürel yönden.

Esir olan bir toplumda İslam yaşayamaz. Bugünün dünyasında İslam aleminin hali budur. İslam dünyayı yöneten değil yönetilen bir toplum konumuna gerilemiştir. Bu durum birkaç yüzyılda gerçekleşmiştir. Bu durumdan geçmiş ve yaşayan bütün Müslümanlar sorumludurlar.

Özetlersek; Bugün İslam Dünyasının ekonomik ve siyasi yönden geri kalmasının en önemli sebeplerinden ilki Müslümanların, İslam’ın gerçek değerlerinden ve ahlâkından uzak bir hayat yaşamakta olmalarıdır. İkincisi akıllarını kullanmamalarıdır.
Müslümanlar ancak İslam ahlâkını hayatlarına uygularlarsa ve akıllarını kullanıp bilimsel dünya gerçeklerine göre hareket ederlerse çok kısa bir sürede yeniden Dünyayı yönetir hale gelebilirler. Tarih bu gerçeği kanıtlamıştır
Sorunlarımız, aşılamaz ve yenilemez değil. Ümitsizliğe gerek yok. Sorunlarımızın üstesinden gelebiliriz.
Çünkü İki önderimiz var. İkisinin de adı seçkin anlamına gelen Mustafa.
Hazreti Muhammed Mustafa (sav) bize, adil olmamızı, ahlaklı davranmamızı ve birlik ve beraberlikten ayrılmamamızı ve Kuran a göre hareket etmemizi bildiriyor.
Mustafa Kemal ise gerçek İslam’ı yaşayabilmek için özgür olmamız gerektiğini ve çağın gereklerine göre hareket etmemizi bilimin ışığından ayrılmamamızı öğütlüyor.
Yapılacak iş, yanlışlıkları terk ederek iki liderin öğütleri doğrultusunda hareket etmek ve ayrılıkları sulh yolu ile çözmekten geçmekte.
Kuran bu konuda Müslümanlara yeterli güvenceyi vermiyor mu?  Veriyor. Hem de fazlasıyla.

İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK – 2. BÖLÜM

2- Cumhuriyet nedir?
Cumhuriyet, bir siyasi yönetim şeklidir. Bu kavram Fransız İhtilali sürecinde 10 Ağustos 1792 tarihinde Danton ve arkadaşları tarafından kurulan Paris Komünü ile öne çıkmıştır. O güne kadar dünyanın her yerinde egemen olan mutlak krallık veya meşruti krallık sistemlerinin yanında adına daha sonra cumhuriyet denilen halkın egemenliğine dayanan ve halkın seçtiği temsilcileri ile kendisini yönettiği bu yönetim tarzı yer almıştır. Bu kavram o tarihe kadar dokunulmaz olan ve kutsal sayılan mutlakıyet rejimini yerle bir etmiştir. Cumhuriyet kavramı, Fransız İhtilalinin insanlığa sunduğu özgürlük kavramının somutlaşmış şeklidir.
2.1 Demokrasi nedir? Cumhuriyet yönetiminde halkın kendi temsilcilerini hukukçuların denetiminde yapılan serbest seçimlerle belirleyen sisteme demokratik sistem denir.
Bu seçimde önemli olan husus halkın kendi temsilcilerini özgür iradesi ile seçebilmesidir.
Cumhuriyet ile yönetildiğini iddia eden bazı ülkelerde halk temsilcileri, egemen çevreler tarafından belirlenir ve halkın onayına sunulur. Bu sistemlerde halkın onayı semboliktir ve halkın tercihi ikinci plandadır.
Demokratik sistemde ise halk kendi temsilcilerini kurduğu siyasi partiler eliyle belirler. Bu temsilcilerin belirlenmesinde parti liderlerinden çok parti üyelerinin tercihi ne kadar hâkimse demokratik sistem o kadar gerçekçi işler. Özetle demokrasi, yöneticileri belirleme sistemidir.
Halk kendi yöneticilerini belirlerken kendi değer yargılarına ve geleceğe ait düşüncelerine göre karar verir. Halkın bu tercih kriterleri Cumhuriyetin ilkelerine zarar vermemelidir. Çünkü cumhuriyet bu ilkelerle ayakta kalır ve halk kendi egemenliğini ancak bu ilkeler yaşadıkça devam ettirebilir.
Halk, demokratik tercihlerinde bu ilkelerden saparsa, sapma oranı ve alışkanlığına bağlı olarak cumhuriyetini kaybedip başka yönetim şekillerine sürüklenebilir.
2.2 Cumhuriyet ve demokrasi:
Cumhuriyetin temel ilkeleri ile demokrasiyi Fransız yazar Regis Debray şöyle ifade ediyor.
CUMHURİYET Mİ? DEMOKRASİ Mİ?
Fransız Devrimi’nden çıkmış olan cumhuriyet kavramı ile Anglo-Sakson tarihinin oluşturduğu biçiminde demokrasi kavramını birbirine karıştırmanın bedelini, hepimiz bugün inkâr edilmez bir zihin karışıklığı ile ödüyoruz. Bu kavramları eş anlamlı zannediyor ve birini diğeri yerine kullanıyoruz
Demokratça davranılmaksızın cumhuriyetçi olunabilir. Buna karşılık Belçika ve benzeri birçok anayasal monarşi, cumhuriyetçi olmaksızın demokrat olunabileceğini gösteriyor. Adı cumhuriyet olan bununla birlikte bizimle ne aynı ilkeleri ne aynı zor kullanmaları paylaşmayan ülkeler de var.
”Cumhuriyet özgürlük artı akıldır. Hukuk devleti artı adalettir. Hoşgörü artı iradedir.
Demokrasi ise bu aydınlıkları sönmüş cumhuriyetin, arta kalan şeyleridir.
1889 da kıtamızda iki cumhuriyet vardı. Fransa ve İsviçre. Etrafımızda bazı isim değişiklikleri olmasına rağmen 100 sene sonra bugün de durumun fazla değişmemiş olduğunu düşünüyorum.
Dünyevileştiği söylenen Avrupa Topluluğu’nda laiklik hiçbir yerde bir anayasa ilkesi değil. O, ne anayasada yapılan bir değişikle ancak kiliselerle devletin birbirinden ayrılığını tesis ettiği Amerika’da, ne de 60 yıl boyunca bir devlet dinini; Marksizm’i, Leninizm’i egemen kılan Rusya’da.
Ortak Pazar Avrupa’sında da siyaset, din karşısında gerçekten tam bir bağımsızlığa kavuşmamıştır.
Laiklik direğinin kilit taşı, nadiren laik olan demokrasi değil, zorunlu olarak öyle olan cumhuriyettir. Cumhuriyeti demokrasiye karşıt koymak ve onu demokrasiye indirgemek onu öldürmektir.
Cumhuriyette siyaset ekonomiye hâkim olacak, demokraside ise ekonomi, siyaseti yürütecektir.
Cumhuriyette en iyiler şehir meclisine ve foruma giderler. Demokraside ise en iyiler iş yaparlar.
Cumhuriyette kamuya hizmet etmenin veya kamu görevinin verdiği prestiji, demokraside özel kişisel başarı sağlar.
Cumhuriyette herkes yurttaş olarak tanımlanır ve bütün yurttaşlar ulusu ”ortak bir yasa altında yaşayan ve aynı yasa koyucu tarafından temsil edilen” ortaklar birliği meydana getirir. Demokraside ise herkes, kendi topluluğu tarafımdan tanımlanır ve toplulukların bütünü, toplumu oluşturur.
Demokraside insanlar aynı haklara sahip oldukları için kardeştirler. Cumhuriyette ise insanların kardeş olmalarının nedeni aynı atalara sahip olmalarıdır. Siyah belediye başkanı, sarı senatör, ateist lise müdürü, Yahudi bakanlar cumhuriyette olmaz ancak demokrasilerde olur.
Cumhuriyette özgürlük, aklın bir fethidir. İnanmak öğrenilmez ama akıl yürütmek öğrenilebilir. Eğitimin bütün gücüne sahip olunan yer, cumhuriyetçi bir yönetimdir.
Cahil insanlardan oluşan bir cumhuriyet bir daire- karedir. Çünkü cahil biri özgür olamaz. Kanunların kaleme alınmasına katılamaz veya kanunlardan haberi olamaz.
Buna karşılık halkının %50 sinin okuma-yazma bilmediği bir demokrasiyi tasavvur etmek kesinlikle imkânsız değildir.
Cumhuriyette devlet her türlü dinsel etkiden bağımsızdır. Kilise ve devletin birbirinden ayrılması ile Fransa’da söylenmek istenen şey, kilisenin devletin önünde silinmesi gerektiğidir.
ABD de ise bundan kastedilen, devletin kilise karşısında silinmesi gerektiğidir. Bunun nedeni; demokrasinin vatanı olan Protestan kanattaki ana görüşten ayrılma hakkının; inancın bizzat kendisinde muhtevi bulunmasıydı. Onda din zihniyeti ile özgürlük zihniyeti bir ve aynı şeydi.
Katolikliğin hâkim olduğu topraklarda ise ayrılma hakkını devlet, kiliseden uzun ve kanlı mücadelelerden sonra zorla almak zorunda kalmıştı.
Bir cumhuriyet protokolde; yazar ve düşünürlerini, maliye memurları ve polis müdürlerinin önüne demokraside ise arkasına koyar.
Cumhuriyeti yöneten evrensel kavram, demokrasiyi yöneten yerel kavramlardır.
Cumhuriyette her milletvekili tüm ulusun temsilcisidir. Demokraside ise her temsilci kendi seçim bölgesinin temsilcisidir
Birincisi, dünyaya hiç kimsenin görmediği insan haklarını haykırır. İkincisi ise, Amerikalıların, İngilizlerin veya Almanların haklarını savunur. Çünkü evrensel olan değerler soyuttur, yerel olanlar somut.
Akıl en üstün referans olduğu için cumhuriyette devlet üniter ve doğası gereği merkezidir.
Çoğulcu kültür içinde gelişen demokrasi ise, eğilimi itibariyle federal ve kuşkuculuğundan ötürü anti-merkeziyetçidir.
Cumhuriyette devlet topluma hakimdir. Demokrasi de ise toplum devlete.
Cumhuriyet, çıkarlar çelişkisini ve şartların eşitsizliğini yasanın önceliği ile yumuşatır.
Demokrasi ise bunları bütünüyle ve insanların karşılıklı rızası ile pragmatik sözleşme yolu ile düzeltir.
Cumhuriyetin toplumsal düzenlemeyi yapan memurları, demokrasinin ise hukukçular yönetimi vardır. Bu nedenle Fransa’da 2000 kişiye 1 hukukçu düşerken bu sayı Almanya’da 1200, İngiltere’de 1000 ve ABD de 500 kişide 1 hukukçu olmaktadır.
Cumhuriyette yurttaşlık bir hak ilkesine dayanır. Örneğin oy verme hakkı ya vardır ya da yoktur. Varsa bu hak tüm seçimler için geçerlidir. Demokrasi ise cumhuriyetin meşruiyetine ve genel ahlakına aykırı olarak genel seçimlerdeki oy hakkı ile yerel seçimlerdeki oy hakkını ayırabilir
Cumhuriyette her köyde meclis ve okul vardır. Demokraside ise mabet ve borsa.
Cumhuriyet, çocukta insanı arar ve onda yalnız büyümesi gereken şeye hitap eder. Demokrasi ise insanda çocuğu şımartır. Çünkü ona yetişkin muamelesi, yaparsa onu sıkacağından korkar.
Kaba ifade ile cumhuriyet çocukluğu sevmez. Demokrasi ise yetişkinlere saygı göstermez.
Cumhuriyette toplum, birinci görevi yalnız başına kendi tabii ışıkları ile her konuda yargıda bulunma gücüne sahip yurttaşlar yetiştirmek olan okula benzemelidir. Demokraside ise okulun kendisi, topluma benzemelidir. Cumhuriyet okulu sever onu yüceltir. Demokrasi ise okuldan korkar, onu ihmal eder.
Bir cumhuriyeti demokrasiden ayırmanın en emin yolu, üniversiteye girişten önce felsefenin lisede öğretilip öğretilmediğine bakmaktır. Cumhuriyet felsefeyi sever. Demokrasi felsefeden korkar.
Avrupa’nın en demokratik ülkelerinde yani Protestanlığa mensup kuzey ülkelerinde son sınıflarda felsefe yerini tutan eğitim, dinsel eğitimdir.
Cumhuriyet felsefi bir kavram olduğu için ebedidir, sonu yoktur. Onu ileriye götüren, bu sonsuzluğun kendisi, bu kendi kendinden memnun olmama halidir. Demokrasi ise, sosyolojik bir olay olduğu için kendi aynasında kendini güzel bulabilir. Bu kendinden memnun olma hali etkili bir propagandaya imkân vererek kendini aşılmaz bir model olarak görebilir.
Kanaatin yasa hükmünde olduğu demokraside değer verilen paradır.
Cumhuriyette davranışları düzenleyen, bir çıkar uzlaşmasından başka olan şey, ilkedir.
Örneğin bir siyasal parti iktidarı ele geçirme ve sürdürmenin aracı değildir.
O, bir yüze veya belirsiz bir vaade değil, bir programa uyar. Halkla kitleyi, kurumsal alanla isterik çığlıkları birbirine karıştıranlar, adaletle linç etmeyi de birbirine karıştırırlar.
Demokraside ana kavram iletişimdir.
Cumhuriyette kurum Cumhuriyette en büyük değer kütüphaneye demokraside ise televizyona verilir
Cumhuriyet, eşitlikçi olmaksızın eşitliği sever. Demokrasinin programında toplumsal eşitlik yoktur. Gelirler veya ücretler arasındaki oranın bire 50 olduğu bir memlekette artık cumhuriyetten bahsedilemez. Ama demokrasiden bahsedilebilir.
Sosyalizm ve liberalizm, sonuna kadar götürülmüş cumhuriyet ve demokrasidir.
Cumhuriyette özgürlük bireylere ancak kanunların gücüyle yani devletle gelir. Demokratların sadece insan haklarından bahsetmeleri buna karşılık, cumhuriyetçilerin her zaman buna yurttaşlık haklarını da eklemeleri şaşırtıcı değildir. Bu, onların gözünde tamamlayıcı bir şey değil bir şarttır.
Nasıl ki yine bir cumhuriyetçinin gözünde laiklik, hoşgörünün şartı olup onun karşıtı değilse.
Bu kadarı yeter sanırım. Yazının tamamını okumak isteyenlere kaynak kitabı öneririm.
(Prof. Dr. Ahmet ARSLAN İslam, Demokrasi ve Türkiye -2015. sayfa 260-278)
2.3 Cumhuriyetin temel ilkeleri ve bu ilkelerin İslam açısından değerlendirilmesi:
*Cumhuriyet özgürlük artı akıldır. Hukuk devleti artı adalettir. Hoşgörü artı iradedir.
*Akıl en üstün referans olduğu için cumhuriyette devlet üniter ve doğası gereği merkezidir.
Bu ilkeler aklı, özgürlüğü ve adaleti ön plana çıkaran İslamiyet’le uyum içindedirler. Hatırlanacağı üzere Mekke döneminde İslam özgür değildi ve yeterince gelişemedi. Medine döneminde özgürlüğüne kavuşan İslam kısa sürede Arabistan yarımadasına hâkim oldu.
Akıl (izan)Tanrının yarattığı en kıymetli varlıktır. İnsan aklıyla iyi ile kötü arasındaki farkı ayırır. Tanrının varlığını ve onun niteliklerini keşfeder. Ancak akıl yanılmaz bir değildir. Aklın doğruyu bulabilmesi ve güzele yönelebilmesi için basirete ihtiyacı vardır.
Basiret yani ön görü ve ileri görüşlülük Tanrının insana aklını ne yönde kullanacağını göstermesi için verdiği bir özelliktir. Basiret sahibi olan Hazreti İbrahim (sav) gökyüzüne bakarak Tanrıyı bulmuştur. Basireti olmayan Napolyon devrinin ünlü matematikçisi ve astronomi bilgini Laplace “Kâinatın her yerini inceledim. Tanrı’yı hiçbir yerde göremedim” diyebilmiştir.
Aynı çocuğu (Hazreti Musa) besleyip büyüten Firavun, O’nun söylediği Tanrı gerçeğine karşı çıkarak Tanrı tarafından lânetlenenlerin listesinde ilk sıraya yazılırken onun eşi Hazreti Asiye (RA) Tanrı tarafından övülmüş ve azizeler mertebesine yükseltilmiştir.
*Cumhuriyette devlet topluma hâkimdir.
*Cumhuriyette özgürlük bireylere ancak kanunların gücüyle yani devletle gelir.
*Cumhuriyette davranışları düzenleyen, bir çıkar uzlaşmasından başka olan şey, ilkedir.
Bu üç ilkede insan özgürlüğünün sınırlı olduğu, bu sınırların bir otorite tarafından belirleneceği ve bunun devlet olduğu ifade olunmaktadır. Devlet tarafından belirlenecek bu özgürlük ilkeleri cumhuriyet yönetiminde çıkarlara değil ilkelere bağlı olarak belirleneceği için diğer yönetim şekillerine göre genellikle İslami hükümlere uygun ve uyumlu olacaktır.
Zümrelerin çıkarlarını esas alan diğer yönetim tarzlarına nazaran cumhuriyet, İslam’a en yakın olan yönetim şeklidir.
*Sosyalizm, sonuna kadar götürülmüş cumhuriyettir.
Sosyal adalet İslam’ın temel ilkelerinden biridir. Çalışanın emeğinin hakkını vermek, yoksul ve muhtaç olanlara zekât, sadaka ve vakıf müesseseleri yolu ile yardım etmek, toplumdaki birlik ve beraberlik duygularını pekiştireceğinden İslam açısından son derece önemlidir. Toplumda gelir dağılımının dengeli olması en fakir insanların insan hak ve onuruna uygun bir yaşam seviyesine kavuşması İslam’ın ulaşmak istediği bir hedeftir.
Bir tarafta fakirleri yokluk ve sıkıntı çekerken diğer tarafta saltanat süren kişilerin varlığı ve bunların servetlerinin büyüklüğü, o toplumun ne ölçüde Müslüman toplum olduğunun bir göstergesidir. Bu nedenle ucu sosyalizme dahi dayansa bu ilke İslam ilkelerine uygundur.
*Cumhuriyette devlet her türlü dinsel etkiden bağımsızdır.
Yukarıda cumhuriyetin akla, hukuka (adalete) ve hoşgörüye önem verdiği belirtilmişti. Din, akıl üstü bir varlık olan Tanrının insanların mutlu olabilmesi için koyduğu evrensel kurallardır ve insanın din olgusuna ihtiyacı vardır. İnsani akıl, yalnız başına bütün gerçekleri bulmaya ve öğrenmeye yetmez.
Hal böyle iken rasyonalistlerin (akılcılar) aynı ilkeler konusunda dini inkâr etme veya dini kuralları dışlama gibi davranışları çelişkili bir durum ortaya koymaktadır. Zira insanların akıl yolu ile buldukları reçeteler insanları mutluluğa ancak kısmen ulaştırabilir. Bu ilkeler toplumlara göre farklıdır. Zamana karşı yetersizdir. Zamana yenik düşer ve kendini yenilemesi gerekir.
Bu gerçeği gören Marksist düşüncenin önde gelen Fransız Filozoflarından Roger Garaudy “İslam zamana karşı eskimiyor, yenilmiyor.” Diyerek Müslüman olmuştur.
Cumhuriyet, temel ilkelerini üst akıl tarafından konulan din kuralarına uygun olarak, en azından bu kurallara ters düşmeyecek şekilde düzenlemek zorundadır. Aksi halde toplumların başta özgürlük olmak üzere mutlu olma beklentilerini yeterince karşılayamaz.
Cumhuriyet uygulamaya yönelik prensiplerde ise dünya gerçeklerine uygun çözümler üretebilir. Bu nedenle pratikte dine ihtiyaç olmayabilir. İslam peygamberi “Siz dünya işini benden daha iyi bilirsiniz.” Sözleriyle bu konuya açıklık getirmiştir.
Sonuç olarak Cumhuriyet dinden etkilenmez ifadesini, ilke bazında değil, pratik hayatla ilgili kuralların üretimi olarak anlamak gerekir.
*Laiklik direğinin kilit taşı, nadiren laik olan demokrasi değil, zorunlu olarak öyle olan cumhuriyettir.
*Nasıl ki yine bir cumhuriyetçinin gözünde laiklik, hoşgörünün şartı olup onun karşıtı değilse.
Bu son iki ilkede lâiklik unsurları yer almaktadır. Bu ilkelerin İslam ile uyumlu olup olmadığı lâikliğin tarifi ve yorumu yapıldıktan sonra III. bölümde detaylı olarak incelenecektir. Ana hatları ile lâiklik ve din ilişkilerini kısaca şöyle özetleyebiliriz.
Yukarıda cumhuriyetin özgürlüğü ve aklı esas aldığı ifade olunmuştu. Din de özgürlüğü ve aklı esas alır. Bu durumda lâik düşünceyi, cumhuriyetin kilit taşı ve vazgeçilmez zorunluluğu olarak ortaya koymanın gereği nedir?

-Lâikliği, düşünce vicdan hürriyeti olarak anlıyorsak bu husus İslam dininde Kuran. Bakara suresi 256. ayetindeki ‘’Dinde zorlama yoktur.’’ hükmü ile insana zaten verilmiştir.
-Lâikliği, tarih boyunca dini kuralları kullanarak iktidar olan ve insanın özgürlüklerini kısıtlayan bir zümrenin iktidarını önleme mekanizması olarak değerlendiriyorsak bu da dinin insana verdiği hakların kullanılmasını sağlayacağından dine aykırı değildir. Tarih, kendi koyduğu kurallarla insanlığa zulmeden despotların eylemlerini, başta peygamberler olmak üzere pek çok düşünürün hak ve hukuk alanında yaptıkları mücadelelerini yazar.
-Lâikliği, dini istismar ederek iktidar olmak isteyen heveslilere karşı dini kuralları korumak olarak anlıyorsak, bu da dinin istediği şeydir. Kuran, din hükümlerinin çıkar amaçlı istismar edilmesine şiddetle karşıdır.
-Lâikliği, din savaşlarını önlemek için olması gereken bir ilke olarak anlayacaksak bu da din açısından kabul olunabilir bir yaklaşım olacaktır. Zira din özü itibarı ile barışı ve sevgiyi ister. Zorunlu haller dışında savaşı uygun görmez.
-Lâikliği “Dine ihtiyacımız yoktur. Aklımız bize yeter.” diye anlayacaksak, bu durumda insanlık evrensel değerlerden yerel değerlere inmek suretiyle büyük değer kaybına uğramış olacaktır.

Zira insanı yaratan Tanrıdır. Dini kuralları koyan Tanrıdır.
İnsanın yaşadığı evren de Tanrının mülkiyetindedir.
Tanrının dünyasında, Tanrının koyduğu kurallara göre özgürce yaşamak varken onun yerine sınırlı insan aklını egemen kılarak yaşamayı tercih etmek İslam ile uyuşmaz. Tek kelimeyle akılsızlıktır. Altın yerine bakırın tercih edilmesi gibi bir şeydir.
Böyle bir yaklaşım, insanlar arasında Tanrı tarafından konulan kuralları adalet duygusundan başlayarak yok eder. İnsanlar arasındaki ilişkiler bozulur ve toplulukları mutlu olma çizgisinden uzaklaştırır.
Fransa İhtilali ile aklı dine karşı tavır almaya zorlayan bu tip lâiklik kavramının kabul edilmesinin gerçek nedenlerini, Avrupa’nın Rönesans ile başlayan sanattaki yeni anlayışında, Reform ile başlayan din dışı yönetim ve siyasi sistem arayışında, aydınlanma süreci ile bilimde sağlanan gelişmelerde, felsefe ve mantıktaki yeni düşünce yapısında aramak gerekir. Bu gelişmelerin insanoğlunun kendine olan güvenini artırdığı, esasen tarih boyunca dine karşı isyan halinde olan insan düşüncesini bu yönde etkilediği açık bir gerçektir   

2.5 Demokrasinin temel ilkeleri ve bu ilkelerin İslam açısından değerlendirilmesi:

Cumhuriyette siyaset ekonomiye hâkim olacak, demokraside ise ekonomi, siyaseti yürütecektir. Cumhuriyeti demokrasiye karşıt koymak ve onu demokrasiye indirgemek onu öldürmektir.
Cumhuriyette en iyiler şehir meclisine ve foruma giderler. Demokraside ise en iyiler iş yaparlar.
Cumhuriyette herkes yurttaş olarak tanımlanır. Demokraside ise herkes kendi topluluğu tarafından tanımlanır ve toplulukların bütünü, toplumu oluşturur.
Cumhuriyette özgürlük, aklın bir fethidir. İnanmak öğrenilmez ama akıl yürütmek öğrenilebilir. Eğitimin bütün gücüne sahip olunan yer, cumhuriyetçi bir yönetimdir.
Cahil insanlardan oluşan bir cumhuriyet bir daire- karedir. Çünkü cahil biri özgür olamaz. Kanunların kaleme alınmasına katılamaz veya kanunlardan haberi olamaz.
Buna karşılık halkının %50 sinin okuma-yazma bilmediği bir demokrasiyi tasavvur etmek kesinlikle imkânsız değildir.
Cumhuriyeti yöneten evrensel kavram, demokrasiyi yöneten yerel kavramlardır.
Cumhuriyette her milletvekili tüm ulusun temsilcisidir. Demokraside ise her temsilci kendi seçim bölgesinin temsilcisidir
Cumhuriyette devlet topluma hakimdir. Demokrasi de ise toplum devlete.
Cumhuriyet, çıkarlar çelişkisini ve şartların eşitsizliğini yasanın önceliği ile yumuşatır. Demokrasi ise bunları bütünüyle ve insanların karşılıklı rızası ile pragmatik sözleşme yolu ile düzeltir.
Cumhuriyette yurttaşlık bir hak ilkesine dayanır. Örneğin oy verme hakkı ya vardır ya da yoktur. Varsa bu hak tüm seçimler için geçerlidir. Demokrasi ise cumhuriyetin meşruiyetine ve genel ahlakına aykırı olarak genel seçimlerdeki oy hakkı ile yerel seçimlerdeki oy hakkını ayırabilir
Cumhuriyette her köyde meclis ve okul vardır. Demokraside ise mabet ve borsa.
Cumhuriyet, çocukta insanı arar ve onda yalnız büyümesi gereken şeye hitap eder
Kaba ifade ile cumhuriyet çocukluğu sevmez. Demokrasi ise yetişkinlere saygı göstermez.
Cumhuriyette toplum, birinci görevi yalnız başına kendi tabii ışıkları ile her konuda yargıda bulunma gücüne sahip yurttaşlar yetiştirmek olan okula benzemelidir. Demokraside ise okulun kendisi, topluma benzemelidir.
Cumhuriyet okulu sever onu yüceltir. Demokrasi ise okuldan korkar, onu ihmal eder.
Bir cumhuriyeti demokrasiden ayırmanın en emin yolu, üniversiteye girişten önce felsefenin lisede öğretilip öğretilmediğine bakmaktır. Cumhuriyet felsefeyi sever. Demokrasi felsefeden korkar.
Cumhuriyette davranışları düzenleyen, bir çıkar uzlaşmasından başka olan şey, ilkedir. Kanaatin yasa hükmünde olduğu demokraside değer verilen paradır
Cumhuriyette en büyük değer kütüphaneye demokraside ise televizyona verilir
Cumhuriyet, eşitlikçi olmaksızın eşitliği sever. Demokrasinin programında toplumsal eşitlik yoktur. Gelirler veya ücretler arasındaki oranın bire 50 olduğu bir memlekette artık cumhuriyetten bahsedilemez. Ama demokrasiden bahsedilebilir.
Sosyalizm sonuna kadar götürülmüş cumhuriyet ve liberalizm sonuna kadar götürülmüş demokrasidir.
Bu ilkelere katılmayabilirsiniz. Ancak bir Fransız düşünür bu cümleleri ile cumhuriyeti ilkeler manzumesi olarak tarif ederken demokrasiyi bir çıkar hareketi olarak tanımlamaktadır.
Demokratik sistem, meşveret (danışma) esasına ve toplumsal dayanışmaya bağlı kaldığı sürece İslam’a uygundur. Bunun için halkın kendi kendisini yönetecek kişileri sağlıklı seçmesi gerekir.
*Seçilecek yöneticilerin adil bir seçimle seçilmesi şarttır.
*Seçilecek yöneticilerin adil yani güvenilir olmaları ve bu kişilerin liyakat sahibi (devlet yönetiminde ehil ve bilgili) olmaları da şarttır.
*Demokratik seçimi yapacak seçmenlerin bu seçimi en iyiyi ve güzeli seçebilecek bilgi düzenine sahip olmaları yâni “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” İslami ilkesine göre hareket etmeleri de şarttır.
Aksi halde halkının %50 sinin okuma-yazma bilmediği bir demokrasiyi tasavvur etmek mümkündür. Gelirler veya ücretler arasındaki oranın bire 50 olduğu bir memlekette demokrasiden bahsedilebilir ancak cumhuriyetten bahsedilemez.
Bu duruma Fransız ihtilalinden bir örnek verelim. Krallığı devirdikten sonra halkın egemenliği olan cumhuriyet yönetimine kavuşan Fransa, iç bunalımlar ve tercihler sonucu İmparatorluk yönetimine dönüştü. Napolyon yönetiminde Fransa mahvoldu. Avrupa perişan oldu.

2.6 Tarihsel süreç: Türkiye’de Cumhuriyet yönetimine, lâik siteme ve demokrasiye şu safhalardan geçilerek ulaşıldı

2.6.1 Cumhuriyet yönetimine geçiş:

1. Meşrutiyet dönemi: 23 Aralık 1876- 14 Şubat 1878 arasında 1 yıl 1 ay 22 gün sürdü. Bu dönemde 1876 Anayasası geçerli oldu. 1. Meşrutiyet dönemi Mebusan Meclisinin kapatılması ile sona erdi.
Sultan II. Abdülhamit yönetimi: 31 Ağustos 1876- 27 Nisan 1909 arasındaki bu dönemde Mebusan Meclisi toplam 1 yıl 10 ay 26 gün çalışabildi. Geri kalan 30 yıl 9 aylık süre, Osmanlı Devletinin son mutlakıyet dönemiydi ve bu dönem tarihe istibdat dönemi olarak geçti.
2. Meşrutiyet dönemi: 23 Temmuz1908 -11 Nisan 1920 arasında 11 yıl 8 ay 18 gün süren bu dönemde 1876 Anayasası yeniden yürürlüğe konuldu. Osmanlının bu son Mebusan Meclisi, 28 Ocak 1920 tarihinde Misak ı Milli ilkelerini kabul ederek tarihi bir görev yaptı. Bu dönem son padişah 6. Mehmet Vahdettin’in Mebusan Meclisini 11 Nisan 1920 tarihinde tasfiye etmesi ile sona erdi.
TBMM Dönemi: Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan1920 tarihinde Ankara’da açıldı. Böylece cumhuriyete giden en büyük adım atıldı. Misak ı Milli ilkeleri benimsendi.
20 Ocak 1921 tarihinde TBMM ilk anayasayı kabul etti. Anayasada devletin dini İslam olarak belirlenmişti. TBMM Hükümeti Kurtuluş Savaşını bu anayasa hükümlerine göre yürüttü.
1 Kasım 1922 Saltanatın kaldırılması: Bu kararla Osmanlı İmparatorluğunun siyasi varlığı sona erdi
24 Temmuz 1923 Lozan antlaşması imzalandı. Böylece yeni devletin hukuki varlığı kabul edildi.
29 Ekim1923 Cumhuriyetin ilanı: Bu kararla Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Mustafa Kemal ilk cumhurbaşkanı seçildi
2.6.2 Laikliğe geçiş süreci:
3 Mart 1924 tarihinde Hilafet kaldırıldı. Böylece Osmanlının yönetimdeki son izleri silindi. Aynı tarihte kabul edilen Tevhidi Tedrisat kanunu ile eğitim sistemi tek çatı altında toplandı. Şeriye ve Evkaf vekaleti kaldırıldı. Yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak din yönetimi yeni bir yapıya bağlandı.
Şeriye (din esaslı) mahkemeler 8 Nisan 1924 tarihinde kapatıldı.
20 Nisan1924 tarihinde ilk anayasa değişikliği yapıldı ve ekonomide liberal kalkınma yöntemi benimsendi. Anayasadaki Devletin dini İslam’dır ibaresine dokunulmadı.
17 Şubat1926 tarihinde Türk Medeni Kanunu kabul edildi. Mecelle kaldırıldı. 1Mart 1926 tarihinde ise Türk Ceza kanunu kabul edilerek dine bağlı olmayan hukuk sistemi getirildi.
Tek parti yönetiminde CHP’nin 1927 yılı kurultayında Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Lâiklik ve Milliyetçilik ilkeleri kabul edildi. 1931 yılı kurultayında ise bu ilkelere Devletçilik ve İnkılapçılık eklenerek 6 ok tamamlandı.
10 Nisan1928 tarihinde Devletin dini İslam’dır ibaresi anayasadan çıkarıldı
5 Şubat 1937 tarihinde Lâiklik ilkesi, anayasa hükmü olarak kabul olundu.
2.6.3 Demokratik sisteme geçiş:
7 Ocak1946 tarihinde Demokrat Parti kuruldu. Çok partili döneme daha önce geçilmek istenmiş ancak başarısız olan 1925Terakki Perver ve 1930 Serbest Fırka denemelerinde başarılı olunamadı.
Halk Cumhuriyetin getirdiklerini henüz benimsememişti. DP ve daha sonra kurulan diğer partilerle Türkiye’de çok partili demokratik hayat başladı.
21 Temmuz 1946 da yapılan Milletvekili Genel seçimlerine 13 parti ve bağımsızlar katıldı. CHP 397, DP 61, MP 5 ve bağımsızlar 7 milletvekili kazandılar.
14 Mayıs 1950 Milletvekili Genel seçimlerinde DP 416, CHP 69, MP 1 ve bağımsızlar 1 milletvekili kazandılar. Bu seçimle Türk siyasi tarihinde demokratik seçimlerle iktidar ilk defa el değiştirmişti.
Bu durum toplum için önemli bir sınavdı.
Seçimle iktidara gelenler gene seçimle iktidarı bırakacaklar mıydı?
Yoksa yeni iktidar kendisine oy veren kitlelerin etkisi ile Cumhuriyet ile hesaplaşma yolunu mu seçecekti?
Diğer bir ifade ile halk Cumhuriyet ilkelerine ne kadar sahip olacaktı?
DP iktidar mensupları bu konuyu iyi tartamadılar. On yıl süren iktidar gücü onları demokratik olmayan tercihlere sürükledi. 18 Nisan 1960 tarihinde 15 kişiden oluşan Tahkikat Komisyonu adlı bir komisyon kurdular ve bu komisyona TBMM’nin yetkilerini aşan yetkiler vererek anayasayı ihlal ettiler.
Bu davranışlarından dolayı DP iktidarı ne yazık ki hiç de istenmeyen 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi ile devrildi. Çok partili demokratik sistem bir kere daha başarısızlığa uğramıştı.
2.7 Halkın Cumhuriyet yönetimine bakışı ve Demokratik uygulama:
Cumhuriyet kurulduğu zaman güçsüzdü. Ekonomik ve sosyal sorunları vardı.
İçte iktidarını kaybeden düşmanları vardı.
Dışta Türkiye Cumhuriyeti’nin bu başkaldırışını kabullenmeyen, Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlenmesini istemeyen dost görünen düşmanları vardı. Onlara göre Türkiye Cumhuriyeti güçlenmemeli ve her koşulda kendilerine itaat etmeliydi.
Dış çevreler bunu nasıl gerçekleştireceklerdi?
Savaşla başaramamışlardı. Barış yolu kullanılmalıydı. Ama nasıl? Yolunu ve yöntemini aradılar ve buldular.
Bunu demokratik seçimlerle iş başına getirdikleri iktidarlarla, halkın oyu ile halka yaptırdılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik ve kültürel bağımsızlığını demokratik yollarla ve halkın oyları ile bağımlı hale getirdiler. Cumhuriyetin özgürlük ilkesi demokratik tercihlere yenildi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bu noktaya gelişinde Din ve laiklik ilişkilerinin önemli bir payı vardı.
Bu konuyu üçüncü bölümde inceleyeceğiz.

İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK – 3. BÖLÜM

2- Cumhuriyet nedir?
Cumhuriyet, bir siyasi yönetim şeklidir. Bu kavram Fransız İhtilali sürecinde 10 Ağustos 1792 tarihinde Danton ve arkadaşları tarafından kurulan Paris Komünü ile öne çıkmıştır. O güne kadar dünyanın her yerinde egemen olan mutlak krallık veya meşruti krallık sistemlerinin yanında adına daha sonra cumhuriyet denilen halkın egemenliğine dayanan ve halkın seçtiği temsilcileri ile kendisini yönettiği bu yönetim tarzı yer almıştır. Bu kavram o tarihe kadar dokunulmaz olan ve kutsal sayılan mutlakıyet rejimini yerle bir etmiştir. Cumhuriyet kavramı, Fransız İhtilalinin insanlığa sunduğu özgürlük kavramının somutlaşmış şeklidir.
2.1 Demokrasi nedir? Cumhuriyet yönetiminde halkın kendi temsilcilerini hukukçuların denetiminde yapılan serbest seçimlerle belirleyen sisteme demokratik sistem denir.
Bu seçimde önemli olan husus halkın kendi temsilcilerini özgür iradesi ile seçebilmesidir.
Cumhuriyet ile yönetildiğini iddia eden bazı ülkelerde halk temsilcileri, egemen çevreler tarafından belirlenir ve halkın onayına sunulur. Bu sistemlerde halkın onayı semboliktir ve halkın tercihi ikinci plandadır.
Demokratik sistemde ise halk kendi temsilcilerini kurduğu siyasi partiler eliyle belirler. Bu temsilcilerin belirlenmesinde parti liderlerinden çok parti üyelerinin tercihi ne kadar hâkimse demokratik sistem o kadar gerçekçi işler. Özetle demokrasi, yöneticileri belirleme sistemidir.
Halk kendi yöneticilerini belirlerken kendi değer yargılarına ve geleceğe ait düşüncelerine göre karar verir. Halkın bu tercih kriterleri Cumhuriyetin ilkelerine zarar vermemelidir. Çünkü cumhuriyet bu ilkelerle ayakta kalır ve halk kendi egemenliğini ancak bu ilkeler yaşadıkça devam ettirebilir.
Halk, demokratik tercihlerinde bu ilkelerden saparsa, sapma oranı ve alışkanlığına bağlı olarak cumhuriyetini kaybedip başka yönetim şekillerine sürüklenebilir.
2.2 Cumhuriyet ve demokrasi:
Cumhuriyetin temel ilkeleri ile demokrasiyi Fransız yazar Regis Debray şöyle ifade ediyor.
CUMHURİYET Mİ? DEMOKRASİ Mİ?
Fransız Devrimi’nden çıkmış olan cumhuriyet kavramı ile Anglo-Sakson tarihinin oluşturduğu biçiminde demokrasi kavramını birbirine karıştırmanın bedelini, hepimiz bugün inkâr edilmez bir zihin karışıklığı ile ödüyoruz. Bu kavramları eş anlamlı zannediyor ve birini diğeri yerine kullanıyoruz
Demokratça davranılmaksızın cumhuriyetçi olunabilir. Buna karşılık Belçika ve benzeri birçok anayasal monarşi, cumhuriyetçi olmaksızın demokrat olunabileceğini gösteriyor. Adı cumhuriyet olan bununla birlikte bizimle ne aynı ilkeleri ne aynı zor kullanmaları paylaşmayan ülkeler de var.
”Cumhuriyet özgürlük artı akıldır. Hukuk devleti artı adalettir. Hoşgörü artı iradedir.
Demokrasi ise bu aydınlıkları sönmüş cumhuriyetin, arta kalan şeyleridir.
1889 da kıtamızda iki cumhuriyet vardı. Fransa ve İsviçre. Etrafımızda bazı isim değişiklikleri olmasına rağmen 100 sene sonra bugün de durumun fazla değişmemiş olduğunu düşünüyorum.
Dünyevileştiği söylenen Avrupa Topluluğu’nda laiklik hiçbir yerde bir anayasa ilkesi değil. O, ne anayasada yapılan bir değişikle ancak kiliselerle devletin birbirinden ayrılığını tesis ettiği Amerika’da, ne de 60 yıl boyunca bir devlet dinini; Marksizm’i, Leninizm’i egemen kılan Rusya’da.
Ortak Pazar Avrupa’sında da siyaset, din karşısında gerçekten tam bir bağımsızlığa kavuşmamıştır.
Laiklik direğinin kilit taşı, nadiren laik olan demokrasi değil, zorunlu olarak öyle olan cumhuriyettir. Cumhuriyeti demokrasiye karşıt koymak ve onu demokrasiye indirgemek onu öldürmektir.
Cumhuriyette siyaset ekonomiye hâkim olacak, demokraside ise ekonomi, siyaseti yürütecektir.
Cumhuriyette en iyiler şehir meclisine ve foruma giderler. Demokraside ise en iyiler iş yaparlar.
Cumhuriyette kamuya hizmet etmenin veya kamu görevinin verdiği prestiji, demokraside özel kişisel başarı sağlar.
Cumhuriyette herkes yurttaş olarak tanımlanır ve bütün yurttaşlar ulusu ”ortak bir yasa altında yaşayan ve aynı yasa koyucu tarafından temsil edilen” ortaklar birliği meydana getirir. Demokraside ise herkes, kendi topluluğu tarafımdan tanımlanır ve toplulukların bütünü, toplumu oluşturur.
Demokraside insanlar aynı haklara sahip oldukları için kardeştirler. Cumhuriyette ise insanların kardeş olmalarının nedeni aynı atalara sahip olmalarıdır. Siyah belediye başkanı, sarı senatör, ateist lise müdürü, Yahudi bakanlar cumhuriyette olmaz ancak demokrasilerde olur.
Cumhuriyette özgürlük, aklın bir fethidir. İnanmak öğrenilmez ama akıl yürütmek öğrenilebilir. Eğitimin bütün gücüne sahip olunan yer, cumhuriyetçi bir yönetimdir.
Cahil insanlardan oluşan bir cumhuriyet bir daire- karedir. Çünkü cahil biri özgür olamaz. Kanunların kaleme alınmasına katılamaz veya kanunlardan haberi olamaz.
Buna karşılık halkının %50 sinin okuma-yazma bilmediği bir demokrasiyi tasavvur etmek kesinlikle imkânsız değildir.
Cumhuriyette devlet her türlü dinsel etkiden bağımsızdır. Kilise ve devletin birbirinden ayrılması ile Fransa’da söylenmek istenen şey, kilisenin devletin önünde silinmesi gerektiğidir.
ABD de ise bundan kastedilen, devletin kilise karşısında silinmesi gerektiğidir. Bunun nedeni; demokrasinin vatanı olan Protestan kanattaki ana görüşten ayrılma hakkının; inancın bizzat kendisinde muhtevi bulunmasıydı. Onda din zihniyeti ile özgürlük zihniyeti bir ve aynı şeydi.
Katolikliğin hâkim olduğu topraklarda ise ayrılma hakkını devlet, kiliseden uzun ve kanlı mücadelelerden sonra zorla almak zorunda kalmıştı.
Bir cumhuriyet protokolde; yazar ve düşünürlerini, maliye memurları ve polis müdürlerinin önüne demokraside ise arkasına koyar.
Cumhuriyeti yöneten evrensel kavram, demokrasiyi yöneten yerel kavramlardır.
Cumhuriyette her milletvekili tüm ulusun temsilcisidir. Demokraside ise her temsilci kendi seçim bölgesinin temsilcisidir
Birincisi, dünyaya hiç kimsenin görmediği insan haklarını haykırır. İkincisi ise, Amerikalıların, İngilizlerin veya Almanların haklarını savunur. Çünkü evrensel olan değerler soyuttur, yerel olanlar somut.
Akıl en üstün referans olduğu için cumhuriyette devlet üniter ve doğası gereği merkezidir.
Çoğulcu kültür içinde gelişen demokrasi ise, eğilimi itibariyle federal ve kuşkuculuğundan ötürü anti-merkeziyetçidir.
Cumhuriyette devlet topluma hakimdir. Demokrasi de ise toplum devlete.
Cumhuriyet, çıkarlar çelişkisini ve şartların eşitsizliğini yasanın önceliği ile yumuşatır.
Demokrasi ise bunları bütünüyle ve insanların karşılıklı rızası ile pragmatik sözleşme yolu ile düzeltir.
Cumhuriyetin toplumsal düzenlemeyi yapan memurları, demokrasinin ise hukukçular yönetimi vardır. Bu nedenle Fransa’da 2000 kişiye 1 hukukçu düşerken bu sayı Almanya’da 1200, İngiltere’de 1000 ve ABD de 500 kişide 1 hukukçu olmaktadır.
Cumhuriyette yurttaşlık bir hak ilkesine dayanır. Örneğin oy verme hakkı ya vardır ya da yoktur. Varsa bu hak tüm seçimler için geçerlidir. Demokrasi ise cumhuriyetin meşruiyetine ve genel ahlakına aykırı olarak genel seçimlerdeki oy hakkı ile yerel seçimlerdeki oy hakkını ayırabilir
Cumhuriyette her köyde meclis ve okul vardır. Demokraside ise mabet ve borsa.
Cumhuriyet, çocukta insanı arar ve onda yalnız büyümesi gereken şeye hitap eder. Demokrasi ise insanda çocuğu şımartır. Çünkü ona yetişkin muamelesi, yaparsa onu sıkacağından korkar.
Kaba ifade ile cumhuriyet çocukluğu sevmez. Demokrasi ise yetişkinlere saygı göstermez.
Cumhuriyette toplum, birinci görevi yalnız başına kendi tabii ışıkları ile her konuda yargıda bulunma gücüne sahip yurttaşlar yetiştirmek olan okula benzemelidir. Demokraside ise okulun kendisi, topluma benzemelidir. Cumhuriyet okulu sever onu yüceltir. Demokrasi ise okuldan korkar, onu ihmal eder.
Bir cumhuriyeti demokrasiden ayırmanın en emin yolu, üniversiteye girişten önce felsefenin lisede öğretilip öğretilmediğine bakmaktır. Cumhuriyet felsefeyi sever. Demokrasi felsefeden korkar.
Avrupa’nın en demokratik ülkelerinde yani Protestanlığa mensup kuzey ülkelerinde son sınıflarda felsefe yerini tutan eğitim, dinsel eğitimdir.
Cumhuriyet felsefi bir kavram olduğu için ebedidir, sonu yoktur. Onu ileriye götüren, bu sonsuzluğun kendisi, bu kendi kendinden memnun olmama halidir. Demokrasi ise, sosyolojik bir olay olduğu için kendi aynasında kendini güzel bulabilir. Bu kendinden memnun olma hali etkili bir propagandaya imkân vererek kendini aşılmaz bir model olarak görebilir.
Kanaatin yasa hükmünde olduğu demokraside değer verilen paradır.
Cumhuriyette davranışları düzenleyen, bir çıkar uzlaşmasından başka olan şey, ilkedir.
Örneğin bir siyasal parti iktidarı ele geçirme ve sürdürmenin aracı değildir.
O, bir yüze veya belirsiz bir vaade değil, bir programa uyar. Halkla kitleyi, kurumsal alanla isterik çığlıkları birbirine karıştıranlar, adaletle linç etmeyi de birbirine karıştırırlar.
Demokraside ana kavram iletişimdir.
Cumhuriyette kurum Cumhuriyette en büyük değer kütüphaneye demokraside ise televizyona verilir
Cumhuriyet, eşitlikçi olmaksızın eşitliği sever. Demokrasinin programında toplumsal eşitlik yoktur. Gelirler veya ücretler arasındaki oranın bire 50 olduğu bir memlekette artık cumhuriyetten bahsedilemez. Ama demokrasiden bahsedilebilir.
Sosyalizm ve liberalizm, sonuna kadar götürülmüş cumhuriyet ve demokrasidir.
Cumhuriyette özgürlük bireylere ancak kanunların gücüyle yani devletle gelir. Demokratların sadece insan haklarından bahsetmeleri buna karşılık, cumhuriyetçilerin her zaman buna yurttaşlık haklarını da eklemeleri şaşırtıcı değildir. Bu, onların gözünde tamamlayıcı bir şey değil bir şarttır.
Nasıl ki yine bir cumhuriyetçinin gözünde laiklik, hoşgörünün şartı olup onun karşıtı değilse.
Bu kadarı yeter sanırım. Yazının tamamını okumak isteyenlere kaynak kitabı öneririm.
(Prof. Dr. Ahmet ARSLAN İslam, Demokrasi ve Türkiye -2015. sayfa 260-278)
2.3 Cumhuriyetin temel ilkeleri ve bu ilkelerin İslam açısından değerlendirilmesi:
*Cumhuriyet özgürlük artı akıldır. Hukuk devleti artı adalettir. Hoşgörü artı iradedir.
*Akıl en üstün referans olduğu için cumhuriyette devlet üniter ve doğası gereği merkezidir.
Bu ilkeler aklı, özgürlüğü ve adaleti ön plana çıkaran İslamiyet’le uyum içindedirler. Hatırlanacağı üzere Mekke döneminde İslam özgür değildi ve yeterince gelişemedi. Medine döneminde özgürlüğüne kavuşan İslam kısa sürede Arabistan yarımadasına hâkim oldu.
Akıl (izan)Tanrının yarattığı en kıymetli varlıktır. İnsan aklıyla iyi ile kötü arasındaki farkı ayırır. Tanrının varlığını ve onun niteliklerini keşfeder. Ancak akıl yanılmaz bir değildir. Aklın doğruyu bulabilmesi ve güzele yönelebilmesi için basirete ihtiyacı vardır.
Basiret yani ön görü ve ileri görüşlülük Tanrının insana aklını ne yönde kullanacağını göstermesi için verdiği bir özelliktir. Basiret sahibi olan Hazreti İbrahim (sav) gökyüzüne bakarak Tanrıyı bulmuştur. Basireti olmayan Napolyon devrinin ünlü matematikçisi ve astronomi bilgini Laplace “Kâinatın her yerini inceledim. Tanrı’yı hiçbir yerde göremedim” diyebilmiştir.
Aynı çocuğu (Hazreti Musa) besleyip büyüten Firavun, O’nun söylediği Tanrı gerçeğine karşı çıkarak Tanrı tarafından lânetlenenlerin listesinde ilk sıraya yazılırken onun eşi Hazreti Asiye (RA) Tanrı tarafından övülmüş ve azizeler mertebesine yükseltilmiştir.
*Cumhuriyette devlet topluma hâkimdir.
*Cumhuriyette özgürlük bireylere ancak kanunların gücüyle yani devletle gelir.
*Cumhuriyette davranışları düzenleyen, bir çıkar uzlaşmasından başka olan şey, ilkedir.
Bu üç ilkede insan özgürlüğünün sınırlı olduğu, bu sınırların bir otorite tarafından belirleneceği ve bunun devlet olduğu ifade olunmaktadır. Devlet tarafından belirlenecek bu özgürlük ilkeleri cumhuriyet yönetiminde çıkarlara değil ilkelere bağlı olarak belirleneceği için diğer yönetim şekillerine göre genellikle İslami hükümlere uygun ve uyumlu olacaktır.
Zümrelerin çıkarlarını esas alan diğer yönetim tarzlarına nazaran cumhuriyet, İslam’a en yakın olan yönetim şeklidir.
*Sosyalizm, sonuna kadar götürülmüş cumhuriyettir.
Sosyal adalet İslam’ın temel ilkelerinden biridir. Çalışanın emeğinin hakkını vermek, yoksul ve muhtaç olanlara zekât, sadaka ve vakıf müesseseleri yolu ile yardım etmek, toplumdaki birlik ve beraberlik duygularını pekiştireceğinden İslam açısından son derece önemlidir. Toplumda gelir dağılımının dengeli olması en fakir insanların insan hak ve onuruna uygun bir yaşam seviyesine kavuşması İslam’ın ulaşmak istediği bir hedeftir.
Bir tarafta fakirleri yokluk ve sıkıntı çekerken diğer tarafta saltanat süren kişilerin varlığı ve bunların servetlerinin büyüklüğü, o toplumun ne ölçüde Müslüman toplum olduğunun bir göstergesidir. Bu nedenle ucu sosyalizme dahi dayansa bu ilke İslam ilkelerine uygundur.
*Cumhuriyette devlet her türlü dinsel etkiden bağımsızdır.
Yukarıda cumhuriyetin akla, hukuka (adalete) ve hoşgörüye önem verdiği belirtilmişti. Din, akıl üstü bir varlık olan Tanrının insanların mutlu olabilmesi için koyduğu evrensel kurallardır ve insanın din olgusuna ihtiyacı vardır. İnsani akıl, yalnız başına bütün gerçekleri bulmaya ve öğrenmeye yetmez.
Hal böyle iken rasyonalistlerin (akılcılar) aynı ilkeler konusunda dini inkâr etme veya dini kuralları dışlama gibi davranışları çelişkili bir durum ortaya koymaktadır. Zira insanların akıl yolu ile buldukları reçeteler insanları mutluluğa ancak kısmen ulaştırabilir. Bu ilkeler toplumlara göre farklıdır. Zamana karşı yetersizdir. Zamana yenik düşer ve kendini yenilemesi gerekir.
Bu gerçeği gören Marksist düşüncenin önde gelen Fransız Filozoflarından Roger Garaudy “İslam zamana karşı eskimiyor, yenilmiyor.” Diyerek Müslüman olmuştur.
Cumhuriyet, temel ilkelerini üst akıl tarafından konulan din kuralarına uygun olarak, en azından bu kurallara ters düşmeyecek şekilde düzenlemek zorundadır. Aksi halde toplumların başta özgürlük olmak üzere mutlu olma beklentilerini yeterince karşılayamaz.
Cumhuriyet uygulamaya yönelik prensiplerde ise dünya gerçeklerine uygun çözümler üretebilir. Bu nedenle pratikte dine ihtiyaç olmayabilir. İslam peygamberi “Siz dünya işini benden daha iyi bilirsiniz.” Sözleriyle bu konuya açıklık getirmiştir.
Sonuç olarak Cumhuriyet dinden etkilenmez ifadesini, ilke bazında değil, pratik hayatla ilgili kuralların üretimi olarak anlamak gerekir.
*Laiklik direğinin kilit taşı, nadiren laik olan demokrasi değil, zorunlu olarak öyle olan cumhuriyettir.
*Nasıl ki yine bir cumhuriyetçinin gözünde laiklik, hoşgörünün şartı olup onun karşıtı değilse.
Bu son iki ilkede lâiklik unsurları yer almaktadır. Bu ilkelerin İslam ile uyumlu olup olmadığı lâikliğin tarifi ve yorumu yapıldıktan sonra III. bölümde detaylı olarak incelenecektir. Ana hatları ile lâiklik ve din ilişkilerini kısaca şöyle özetleyebiliriz.
Yukarıda cumhuriyetin özgürlüğü ve aklı esas aldığı ifade olunmuştu. Din de özgürlüğü ve aklı esas alır. Bu durumda lâik düşünceyi, cumhuriyetin kilit taşı ve vazgeçilmez zorunluluğu olarak ortaya koymanın gereği nedir?

-Lâikliği, düşünce vicdan hürriyeti olarak anlıyorsak bu husus İslam dininde Kuran. Bakara suresi 256. ayetindeki ‘’Dinde zorlama yoktur.’’ hükmü ile insana zaten verilmiştir.
-Lâikliği, tarih boyunca dini kuralları kullanarak iktidar olan ve insanın özgürlüklerini kısıtlayan bir zümrenin iktidarını önleme mekanizması olarak değerlendiriyorsak bu da dinin insana verdiği hakların kullanılmasını sağlayacağından dine aykırı değildir. Tarih, kendi koyduğu kurallarla insanlığa zulmeden despotların eylemlerini, başta peygamberler olmak üzere pek çok düşünürün hak ve hukuk alanında yaptıkları mücadelelerini yazar.
-Lâikliği, dini istismar ederek iktidar olmak isteyen heveslilere karşı dini kuralları korumak olarak anlıyorsak, bu da dinin istediği şeydir. Kuran, din hükümlerinin çıkar amaçlı istismar edilmesine şiddetle karşıdır.
-Lâikliği, din savaşlarını önlemek için olması gereken bir ilke olarak anlayacaksak bu da din açısından kabul olunabilir bir yaklaşım olacaktır. Zira din özü itibarı ile barışı ve sevgiyi ister. Zorunlu haller dışında savaşı uygun görmez.
-Lâikliği “Dine ihtiyacımız yoktur. Aklımız bize yeter.” diye anlayacaksak, bu durumda insanlık evrensel değerlerden yerel değerlere inmek suretiyle büyük değer kaybına uğramış olacaktır.
Zira insanı yaratan Tanrıdır. Dini kuralları koyan Tanrıdır.
İnsanın yaşadığı evren de Tanrının mülkiyetindedir.
Tanrının dünyasında, Tanrının koyduğu kurallara göre özgürce yaşamak varken onun yerine sınırlı insan aklını egemen kılarak yaşamayı tercih etmek İslam ile uyuşmaz. Tek kelimeyle akılsızlıktır. Altın yerine bakırın tercih edilmesi gibi bir şeydir.
Böyle bir yaklaşım, insanlar arasında Tanrı tarafından konulan kuralları adalet duygusundan başlayarak yok eder. İnsanlar arasındaki ilişkiler bozulur ve toplulukları mutlu olma çizgisinden uzaklaştırır.
Fransa İhtilali ile aklı dine karşı tavır almaya zorlayan bu tip lâiklik kavramının kabul edilmesinin gerçek nedenlerini, Avrupa’nın Rönesans ile başlayan sanattaki yeni anlayışında, Reform ile başlayan din dışı yönetim ve siyasi sistem arayışında, aydınlanma süreci ile bilimde sağlanan gelişmelerde, felsefe ve mantıktaki yeni düşünce yapısında aramak gerekir. Bu gelişmelerin insanoğlunun kendine olan güvenini artırdığı, esasen tarih boyunca dine karşı isyan halinde olan insan düşüncesini bu yönde etkilediği açık bir gerçektir
2.5 Demokrasinin temel ilkeleri ve bu ilkelerin İslam açısından değerlendirilmesi:
Cumhuriyette siyaset ekonomiye hâkim olacak, demokraside ise ekonomi, siyaseti yürütecektir. Cumhuriyeti demokrasiye karşıt koymak ve onu demokrasiye indirgemek onu öldürmektir.
Cumhuriyette en iyiler şehir meclisine ve foruma giderler. Demokraside ise en iyiler iş yaparlar.
Cumhuriyette herkes yurttaş olarak tanımlanır. Demokraside ise herkes kendi topluluğu tarafından tanımlanır ve toplulukların bütünü, toplumu oluşturur.
Cumhuriyette özgürlük, aklın bir fethidir. İnanmak öğrenilmez ama akıl yürütmek öğrenilebilir. Eğitimin bütün gücüne sahip olunan yer, cumhuriyetçi bir yönetimdir.
Cahil insanlardan oluşan bir cumhuriyet bir daire- karedir. Çünkü cahil biri özgür olamaz. Kanunların kaleme alınmasına katılamaz veya kanunlardan haberi olamaz.
Buna karşılık halkının %50 sinin okuma-yazma bilmediği bir demokrasiyi tasavvur etmek kesinlikle imkânsız değildir.
Cumhuriyeti yöneten evrensel kavram, demokrasiyi yöneten yerel kavramlardır.
Cumhuriyette her milletvekili tüm ulusun temsilcisidir. Demokraside ise her temsilci kendi seçim bölgesinin temsilcisidir
Cumhuriyette devlet topluma hakimdir. Demokrasi de ise toplum devlete.
Cumhuriyet, çıkarlar çelişkisini ve şartların eşitsizliğini yasanın önceliği ile yumuşatır. Demokrasi ise bunları bütünüyle ve insanların karşılıklı rızası ile pragmatik sözleşme yolu ile düzeltir.
Cumhuriyette yurttaşlık bir hak ilkesine dayanır. Örneğin oy verme hakkı ya vardır ya da yoktur. Varsa bu hak tüm seçimler için geçerlidir. Demokrasi ise cumhuriyetin meşruiyetine ve genel ahlakına aykırı olarak genel seçimlerdeki oy hakkı ile yerel seçimlerdeki oy hakkını ayırabilir
Cumhuriyette her köyde meclis ve okul vardır. Demokraside ise mabet ve borsa.
Cumhuriyet, çocukta insanı arar ve onda yalnız büyümesi gereken şeye hitap eder
Kaba ifade ile cumhuriyet çocukluğu sevmez. Demokrasi ise yetişkinlere saygı göstermez.
Cumhuriyette toplum, birinci görevi yalnız başına kendi tabii ışıkları ile her konuda yargıda bulunma gücüne sahip yurttaşlar yetiştirmek olan okula benzemelidir. Demokraside ise okulun kendisi, topluma benzemelidir.
Cumhuriyet okulu sever onu yüceltir. Demokrasi ise okuldan korkar, onu ihmal eder.
Bir cumhuriyeti demokrasiden ayırmanın en emin yolu, üniversiteye girişten önce felsefenin lisede öğretilip öğretilmediğine bakmaktır. Cumhuriyet felsefeyi sever. Demokrasi felsefeden korkar.
Cumhuriyette davranışları düzenleyen, bir çıkar uzlaşmasından başka olan şey, ilkedir. Kanaatin yasa hükmünde olduğu demokraside değer verilen paradır
Cumhuriyette en büyük değer kütüphaneye demokraside ise televizyona verilir
Cumhuriyet, eşitlikçi olmaksızın eşitliği sever. Demokrasinin programında toplumsal eşitlik yoktur. Gelirler veya ücretler arasındaki oranın bire 50 olduğu bir memlekette artık cumhuriyetten bahsedilemez. Ama demokrasiden bahsedilebilir.
Sosyalizm sonuna kadar götürülmüş cumhuriyet ve liberalizm sonuna kadar götürülmüş demokrasidir.
Bu ilkelere katılmayabilirsiniz. Ancak bir Fransız düşünür bu cümleleri ile cumhuriyeti ilkeler manzumesi olarak tarif ederken demokrasiyi bir çıkar hareketi olarak tanımlamaktadır.
Demokratik sistem, meşveret (danışma) esasına ve toplumsal dayanışmaya bağlı kaldığı sürece İslam’a uygundur. Bunun için halkın kendi kendisini yönetecek kişileri sağlıklı seçmesi gerekir.
*Seçilecek yöneticilerin adil bir seçimle seçilmesi şarttır.
*Seçilecek yöneticilerin adil yani güvenilir olmaları ve bu kişilerin liyakat sahibi (devlet yönetiminde ehil ve bilgili) olmaları da şarttır.
*Demokratik seçimi yapacak seçmenlerin bu seçimi en iyiyi ve güzeli seçebilecek bilgi düzenine sahip olmaları yâni “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” İslami ilkesine göre hareket etmeleri de şarttır.
Aksi halde halkının %50 sinin okuma-yazma bilmediği bir demokrasiyi tasavvur etmek mümkündür. Gelirler veya ücretler arasındaki oranın bire 50 olduğu bir memlekette demokrasiden bahsedilebilir ancak cumhuriyetten bahsedilemez.
Bu duruma Fransız ihtilalinden bir örnek verelim. Krallığı devirdikten sonra halkın egemenliği olan cumhuriyet yönetimine kavuşan Fransa, iç bunalımlar ve tercihler sonucu İmparatorluk yönetimine dönüştü. Napolyon yönetiminde Fransa mahvoldu. Avrupa perişan oldu.
2.6 Tarihsel süreç: Türkiye’de Cumhuriyet yönetimine, lâik siteme ve demokrasiye şu safhalardan geçilerek ulaşıldı
2.6.1 Cumhuriyet yönetimine geçiş:
1. Meşrutiyet dönemi: 23 Aralık 1876- 14 Şubat 1878 arasında 1 yıl 1 ay 22 gün sürdü. Bu dönemde 1876 Anayasası geçerli oldu. 1. Meşrutiyet dönemi Mebusan Meclisinin kapatılması ile sona erdi.
Sultan II. Abdülhamit yönetimi: 31 Ağustos 1876- 27 Nisan 1909 arasındaki bu dönemde Mebusan Meclisi toplam 1 yıl 10 ay 26 gün çalışabildi. Geri kalan 30 yıl 9 aylık süre, Osmanlı Devletinin son mutlakıyet dönemiydi ve bu dönem tarihe istibdat dönemi olarak geçti.
2. Meşrutiyet dönemi: 23 Temmuz1908 -11 Nisan 1920 arasında 11 yıl 8 ay 18 gün süren bu dönemde 1876 Anayasası yeniden yürürlüğe konuldu. Osmanlının bu son Mebusan Meclisi, 28 Ocak 1920 tarihinde Misak ı Milli ilkelerini kabul ederek tarihi bir görev yaptı. Bu dönem son padişah 6. Mehmet Vahdettin’in Mebusan Meclisini 11 Nisan 1920 tarihinde tasfiye etmesi ile sona erdi.
TBMM Dönemi: Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan1920 tarihinde Ankara’da açıldı. Böylece cumhuriyete giden en büyük adım atıldı. Misak ı Milli ilkeleri benimsendi.
20 Ocak 1921 tarihinde TBMM ilk anayasayı kabul etti. Anayasada devletin dini İslam olarak belirlenmişti. TBMM Hükümeti Kurtuluş Savaşını bu anayasa hükümlerine göre yürüttü.
1 Kasım 1922 Saltanatın kaldırılması: Bu kararla Osmanlı İmparatorluğunun siyasi varlığı sona erdi
24 Temmuz 1923 Lozan antlaşması imzalandı. Böylece yeni devletin hukuki varlığı kabul edildi.
29 Ekim1923 Cumhuriyetin ilanı: Bu kararla Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Mustafa Kemal ilk cumhurbaşkanı seçildi
2.6.2 Laikliğe geçiş süreci:
3 Mart 1924 tarihinde Hilafet kaldırıldı. Böylece Osmanlının yönetimdeki son izleri silindi. Aynı tarihte kabul edilen Tevhidi Tedrisat kanunu ile eğitim sistemi tek çatı altında toplandı. Şeriye ve Evkaf vekaleti kaldırıldı. Yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak din yönetimi yeni bir yapıya bağlandı.
Şeriye (din esaslı) mahkemeler 8 Nisan 1924 tarihinde kapatıldı.
20 Nisan1924 tarihinde ilk anayasa değişikliği yapıldı ve ekonomide liberal kalkınma yöntemi benimsendi. Anayasadaki Devletin dini İslam’dır ibaresine dokunulmadı.
17 Şubat1926 tarihinde Türk Medeni Kanunu kabul edildi. Mecelle kaldırıldı. 1Mart 1926 tarihinde ise Türk Ceza kanunu kabul edilerek dine bağlı olmayan hukuk sistemi getirildi.
Tek parti yönetiminde CHP’nin 1927 yılı kurultayında Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Lâiklik ve Milliyetçilik ilkeleri kabul edildi. 1931 yılı kurultayında ise bu ilkelere Devletçilik ve İnkılapçılık eklenerek 6 ok tamamlandı.
10 Nisan1928 tarihinde Devletin dini İslam’dır ibaresi anayasadan çıkarıldı
5 Şubat 1937 tarihinde Lâiklik ilkesi, anayasa hükmü olarak kabul olundu.
2.6.3 Demokratik sisteme geçiş:
7 Ocak1946 tarihinde Demokrat Parti kuruldu. Çok partili döneme daha önce geçilmek istenmiş ancak başarısız olan 1925Terakki Perver ve 1930 Serbest Fırka denemelerinde başarılı olunamadı.
Halk Cumhuriyetin getirdiklerini henüz benimsememişti. DP ve daha sonra kurulan diğer partilerle Türkiye’de çok partili demokratik hayat başladı.
21 Temmuz 1946 da yapılan Milletvekili Genel seçimlerine 13 parti ve bağımsızlar katıldı. CHP 397, DP 61, MP 5 ve bağımsızlar 7 milletvekili kazandılar.
14 Mayıs 1950 Milletvekili Genel seçimlerinde DP 416, CHP 69, MP 1 ve bağımsızlar 1 milletvekili kazandılar. Bu seçimle Türk siyasi tarihinde demokratik seçimlerle iktidar ilk defa el değiştirmişti.
Bu durum toplum için önemli bir sınavdı.
Seçimle iktidara gelenler gene seçimle iktidarı bırakacaklar mıydı?
Yoksa yeni iktidar kendisine oy veren kitlelerin etkisi ile Cumhuriyet ile hesaplaşma yolunu mu seçecekti?
Diğer bir ifade ile halk Cumhuriyet ilkelerine ne kadar sahip olacaktı?
DP iktidar mensupları bu konuyu iyi tartamadılar. On yıl süren iktidar gücü onları demokratik olmayan tercihlere sürükledi. 18 Nisan 1960 tarihinde 15 kişiden oluşan Tahkikat Komisyonu adlı bir komisyon kurdular ve bu komisyona TBMM’nin yetkilerini aşan yetkiler vererek anayasayı ihlal ettiler.
Bu davranışlarından dolayı DP iktidarı ne yazık ki hiç de istenmeyen 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi ile devrildi. Çok partili demokratik sistem bir kere daha başarısızlığa uğramıştı.
2.7 Halkın Cumhuriyet yönetimine bakışı ve Demokratik uygulama:
Cumhuriyet kurulduğu zaman güçsüzdü. Ekonomik ve sosyal sorunları vardı.
İçte iktidarını kaybeden düşmanları vardı.
Dışta Türkiye Cumhuriyeti’nin bu başkaldırışını kabullenmeyen, Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlenmesini istemeyen dost görünen düşmanları vardı. Onlara göre Türkiye Cumhuriyeti güçlenmemeli ve her koşulda kendilerine itaat etmeliydi.
Dış çevreler bunu nasıl gerçekleştireceklerdi?
Savaşla başaramamışlardı. Barış yolu kullanılmalıydı. Ama nasıl? Yolunu ve yöntemini aradılar ve buldular.
Bunu demokratik seçimlerle iş başına getirdikleri iktidarlarla, halkın oyu ile halka yaptırdılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik ve kültürel bağımsızlığını demokratik yollarla ve halkın oyları ile bağımlı hale getirdiler. Cumhuriyetin özgürlük ilkesi demokratik tercihlere yenildi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bu noktaya gelişinde Din ve laiklik ilişkilerinin önemli bir payı vardı.
Bu konuyu üçüncü bölümde inceleyeceğiz.

İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK-III – 4. BÖLÜM

4.2.1.1 Cumhuriyetin kuruluşu: 29 Ekim 1923

24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması ile Osmanlı Devleti tarafından 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan Sevr Anlaşmasının hükümleri yok edildi ve yeni bir devletin kuruluşunun temeli atıldı. Lozan antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti siyasi bağımsızlığına kavuştu. Sıra bu devletin kurulup ilan edilmesine gelmişti. Ülkenin siyasi bağımsızlığının yanında ekonomi ve kültürel alanlarda da özgür olması gerekiyordu.

Ancak sömürge haline gelmiş ve tarihi ömrünü tamamlamış olan Osmanlı Devleti vatandaşlarının bu gerçeği kabul etmesi kolay olmadı. TBMM üyelerinden bir kısmı hatta ileri gelen yöneticiler ve komutanlar, Ülke düşman işgalinden kurtuldu, padişahım çok yaşa! diyerek Osmanlı yönetiminin devam etmesinden yana idiler. Oysa padişah yurt dışına kaçmış, İngilizlere sığınmış, Osmanlı gerçeği ve meşruti yönetim fiilen sona ermişti.

Osmanlı rüyasından uyanamayanlar, padişaha kul olmak duygusundan arınamayanlar ve en önemlisi Ülke gerçeklerini yeterince kavrayamayanların Lozan Anlaşması hükümlerine itirazları artınca Kurtuluş Savaşını kazanan Gazi Meclisin görevini tamamladığına karar verildi.

Yapılan seçimler sonucunda teşkil olunan 2. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 2 Ağustos 1923 tarihinde toplandı. Önce Lozan antlaşmasının onaylanması gerekiyordu. TBMM de yapılan ve 20 gün süren sert tartışmaların sonucunda Lozan Antlaşması hükümleri 13 red oyuna karşı 213 kabul oyu ile 23 Ağustos 1923 tarihinde onaylandı.

Daha sonra 13 Ekim 1923 de Ankara, kurulacak yeni devletin başkent olarak kabul olundu.

Sıra halkın kendi kendini yönetme şekli olan Cumhuriyetin ilan edilmesine gelmişti. TBMM, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü tarafında hazırlanan 1921 anayasasındaki 1.2.4.10 ve 12 maddelerindeki değişiklikleri görüşmek üzere 29 Ekim 1923 günü toplandı. Daha önce Halk parti gurubunda tartışılan ve olgunlaştırılan konular TBMM de görüşülmeye başlandı.

Yapılan tenkitlere Antalya mebusu Rasih Kaplan Hoca “Din bakımından en muvafık hükümet şekli Cumhuriyettir.” diyerek nokta koydu. Yapılan oylamada TBMM, Cumhuriyet yönetimini oy birliği ile kabul etti. Aynı gün Gazi Mustafa Kemal 159 üyenin 158 inin oyunu alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi. Gazi 42 yaşındaydı.

Kabul olunan iki maddenin metinleri şöyleydi.

“Madde 1- Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etme esasına dayanır. Türkiye devletinin hükümet şekli cumhuriyettir.

Madde 2- Türkiye Devletinin dini İslam, resmi lisanı Türkçedir.”

623 yıl hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu tarihi sürecini tamamlamış onun yerine Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulmuştu. Bu devletin temel ilkesi bağımsızlıktı. Siyasi bağımsızlık sağlanmıştı ama bunu devam ettirecek ekonomik ve kültürel bağımsızlığın da kazanılması gerekiyordu. Temel hedefi ekonomik ve kültürel bağımsızlığı sağlamak olan asıl savaş, şimdi başlıyordu Çağdaş eğitimle yetiştirilecek yeni nesillerle hem kültürel varlığımız korunacak hem geleceğimiz güvence altına alınacak hem de ekonomi alanında güçlü adımlar atılarak Ülke her türlü sömürgecilikten tamamen kurtarılacaktı.

Ülke bu savaşı kazanabilecek miydi? Halk cumhuriyete ne kadar sahip olacaktı?

Bu sorulara cevap verebilmek için Ülke Osmanlıdan ne devraldı? O günün koşulları ne idi? Şimdi bu konuyu inceleyelim.

*Cumhuriyetin kurulduğu zamanki şartlar:

Osmanlıdan kalan bu topraklarda uzun bir kurtuluş mücadelesi veren milletimiz, ehil yöneticiler elinde başarıya ulaştı ve 29 Ekim 1923 de Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurdu.

Bu mücadele; çağında emperyalizme karşı yapılan ve başarılan tek özgürlük mücadelesiydi. Mazlum milletlere örnek oldu, umut verdi.

Bu mücadele sonunda kurulan Cumhuriyet, Afganistan dışında dünyada tek bağımsız İslam devleti idi ve diğer Müslüman ülkelerin ümit kaynağı oldu.

Cumhuriyet, yaklaşık 300 senedir gerileyen, ezilen ve sömürülen Türk varlığının koruyucu limanı oldu.

Bu ve benzeri cümleleri mübalağaya kaçmadan çoğaltabiliriz. Bu kadarla yetinelim ve Cumhuriyet Osmanlı’dan nasıl bir miras devraldı?  Onu anlamaya çalışalım.

** Cumhuriyet Osmanlıdan ne devir aldı? (Su Raporu 2017-2020 kitabından)

29 Ekim 1923 de Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, bir gün sonra Gazi İsmet İnönü’ye gönderdiği mektubunda bakınız neler söylüyor. Mektubu aynen yazıyorum.

“Sevgili Paşam;

 Cumhuriyetin ilk başbakanı olarak seni düşünüyorum. Dur, hiç itiraz etme. Niye seni seçtiğimi şimdi anlayacaksın.

Bizi büyük bir savaş bekliyor. Durumumuzun bir bölümünü Cephe komutanı ve Lozan baş delegesi olarak elbette biliyorsun. Büyük devletlerin bu sefil duruma bakarak, kısa zamanda pes edeceğimizi sandıklarını Lozan dönüşü sen bize anlattın. Ben sana şimdi bildiğinden daha da acıklı olan genel durumu özetleyeceğim.

Bize; geri, borçlu ve hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul ve köylü bir devletiz.

Dört mevsim kullanabilir kara yollarımız yok denecek kadar az. 4000 km kadar demiryolu var. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz. Ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamamız, vatanın bütünlüğünü sağlamamız şart. Denizciliğimiz acınacak durumda.

Köylümüzü topraklandırmalı, ihtiyacı olana bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız.

Doğudaki aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni, Cumhuriyet ile bağdaşmaz. Bu durum düzeltilmeli. halkı kurtarmalıyız. Her yerde tefeciler halkı eziyor.

Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getiriyoruz. Sığır vebası, hayvancılığımızı öldürüyor.

Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. Pek az sayıda eczane var.

Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halde. Bit, ciddi bir sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta. Bebek ölüm oranı %60 ı geçiyor. Nüfusun % 80 i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bölümü göçebe.

Telefon, motor, makine yok. Sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Kiremiti bile ithal ediyoruz. Elektrik, yalnız İstanbul ve İzmir’in bazı semtlerinde var.

Düşmanın yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114 408. Ülkeyi nerdeyse yeniden kurmamız gerekiyor. Yunanistan’dan gelecek göçmen sayısı, 400 bini geçecek.

İktisadi hayatımız da eğitim hayatımız da içler acısı. İktisatçımız çok az. Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitim sorunu hiç çözülmemiş. Oysa Cumhuriyet’in insan malzemesini hazırlamalı, namus cephesini güçlendirmeliyiz.

Kültür eserleri kaçırılmış, kaçırılmaya devam ediliyor. Raporlarda daha acı bilgiler var. Bunları bakanlara ve parti yönetim kuruluna da ver. Genel durumu tam bilsinler.

Bütçemiz, gelirimiz yetersiz. İktisadi çıkmazdan kurtulmak için geliştirdiğim bir düşüncem var. Bu düşünceyi günü geldiğinde konuşuruz.

Hedefimiz milli iktisat. Bağımsızlığın sürekli olması için iktisadi bağımsızlık temel olmalı. Osmanlı, bu gerçeği geç fark etti. Fark ettiği zaman çok geç kalmıştı.

Cumhuriyet’e uygun bir anayasaya gerek var. Bu zor durumdan nasıl çıkabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde ne de bir deney.

Ama yılmamak, ucuz ve geçici çarelerle yetinmemek, halkı kurtarmak için sorunları çözmek, kalkınmak, ilerlemek, milli egemenliğe dayalı uygar ve özgür bir toplum oluşturmak, yüzyılımızın düzeyine yetişmek, kısacası çağdaşlaşmak ve bu büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız.

Bu ana kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte arayıp bulacağız. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız.

Kader’in bizim kuşağımıza yüklediği kutsal görev bu. Bu büyük görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim. Allah, yardımcımız olsun.          

Gazi Mustafa Kemal”

***Cumhuriyet kurulduğunda önemli bazı göstergeler şu şekilde idi.

a)Sosyal göstergeler

1927 nüfus sayımına göre nüfus: 13 648 270 

Erkek nüfusu: 6 563 889 (% 48.09)

 Kadın nüfusu: 7 084 381 (% 51.91)

Ana dile göre nüfus: Türkçe (% 79.41) Kürtçe (%7.98) diğer diller (%12.61)

Ortalama ömür: 40 yaş.

b) Eğitim ile ilgili göstergeler

Okuma yazma oranı: Erkeklerde %7, Kadınlarda % 0,4.

Okul sayısı: 4894 ilkokul, 72 ortaokul, 23 lise, 1 üniversite.

Köy sayısı: 40 bin. 37 bin köyde okul yok, 30 bin köyde cami yok.

Medrese sayısı: 479

c)Ekonomik göstergeler

Osmanlı’dan kalan borçlar: 81 880 000 anapara, 25 648 461 faiz olmak üzere 107 528 461 altın lira.

Borç ödeme planı: 1929 yılından başlamak üzere 30 yılda ödenecek.

Borcun büyüklüğü: Gayri safi milli hasılanın %65 i kadar.

Gümrük özgürlüğü: Gümrükler, 1929 yılından sonra özgür olacak.

Fert başına milli gelir: 45 ABD doları.

Yukarıdaki gerçekleri düşünelim ve anlı şanlı Osmanlı İmparatorluğundan 29 Ekim1923 tarihinde kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’ne kalan mirası iyi kavrayalım.

Erkeklerin pek çoğu 10 yılı aşkın savaşlardan sonra yorgun, sakat ve hasta durumda. Bütün yük, kadınların üzerine kalmış.

Kadınlar Kuran’ın kendilerine kazandırdığı ekonomik ve sosyal haklarını kaybetmiş. İkinci sınıf insan durumuna düşürülmüş. Çok eşlilik ve hileli boşanmalar yaygın.

Verem, sıtma, tifo, tifüs ve trahom gibi hastalıklar ortalama yaşam süresini 40 yaşına çekmiş. Herkes bitli.

Osmanlıcayı okuyan ve yazan nüfus son derece az. Türkçenin yerini Arapça ve Farsça almış. Bu nedenle okuma ve hele yazmayı öğrenmek çok zor.

İslam Dini hurafelere boğulmuş. Türkçeye veya Osmanlıcaya tercüme edilmiş tek Kuran meali veya tefsiri yok.

Halk dini bilgilerini doğrudan Kurandan öğrenme imkânına sahip değil. Bu bilgileri ancak ne kadar bildiği belli olmayan hocalardan öğrenebiliyor. Din adamlarında taassup hâkim. Bu kesim genelde yeniliklere karşı.

Ülke ekonomik olarak tam bir iflas içinde. Osmanlıdan kalan borçlar yıllık bütçeye yakın büyüklükte.

Fabrika yok, elektrik yok, yol yok, demiryolları ve deniz işletmeleri yabancıların elinde. Tarımsal üretim ülkeyi besleyemiyor. Ziraat çok ilkel.

Türk toplumunun bağımsızlığını koruyabilmesi için kimseden yardım almadan, kimseye muhtaç olmadan sorunlarını çözmesi ve ayağa kalkması gerek. Dünyada örnek alınacak bir ülke ve ekonomik sistem yok. Egemen olan kapitalist ve komünist sistemler toplum yapımıza ve kültürel varlığımıza uygun değil. Yeni ekonomik kalkınma modeli ve politikalarına ihtiyaç var.

Toplumda Osmanlılık şuuru hâkim. Türklük şuuru yok denecek kadar az.

Ve önemlisi bu devletin içte ve dışta pek çok düşmanı var.

Osmanlı Devleti’nin son yıllarındaki Anadolu’yu anlatan aşağıdaki şiir vatan şairi Mehmet Emin YURDAKUL tarafından 1914 yılında yazılmış ve Türk Sazı dergisinde yayınlanmış.

Okuyalım ve 1914 yılında Anadolu’nun durumunu içimiz sızlayarak anlamaya çalışalım.

ANADOLU

Mehmet Emin Yurdakul

Gençliğe
Yürüyordum: Ağlıyordu ırmaklar;
Yürüyordum: Düşüyordu yapraklar;
Yürüyordum: Sararmıştı yaylalar;
Yürüyordum: Ekilmişti tarlalar.

Bir ses duydum, dönüp baktım, bir kadın:
Gözler dönük, kaşlar çatık, yüz dargın;
Derileri çatlak, bağrı kapkara,
Sağ elinin nasırında bir yara

Başında bir eski püskü peştemal
Koltuğunda bir yamalı boş çuval…
-Ne o bacı?
– Ot yiyoruz, n’olacak!
-Tarlan yok mu?
– Ne öküz var, ne toprak…
Bugüne dek ırgat gibi didindim;
Çifte gittim, ekin biçtim, geçindim,
Bundan sonra…
– Kocan nerde?
– Ben dulum;
Kocam şehit, bir ninem var, bir oğlum.
– Soyun, sopun?
– Onlar dahi hep yoksul!
Ah Efendi, bize karşı İstanbul
Neden böyle bir sert, yalçın taş gibi?
Taşraların hayvanlık mı nasibi?
……………………
Hayır, hayır, bu nasibi almak için doğmadın.
Onun için doğdun ki sen kadınlığın hakkiyle
Ocağının karşısında saadete eresin,
Göğsünü kabarttıran anneliğin aşkiyle
Evladına sütün gibi pak duygular veresin.
Sen bir aziz yoldaşsın:
Senin sesin hayat için dövüşmeğe koşturur;
Senin sevgin vatan için fedakarlık öğretir;
Senin yüzün insan için bir merhamet duyurur;
Senin ile insanoğlu yeryüzünü şenletir.
Lakin bizler bu hakları unuttuk;
Kadınlığı hayvanlıkla bir tuttuk;
Ninen gibi sana dahi hor baktık;
Seni dahi garip, yoksul bıraktık!
……………………
Kinler için karaları bağlayan,
Zevkler için zelil sefil ağlayan.
Acı gören, cefa çeken, ezilen,
Irzdan başka her şeyini veren sen!
Sen şu güzel vatanında cehennemde gibisin;
Gözyaşınla ıslattığın kanlı toprak üstünde
Sana her yer bir çöl gibi cıvıltısız, çiçeksiz;
“Ekmek” diye ağladığın sağır bir halk önünde
Sana herkes bir kurt gibi merhametsiz yüreksiz.
Senin her bir ümidin
Ayrılıksız, yoksulluksuz bir dünyaya kalmıştır,
Oraya ki masum çiftler hıçkırıksız yaşarlar;
O melekçe sevgilerle birbirini okşarlar;
Ve burada Allah bütün dilekleri yaratır?
Ne vakte dek gençliğine hakaret,
Bu ayrılık, bu gözyaşı bu ölüm?

Bu sert demir, bu ağır yük, bu zulüm?
Yazık, sana ağlamayan şiire;
Yazık, sana titremeyen vicdana;
Yazık, sana uzanmayan ellere;
Yazık, seni kurtarmayan insana!
……………………
Ey vatanın bağrı yanık bucağı.
Hani senin bereketli hasadın,
Yeşil yurdun, mesut çatın, şen çiftin?
Hani senin medeniyet hayatın,
Yolun, köprün, kazman, iğnen, çekicin?
Ey Türklüğün otağı!
Ne vakte dek bu acıklı sefalet,
Bu virânlık, bu inilti, bu kaygu?
Ne vakte dek bu uğursuz cehalet.
Bu taassup, bu görenek, bu uyku?
……………………
Yazık, sana ağlamayan şiire;
Yazık, sana titremeyen vicdana,
Yazık, sana uzanmayan ellere;
Yazık, seni kurtarmayan insana!

Gelecek yazı: Cumhuriyet yönetimini kimler benimsemedi? Kimler benimsedi?

İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK – III / 5. BÖLÜM

Bir önceki yazımızda vatan şairi Mehmet Emin YURDAKUL’un mısralara döktüğü Anadolu’nun 1914 yılındaki durumu, I. Dünya savaşı yıkımından sonra daha da kötüleşmiş, bu savaşta Osmanlı Devleti’nin şehit, kayıp, esir, yaralı, sakat ve hasta olarak insan kaybı 2,5 milyon kişiye ulaşmış bu mücadelede en büyük kaybı yine Anadolu insanı vermişti.

Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Sevr anlaşması ile yurdu işgal eden Fransızlar, İtalyanlar, İngilizler ve hele Yunanlıların, işgal sonrası yaptıkları yok etme, yağma ve cinayetler sonucu işgal edilen bölgeler tahrip edilmiş, insanlar vahşetle katledilmişlerdi.

1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti, 1914 yılından çok daha kötü bir Anadolu gerçeği ile karşı karşıyaydı.

Bu durumdaki bir ülkede ekonomik ve kültürel kalkınma nasıl sağlanacaktı?

Cumhuriyetle kazanılan siyasi özgürlük, nasıl korunacaktı?

Bunun için milletin Cumhuriyet yönetimine sahip çıkması, milli kalkınma ve gelişmiş ülkeler düzeyine ulaşma yolunda atılacak her konuda devletini desteklemesi gerekiyordu.

Millet, Cumhuriyet yönetimini ne ölçüde benimsemişti? Şimdi bu soruyu cevaplandırmaya çalışalım.
***Cumhuriyet yönetimini kimler benimsemedi? Kimler benimsedi?

a) Cumhuriyet yönetimini benimsemeyenler:

*Bunların başında Cumhuriyetin kurulması ile çıkarlarını yitiren Osmanlıcılar gelmekteydi.

1922 yılında saltanatın kaldırılması ile son Osmanlı padişahı, yanındaki birkaç kişi ile İngilizlere sığınarak yurt dışına kaçtı. 1924 yılında Hilafetin kaldırılması ile Osmanlı hanedanının büyük bölümü yurt dışına çıkarıldı. Bu kanunla yurt dışına çıkarılan Osmanlı hanedanına mensup bu insanlar, yurt dışında Türkiye Cumhuriyeti aleyhine tek kelime söylemediler, tek eylemde bulunmadılar. Hayatları sıkıntı içinde geçti ama asaletlerine uygun hareket ettiler.

Hanedan mensuplarının bu asil davranışlarına rağmen Ülke içinde kalan padişah yanlıları ve çıkarları bozulanlar, Cumhuriyeti benimsemediler. Dünya bugün olduğu gibi maddi çıkar hesabına dayanmaktaydı. Osmanlı hanedanına yakın olan, ondan beslenen, yalı, çiftlik ve benzeri gibi büyük mülklere sahip olan zadegân sınıfı ve bunların sözcüsü olan İstanbul basını, kapatılan medreselerden İstanbul Üniversitesine geçen bilginler, Cumhuriyete karşı tavır sergilediler. Bunlar yaptıkları yayınlarla halkın cumhuriyeti benimsemesini önlemeye çalıştılar.

*Hilafet yanlıları ve medrese mensupları da Cumhuriyeti benimsemediler. Kendi çıkarlarını ve toplumdaki itibarlarını korumak isteyen bu çevreler, yeniliklere dolayısı ile Cumhuriyete karşı idiler.

Asırlarca ‘’ İslam’ı doğru anlayabilmesi için halkın bizim gibi ilim adamlarına ihtiyaçları vardır. Çünkü halk, kendi başına İslam’ı doğru anlayamaz.’’’ diyerek Kuran’ın Türkçe veya Osmanlıca mealini ve tefsirini yapmayan, böylece halkın İslam’ın temel kitabı olan Kuran’a aracısız ulaşımını engelleyen, İslam’ı istedikleri gibi yorumlayan ve bu davranışları ile bir nevi ruhban sınıfına dönüşen bu çevreler, Cumhuriyeti değil benimsemek yeni Cumhuriyet yönetimine hiç yardımcı olmadılar.

*Tekke, zaviye ve dergahlarda Tasavvuf kültürünü benimseyen kişiler de Cumhuriyeti benimsemediler.

Anadolu’nun vatan olmasında ve Osmanlı Beyliğinin kuruluş döneminde Osmanlı- İslam düşünce dünyasına yeni ufuklar açan tasavvuf kültürü, zaman içinde Tanrı ve insan sevgisine dayanan bu temel niteliğinden uzaklaşmış, eskiyen, köhneyen bir hale bürünmüş, topluma zararlı hale gelmişti.

En sonunda, ’Din elden gidiyor!’’ diyerek İslam’ı değil kendi varlıklarını korumaya çalışan ve dini kendi yorumları ile istismar etmekten çekinmeyen bir kısım tekke, zaviye ve dergâh mensupları ve kırsal alanlardaki şeyhler (şıhlar) ve ağalar etkisinde olan kitleler, Cumhuriyet yönetimini benimsemediler, destek vermediler ve zaman zaman dış tahriklerle beslenerek Cumhuriyet yönetimine isyan ettiler

İslam, bu çevreler elinde tahrip edildi, özünden saptırıldı, hurafelere boğuldu. Bu çevrelerce gerçek İslam’ı yaşama düşüncesi daima ikinci planda kaldı. Dini duyguları istismar ederek maddi çıkar sağlamak ve topluma egemen olmak düşüncesi gücünü hiç yitirmedi. Bunlara safça inanan ve gerçek İslam’ı bilmeyen, o güne kadar cahil bırakılmış, din hocasının ağzına bakan, onun söylediğini dini vecibe sayarak uygulayan cahil halkın bir bölümü de cumhuriyete destek vermedi.

*Dış düşmanların içteki iş birlikçileri: Kurtuluş Savaşı döneminde İstanbul Hükümetinin onayı ile İngilizler ve onu destekleyen işbirlikçiler tarafından kurulan İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Kuvayı Milliye hareketini önlemeye çalışmıştı. Muvaffak olamayınca bu cevreler boş durmadılar. Cumhuriyet kurulduktan sonra yeni yönetimi benimsemeyen içteki dostları ile iş birliklerini devam ettirdiler ve Din elden gidiyor propagandası ile memleket dahilinde birçok isyanın çıkmasını sağladılar. Bunlara Kürtçülüğü ve mezhep ayrımcılığını da eklediler.

Sevr Antlaşması ile Anadolu’yu paylaşım haritasına işlenen Kürt devleti düşüncesi, Kurtuluş Savaşında gösterilen milli dayanışma ile önlenmiş, daha sonra bu konu Lozan anlaşmasıyla tamamen yok edilmişti. Ancak Kürt sorunu, İngiltere tarafından kaşınarak daima gündemde tutuldu. Lozan görüşmelerinde çözülemeyen Musul Meselesini çözmek için İngilizler, bu konuyu alabildiğine işlediler. Kürtçülüğe dini unsurlar ekleyerek Ülke dahilindeki bir kısım Kürt topluluklarının Cumhuriyet yönetimine karşı isyan etmesini sağladılar.

1923-1938 yılları arasında Kürt unsurlar tarafından Cumhuriyete karşı başlatılan 17 isyan hareketinin sonuçları bakımından en önemlisi 13 Şubat-31 Mayıs 1925 yılları arasındaki Şeyh Said isyanıdır. Tamamı Cumhuriyet yönetimi tarafından bastırılan bu isyanlardan Şeyh Said isyanı, İngilizlerin Musul yöresinde yaptıkları siyasi etkinlikleri, onların lehine kolaylaştırdı. Bu isyan, Musul- Kerkük bölgesinin kaybedilmesine sebep oldu.

Oysa, Cumhuriyetin din ile bir sorunu yoktu. Dini istismar edenlerle ve toplumun gelişmesine karşı gelenlerle sorunu vardı. Cumhuriyetin Kürtlerle de bir sorunu yoktu. Lozan görüşmelerinde Kürt sorunu diye bir sorun hiç görüşülmedi. Kürt vatandaşların böyle bir talebi hiç olmadı.

*Bir kısım siyasiler ve askerler: Bunlar içinde en önemli grup, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde iktidara gelen ve devletin çöküşüne sebep olan İttihat Terakki Partisinin kalan artıklarıydı. Yeni devlette hak ettikleri yeri alamadıklarını iddia eden bu kişilerin yanında eski konumlarına dönmek arzusunda olan bakanlık yapmış, valilik yapmış eski yöneticiler ve askerler de bulunmaktaydı. Siyasi varlıklarını tam bir gizlilik içinde sürdüren İttihat Terakki mensupları, 1926 yılında Gazi Mustafa Kemal’e suikast teşebbüsünde bulundular. Bu7 olay6 üzerine İttihat Terakki Partisi mensupları tamamen tasfiye edildiler.

Kurtuluş Savaşının önde gelen komutanlarının siyasete atılarak TBMM de kurdukları Terakkiperver Halk Fırkasının bu suikast eylemi ile ilişkili olduğunun İstiklal Mahkemesince tespit olunması Cumhuriyet için tam bir talihsizlik olmuş, adı geçen siyasi parti kapatılmış ve komutanlar siyaseten yasaklanmışlardı.

Kurtuluş savaşının önde gelen komutanlarının siyasetten uzaklaştırılması, Cumhuriyet yönetimine karşı olan diğer gruplara moral destek sağladı.

Bu olaylar özellikle Şeyh Said isyanından sonra1925 yılında kapatılan tekke ve zaviyelerin yer altına inmesine ve faaliyetlerine orada devam etmelerine zemin hazırladı.

b) Cumhuriyet yönetimini benimseyenler.

*Din adamları, tekkeler ve tarikatlar:

Mustafa Kemalin 19 Mayıs 1919 da Samsun’da Anadolu’ya ayak basmasından sonra yol boyunca başlattığı çalışmalar Osmanlı sarayı tarafından uygun görülmedi ve Mustafa Kemal geri çağrıldı. Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi öncesi 7-8 Temmuz günleri saray ile telgraf başında yaptığı görüşmeler sonucu geri dönmeyi reddetti ve mensup olduğu askerlikten istifa ederek ordudan ayrıldı. Erzurum ve Sivas Kongrelerine katıldıktan sonra Mustafa Kemal ve yanındaki heyet 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya geldi. Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 tarihinde açıldı.

O güne kadar Mustafa Kemal, gittiği her yerde din adamlarının bulunduğu heyetler tarafından karşılandı. Havza’da ulemadan Hacı Mustafa Efendi, Amasya’da müftü Tevfik ve vaiz Abdurrahman Kâmil Efendiler, Erzurum’da Hoca Raif Efendi ve müftü Sadık Efendi, Sivas’ta Müftü Abdurrauf Efendi, Kayseri’de Müftü Ahmet Remzi Efendi ve Kazıklı Hacı Kasım Efendi, Hacı Bektaş’ta Çelebi Cemaleddin Efendi ve dede postu Niyazi Salih Baba , Ankara’da müftü Rıfat Efendi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlattığı Milli Kurtuluş savaşına destek verdiklerini ifade ettiler.

Erzurum Kongresine Siirt’ten müftü hacı hafız Mehmet Cemil ile müderris hafız Cemil Efendiler Erzincan’dan meşayihten hacı Feyzi Efendi, Sivas’tan müderris Fazlullah Efendi, Diyarbakır’dan müftü hacı İbrahim Efendi ile   Kuruçay, Of, Kelkit, Şiran Rize müftüleri delege olarak katılmışlardı.,

Sivas Kongresine ise Erzurum’dan Hoca Raif Efendi, Erzincan’dan şeyh hacı Fevzi Efendi ve Çorum’dan müftü Tevfik Efendi katıldılar. Sivas kongresinin hazırlık komisyonunda ise vali vekili kadı Hasbi Efendi, müderris Fazlullah Efendi ve müftü Abdurrahman Efendi görev üstlenmişlerdi.

Batıda Yunan işgali başlamadan birkaç saat önce “İşgal edilen memleket halkının silaha sarılması dini bir görevdir.” Bu nedenle “Cihad-ı mukaddes fetvasını ilan ve tebliğ ediyorum.” diyerek halka milli mücadele fikrini aşılayan Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Efendi ve onun bu çağrısına katılan Sarayköy müftüsü Ahmet Şükrü Efendi, Çal müftüsü Ahmet İzzet Efendi, Acıpayam müftüleri Hasan ve Mehmet Arif Efendiler , Tavas müftüsü Cennet zade Tahir Efendi ve ilçe halkları ilk toplantılarını yaptılar. İlk direniş örgütlerini kurdular.

İşgal öncesinde İzmir de Yunan işgaline karşı düzenlenen mitingde İzmir müftüsü Rahmetullah Efendi, İzmir Valisinin ‘’Yunan işgaline karşı çıkılmasın.’’ emrine ‘’ Vali Bey! Bu sakalım kanımla boyanabilir. Ama bu alnıma Yunan alçağını sükunetle selamlamış olmanın karasını sürerek Huzur u İlahiye çıkamam.’’ diyerek karşı çıkmış ve Anadolu’daki diğer din adamlarına gerekli mesajı vermişti.

Yunan işgali ilerledikçe Batı Anadolu’da bütün il ve ilçe müftülükler, benzeri çağrıları yaparak halkı Yunan işgaline karşı direnişe çağırmışlar, silahlı örgütlerin kurulmasına yardımcı olmuşlar ve bir kısmı fiilen bu mücadelelere katılmışlardı.

Fransız işgaline karşı da benzeri çalışmalar, din adamlarının fetvaları ve fiili eylemleriyle gerçekleştirilmişti.

Kurtuluş savaşında Üsküdar Özbekler tekkesi, İstanbul Gülşeni dergâhı, Ankara Taceddin dergâhı, Hacı Bektaş Bektaşileri, Konya Mevlevileri ve Gümüşhane Nakşibendileri, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına destek veren tarikat ve dergâhlardı.

Görüldüğü üzere Anadolu halkı din adamlarının öncülüğünde padişaha bağlı yerel yöneticileri dinlememiş ve vatan savunmasında Kuvay-ı Milliye kuvvetlerinin yanında yer almıştı. TBMM açıldıktan sonra Kurtuluş Savaşını destekleyen söz konusu din adamları ve dergahlar, Cumhuriyet kurulduktan sonra da Cumhuriyet yönetiminin yanında yer aldılar. Cumhuriyetin kurmak istediği yeni dini yapılanmayı desteklediler.

Çünkü, Cumhuriyetin din ile bir sorunu yoktu. Dini istismar ederek kendilerine çıkar sağlayan ve gelişmelere karşı gelenlerle sorunu vardı.

*İşgalden kurtulan bölgelerin halkları: I. Dünya Savaşında Doğu Anadolu bölgesi Rusların işgaline uğradı, Ekim 1917 devrimi ile Rus kuvvetleri geri çekilince onların yerini alan Ermeniler, bölgede büyük katliamlar yaptılar.

Brest- Litovsk anlaşması ile savaş öncesi sınırlar kabul olununca, Erzurum- Köprüköy’ün doğusunda kalan Ağrı, Kars, Ardahan ve Iğdır’ın bulunduğu topraklar Rus yönetimine terk edildi. Bu topraklar üzerinde Ermeni mezalimi, kurtuluş yıllarına kadar devam etti.

30 Ekim 1918 Mondros Anlaşmasından sonra Anadolu başta Yunanlılar olmak üzere İtalyan ve Fransız kuvvetleri tarafından işgal olundu, Trakya Yunanlıların eline geçti, Boğazlar ve İstanbul, İngiliz, Fransız ve İtalyan kuvvetlerince işgal edildi.

Bu işgaller 11 Ekim 1922 Mudanya Anlaşmasına kadar sürdü. Trakya, 1922-Ekim ayı sonuna kadar boşaltıldı. Boğazların çevresi TBMM yönetimine girdi. En son 6 Ekim 1923 tarihinde İngilizler İstanbul’u terk ettiler ve Mustafa Kemalin 1918 yılı Kasım ayında ifade ettiği’’ Geldikleri gibi giderler.’’ söylemi gerçekleşti. Geldikleri gibi gittiler.

Anadolu halkı, yaşadığı bu işgal sürecinde çok büyük zulüm yıkım ve katliamlara uğradı. Ermenilerin Doğu Anadolu bölgesinde, Yunanlıların Batı Anadolu bölgesinde yaptıkları yıkım, tahribat ve gösterdikleri vahşet, insanlık dışıydı. Bu olaylar, bölgede yaşayan Müslüman Türk halkına büyük zararlar verdi ve ruhlarında derin yaralar açtı.

Asırlardır padişaha itirazsız biat eden bu insanlar, padişah yönetiminin gerçek yüzünü acı bir şekilde öğrendiler. İşgalden kurtulduktan sonra kurulan Cumhuriyet yönetimine bütün benliği ile sahip çıktılar.  Halk geleceğini Cumhuriyet yönetimine bağladı.

*Cumhuriyete karşı olan din adamlarının telkinlerine rağmen Cumhuriyetin geleceğine inananlar:

İşgale uğramamış Anadolu halkı, güvendikleri din adamları tarafından yapılan ‘’Padişaha bağlı kalın.’’ telkinlerine kulak asmadı. Bu insanların gerçek yüzünü gördü ve Anadolu’nun kurtuluşu için elinden gelen bütün gayreti gösterdi. Özellikle Anadolu kadınları, tarlaları sürdüler, ekinleri biçtiler. Orduyu beslediler. Milleti aç bırakmadılar. Ordudaki askerlerin bütün giyim ihtiyaçlarını karşıladılar. Sırtında taşıdığı bebeğinin soğuktan donmasına aldırmadan orduya kağnılarla silah ve cephane taşıdılar. Gerekli yerlerde cephede savaştılar.

Savaşamayacak durumda olan erkekler ise orduya silah ürettiler, ikmal işlerinde ordunun her türlü ihtiyacını karşılamaya çalıştılar ve kurtuluş için Nafiz KOTAN gibi pek çok kişi servetlerinin tamamını feda etmekten çekinmediler.

Osmanlı onları ne hale düşürmüştü? Osmanlının sonunun geldiği gerçeğini ne yazık ki çok acı olaylarla anlayınca geleceklerini kurulan yeni devlete, Cumhuriyete emanet ettiler.

Bu insanların çoğu cahildi. Ama doğruyu ve yanlışı ayıracak iyiyi ve kötüyü anlayacak ferasete ve basirete sahip idiler. Çünkü; vicdanları tertemizdi. Vefalıydılar. İnsanlık duygularını maddi çıkarlara satmamışlardı. İnandıkları kutsal değerlere sadık ve saygılıydılar. Vatan müdafaası onları için şeref ve namus meselesiydi.

Çocuklarının geleceğini Cumhuriyet yönetiminde gördüler. “Biz okuyamadık, cahil kaldık. Çocuklarımız bizim kaderimizi paylaşmasınlar.” düşüncesi ile Cumhuriyete sahip çıktılar.

*Yenilikçi, aydın nesil: Sayıları az da olsa eğitim görmüş, Avrupa’yı ve dünyayı siyasi, ekonomik, kültürel yönleriyle tanıyan, Osmanlı devletinin durumunu idrak eden bu nesil Cumhuriyete bütün içtenliği ile sahip çıktı.

 Çünkü Cumhuriyet, Türk Milleti için yeni bir umuttu. Ezilen ve sömürge haline gelen insanlık için de bir umut ve heyecan kaynağı idi.

Dünya savaşı ve Kurtuluş savaşında üniversite ve lise gençliği fiilen savaşlara katılmış ve bu nesil çok sayıda şehit vermişti. Cumhuriyet kurulduğunda okur yazar sınıfı teşkil eden bu nesil Cumhuriyetin beyin takımıydı ve Cumhuriyet, bu nesilden çok şey beklemekteydi.

Mustafa Kemal ATATÜRK, Cumhuriyeti gençliğe emanet etti. Çünkü bu nesil vatanın gerçeklerini biliyordu. Özgürlüğün kıymetinin farkına varmıştı. Özgürlüğünü nasıl koruyacağının da bilincindeydi. Ülkenin kendisinden beklentilerinin, sorumluluklarının farkındaydı.

Bu nesil, Cumhuriyete sahip çıktı. Özgürlüğe sahip çıktı. Kirlenmemişti. Vatanına bağlıydı. Dünyanın aldatıcı nimetlerine gözünü kapadı ve Cumhuriyetin yükselmesi konusunda üzerine düşen görevleri yerine getirdiler.

M. Kemal Atatürk’ün “Ey yükselen yeni nesil! Cumhuriyeti biz kurduk. Onu yükseltecek ve yaşatacak sizlersiniz.” ülküsüne sahip çıktılar.

4.2.1.2 03 Mart 1924 Devrim kanunları:

Genç Türkiye Cumhuriyeti devletinin ayakta durabilmesi ve gelişebilmesi için olağan üstü tedbirlere ihtiyaç vardı. Bu tedbirler, devrim kanunları olarak hayata geçirildi. Cumhuriyeti kuran ve Osmanlı eğitimini alan yönetici kadro, Ülkeyi halkın eğilimini, beklentilerini ve büyük ölçüde onayını alarak şu gerekçelerle devrim kanunlarını çıkardı ve yeni bir rejime yöneldi.

*Devrim kanunlarının ana gerekçeleri:

Gazi Mustafa Kemal,1 Mart 1924 günü TBMM açılış konuşmasında şu üç hususun üzerinde dikkatle durur.

1-Millet, Cumhuriyetin bugün ve gelecekte bütün saldırılardan kesin ve ebedi olarak korunmasını istemektedir.

Milletin isteği Cumhuriyetin denenmiş ve olumlu sonuçları görülmüş olan bütün esaslara bir an önce ve tam olarak dayandırılması şeklinde ifade edilebilir.

2- Millet kamuoyunda tespit edilen eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ilkesinin bir an önce uygulanmasını gerekli görüyoruz.

3- Müslümanlığın yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere İslam’ın bir siyaset vasıtası olarak kullanılmaktan kurtarılmasının ve yüceltilmesinin şart olduğu gerçeğini de görmüş bulunuyoruz.

*Siyasi varlığı koruma ve güçlendirme,

*Köhnemiş ve faydasız zihniyetlerden uzaklaşma, eğitim ve öğretimi birleştirme,

*İslam’ı siyasetten kurtarıp yüceltme,

Temel amaçlar, olarak kabul olundu.

En önemli devrim kanunları 03 Mart 1924 tarihinde kabul olunan 429, 430 ve 431 nolu kanunlardı. Şimdi bu kanunları sırasıyla inceleyelim.

*429 no’lu kanun: Şeriye ve Evkaf Vekaleti ile Erkanı Harbiye Umumiye vekaletlerinin kaldırılması:

Siirt millet vekili Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşının teklifi ile TBMM de görüşülerek kabul olunan bu kanun, hukuk sistemini değiştiren ilk önemli adım olması açısından önemlidir. Din hizmetleri ile Şer’i mahkemeleri ve vakıf hizmetlerini yürüten Şeriye ve Evkaf vekaleti kaldırılınca din hizmetlerini yürütmek için aynı kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı, Evkaf işlerini yürütmek için Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu.

Şeri Mahkemeler görevlerini diğer mahkemelere devrettiler. Mecelle hukuku, Türk Medeni Kanunu’nun kabulüne kadar (1926), yürürlükte kaldı.

Aynı kanun ile Erkan-ı Harbiye Umumiye Vekaleti de kaldırıldı, Yerine müstakil Erkan-ı Umumiye Reisliği (Genel Kurmay Başkanlığı) kuruldu Böylece ordu siyasetten uzaklaştırılmış oldu.

*430 no’lu kanun: Tevhid -i tedrisat (Eğitimin birleştirilmesi) kanunu:

Manisa millet vekili Vasıf Bey ve 50 arkadaşının teklifi ile TBMM de görüşülerek kabul olunan bu kanun ile medreseler kapatıldı, eğitim veren bütün okullar, Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde toplandı.

Medreselerin kapatılması, Şeri Hukuk uygulaması açısından önemli sonuçlar doğurdu.

429 ve 430 no’lu kanunlar ve bu kanunların getirdiği yenilikler lâik hukuk yapısının oluşmasını sağlaması açısından son derece önemliydi.. Bu kanunlarla eğitim ve hukuk alanında yapılan değişiklikler birbirlerini etkilediği için bu kanunların öncesi ve sonrası gelecek yazımızda ayrıntılı olarak ele alınacaktır

*431 no’lu kanun: Hilafetin kaldırılması: Osmanlı saltanatı, Cumhuriyet ilan edilmeden 1 Kasım 1922 tarihinde kaldırılmış, Hilafet makamına dokunulmamıştı. Ancak son halife Abdülmecid’in İstanbul’da padişah gibi davranması, TBMM Hükümetinin bilgisi dışında bazı yabancılarla görüşme yapması ve TBMM’den büyük bir bütçe talep etmesi üzerine TBMM  3 Mart 1924 tarihinde Urfa mebusu Şeyh Saffet, Bursa mebusu Şeyh Servet Efendiler ve bazı din adamlarının imzasını taşıyan kanun teklifini görüşmeye başladı.  Hilafet makamının kaldırılması ve halifeyle Osmanlı hanedanına bağlı kişilerin yurt dışına çıkarılmasına yönelik 429 nolu kanun teklifi aynı gün TBMM de kabul olundu.  Böylece padişah Yavuz Sultan Selim tarafından 1517 yılında Mısırın fethedilmesi ve son halifenin İstanbul’a getirilerek Hilafet makamının Osmanlı Hanedanına devredilmesi ile başlayan süreç, sona ermiş oldu.

Hilafet nedir? Bu konu daha önce bu sütunlarda yayınlanan Hilafet Meselesi adlı yazıda açık ve detaylı bir şekilde incelenmişti. Ülkemizde Hilafet heveslisi bazı din adamlarının basındaki beyanları üzerine yaptığım incelemenin özeti şöyleydi.

İslam’da Hilafet, Hazreti Muhammed’in(sav) halifesi anlamına gelir. Din ve devlet başkanı niteliğindeki bu makamın hüküm süresi, Hazreti Muhammed’in(sav) Kadir suresinin nazil oluş sebebini açıklamasında işaret ettiği üzere Emevi Devletinin 661 yılında kurulmasıyla sona ermiştir. Çünkü bu tarihten sonra din, özgürlüğünü kaybederek saltanatın emrine tabi olmuştur.

İslami anlamda Hilafet, 632-661 yılları arasındaki Hulefay-ı Raşidin döneminde ve sadece 29 yıl yaşayabilmiştir.

O tarihten sonra Halife unvanını üstlenen pek çok hükümdar, bu unvanı kendi iktidarı için kullanmış ve İslam’ın kabul etmediği pek çok cinayetlerin ve rezaletlerin müsebbibi ve sorumlusu olmuşlardır.

Hilafetin kaldırılmasına karşı gelenlerin şu iddiaları sürekli olarak dile getirirler,

*Hilafet makamı dini temsil eden en üst makamdır. Kaldırılması doğru olmamıştır.

Dini istismardan başka bir özelliği kalmayan, içi boşalmış, hiçbir gücü olmayan ve TBMM tarafından 1924 yılında kaldırılan Hilafetin, İslam Peygamberinin ve O’nun halifesi olan 4 Halifenin anlayışı ile ve İslam’ın özü ile hiçbir ilgisi kalmamıştı.

*Hilafet, tüm İslam alemini birleştirebilecek bir güçtür. Bu gücü kırmak isteyen İngilizlerin siyasi hileleri ile kaldırılmıştır. Bu nedenle doğru olmamıştır.

Padişah II. Abdülhamit ve Sultan V. Mehmet Reşat, İslam alemini cihada davet etmişler ancak Hindistan’da toplanan bir miktar para yardımının ötesinde İslam aleminden Osmanlıya bir yardım gelmediği gibi Çanakkale’de Müslüman Senegal askerleri Osmanlıya karşı savaşmışlardı.

Osmanlının son asırlarında İslam, dünyanın her yerinde sömürge durumundaydı ve İslam alemi perişan haldeydi.

İslam alemini asırların yanlışları ile bu hale getiren halife ünvanlı kişiler, bu rezalete sebep olan din adamları ve tüm Müslümanlar vebal altındadırlar. Kuran hükümlerini hiçe sayarak İslam aleminin bu duruma düşmesine sebep olan kişiler, ahiret günü Yaradan’a nasıl hesap verecekler? Hazreti Muhammed’den(sav) hangi yüzle şefaat dilenecekler?

Tanrının peygamber vasıtası ile gönderdiği İslam, Müslümanlara ve insanlığa bir nur, şifa, hidayet ve mutluluk kaynağıdır. Esaret ve sefalet, miskinlik ve akılsızlık İslam’ın kesinlikle kabul etmediği şeylerdir. İslam alemini bu rezil duruma getirenler ve bu yapıya olumlu destek verenler ne biçim Müslümandılar?

*Hilafet makamı günümüzde Papalık gibi bir makam olarak kalmalı ve bütün Müslümanları bir çatı altında toplamalıydı. Hilafetin kaldırılması bu nedenle doğru olmamıştır.

Kuran’ın hükümlerini hiçe sayarak, İslam’ın gerçeklerini gizleyerek kendilerine dünya çıkarı sağlayan, cahil insanları kendilerine mecbur eden bu yaklaşım İslam’da olmaması gereken bir yapının oluşmasını sağlamıştı.

İslam’da Tanrı ile kul arasına hiçbir varlık girmez.  Giremez.  İslam, Tanrıdan başka hiç kimseden bir şey istenmeyeceğini bildirir.

Peygamber dahi kızına “Kızım olman sana bir şey kazandırmaz. Çünkü ben dahi ne olacağımı bilmiyorum. Sen amellerinle Tanrının hoşnutluğunu kazanmaya çalış.” derken, bugün din hocalarından, şeyhlerden medet uman bir toplum ve onları bu duruma sürükleyen bir ruhban anlayışı ortaya çıkmıştır. İslam dünyasında Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfına benzer bir ruhban sınıf türemiştir.

Bu insanlar samimi Müslümanlara cennet vadedebilmekte, kendilerini Tanrının yerine koyarak (El hakem ve El hâkim) sıfatlarına göre Müslümanlar hakkında hüküm verebilmektedirler.

Hıristiyan dünyasında papa ekümeniktir. Yani Hazreti İsa (as) ile ilintilidir. Bu nedenle sorgulanamaz. Hıristiyan din adamları da Hıristiyanları doğuşta vaftiz etmekte, onların günahlarını çıkarmakta, ölürken kişinin başında istavroz çıkartmaktadır. Bu sınıf Hıristiyanların hayatlarında Tanrı ile kişi arasında yer almaktadırlar ki İslam bu yaklaşımı en büyük günah olan şirk olarak tanımlar. 

İran’daki Ayetullahlar ve Afganistan’daki Talibanlar ve Ülkemizde mürşidinin kesin olarak sözünden çıkmayan mürit ve yakınlarının teşkil ettiği cemaatlerden bir kısmının, günümüz İslam dünyasında bir nevi ruhban sınıf oluşturdukları, acı bir gerçektir.

Hilafet Makamının Hıristiyanlıktaki Papalık yapısına benzer bir yapıda devam etmesine taraftar olanlar bir ruhban sınıfın İslam’a egemen olmasını istediklerinin acaba farkında mıdırlar? İslam bunu kesinlikle kabul etmez.

Müslüman olduklarını ifade eden bu kişiler uyansınlar. Dikkatli olsunlar. Çünkü şirke çok yakın duruyorlar.

Konumuza dönersek;

Urfa Mebusu Saffet Beyin önergesi ile kabul olunan 431 no’lu kanunla Halifelik kaldırılmış ve kanun gerekçesinde ifade olunduğu üzere TBMM, dünyevi ve uhrevi bütün yetkileri nefsinde toplamış olmaktadır.

Gelecek yazı: 430 ve 429 sayılı kanunlar.

İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK-III / 6. BÖLÜM

4.2.1.2: 03 Mart 1924 Devrim kanunları:

*431 nolu kanun: Hilafetin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkarılması: Bu konu geçen yazımızda incelenmişti. Kaldığımız yerden devam edelim. Aynı tarihte kabul edilen 430 ve 429 no’lu kanunlar ve bu kanunların getirdiği yenilikler, lâik hukuk yapısının oluşmasını sağlaması açısından son derece önemliydi. Bu kanunlarla eğitim ve hukuk alanında yapılan değişiklikler birbirlerini etkilediği için kanunların her ikisi birlikte incelenecektir

*430 no’lu kanun: Tevhid -i tedrisat (Eğitimin birleştirilmesi) kanunu:

Manisa milletvekili Vasıf Bey ve 50 arkadaşının teklifi ile TBMM de görüşülerek kabul olunan bu kanun ile medreseler ve bir kısım yabancı okullar, kapatıldı. İlk ve orta öğretimde eğitim veren okulların tamamı, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bünyesinde toplandı. Medreselerin kapatılması Şeri Hukuk uygulaması açısından önemli sonuçlar doğurdu.

Bu kanunun getirdiklerine bakmadan önce Osmanlı toplumundaki eğitim sisteminin tarihsel gelişimi

*Okullar: Eğitim ilk okulla başlar, orta, lise ve yüksek düzeyde eğitim veren medreselerle devam ederdi.

İlkokul (Sibyan mektebi): İlk okulun gayesi, Osmanlıca -Türkçe okuyup yazmak, aritmetik (hesap) yapmak, güzel yazı (hüsn -ü hat) yazabilmek, Kuran okuyabilmek ve gerekli dini bilgileri öğrenmekti. Mahalle mektebi denilen ilk okullar karma olmakla birlikte kızlar ayrı, erkekler ayrı sırada ama aynı sınıfta okurlardı. Kız çocuklarının okuma oranı erkeklere nazaran daha azdı. Genellikle erkek, nadiren hanım öğretmen ders verirdi. Okul süresi 4 yıldı. Okula başlama yaşı 4-6 idi. Küçük çocuklar daha uzun eğitim görürlerdi. Öğretmenlere hoca denirdi

Bazı aileler çocuklarını ilk okula bile vermezler, sadece Kuran kurslarına gönderirlerdi. Kuran kurslarındaki eğitim ilkokul eğitiminin çok gerisindeydi. Bunlar doğru düzgün okuma yazma dahi öğrenemezlerdi Ancak başarılı olanlar hafız olabilir, ilerleyenler ve imtihanı kazananlar medreselerin ortaokul (tetimme) bölümüne girebilirlerdi.

Osmanlı’da ilk öğretim çok yaygındı. Devlet hiç olmazsa her erkek çocuğa ilk tahsil verecek şekilde teşkilatlanmıştı. 

16. asırda ülkeyi gezen bir Fransız gezgin her köyde mutlaka bir okul bulunduğunu ve bu okullara kızların da devam ettiğini hayret ifadesiyle yazar. 16. asırda çok yaygın olan bu sistem 18. asır ortalarında geriledi ve bozuldu.

Yoksul çocukların gıdası, giyim kuşamı ve her türlü eğitim masrafları, aynı sınıftaki varlıklı aileler tarafından sağlanırdı. Ayrıca fakir çocukların okuduğu vakıf okulları vardı. Bu okullar vakfiye gelirleriyle ayakta dururdu.

Tanzimattan önce bütün okulların masrafları zenginler tarafından karşılanırdı. Devletin yaptırdığı veya devletten yardım alan tek ilk okul yoktu. Tek tip ilk okul yoktu. Vakıfnamelere göre okuldaki eğitim müfredatı belirlenirdi.

Bu günkü klasik ilk okullar Tanzimattan sonra açıldı. Ama müfredat yine güçlü değildi. Özel girişimlerle tutulan hocaların (hattat, müzisyen, dil bilimci gibi) eğitimindeki okullar diğerlerinin önünde ün kazanırlardı. Bu dönemde öğretmenlere muallim denilirdi.

Kız çocukların eğitimi: Tanzimattan önceki ilk okul eğitimi genelde erkeklere mahsustu. Bazı yerlerde karma eğitim yapılırdı. Kız öğrenciler ilk okuldan sonraki okullara alınmazlardı. Osmanlı tarihinde özellikle son asırlarda yetişen yazar, şair ve bestekar hanımlar ya sarayın ya da ileri gelen devlet adamlarının özel himayelerinde eğitim görerek yetişmişlerdi. Orta halli ve yoksul ailelerin kızları halıcılık, el sanatları gibi meslekleri ve bilhassa ebelik mesleğini ilgili usta veya kişilerden eğitim alarak öğrenirlerdi. Kızlara mesleki eğitim veren bir okul yoktu.

Tanzimattan sonra kızlara orta eğitim veren çeşitli okullar açıldı. Bunların içinde en önemlisi Dar-ül Muallimat-

Kız Muallim Mektebidir. Devlet, bu okulla kız öğrencilere öğretmen olabilme imkânı tanıdı.

Görüldüğü üzere Osmanlı’da kız öğrencilerin eğitimi çok yetersizdi. 

İlkokullarda eğitim, vakfiyelere bağlı olarak değiştiğinden eğitimde standart yoktu.

Medreseler: Medreseler, 11. asırda Büyük Selçukluların kurduğu ve geliştirdiği bir eğitim kurumudur. Osmanlıda 19. asır başlarına kadar eğitimin hâkim kuruluşu olan medreseler, bu tarihlerde devlet tarafından açılan diğer yüksek okullarla bu özelliğini yitirdi. Medreseler, orta, yüksek ve daha üst seviyede eğitim verirler ve vakıflarla ekonomik yönden desteklenirlerdi.

Osmanlı’da ilk medrese 1330 yılında Orhan Gazi tarafından kurulan İznik medresesidir. Bursa’nın 1326 yılında fethinden sonra şehir çok sayıda medrese ile donatılmıştır. Bunlardan Sultan Orhan, Hüdavendigar, Yıldırım, Yeşil camii ve Muradiye medreseleri 1. Sınıf eğitim vermişlerdir.

Başkent Edirne’ye nakledilince bu şehirde sultan Çelebi Mehmed tarafından kurulan Eski Camii, sultan 2. Murad’ın yaptırdığı Darül hadis ve Üç Şerefeli medrese (eski medrese) ile sultan 2. Mehmet tarafından yaptırılan Peykler medresesi önem kazanmıştı. Bunlardan eski medrese derece itibariyle ellilik tabir olunan bir medrese olup müderrislerine 50 akçe yevmiye verilirdi.

16. asırda Afyon, Alaşehir, Amasya, Balıkesir, Bergama, Bolu, Çorum, Dimetoka, Filibe, Gelibolu, İştip, Kütahya, Malkara, Merzifon, Milas, Mudurnu, Sapanca, Tire, Tokat, Üsküp, Yenişehir, Larissa’da da medreseler açıldı. Üst düzey eğitim veren medreselerin sayıları zamanla Ülkenin dört bir tarafında çoğaldı. 1924 yılında 430 no’lu kanun ile kapatılan medrese sayısı 479 idi.

İstanbul’un fethini müteakip Fatih Sultan Mehmed, kendi adı ile anılan camii ve medreselerini yaptırmıştı. 8 sene süren inşaat sonucu 1471 yılında açılan Fatih medreseleri, 8 tetimme (ortaokul) ve 8 sahnı seman veya semaniye (yüksek okul) medresesinden ve 1 sıbyan (ilkokul) mektebinden ve yardımcı hizmet binalarından oluşmaktaydı. Semaniye medreselerinin her birinin 19 odası ve her medresenin bir müderrisi bulunmaktaydı. Müderrislerin yevmiyeleri 50 akçe idi. Her müderrisin 5 akçe yevmiyeli bir muid (asistan)ve 2 şer akçe yevmiyeli iki danişment (talebe) yardımcısı vardı. Bunları taamları vakıf tarafından karşılanırdı. Tetimmeyle birlikte bu 16 medrese de 1689 yılındaki öğrenci sayısı 833 idi.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettikten ve Ayasofya’yı camiye çevirdikten sonra bu cami içinde tek katlı bir medrese yaptırmış, bu medrese sonraki sultanlar tarafından genişletilmişti.

Fatihten sonra 2. Bayezid ve Kanuni Sultan Süleyman da medrese kurdular. Süleymaniye medreseleri 7 adettir ve evvel, sani, dar-ül tıb, salis, rabi dar -ül hadis ve mülazımlar adını taşırlar. 1557 yılında açılmıştı.

Derece itibari ile en yüksek olanı dar-ül hadis olup diğerlerinde maaş 60 akçe iken bu medresenin müderrisinin maaşı 100 akçeydi. Süleymaniye medreseleri derece olarak Fatih medreselerinin önüne geçmişti.

Süleymaniye medreselerinde tıp, hadis, tabiiyye, matematik, gibi dini, hukuki ve tıbbi dersler okutulmakta ve külliyede hasta hane, imaret, tab hane, hamam gibi yardımcı hizmet binaları bulunmaktaydı.

Osmanlı döneminde hükümdarların dışında devlet adamları da medrese kurmuşlardı.

Fatih zamanında ilmi nitelik bakımından Fatih Sahnı Seman medresesi en üst düzeydeydi. Daha sonra Aya Sofya medresesi en üstün medrese olarak değerlendirildi. Üçüncü sıradaki Eyüp medresesi ise bazan Sahn medreseleri ile eşit tutuldu. Fatih Sultan Mehmet, Sahn-ı seman medreselerini kurduktan sonra ilmiye teşkilatını Ali Kuşçu’ya tanzim ettirmiş, bir kanunname hazırlayarak ilmiye mensupları ile devlet memurları arasındaki mertebeleri belirlemiş ve ilmiye sınıfına saygıyla hitap edilmesini emretmişti. Eğitim işleri, Osmanlıda en önemli hizmetlerden biri sayıldı.

Medreselerin dereceleri kanunnameye göre şöyleydi. Haşiye-i Tecrit (yirmili), Miftah (otuzlu), Kırıklı, Hariç, Dahil, ve Sahnı Seman. Dahil, Hariçten daha kıdemliydi. 2. Bayezid zamanında Altmışlı medreseler açıldı.

Medreselerde görev yapan yeni mülazimler (öğretim elemanı) önce yirmi (1) akçalık medreseye, ondan sonra yirmi beş (2), otuz (3), otuz beş (4), kırk (5), kırk beş (6), elli (7) ve nihayet Sahnı seman (8) ile altmışlık medreseye geçebilirlerdi.

Öğrenciler tetimmeyi (orta okul) bitirdikten sonra medreselere imtihanla alınırlardı. Öğretim parasızdı. Her talebeye durumuna göre harçlık verilir, iaşesi sağlanırdı. İmtihanlarda asla iltimas olmazdı. Medreselerin kurulmasında ve gelişmesinde büyük emeği olan Fatih Sultan Mehmet dahi, imtihan sonucu danişment olabilmişti.

Eğitim süreleri ve ders saatleri zaman ve ihtiyaçlara göre değişirdi. Başlangıçta yirmili ve otuzlu medreseler iki yıl, kırklı üç yıl, ellili, sahnı seman ve altmışlı medreseler bir yıl eğitim görürlerken zamanla hem ders konuları, hem ders saatleri değişmiş, medreselerin her birinin eğitim süreleri üç ile beş ay seviyesine indirilmişti.

Osmanlı medreselerinde başlangıç dönemlerinde fıkıh, kelam, hadis, tefsir, usul-ü fıkıh gibi nakli ilimler ile mantık, belâgat, lügat, nahiv, hendese (geometri), hesap, heyet (astronomi) ve felsefe gibi akli ilimler okutuldu.

Zamanla akli ilimler terk edildi. Süleymaniye Medresesinde teknik ve tıp eğitimleri bu medresenin önemli bir ayrıcalığıydı. Osmanlıda ilim dünyasının öncüsü olan medreselerin akli ilimlerden uzaklaşması devletin teknolojik olarak gerilemesine sebep oldu.

Medreselerden mezun olan kişiler bitirdikleri medreselere göre görev üstlenirlerdi. Altmışlık medreseyi bitirenler devletin en önemli dini makamı olan İstanbul Müftülüğüne (daha sonra Şeyhülislamlık) atanırlardı. Sahnı Semanı bitirenler müderris olduktan sonra ya medreselerde hoca olurlar ya da büyük şehirlerin müftülüklerine atanırlardı. Ellilik bölümünden mezun olanlar illerde veya büyük ilçelerde kadı (mahkeme başkanı) ve belediye başkanlığı görevlerine getirilirlerdi. Daha alt seviye mezunları ise ilçelerde benzeri görevleri üstlenirler genellikle hukuk kaleminde hizmet görürlerdi. Görüldüğü üzere medrese mezunları Osmanlı döneminde ülkenin dini ve içtimai yönetiminde ciddi söz sahibiydiler.

*Medreselerin tarihsel gelişimi:

Osmanlı’da kurulan ilk medreseler Sünni -Hanefi ve Maturidi mezhep görüşlerine göre eğitim verirlerdi. Bu görüş akılcı ve içtihada açık bir görüştü. Kuran’daki müteşabih (yoruma açık) ayetlerin yorumunda içtihat yolu kullanılır, dini hükümlerden çağın gerçeklerine uygun yeni hükümler çıkarılır ve dine geniş bir uygulama imkânı sağlanırdı. Yani din statik-donuk değil, dinamik- gelişmelere açık bir yapıya sahipti. Bu anlayış tekkelerin etkisi ve özellikle Hilafetin Osmanlıya getirilişi ile zaman içinde çok değişti.

Hilafetin gelişiyle Osmanlı din kültürüne Eş’ari ve Selefi mezhep görüşü hâkim oldu. Selefilik zamanla daha etkin olunca dinde içtihat yapılamaz oldu. Çünkü Selefilik İslam’ı, Hazreti Peygamber zamanındaki uygulamalar ile sınırlı tutmakta, her türlü değişikliklere karşı çıkmaktaydı. Bu duruma iki örnek vermek isterim.

Dini uygulama: Hanefi mezhebine göre hac esnasında kadınların yüzü mutlaka açık olmalıdır. Selefiler’e göre kadınların yüzü kapalıdır.

Örfi uygulama: Sağlık şartları nedeniyle bugün insanlar yemeklerini elle değil çatal- kaşıkla yemektedirler. Bugün dahi Arabistan’da pilav elle yenilmektedir.

İşte Hilafet ile Osmanlıya gelen Selefi kültürü ve Arap örfü, medreseleri etkiledi, medreselerde içtihat kapısı kapandı. Bunun sonucu İslam çağın şartlarına cevap veremeyen statik-donuk bir yapıya büründü. Bu düşünce yapısı her türlü yeniliğe karşı çıktı. İleride Tekkeler bölümünde açıklanacağı üzere İslam anlayışının çağın gerisinde kalışında başlangıçtaki ilkelere aykırı bir yapıya bürünen tekke ve zaviyelerin yani tasavvuf kültürünün de önemli payı vardı.

Medreseleri, batı usulünde açılan okullar gözden düşürdü. Devlet Tanzimattan önce sadece askeri ve teknik okullar açmış, onlara bina ve eğitim masrafı desteği vermişti. Tanzimattan sonra askeri alanda yeni okulların açılması (Harp okulları gibi) hızlandı. Buna ilave olarak batı usulü eğitim veren rüşdiyeler (orta okul) ve idadiler (lise) ve sultaniler (12 sınıflı lise) çoğaldı. Bunlar yabancı dil öğretmekteydiler.

Bu gelişmeler karşısında eski eğitim müesseseleri geri kaldılar. Medreseler gelişmelere ayak uyduramadılar. Hatta yeniliklere karşı çıkan bir konuma sürüklendiler. Cumhuriyetin ilk yıllarında medreseler, cumhuriyetle gelen özgürlük ve aydınlanma fikrine sahip çıkmadıkları gibi engel olmaya başlayınca eğitimde birliği sağlamak maksadıyla çıkarılan Tevhidi Tedrisat kanunu ile kapatıldılar.

Tevhidi tedrisat kanununun etkileri:

Medreseler kapatılınca eğitim sistemi yeni baştan düzenlendi. Yabancı okulların bir kısmı kapatıldı. Diğer okullar, Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı. İlk ve orta öğretim Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Talim ve Terbiye Kurulunun aldığı kararlara göre yeniden şekillendi. Din eğitimi okulların müfredatlarından çıkarıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından camilerin bünyesinde açılacak Kuran Kursları, din eğitimi konusunda görevlendirildi.

Medreseler kapatılınca İlahiyat fakülteleri ve imam hatip okulları açılıncaya kadar okullarda dini eğitim yapılamadı. Din adamı yetiştirilemedi. Bu konuda büyük bir boşluk oluştu.

Medreselerde görevli öğretim elemanları ya tekkelere dağıldılar. Ya da Darülfünun-u Osmani adıyla eğitim veren okula geçtiler. Bu kişiler1933 yılında İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşuna kadar, İstanbul basınıyla birlikte hareket ederek Cumhuriyete ve yönetimine tavır koydular

Medreselerin kapanması Şeri hukuk sistemini de olumsuz etkiledi. Aynı tarihte çıkarılan 429 sayılı kanunla adli mahkemelerde karar verme yetkisi kadıların elinden alındı, hâkimlere verildi.

Müftüler, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesine alındı. Böylece camilerin İslam’a hâkim olması sağlanmaya çalışıldı Camii, İslami eğitim ve ibadette esas kuruluştu. Ancak olması gereken yerini kaybetmişti. Çünkü; o tarihlerde cami dışındaki bir başka müessese olan tekkeler, dini yönden toplumun nabzını tutmaktaydılar. Tekke gerçeği neydi? Şimdi bu konuyu biraz aralayalım.

**Tekkeler:

Tasavvuf kültürü Anadolu’ya 11. asır ortalarında Ahmet Yesevi(ks) dervişleri ile geldi. Tarihte 1071 yılındaki Malazgirt zaferi ile Anadolu’nun kapılarının açıldığı yazılır. Bu doğrudur ama Anadolu bu savaştan sonra hemen ele geçirilemedi. Anadolu üzerindeki Bizans hakimiyeti uzun mücadeleler sonucunda ancak Malazgirt’ten 105 yıl sonra yapılan Miryekefalon savaşı ile kırılabildi.

Anadolu halkı 11 ve 13. asırlarda bir taraftan Haçlıların diğer taraftan Moğolların istilası ile çok bunalımlı bir dönem yaşadı. Bu istilaları Anadolu Selçuklu devleti göğüsledi. Haçlı felaketini önledi ama Moğollara direnemedi. Moğol hakimiyetindeki son dönemde sefilleri oynayan Anadolu Selçuklu devletinin yerini beylikler aldı. Bunlardan Osmanlı Beyliği kuruluşundaki ilkelerle kısa sürede Anadolu’ya egemen oldu.

Söz konusu zaman diliminde Anadolu halkının çoğunluğu Hıristiyan dinine mensuptu Bu insanlar senelerce Bizans tekfurlarının elinde ezilmişlerdi. Anadolu’ya gelen Müslüman dervişlerin sayısı ise çok azdı. Tanrı sevgisi ve insan sevgisi ile yoğrulan bu dervişler Anadolu’nun bu ezik toplumuna umut oldular. Gaziyani Rum, Baciyani Rum, Abdalani Rum ve Ahiyani Rum adlı bu dervişler bir taraftan Anadolu ve Rumeli’nin ele geçirilmesine hizmet ederken diğer taraftan topluma yeni bir düzen ve insani bir anlayış taşıdılar. Kurdukları tekke, zaviye, dergâh, hankâh gibi mekanlarda insanlara tasavvuf kültürünü aşıladılar.

Anadolu’ya yeni bir ruh ve heyecan getiren bu anlayışın temsilcileri Kazeruniye, Kadiriyye, Rıfaiyye, Sadiyye, Nakşibendiyye, Halvetiyye adlı tarikatlarını Anadolu’ya taşıdılar. Anadolu’da ise bu tarikatlara Bektaşiye, Mevleviye ve Bayramiye tarikatları eklendi.

Bu tarikatlardan daha mücadeleci olan Bektaşilik, devletin ve yeniçeri ocağının temel ilkelerini belirledi. Halk nezdinde daha yaygın olan Mevlevilik ise daha barışçıl ilkelere sahipti.

Tasavvuf nedir? Tarikat ne demektir? İslam’da bu kuruluşlara gerek var mıdır?  Şimdi bu soruları cevaplandırmaya çalışalım.

Dini duygular Tanrıya iman etmekle anlam kazanır. İmanın sözle ifadesi yanında gönülden yani kalpten tasdiki şarttır.

Tasavvuf dinde üstün nitelikli bir düşünce sistemidir. Özü sevgiye dayanır. Hedefi ilahi aşktır.

İnsanın ruhunun yücelebilmesi için özel eğitimlere ihtiyacı vardır. Bunun insanlar için gerekli olanı Şeriatla belirlenen ibadetlerdir. İnsan için mecburi olan şeriat hükümleri ve ibadetlerinden daha fazla ibadet edildiğinde (ki bunlara nafile ibadetler denir). insan ruhu, daha da olgunlaşabilir.

İşte tarikat, şeriattan sonra gelen bu ilave olgunlaşma eğitimleri ve çalışmalarıdır. Her bir tarikatın kendine has nafile ibadet şekilleri vardır. Ancak tarikatlar şeriat dışına çıkamazlar. Tarikat- şeriat ilişkisi şu cümle ile ifade olunur. ‘’Şeriatsız tarikat atıldır. Tarikatsız şeriat atıldır.’’

Tarikat mensubu bu nafile ibadetlerle daha ileri menzillere ulaşabilir. Önce Marifet sahibi olur. Sonra Hakikât’a  kavuşur. Tarikat, Marifet ve Hakikat mertebelerine Tasavvuf denilir.  Bu çalışmanın hedefi, ruhun olgunlaşarak ölmeden Tanrıya ulaşmaktır.

Tanrıya yeryüzünde ulaşılabilir mi? Bilmiyorum. Ancak Tanrı bilir. Böyle bir şey olsaydı buna layık insanlar öncelikle peygamberler olurlardı. Hazreti Peygamber(sav) kızına ‘’ Kızım amellerinle Tanrının huzuruna temiz çıkmaya bak. Kızım olman sana hiçbir fayda sağlamaz. Çünkü ben bile ne olacağımı bilmiyorum.’’ Dediğine göre bu konuyu iyi düşünmek gerektiğine dikkat çekmek istiyorum.

Sadece şeriatla sorumlu olan halkın bu soruya cevap verme gereği de bulunmamaktadır. Zira Tanrı akıl sahibi insanları sadece şeriatla sorumlu tutmuş ve kuldan daha fazlasını istememiştir. Şüphesiz takdir Tanrıya aittir.

Tasavvuf denilen yeni düşünce yapısına İslam’da gerek var mıdır? Hayır. Gerek yoktur.

Çünkü; Tanrı peygamberleri ile yapılması gerekenleri insanlara Kuran ve peygamber yorumu ile (hadisler) zaten açıkça bildirmiştir.

Öyleyse tarikat sistemi neden çıkmış ve toplumda büyük destek bulmuştur?

Türklerin Müslüman oluşunda Yesevi tarikatının gönüllere hitap eden Tanrı sevgisi şüphesiz yararlı olmuştur. Ancak tasavvuf yolu dar ve tehlikelidir. Herkesin gücü yetmez. Bu nedenle insanlar sadece birinci safha olan şeriatla sorumlu tutulmuşlardır. İmandan sonra uygulanacak yol şeriat yani Kuran ve sünnet yoludur

Kuranı Kerimde insanlara ruh hakkında fazla bilgi verilmediği (İsra suresi 85) ifade olunmaktadır. Bilinmeyen ruhun olgunlaşması nasıl olacaktır? Bu konuda yapılacak nafile ibadetler insanı ne ölçüde olgunlaştıracaktır? İnsanın buna gücü yeter mi? Kuran-ı Kerimin Bakara suresinin 286. ayetinde ifade olunduğu üzre insan gücünün üzerinde sorumlu tutulmamıştır. Tasavvuf yolu ile bir kısım insanların gücünün üstünde bir beklentiye sürüklenmesi bu ayete aykırı değil midir?

Bu soru ve cevaplardan tasavvufun Müslümanlar için gerekli olmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Esasen bu gerçeği büyük mutasavvıf İbrahim Hakkı Hazretleri ‘’ Tarikat tehlikeli bir yoldur. 70 fırkaya ayrılır. Sadece bir fırka doğru yolu bulur. Bu fırkaya Fırka-ı Naciye denilir.’’ sözleri ile ifade etmiştir.

Tarikata ancak ve ancak şeriatı eksiksiz yerine getiren insanlar devam edebilirler. Şeriata riayet ederek nafile ibadetlerle kendilerini inanç dünyalarında olgunlaştırabilirler

Tarikat bir gönül işidir. Tanrı ‘’ Ben yere göğe sığmam ama bir müminin kalbine sığarım.’’ demiştir. Ama gönül zenginliği diyerek şeriat hükümlerini yeterince yerine getirmeyen cahil insanların tarikat bünyesine girmesi, kestirmeden Tanrıya ulaşmaya çalışması doğru değildir.

Tarikat şeyhinin bu ayrımı yapmadan bu yola herkesi davet etmesi ise, Müslümanlara şeriat yolundan daha cazip gelmiş ve insanlar tarikat pirinin eteğine yapışmışlardır.

İşte bu yaklaşım İslam’ın özünü yani şeriatı parçalamış, onu önemsizleştirmiştir. Daha önce mezheplerle çeşitli guruplara ayrılan İslam bu kere tarikatlar ile daha da parçalanmıştır. Oysa İslam tevhid (birlik) dinidir. Tanrı insanlara peygamberleri ile ’’Birlik olunuz Parçalanmayınız. ‘’ emrini vermektedir.

Tarikat sistemi insanlara zarar verebilir mi? Verebilir  Tarih boyunca verdiği görülmüştür. Bunları şöyle sıralayabiliriz

1) İslam’ın özü olan birlik ve beraberlikten uzaklaşılmıştır. Kuran ve hadisler belli bir görüş ve anlayışla insanlara aktarıldığından yani, araya farklı yorumlar girdiğinden Kuran’ın özü anlaşılamamıştır.

2) İnsanlar tarikat pirine bağlanmışlar, bu durum İslam’da ruhban sınıfın doğmasına sebep olmuştur.

3) Tarikatlar giderek maddi ve siyasi güç kazanmışlar ve dini duygular siyasete alet edilmiştir. Tarihte çıkan isyanların önemli bir bölümü din istismarından kaynaklanmıştır.

4) Asli görevi olan şeriatı yerine getirmeden büyük beklentiler içine sürüklenen tarikat mensupları kişiler inançlarında şirke düşme tehlikesine maruz kalabileceklerinin farkında değillerdir

Tarikat yolu ile dinde olgunlaşmaya karşı değilim. Ancak bu herkesin başvuracağı bir yol değildir. Onu izah etmeye çalışıyorum. Tarikat ile olgunlaşmak üniversite eğitimini tamamlamış bir kişinin master veya doktora yapması gibi bir şeydir. İlk okul mezunu master yapamayacağına göre herkes tarikat eğitimine giremez.

Bazı insanlar ben şeriatı da tarikattan öğreniyorum diyorlarsa bunu öğrenmenin yeri tarikat değil, Kuranı ve Hadisleri kendisinin okuması, öğrenmesi anlayamadığını Diyanet İşleri Teşkilatına bağlı kurumlardan sorup eksiğini tamamlamasıdır. Çünkü, insanın en değerli kazancı kendi çalışması ile kazandığıdır. Çünkü şeriat yolu apaçıktır ve bellidir. Ama tarikat pirinin insana ne öğrettiği veya öğreteceği şey belli değildir.

Bu kadar açıklamadan sonra konumuza dönelim.

Yesevilik, Anadolu’ya gelememiştir. Ama Ahmet Yesevi’nin dervişleri sayesinde Anadolu halkı İslam’ın güzel yüzü ile karşılaşmış ve kısa sürede Müslüman olmuştur. Bu keyfiyet Anadolu’nun Türk-İslam toplumuna vatan olmasını sağlamıştır.

Osmanlı Devleti’nin yükselmesinde en önemli husus onun teşkilatçı bir yapıya sahip olmasıdır. Teşkilatlanma hem merkez hem de taşra için geçerlidir. Padişah, devlet adamları, enderun, maliye ve ordu, idari ve askeri yapıyı teşkil ederler. Ulema sınıfı ve kalemiye, eğitim ve adaleti yönetirler. Ahilik örgütü esnaf ve sanatkarları yönetir.  Subaşılık ve inzibatiye toplumun güvenini sağlar. Bunlar biri birleri ile dengeli oldukları sürece devlet ayakta kalır. Devletin ayakta kalabilmesinin en önemli şartı adalet sisteminin sağlıklı işlemesidir.

Osmanlı devletinde daha önce ifade olunduğu gibi padişahın özel hukukunun yanında şeri hukuk geçerliydi. Şeri hukuk hakimleri medreselerden yetişen kadılardı. Bunlar ne kadar iyi yetiştirilir ve ne kadar özgürce çalışabilirlerse adalet o kadar sağlıklı işlerdi. Nitekim İngiltere kralı 8. Henry, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlıda uygulanan hukuk sistemini yerinde inceletmiş ve onu kendi ülkesinde uygulatmıştır.

Medreselerin yetersiz hale gelmesi, Hilafetin gelişi ile hoşgörülü ve bağışlayıcı Türk- İslam yorumundan uzaklaşılarak daha katı ve sert Arap İslam yorumuna yöneliş,  bunun sonucu İslami hukukta  yorum ve anlayışın değişmesi, ve tarikatların bu konuda  etkili olması sonucu adalet sistemi büyük zaafa uğradı.

Önceleri kadılar, karar verirken özel müftülerden fetva alırlar eski şeri sicillere bakarlardı. Bu yöntem zamanla kayboldu, hukukta standart kurulamadı keyfi kararlar arttı. Bunu bir Nasreddin Hoca fıkrası ile anlatalım. Hocaya sormuşlar. ‘’ Boğa boynuzladı ineği öldürdü. Cezası nedir? ‘’ Hoca ‘’ Hayvandır. Bilmez Ceza gerekmez. ‘’ ‘’ İyi de hoca ölen inek senin ineğin. ‘’ denince Hoca ‘’ Ha!. O zaman iş değişti. Şimdi bakalım kara kaplı kitap ne der.’’

Adalet sisteminin bozulması, toplumdaki huzursuzlukları artırdı. Bu durum tekkelerden çare beklentilerinin de artmasına sebep oldu. Tekkelerin ve dergahların sayıları giderek arttı Tarikatların kanunla kapatıldığı 1925 yılında sadece İstanbul’da 307 tekke ve zaviye vardı

Tekkeler, Osmanlının kuruluş yıllarındaki idealden çok uzaklaşarak içine kapanık, kendi geleceğini tehlikeye düşürecek her türlü yeniliğe karşı, tutucu bir yapıya büründüler. Toplumun sivil kuruluşu olan bu müesseseler de Osmanlı’nın çözülüşü gibi çökmüştü. Tarikat kültürü çok zayıflamıştı. Bu kurumların halka verebileceği bir şey kalmamıştı.

1913 yılında İçtihad dergisinde yazan Kılıçzade Hakkı Bey,’’Osmanlının çöküş sebeplerinden biri tasavvuf düşüncesidir. Bu düşünce toplumu uyuşturmuştur. Dervişlerle ve tekke düşüncesiyle bir yere varılamaz.’’ derken sosyolog Ziya Gökalp ‘’ Tasavvufi hayattaki çöküntüyü ve Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu kötü durumu inkâr etmek mümkün değildir. Kaldı ki tasavvufi hayat bir ihtiyaçtır. Islah edilmelidir.’’ görüşünü savunur.  Bizzat dervişler de bir ıslahatın gerekli olduğunu vurgulamışlardır. Osmanlının son dönemlerinde İslam’ın durumunu incelediğimizde durumun ne kadar vahim olduğunu görürüz.

Osmanlı Devleti’nin son döneminde İslami düşüncenin durumu:

Osmanlının son dönemlerde dini düşünceleri temsil eden medrese ve tekkelerde İslam anlayışı ne seviyedeydi? Halk İslamiyet’i ne kadar biliyor ve yaşıyordu? Bu soruların cevaplarını üç ayrı kaynaktan alıntılar yaparak vermeye çalışalım.

İslam’ın özü Kurandır ve onun en iyi yorumlayan hadisi şeriflerdir.  İnananların Kuranı ve hadisleri özünden okuyup öğrenmesi şarttır. Oysa söz konusu dönemde halk, hiçbir aracı olmadan Kuran’ı okuyup anlayamıyordu. Çünkü ortada ne Türkçe ne de Osmanlıca Kuran meali ve tefsiri vardı. Hadisi şeriflerden sahih olanlar da halka Türkçe arz edilmemişti. Halk Kuran ve hadisleri ancak bir kişinin kendisine anlatmasıyla öğrenebiliyordu. Yaygın olan Kuran kurslarında Kuran ezberletiliyor ancak onun manası öğretilmiyordu. Halk hocalara tabiydi. Halkın dini hocaların anlattığı dindi. Hocalar ne kadar doğru anlatırlarsa.

*Mehmet Akif Ersoy,1908- 1933 yılları arasındaki olayları, sosyal yapıyı ve din anlayışını 7 ayrı kitapta anlatmış ve bunları Safahat adlı kitabında toplamış. Bu kitaplarda İslam aleminin izmihlalini (yıkılma-çökme) toplumun  Kuran’dan  ne kadar uzak olduğunu en açık bir şekilde ifade etmiş.

Çünkü biz bilmiyoruz dini. Evet bilseydik,

Çare yok. Gösteremezdik bu kadar sersemlik.

Böyle gördük dedemizden izmihlali

Boylayan bir sürü milletlerin hali,

İbret olmaz bize, her gün okuruz ezberde

Yoksa bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde?

Lafzı muhkem, yalnız anlaşılan Kuran’ın,

Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın.

Ya açar Nazm-ı Celilin bakarız yaprağına,

Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.

İnmemiştir hele Kuran. Bunu hakkıyla bilin,

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.”

**Şevket Süreyya Erdemir Suyu arayan adam kitabında şunları yazıyor.

’’ Yaz sonuna doğru alayın makineli tüfek bölüğüne geçtim. Bu bölük o sıralarda ihtiyatta olduğu için askerleri siper dışında ve başka yönleriyle tanımak imkanını buldum. İlk işim talim saatlerinden başka ders saatleri de ayırmak oldu. O sıralarda savaş biraz tavsamıştı. Bölüklerin mevcudu arkadan gelen yeni kuralarla süratle artırılıyordu. O vakit bizim bu makineli bölüğünde İstanbullu bir başçavuştan başka okuma yazma bilen kimse yoktu. Daha ilk derste belli oldu ki bu bölükte hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kesin olarak bilen kimse de yoktu.

 Derse başlarken İstanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual ve cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra askerlere sordum? -Bizim dinimiz nedir? -Biz hangi dindeniz? Hep birden Elhamdülillah Müslümanız diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı. Kimisi İmam-ı Azam dinindeniz dedi. Kimisi Hazreti Ali dinindeniz dedi. Kimisi de hiçbir din tayin etmedi. Arada İslam’ız diyenler de çıktı ama -Peygamberimiz kimdir? Diye sorunca onlarda pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi Peygamberimiz Enver Paşadır dedi.

İçlerinden Peygamberimizin adını duymuş birkaçına da -Peygamberimiz sağ mı? Ölü mü? Diye sorunca işler yine çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür dedi. Ama kimse cevabından emin değildi. Peygamberimiz sağdır diyenlere -O halde peygamberimiz hangi şehirde oturuyor?  Diye sordum Cevaplar yine karıştı. Onu İstanbul’da, Şam’da, Mekke’de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler çoğunluktaydı.

Peygamber ölmüştür diyenlere de -Peygamberimiz ne kadar zaman önce öldü? sorulduğunda bu sefer onlar da şaşırdılar. Yüz sene evvel, beş yüz sene evvel bin sene evvel diye gelişi güzel cevap verdiler. Fakat çoğu vakit tayin edemiyordu.

Dinimizin adı ve peygamberin adı bilinmeyince de din ilkelerini de ibadetleri de doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan okunuyordu. Onu dinlediler ama ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Fakat onlar da hiçbiri namaz suresini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar. Sonra -Köyünde cami olanlar ayağa kalksın dedim. Köylerinde cami olan birkaç kişi ayağa kalktı. Onlar da bayramlarda, cumalarda camiye gittiklerini söylediler.

Köylerinde mektep olan bir kişi çıkmadı. Bazı köylerde cami odasında küçük çocukların imam tarafından Kuran ezberlettirildiğini görmüşlerdi. Ama usulüne uygun bir köy mektebi gören yoktu.

İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi Anadolu köylüsüydüler. Biz Anadolu köylüsünü dindar ve mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerimiz sadece cahildiler.

Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual-cevaplarda anlaşıldı ki askerler hangi dinden olduğumuzu bilmedikleri gibi hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı. -Biz hangi milletteniz? Deyince her kafadan bir ses çıktı.       – Biz Türk değil miyiz?  Deyince hemen atıldılar. -Estağfirullah diye cevap verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı.

Halbuki biz Türktük. Bu ordu Türk ordusu idi. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız bu Türklük olabilirdi.

Esrağfirullah diyenlere göre Türk demek kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ne olduğu ise bilinmiyordu. Anadolu’da vaktiyle öldürülen binlerce kızılbaşın korkusu hala yaşıyordu.

Dersler ilerledikçe dininde, milliyetinde birleşemeyen bu bölük devletin adını, şeklini, padişahın ismini, devletin merkezini, başkomutanını da bilmemekteydi.  Vatan fikirlerinin olmadığı, künyelerinin ve isimlerinin yanlış olduğu gerçeği ile karşılaştık. İlk adımda askerleri dindar ve mutaassıp sanıp cahil bulmuştum. Ama ne de olsa Müslümandılar diye düşünüyordum. Oysa daha sonra anlaşıldı ki künyelerine geçirilen İslam kaydının dışında hepsinin ruhlarına hurafe, vehim ve geçmişin, tortuları hakimdi.  

Aslını ve esasını bilmese de kendini İslam sayanlar çoğunlukta değildi.

İşte Anadolu insanının içler acısı inanç durumu ve cehaleti.

***Fethi Güngör Maraştan Merakeşe Fikri Tuna adlı kitabında İslam aleminin son asırlarına emperyalizmin hâkim olduğunu ve bunların Kuran’ı itibarsızlaştırmayı hedef aldıklarını yazmaktadır. Pek çok İslam ülkesini gezerek oralardaki İslami kültürü inceleyen ulemadan Fikri Tuna gözlemlerini ve son iki asırda İslam üzerine oynanan oyunları dile getirirken başta İngiltere ve Fransa olmak üzere sömürgeci devletlerin Müslüman topraklarında neler yaptıklarını anlatmaktadır.

Emperyalizmin temel ilkesi milletleri bölüp yönetmektir. İslam ülkelerinde birliği Kuran hükümleri sağlamaktadır. Bu ülkelerin sömürülmesi için önce Müslümanların Kuran’dan uzaklaştırılması gerekmektedir. Pek çok batılı siyasetçi Kuran’ı yenemezseniz Müslümanları yenemezsiniz fikrini ileri sürerek bunu hayata geçirmiştir.

Peki bu nasıl gerçekleştirilecektir? Projenin din adamları ve kurumları üzerinden yürütülmesi sağlanarak.

Emperyalizmin bu konuda yararlandığı en uygun kurumların başında din adına hizmet veren medreseler, tekkeler ve Kuran kursları gelmektedir. Bu kurumlar desteklenerek, halka Kuran’dan ayrı bilgiler ve ezberci bir eğitim verilerek Kuran’ın toplum üzerindeki etkisi zaman içinde iyice azaltılacaktır. Çocuklar ve genç nesil Kuranı ezberleyecek ama manasını öğrenemeyeceklerdir. Tarikat kültürünün getirmiş olduğu ayrılıklar etnik mezhep çatışmaları ile körüklenerek İslami toplumların birliği ve dayanışması bozulacaktır. Bu hale gelen toplumu yönetmek artık kolaylaşmış olacaktır.

İngilizler Hindistan, Pakistan ve Mısırda. Fransızlar Cezayir ve Tunus’ta, İtalyanlar Libya’da bu yöntemi kullanarak emellerine ulaşmışlardır. İbni Haldun’un dediği gibi zayıflayan toplumlar güçlülerin egemenliğine girerler. Aynen böyle olmuş ve koca Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışmıştır. Bunun sorumlusu dış güçler değil Kuran’a ve İslam’a sahip çıkmayan Müslümanların bizzat kendileridir.

Osmanlının son yıllarında toplumun İslam anlayışı bu felaketleri önleyecek güçte değildi. Birlik, beraberlik dayanışma yok olmuştu. Din ayakta olsaydı, din güçlü olsaydı devlet çöker miydi? Vatan istilaya uğrar mıydı.?

Not: Yukarıdaki bilgiler Yılmaz Öztuna, Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Prof. Dr. Stanford Shaw ve Prof. Dr. Mustafa Kara’nın eserlerinden alınmıştır.

Gelecek yazı   3 Mart 1924 tarih 429 sayılı kanun

İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK-III / 7. BÖLÜM

*429 no’lu kanun: Şeriye ve Evkaf Vekaleti ile Erkanı Harbiye Umumiye vekaletlerinin kaldırılması:

3 Mart 1924 tarihinde Siirt millet vekili Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşının teklifi ile TBMM de görüşülerek kabul olunan bu kanun, hukuk sistemini değiştiren ilk önemli adım olması açısından önemlidir. Din hizmetleri ile Şer’i mahkemeleri ve vakıf hizmetlerini yürüten Şeriye ve Evkaf vekaleti kaldırılınca din hizmetlerini yürütmek için aynı kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı, Evkaf işlerini yürütmek için Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu.

Şeri Mahkemeler görevlerini diğer mahkemelere devrettiler. Mecelle hukuku, Türk Medeni Kanunu’nun kabulüne kadar (1926), yürürlükte kaldı.

Aynı kanun ile Erkan ı Harbiye Umumiye Vekaleti de kaldırıldı, Yerine müstakil Erkan ı Umumiye Reisliği (Genel Kurmay Başkanlığı) kuruldu Böylece ordu siyasetten uzaklaştırılmış oldu.

**Osmanlı İmparatorluğu döneminde adalet sistemi nasıl yürütülüyordu? Şimdi onu inceleyelim

Osmanlı Devleti’nin yükselmesinde en önemli husus onun teşkilatçı bir yapıya sahip olmasıydı. Teşkilatlanma hem merkez hem de taşra için geçerliydi. Padişah, devlet adamları, Enderun, maliye ve ordu, idari ve askeri yapıyı teşkil ederler, Ulema sınıfı ve kalemiye, eğitim ve adaleti yönetirlerdi. Ahilik örgütü esnaf ve sanatkarları yönetir, Subaşılık ve inzibatiye toplumun güvenliğini sağlardı.

Devletin ayakta kalması bunların biri birleri ile dengeli olarak çalışmasına bağlıydı. Ancak en önemli şart adalet sisteminin sağlıklı işlemesiydi.

Osmanlı Devleti, sanıldığı gibi bir şeriat devleti değildi. Eski Türk hukukundan gelen ve Hakâni ve Sultani denilen sistem devletin yüksek menfaatlerini koruyan bir sistemdi. Bu düzene göre yasama yetkisi padişaha aitti.

Medeni hukukta geniş ölçüde şeriat ve Hanefi mezhebi hukuku uygulanırdı. Ceza hukuku ve diğer sahalarda kesin olarak Sultani hukuk hakimdi. Devletin başından sonuna kadar bu durum geçerliliğini korudu.

Şer’i hukuk hâkimleri, medreselerden yetişen kadılardı. Bunlar ne kadar iyi yetiştirilir ve ne kadar özgürce çalışabilirlerse adalet o kadar sağlıklı işlerdi. Kadılar tarafından yönetilen mahkemelerde davalar uzatılmaz, karar tek celsede en fazla iki celsede verilirdi. Gerekli hallerde kadı, müftülerden veya diğer ehil kişilerden görüş alabilir ama kararı kendisi verirdi. Mahkemelerde bu günkü gibi savcı ve avukat yoktu.

Kadılar, karar vermede özgürdüler yani bu günkü tabirle hâkim güvencesi vardı. Verdikleri karardan sorumlu tutulmazlardı. Vatandaşın verilen karara itiraz hakkı vardı. İtirazlar divanda Kazaskerler tarafından sonuçlandırılırdı. Davalar o kadar adil sonuçlanırdı ki yüz yıllarca divana birkaç istisna dışında pek itiraz gelmedi. Kadılar bir yerde en fazla 18 ay kalırlardı. Böylece onların halkla yakınlaşması önlenirdi.

Müslüman olmayanlar için kendi dinlerinde ayrı mahkemeler vardı. Müslüman ile Gayri Müslim arasındaki davaya karma mahkemeler bakardı. Ama Müslüman kadıların adaletini gören Gayri Müslimler davalarının Müslüman kadılar tarafından görülmesini tercih ederlerdi.

İngiltere kralı 8. Henry, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlıda uygulanan hukuk sistemini yerinde inceletmiş ve onu kendi ülkesinde uygulatmıştı.

17. asır başlarından itibaren eğitim sistemindeki duraklama ve sonrasındaki gerileme, medrese mezunlarını olumsuz yönde etkiledi. Özellikle kadınların hukuku sıkça çiğnenmeye başlandı. Cariye sisteminin devam etmesi, 3’lü talak (kesin boşanma) sistemiyle boşanmalarda erkek egemenliğinin artması, hülle (sahte evlilik) sisteminin yaygınlaşmasına sebep oldu. Bu durum mahkemelere rüşvetin ve haksızlıkların girmesine yol açtı.

Önceleri kadılar, karar verirken özel müftülerden fetva alırlar eski şeri sicillere bakarlardı. Bu yöntem zamanla kayboldu, hukukta standart kurulamadı, keyfi kararlar arttı. Bunu bir Nasreddin Hoca fıkrası ile yeniden hatırlayalım.  Hocaya sormuşlar. “Boğa boynuzladı ineği öldürdü. Cezası nedir?” Hoca “Hayvandır. Bilmez Ceza gerekmez.”  “İyi de hoca ölen inek senin ineğin.” denince Hoca “Ha! O zaman iş değişti. Şimdi bakalım kara kaplı kitap ne buyuruyor.”

Özetle; medreselerin yetersiz hale gelmesi, Hilafetin gelişi ile hoşgörülü ve bağışlayıcı Türk- İslam yorumundan uzaklaşılarak daha katı ve sert Arap- İslam yorumuna yöneliş, bunun sonucu İslami hukukta yorum ve anlayışın değişmesi ve tarikatların bu konuda etkili olması sonucu adalet sistemi büyük zaafa uğradı. Adalet sisteminin bozulması, toplumdaki huzursuzlukları artırdı.

Tanzimatın ilanından önce Sultan 2. Mahmut zamanında devletin mevcut yarı laik mahkeme düzenini genişletmek için Nezaret-i Deavi, Meclisi Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye ve Dar-ı Şura-yı Bab-ı Ali isimli danışma meclisleri kurulmuştu.

3 Kasım 1839 tarihinde ilan edilen Tanzimat Fermanı ile Osmanlı Devleti’nin o güne kadar sürdürdüğü hukuk sistemi köklü değişikliklere uğradı. Gülhane Parkında okunan ve Devletin geleceğini kurtarmayı amaçlayan Tazimat Fermanı ile Gayri Müslim tebaanın hakları dış baskılarla güvenceye alındı. Padişahın vaatlerinin yerine getirilmesi için Babıali de oluşturulan ve yukarıda isimleri yazılı kurullara görevler verildi. Ancak bu kurulların görev ve yetki alanları tam belirlenmediği ve ehil insanlar tayin edilemediği için bu kurullar verimli çalışamadılar. Yenileşmeye açık olmayan daha yetkili makamlar, bu kurullara uymadılar ve eski uygulamalarına devam ettiler.

Bu karışıklıkları önlemek için ikinci kez yeni düzenlemelere gidildi. Nezaret-i Deavi kurumu, Nezaret-i Adliyeye dönüştürülerek bakanlık düzeyine çıkarıldı. Bütün hukuk kurumları, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye adı altında birleştirildi. Bu kurum, Kanun ve Tüzük Dairesi, İdari ve Mali Daire ve Adli Davalar Dairesinden oluşmaktaydı. Şer’i Mahkemelerin dışında, laik hukukla çalışacak Nizamiye mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemeler için eleman yetiştirildi

Bu çalışmalar Mustafa Reşit Paşa, Ali Paşa ve Fuat Paşa denetiminde yürütüldü. Osmanlı Devleti, batı anlamındaki laikleşmeye Tanzimat Fermanının ilan edilmesi ile başladı.

Osmanlı Hukuku, Kuran, Sünnet (Hadis), İcma ve Şeriye sicillerine dayanırdı. Bu günkü gibi yazılı sistematik kanunlar yoktu. Bu durum kararlarda farklılıklara yol açmakta, aynı suça farklı bölgelerde farklı cezalar verilmekteydi. Bunun önüne geçebilmek yâni hukukta standartlaşmak için Tanzimatın ilanından sonra çalışmalara başlandı. Bu konuda Ahmet Cevdet Paşanın hazırladığı Mecelle, hukukun temel kitabı oldu.

Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895): Tanzimat döneminde yapılan hukuki yapılanmanın görünmeyen mimarıdır. Bulgaristan’da yörenin ayan üyesinin oğlu olarak dünyaya gelmiş, dini kültür almış, sadrazam M. Reşit Paşanın himayesinde devletin çeşitli kademelerinde görev üstlenmiş,1856 yılında Galata kadısı, 1865 yılında Halep valisi 1866 yılında Babıali Kalemiye sınıfına atanarak yönetici olmuştu.

1868 yılında Meclis -i Vâlâ Kurumunda Yargı Bölümü başkanlığına daha sonra yeni yasaları çıkarmakla görevli Mecelle Komisyonunun başkanlığına getirildi. Mecellenin son cildinin yayınlandığı 1876 yılına kadar bu görevde kaldı. 1. Meşrutiyetin ilanından sonra çeşitli adli ve eğitim hizmetlerinde bulundu ve Osmanlı Tarihi kitabını tamamladı.

Mecelle: Arapça, çok büyük boy kitap demektir. Fransızca, hukuk ilkeleri derlemesi (codex) anlamındadır.

1868-1876 tarihleri arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında 7 kişilik bir heyet tarafından hazırlanmıştır. Batı ve doğu kültürlerine vakıf Ahmet Cevdet Paşa dışında diğer üyeler muhafazakâr İslam ulemasından oluşmaktaydı.

Mecelle, birinci kitabın başında yer alan ifadeye göre fıkıh ilminin dünya işleriyle ilişkin kısımlarıyla ilgiliydi. Diğer uluslar bu konuları Medeni Kanunlarıyla çözmüşlerdi. Osmanlı yönetimi bu konuları geçmişte İslam hukukuna göre belirlemiş ve uygulamıştı. Ancak yeni kurulan temyiz mahkeme hakimleri, geçmişteki bu dağınık bilgilere vakıf değildiler. Bu nedenle yanlış kararlar verilmekteydi.

Bu yanlışlıkları önlemek maksadıyla Hanefi mezhebinin sağlam kaynaklarına dayanan kanun kuvvetinde bir derlemeye gereksinme vardı. Böylece hem şeri mahkemeler için güvenilir bir kaynak oluşturulmuş olacak, hem de nizami (laik) mahkemelerde kullanılmak üzere yeni kanunların çıkarılmasına gerek kalmayacaktı. Mecelle bu ihtiyaçları karşıladı.

Mecellenin giriş bölümündeki 99 hukuk ilkesi hukuk açısından son derece önemlidir. Bunlardan birkaçı;

Borçlu olmamak asıldır. Borç ileri süren ispatlamakla mükelleftir.

Zararı yok etmek fayda sağlamaktan iyidir.

Zaman değişince hükümler de değişir.

Kuşku, kesin bilgiyi gidermez.

İçtihat, içtihatla bozulmaz.

Kanıt herkesi, ikrar ise sadece ikrar edeni bağlar.

Hukuk vehimlerle değil delillerle ilgilenir.

İki kötü şeyden daha az kötü olanı seçilir.

Mecellenin değindiği konular: Büyu (alım-satım), İcar (kira), Kefalet, Havale, Rehin, Emanet, Hibe, Gasp ve itlaf (hukuka aykırı yok etme), Hacir (isteği gibi kullanmayı önleme), İkrah ve şuf’a (ön alım hakkına rıza göstermeme) Enva-ı şirket (ortaklık şekilleri) Vekalet, Sulh ve ibra, İkrar (borcu kabul etme), Dava, Beyyinat ve tahlif (kanıt ve delil), Kaza (yargı).

Görüldüğü gibi Mecellede daha çok borçlar hukuku ve ticaret hukuku konuları ele alınmış, kadın- erkek arasındaki sorunlar ve miras meselelerin çözümü eskiden olduğu gibi Şer’i Hukuka bırakılmıştı. Mecelle, Osmanlının son döneminde hukuk sistemine rahat bir soluk aldırmıştı.

1876 yılında 33 yıl süren 2. Abdülhamit dönemi başladı. Kabul olunan anayasanın 5. maddesinde padişahın kutsal ve dokunulmaz olduğu yazılmıştı. Bu Osmanlıda ilkti. Tarikat pirlerinin mübarek sıfatı ile başlayan saygınlığı ve giderek kutsallığa varan dokunulmazlığına padişah anayasa maddesi ile kavuşmuştu. İslam’ın reddettiği kutsallık mefhumu, toplumda giderek yayılıyor, insanlar Tanrı’dan değil türbelerden, şeyhlerden ve kutsallaştırdığı insanlardan medet umuyorlardı. Bir nevi şirk yayılıyordu.

2.Abdülhamit döneminde Sultanın büyük hataları sonucu kaybedilen Osmanlı- Rus savaşı devletin bel kemiğinin kırılmasına ve felç olmasına sebep oldu. 1881 yılında kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi ile Osmanlı, sömürge devlet konumuna girdi. Yabancıların haklarını korumak için Konsolosluk mahkemeleri ile Karma ticaret mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemelerin işleyişine devlet karışamadı.

Nizamiye Mahkemeleri için yeteri kadar hâkim, kâtip ve infaz memuru yetiştirilemedi. Davalar uzadıkça uzadı. Sultan 2. Abdülhamit 1879-1881 yılları arasında yaptığı düzenlemelerle laik hukuka göre çalışan Nizamiye Mahkemelerinin çalışmalarını rahatlattı. Avukatlık kurumu kuruldu. Mahkeme görevlileri ile davacıların hak ve görevleri belirlendi.

Ancak Padişah, kurduğu jurnal teşkilatı ile suç ve ceza mefhumunu altüst etti. Mahkemeler tamamen sarayın baskısına girdi. Jurnallik, memleketin her yerinde tercih edilir bir meslek haline geldi. Bunun sonucu toplumsal dayanışma ortadan kalktı. Herkes birbirinden şüphelenir oldu.

2. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden sonra iş başına gelen İttihat ve Terakki Partisi döneminde Devlet, 1911 yılından 1918 yılı sonuna kadar süren savaşlarla uğraştı ve 30 Ekim1918 tarihinde imzaladığı Mondros anlaşmasıyla Osmanlı Devleti teslim bayrağını çekti.

İttihat Terakki döneminde 1913 Nisan kararnamesi ile devletin bütün mahkemeler üzerindeki denetimi artırıldı. Son karar mercii olarak Temyiz Mahkemesi yetkili kılındı. Şer’i mahkemelere eleman yetiştirmek için yeni bir medrese kuruldu. 1915 yılında tüm Şeri mahkemeler Adalet Bakanlığına bağlandı ve laik mahkemelere göre yetkileri kısıtlandı. Bu mahkemelerde çalışanlar devlet memuru oldular. Hukukta laikleşme devam ediyordu.

Vakıf malları Maliye Bakanlığı bünyesinde kurulan Vakıf Dairesine bağlandı

Nisan 1916 tarihinde Şeyhülislam bakanlar kurulundan çıkarıldı. Sadece dini danışma görevi üstlenen Şeyhülislam Dar-ül Hikmet-ül İslamiye Dairesine bağlandı. Derviş tekkelerinin çalışmaları, kurulan Meclis-i Meşayih (şeyhler meclisi) tarafından denetim altına alındı

1917 yılında Aile yasası çıkarıldı. Bu yasada şeriatın temel hükümlerinin yanına Gayrı Müslim vatandaşlarının kendi hukuklarından gelen hakları dahil edildi. Kadın hakları artırıldı. Kadınlar yüksek öğrenime alınmaya başladılar

Okulların ve mahkemelerin laikleştirilmesi İttihat ve Terakki döneminde hız kazandı.

Osmanlının son döneminde, 2 Mayıs 1920 tarihinde kurulan, hukuk ve vakıf işlerine bakan vekâletin adı Şeriye ve Evkaf Vekâleti idi. 429 no’lu kanun yürürlüğe girince Şer’i Mahkemeler, görevlerini diğer mahkemelere devrettiler. Mecelle hukuku 1926 yılına kadar yürürlükte kaldı. O yıl kabul edilen Türk Medeni Kanunu’na ek olarak çıkarılan 864 sayılı Tatbikat kanununun 43. Maddesiyle 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlükten kaldırıldı

429 sayılı kanun ile iki önemli müessese kuruldu Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü.

*Diyanet İşleri Başkanlığı:

1839 yılındaki Tanzimat Fermanı ile başlayan laikleşme hareketi Cumhuriyet ile devam etti. Devletin çağın şartlarına göre idare edilmesi düşüncesi laikliği öne çıkarmaktaydı. Ancak Türkiye Cumhuriyet’inin kendine has özellikleri vardı.

*Bu toplumun çok büyük bölümü Müslümandı ve halk İslami kurallara göre yaşamak istiyordu. Yapılacak yeni hukuki düzenlemelerin İslam hukuku ile çelişkiye düşmemesi gerekmekteydi.

*Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının pek çoğu İslam’ın temel kaynağı olan Kuran ve Hadislerden uzaktı. İnsanlar dinlerini bu kaynaklardan doğrudan değil aracıların aktardığı bilgilerle alabiliyordu. Aracıların topluma anlattığı bilgilerin doğruluğu onların bu konudaki ehliyetlerine bağlıydı. Çoğu ehil olmayan aracı kesim nedeniyle din özünden sapmış, hurafelere boğulmuştu. Halk dinini doğru kaynaklardan öğrenmeliydi.

*Ehil olmayan ama toplumun İslami düşüncesine hâkim olan bu çevreler koyu bir taassup içindeydiler.  Taassup, dinin en büyük düşmanıydı.  Ord. Prof. Dr. Ali Fuat BAŞGİL taassubu şöyle tarif ediyor.

’’ Taassup, bir kimsenin kendi inancından ve kendince hakikat kabul ettiği görüş ve kanaatten başka olan inanç, görüş ve kanaatlere ve bunları taşıyanlara düşmanlık beslemesi ve onları boğup susturmaya kalkmasıdır. İşte yalnız din hürriyetinin değil umumiyetle vicdan ve tefekkür (düşünce) hürriyetinin amansız düşmanı budur. Taassup kelimesi ile ifade edilen bu düşmanlık, sabit fikirli olmak gibi kötü bir ruhi hastalıktır. Dini olduğu gibi siyasi ve felsefi de olabilir.’

 

*Dinin özünün kaybolduğu, kavranamadığı ve yaşanmadığı dönemlerde dini korumak, geliştirmek ve onun istismarını önlemek toplum adına devletin bir göreviydi

* Dinin kendi sınırları içinde kaldığı sürece gelişmeyi desteklediği tarih boyunca kanıtlanmıştı. Laiklik, insana inancı doğrultusunda yaşaması için gerekli hürriyeti sağlamalı, bunu yaparken itidal ile hareket etmeli yâni dengeli ve adil olmalıydı.

*Laik rejim mabede, mabet siyasete karışmamalıydı. Din adamları devlet yönetimine, Devlet de din ve diyanete karışmamalıydı.

*O yıllarda din, dinle ilgisi olmayan hurafe ve batıl inançlara boğulmuştu. Din gibi çok önemli bir kurum devlet denetimi dışında bırakılmamalı, din konusu bir kamu hizmeti olarak değerlendirilmeliydi.

 

İşte bu gerekçelerle devletin din yönetimi konusunda attığı en büyük adım gerçekleşti ve Diyanet işleri Başkanlığı kuruldu. Din hizmetlerini yürütmek ve İslami esasları topluma doğru anlatmak için 429 sayılı kanun ile kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, devlete bağlı, bilimsel kişiliğe sahip bir kurumdu.

Dini kurumlardan medreselerin ve Şeri mahkemelerin kapatıldığı ve 1924 anayasasında ‘’Devletin dini İslam’dır.’’ ibaresinin yazılı olduğu bu dönemde tekkeler faaliyetlerini sürdürmekteydiler.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmamış olsaydı dini ortamı tamamen tekkelere ve tarikatlara kalır, tam bir kaos meydana gelirdi. Bu kaosu önlemek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir anayasal kurum olarak ayakta kalması, ancak siyasi iktidarların kontrolüyle hareket eden sıradan bir devlet kurumu değil özel bir kuruluş olması şarttı. Bu şart Diyanet İşleri Başkanının liyakat ve dirayetine doğrudan bağlıydı.

İlk başkan Rıfat Börekçi, (01.04.1924- 05.03.1941) tarihleri arasında başkanlık yaptı. Müderristi. Kurtuluş savaşı yıllarında Ankara Müftüsüydü ve İstanbul Hükümetine karşı fetvalar savaşını yürüttü. İlk mecliste Ankara mebusu olmasına rağmen Müftülüğü tercih etti.

O’nun başkanlığı zamanında Kuran’ın Türkçe meali ve tefsirleri yapıldı. İlk olarak 1924 yılında Cemil Said Bey’in Kur’an-ı Kerim çevirisi yayınlandı. Bu güzel çabayı 1924 yılında Mehmed Vehbi Efendi’nin, 1927 yılında İsmail Hakkı İzmirlinin 1934 yılında Ömer Rıza Doğrulun ve 1935 yılında Elmalılı Muhammed Hamdi Yazırın çevirileri izledi.

Babanzade Ahmet Naim Bey tarafından başlatılan ve onun ölümünden sonra Kâmil Miras tarafından tamamlanan, en büyük muhaddis İmam-ı Buhari’nin (ks) Sahihi Buhari Muhtasarı Tecridi Sarih tercümesi de 1935 yılında yayınlandı. 

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından gerçekleştirilen Kur’an tefsiri ve hadis tercümeleri Gazi Mustafa Kemalin emirleri ile başlatıldı, Özel bütçe ayrılarak yapılan bu çalışmalar O’nun yakın takibi ile sonuçlandırıldı.

İslam’ın temel iki kaynağı olan Kuran- Kerim ve Hadis-i şeriflerin Türkçeye tercüme edilmesi, Cumhuriyet yönetiminin İslam’a yaptığı en büyük hizmetti. Bunu 600 yıllık Osmanlı yönetimi başaramamıştı.

İkinci başkan Ord. Prof. Dr. Mehmet Şerafettin Yaltkaya (14.01.1942- 23.04.1947) yılları arasında görev yaptı. Bu göreve gelmeden önce İlahiyat Fakültelerinde Kelam ve İslam Felsefesi derslerini okuttu. 60’ın üzerinde kitabı vardı.

Üçüncü başkan Ahmet Hamdi Akseki (29.041947- 09.01.1951) tarihleri arasında görev yaptı. Müderristi. 70’in üzerinde bilimsel kitap yayınladı. En önemlisi askerler için hazırladığı Osmanlıca İlmihal ve halk için hazırladığı Türkçe İslam Dini ve Esasları adlı kitaplarıydı.

Her üç başkan da vefatlarına kadar bu görevde kaldılar. Bu dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı Ankara’da ve yurt sathında teşkilatlandı. İllerde kurulan müftülükler eliyle camilerde ibadet ve irşat hizmetleri yürütüldü. Tekkelerin egemenliğine son verildi ve Camiler, İslam dininde olması gereken hâkim konumuna getirildiler.

*Vakıflar Genel Müdürlüğü:

Mazbut, mülhak ve yeni vakıflar ile cemaat ve esnaf vakıflarının yönetimi, faaliyetleri ve denetimine, yurt içi ve yurt dışındaki taşınır ve taşınmaz vakıf kültür varlıklarının tescili, muhafazası, onarımı ve yaşatılmasına, vakıf varlıklarının ekonomik şekilde işletilmesi ve değerlendirilmesinin sağlanmasına ilişkin usul ve esaslarının belirlenmesi  yetkisi  bu kuruluşa devredildi. Bu Kanunun uygulanmasında milletlerarası mütekabiliyet ilkesi saklı bulunmaktaydı.

Vakıflar Genel Müdürlüğünün üst kuruluşu ve karar organı 15 kişiden oluşanı Vakıflar Meclisiydi. Vakıflar Meclisinin başlıca görevleri Genel Müdürlüğe, mazbut ve mülhak vakıflara ait akar ve hayrat taşınmazların tahsis, satış ve trampasına yönelik tasarruflarla, Genel Müdürlük çalışmaları ile ilgili diğer kararları almaktı.

Bu kuruluş ile ülke içindeki bütün vakıfların yönetimi tek elde toplandı. Tarihi nitelikteki dini yapıların bakım ve onarım hizmetleri gerçekleştirildi. Vakıfların yağma edilmesine son verildi.

 

*429 sayılı kanun ile Erkân-ı Harbiye Umumiye Vekâleti, kabine dışına çıkarıldı. Genel Kurmay Başkanlığı adı altında, kendi içinde serbest, doğrudan Başbakan’a bağlı bu kuruluşla askerler siyasetten tamamen uzaklaştırılmış oldu.

4.2.1.3 1925 yılı olayları

Bu yıla Cumhuriyet yönetimine karşı yapılan isyan ve direnişler damga vurdu. İlki İngiliz tahriki ve iş birliği ile çıkarılan ve dini kisveye büründürülen Şeyh Said isyanıydı. İkinci olay şapka üzerine Ülkenin birçok yerinde yapılan nümayişler ve direnişlerdi

*Şeyh Said isyanı: 13 Şubat 1925 tarihinde Elazığ’ın Piran köyünden başlayan isyan kısa sürede yayıldı ve Diyarbakır’ı tehdit eder hale geldi. İsyan, alınan önlemler ve yapılan şiddetli çarpışmalar sonucu 31 Mayıs 1925 tarihinde bastırıldı.  İsyanın elebaşıları İstiklal Mahkemesinde yargılandı ve 47 kişinin idamına karar verildi.

Bu isyan nedeniyle Cumhuriyet Hükümeti Musul üzerine yeterince ve güçlü bir şekilde eğilemedi. Türkiye, haklı olduğu Musul sorununu ve Musul- Kerkük toprakları üzerindeki haklarını kaybetti. İngilizler, Mustafa Kemal Paşa’ya karşı hep kaybetmişlerdi. Musul sorununda ilk defa kazandılar.

*Şapka olayı ve direnişler: Daha şapka kanunu çıkmamıştı. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemalin 24 Ağustos 1925 tarihinde başladığı Kastamonu gezisinde kılık, kıyafet ve şapka ile ilgili söylemlerde bulundu ve şapka giyindi. Bu hareket bir şekil hareketinden çok yeniliklere karşı direnen taassup zihniyetine karşı atılan en ciddi adımdı. Toplum, Gazinin yurt içi gezilerindeki söylemlerini ilgiyle takip etmekte ve Cumhuriyetin bu kısa sürede getirmekte olduğu faydaları görerek yönetime destek vermekteydi. Ancak toplumda ciddi boyutta taassup ve Gazinin bu söylem ve hareketlerini benimsemeyen kitleler vardı. Şapka kararnamesi 2 Eylül 1925 tarihinde yayınlandı Bu girişimi benimsemeyenler Kasım başında Malatya, 14 Kasımda Sivas, 22 Kasımda Kayseri 24 Kasımda Erzurum 25 Kasımda Rize illerinde nümayişler yaptılar. Daha kanun kabul edilmeden yurt sathına yayılan bu direnişlerin bir tepkiden çok örgütlü olduğu görülmekteydi.

 

TBMM 25 Kasım 1925 tarihinde Şapka kanunu adıyla anılan kanununu kabul etti. Direnişler 27 Kasım’da Maraş’a ve 4 Aralık’ta Giresun’a sıçradı. Halk bu olaylara katılmadı.

Devlet bu nümayişleri kısa sürede bastırdı. Sorumlular, gezici İstiklal mahkemesince yargılandılar. Mahkemelerce bu hareketleri Devlete karşı örgütlü direnişler olarak kabul edildi ve şiddetle cezalandırıldı. Toplam 27 kişi idam edildi.

İstiklal Mahkemeleri, devleti korumak amacı ile kurulmuştu. Sert ve acımasızdı. İtiraz ve temyiz hakkı yoktu. Cezalar derhal infaz edilirdi. Bu nedenle kurunun yanında yaşın yanması misali pek çok masum insan da cezalandırıldı.

Giresun olaylarının baş kışkırtıcısı Ali Rıza Hoca’nın Babaeski Müftüsü iken işgalci Yunanlılarla iş birliği yaptığı ortaya çıktı ve idama mahkûm edildi. Bir kısım çevrelerce haksız idam edildiği söylenen ve bu olayların bayrağı haline getirilen İskilip Müftüsü Atıf Hoca şapka risalesi için yargılandığı Giresun İstiklal mahkemesinde beraat etmişti. Ancak adı geçen şahıs başka suçlardan bu kere Ankara İstiklal mahkemesince yargılandı. Bu mahkemenin verdiği idam kararının gerekçesi şöyleydi.

’’ 31 Mart ayaklanmasında ve Mahmut Şevket Paşanın öldürülmesi olayında ilgili olduğu için Sinop’a sürgün edilmiş. Millî Mücadelede Batı Anadolu’yu işgal eden Yunan ordusuna direnilmemesi için başında bulunduğu Teâli-i İslam Cemiyeti adına hazırlattırdığı beyannameleri sonradan inkâr etmesine rağmen Türk köylerine attırdığı, Cumhuriyete kast eden son olaylarda maddeten ve manen ilgili bulunduğu eldeki delillerde de doğrulandığından…… Karar tarihi 3 Şubat 1926.’’

Süleyman Nazif bir makalesinde bu olayla ilgili şunları yazdı ‘’ Hiçbir kazma İslam dinine bu risaleyi (beyanname) yazan bu kalemden daha derin bir mezar kazamaz.’’

Gerek Şeyh Sait isyanı ve gerekse Şapka isyanı ve direnişleri mensuplarının bu olaylara dini kisve büründürerek dini istismar etmeleri ve bu eylemlerde tekke ve zaviyelere mensup kişilerin baş rolde bulunmaları tekke ve zaviyelerin kapatılmasına sebep oldu.

*Tekke ve zaviyelerin kapatılması: Cumhuriyet, toplumu çağın şartlarına göre yeniden yapılandırmaya çalışırken İslam Dinine de sahip çıkmış ve Diyanet İşleri Başkanlığını kurarak toplumun doğru dini bilgilere kavuşması için çalışmalara başlamıştı. Anadolu’nun fethiyle başlayan tasavvuf hareketinin son dönemdeki yuvaları olan tekke ve zaviyelere bir kültür yuvası gözüyle bakılarak onlara dokunulmamıştı.

Ancak tekkeler ve zaviyeler kendi mensuplarının ifade ettiği gibi bu vasıflarını çoktan yitirmişler, Osmanlı’nın son dönemlerinde olduğu gibi ‘’ Din elden gidiyor.’’ zırhına bürünerek çıkarlarını koruyan, yeniliklere karşı ve siyaset yapmaktan çekinmeyen bir konuma sürüklenmişlerdi

30 Kasım 1925 tarihinde yürürlüğe giren 677 sayılı Tekke ve zaviyeler ile Türbelerin kapatılmasına ve Türbedarlar ile bazı unvanların men ve ilgasına ait kanun ile yurt sathındaki bütün tekke ve zaviyeler kapatıldı. Vakıf mallarına el konuldu. Bu kanunla sadece İstanbul’da kapatılan tekke, zaviye ve dergâh sayısı 307 idi.

677 sayılı kanun bütün tarikatlarla birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek, murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerde giyilen elbiselerin giyilmesini yasakladı.

Devlet böylece asırlardır din istismarı ile padişahı tahtan indiren ve çıkaran, padişahı katledebilen bir siyasi gücü bertaraf etmişti. Ancak bunların işlevlerini ortadan kaldıramadı. Bu kurumlar yeraltına indiler ve çalışmalarına gizlice devam ettiler. Hatta yurt dışında örgütlendiler.

Devlet, toplumun doğru din bilgilerini ve Arapça Kuran okumayı öğrenme ihtiyacını yeterince karşılayamadı. Okullarda din dersi yoktu. Diyanetin açtığı Kuran kursları yeterli değildi. Diyanet İşleri Başkanlığı yeterince organize olamadı. Özellikle bu ihtiyaç kırsal kesimde hiç karşılanamadı. Kapatılan tekke ve zaviyelere mensup kişiler eleman yetersizliğinden dolayı camilerde, mescitlerde görevler kaptılar. Benim Arapça Kuran öğrenmek için çocukluğumda gittiğim hoca Diyanetin hocasıydı ve muska yazardı.

Mevkisini yitirmiş dervişler ve şeyhler çevrelerine Cumhuriyet yönetimini hep kötülediler. Bütün kötülüğün cehalet ve taassuptan geldiğini söyleyecekleri yerde kendilerini dinin koruyucusu yerine koydular ve insanları hurafelerle, cennet vaatleriyle kendilerine bağlamasını bildiler.

Hazreti Peygamber (sav)kendi kızına ‘’ Kızım. Kendi amellerinle kendini kurtarmaya bak. Kızım olman sana hiçbir fayda sağlamaz. Çünkü ben bile ne olacağımı bilmiyorum.’’ Diye uyarıyordu.

Bu dervişler ise kendisine inananlara önce, ’’ Sırat köprüsünü nasıl geçeceksiniz?’’ Diye sorduktan sonra cebinden bir kibrit kutusu ve içinden bir kibrit çıkarıp ‘’ İşte bu kibrit sensin. Bunu kutuya, kutuyu cebime koyuyor ve Sırat köprüsünü geçiyorum. Sen de geçmiş oluyorsun. ‘’ diyerek cennet vaat edebiliyorlar ve halkı hâlâ aldatabiliyorlar. Bunların Ortaçağda dağıttıkları endülüjanslar ile cennet vaat eden Hıristiyan papazlarından ne farkları var?

Bu çevreler Tanrının asla affetmeyeceğim dediği suçun yani şirkin içine sürüklendiklerinin ve başkalarını da sürüklediklerinin farkında bile değiller.

Toplum Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde İslami açıdan çok cahildi. Toplum bu cehaletin ve ondan daha tehlikeli olan taassubun elinde mahkûmdu. Aradan geçen zaman içinde yapılan çalışmalarla bu yapı ne kadar değişti? Toplum gerçek İslam’ı ne kadar öğrendi? Tarikatların etkisi ne düzeye geldi?

Geleceği Gazi Mustafa Kemal nasıl görmüş? Okuyalım.

Mustafa Kemal 17 Kasım 1927 de yaptığı bir konuşmasında şöyle diyor.

Efendiler! Biz tekke ve zaviyeleri din düşmanı olduğumuz için değil bilakis bu tip yapılar din ve devlet düşmanı oldukları, Selçuklu ve Osmanlıyı bu yüzden batırdıkları için kapattık.

Çok değil 100 yıla kalmadan eğer bu sözlerime dikkat etmezseniz göreceksiniz.

Bazı kişiler, bazı cemaatlerle bir araya gelerek bizlerin din düşmanı olduğumuzu ileri sürecek, sizlerin oyunu alarak başa geçecek, ama sıra devleti bölüşmeye geldiğinde birbirlerine düşeceklerdir.

Ayrıca unutmayınız ki o gün geldiğinde her taraf diğerini dinsizlikle suçlamaktan geri kalmayacaktır.

Yararlanılan kaynaklar: Yılmaz Öztuna. Tarih Dersleri

Prof. Dr. Stanford Shaw. Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye

Turgut Özakman. Cumhuriyet- Türk Mucizesi

Halil Nebiler. Türkiye’de şeriat

Gelecek yazı: 4.2.1.4 1926 yılı olayları

İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK-III / 8. BÖLÜM

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra kabul olunan kanunlar sonucunda şöyle bir durum ortaya çıkmıştı.

3 Mart 1924 tarihinde medreseler kapatılmış, eğitim birleştirilmiş ancak din eğitimi örgün eğitimde yer almamıştı. Halk doğru dini bilgileri nereden öğrenecekti?  Yeni kurulan Diyanet işleri Başkanlığı bu ihtiyaca cevap veremezdi. Ve veremedi. Böylece halk dini bilgileri öğrenme ihtiyacını eskiden olduğu gibi tefessüh etmiş tekke ve zaviyelerden öğrenmeye çalıştı. Hurafelere boğulmuş bu mekanlardan sağlıklı dini bilgi edinmek olasılığı yoktu. İşin doğrusu dini bilgilerin Milli Eğitim tedrisatına konulmasıydı.

Tekkeler ve zaviyeler de 30 Kasım 1925 tarihinde yürürlüğe giren 677 sayılı kanunla kapatılınca topluma din eğitimini verecek müessese kalmadı. Tekke ve zaviyeler fiilen ortadan kalkmadı. Faaliyetlerine gizlice ve de Cumhuriyet düşmanlığı yaparak devam ettiler. 

Erzurum’lu bilge kişi İsmail Usta, bu durumu şöyle yorumluyor ‘’ Tefessüh eden tekke ve zaviyelerin kapatılması doğruydu. Çünkü bunlar dini hurafelere boğmuşlardı. Halk dinini ancak okullara konulacak din derslerinden doğru olarak öğrenebilirdi. Bu zaruri bir ihtiyaçtı. Ancak dini derslerin tedrisata konulması gerçeği, komisyonlarda oyalandı ve gerçekleştirilmedi. Oysa laikliğin dini koruma ilkesine uygun olarak Cumhuriyet okullarında okuyan aydın kişiler, bu okullarda verilecek doğru din eğitimi ile bilgilendirilmiş olsalardı İslam dini cehaletten kurtarılmış olacaktı. Buna hem Cumhuriyetin hem de İslam’ın ihtiyacı vardı.’’

Bu sözler gerçeği ifade etmekteydi. Din bilgileri öğrencilere okullarda öğretilmiş olsaydı yer altına inen bu örgütler eliyle Cumhuriyete karşı kişilerin yetiştirilmesi ve bunların dini istismar etmesi önlenecek böylece tekkeler fiilen tasfiye edilmiş olacaklardı. Laikliği ileri sürerek devlet okullarında din eğitimi verilemez diyenler böylece kendi elleriyle dini istismar eden topluluklara hayat hakkı tanımış oldular.

Din insan için var olduğundan bu yana vaz geçilmez bir olguydu. Din, bir inanç ve ibadet sisteminin ötesinde bir hukuk ve ahlak sistemiydi. İnsanların mutluluğu için gerekli hükümleri içermekteydi. Ancak din, tarih boyunca egemen çevrelerce hep istismar edilegeldi. Cumhuriyeti kuran irade halkın son derece önem verdiği din olgusu ile barışmak zorundaydı. Buna halkın da Cumhuriyetin ihtiyacı vardı. Dini kurallarla yönetimin koyacağı kurallar arasındaki denge ne kadar korunursa sorunlar o kadar azaltılabilirdi. Laikliği seçen Cumhuriyet, dini ne kadar koruyacak ve din ile ne kadar barışık yaşayacaktı?

4.2.1.4 1926 yılı olayları

Osmanlı Devleti’nin bir din devleti olmadığı daha önce ifade edilmişti. Ceza hukuku tamamen padişahın elindeydi. Medeni hukuk ise Şer’i Mahkemelerde Hanefi Mezhebi hukukuna göre uygulanırdı. Kadılar tarafından verilen farklı kararların getirdiği karmaşanın önlenmesi için Tanzimat Fermanı ilan edildikten sonra yeni düzenlemelere gidildi. Şer’i Mahkemelerin yanında Nizamiye Mahkemeleri kuruldu. Ceza Kanunnamesi (1840-1851), Ticaret Kanunu (1850) Arazi Kanunnamesi (1858), Deniz Ticaret Kanunu (1863), Mecelle -i Ahkâm -ı Adliye (1876) ve Ceza Muhakemeleri usulü Kanunu (1880) yürürlüğe girdi. Bunlara 1917 yılında yapılan Aile Hukuku kararnamesi ilave edildi.

1924 yılında Şeri Mahkemeler kapatıldı ama Mecelle yürürlükte kaldı.

 *Türk Medeni Kanunu: Cumhuriyet yönetimi çağın şartları gereği, ekonomi ve siyaset alanında üstün olan batı kültürü ile uzlaşabilmeyi ve o seviyeye yükselmeyi hedeflediği için dini kurallara değil laik esaslara dayalı yeni bir kanun metni hazırladı. İsviçre Medeni Kanununun Türkçeye tercüme ettirilmesi ile oluşturulan Türk Medeni Kanun tasarısı 24 Aralık 1925 tarihinde TBMM’ye sunuldu. Adalet bakanı Mahmut Esat Bey (Bozkurt), Medeni Kanun gerekçesini şu sözlerle açıkladı.

 ‘’ Türkiye Cumhuriyeti’nin derlenmiş bir medeni kanunu yoktur. Halen uygulanmakta olan 1851 maddeli Mecelle hukukunun bu günkü ihtiyaçlara uyan ancak 300 maddesi vardır. Mecellenin kaidesi ve ana hatları dindir. Kanunları dine dayanan devletler, kısa bir zaman sonra memleketin ve milletin isteklerini tatmin edemezler. Çünkü dinler değişmez hükümler ifade ederler. Din kanunları yürüyen ve değişen hayatın karşısında şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir kıymet, bir mana ifade edemezler. Değişmemek dinler için bir zarurettir. Bu sebeple dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması çağdaş medeniyetin esaslarından ve eski medeniyetle yeni medeniyetin en mühim ayırıcılarından biridir.

Esaslarını dinlerden alan kanunlar tatbik edilmekte oldukları toplumları, nazil oldukları iptidai devirlere bağlarlar ve terakkilere (gelişmelere) engel olan belli başlı müessir ve amiller arasında bulunurlar.

Türk Milletinin mukadderatını bu asırda dahi orta çağ hükümlerine ve kaidelerine bağlamak, dinin değişmez hükümlerinden ilham alan ve Uluhiyetle daima temas halinde bulunan kanunlarımızın en kuvvetli müessir ve amili (etkeni) olduklarına şüphe edilemez.

Milli toplum hayatının düzenleyicisi olan ve yalnız ondan ilham alması gereken derlenmiş bir medeni kanundan Türkiye Cumhuriyeti’nin mahrum bulunması ne çağdaş medeniyetin icaplarına ne de Türk İhtilalinin gerektirdiği anlam ve kavramla kabil-i telif (uzlaşır) değildir.

Medeni kanunumuzun en önemli bölümlerini özellikle aile, hukuksal kuruluşlar, miras sorunları ve mallarla ilgili haklar meydana getirmektedir. Yeni tasarının aile kuruluşu ve miras hükümleri şimdiye kadar kolundan tutularak bir tutsak gibi yerden yere vurulan, fakat dünya kurulduğundan beri hanım olan Türk annesini gereken saygın yerine getirecektir.’’

TBMM’deki Hukuk Komisyonu başında eski Şeriye vekili Mustafa Fevzi Efendi ve bulunmaktaydı.  Demek ki gerekçe bu ünlü din hukuku bilgini için de doğruydu ve yerindeydi. Yapılan görüşmeler sonucunda 743 sayılı Türk Medeni Kanunu, 17 Şubat 1926 yılında kabul edildi. 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi.

*Türk Ceza Kanunu: 1889 tarihli İtalyan Zanardelli yasası esas alınarak hazırlanan kanun tasarısı 1 Mart 1926 tarihinde TBMM’de görüşülerek yasalaştı. 13 Mart 1926 Tarihinde yürürlüğe girdi. Zaman içinde pek çok değişikliklere uğradı.

*Borçlar Kanunu: Borçlarla ilgili hukuk, Mecellede 557 maddede yer almaktaydı. İsviçre Borçlar kanunundan yararlanılarak hazırlanan Borçlar Kanunu 22 Nisan 1926 tarihinde kabul edildi ve bu kanun da 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi.

Mecelle Hukuku, kabul edilen Türk Medeni Kanunu’na ek olarak çıkarılan 864 sayılı Tatbikat kanununun 43. maddesiyle 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlükten kaldırıldı.

*Kara Ticaret kanunu Ticareti berriye kanunu 26 Mayıs 1926 tarih 865 sayılı kanun 2011 yılında son şeklini aldı

*Deniz ticaret kanunu 13 Mayıs 1929 1440 sayılı kanunla 865 sayılı kanuna İkinci kitap olarak ilave edildi.

*İcra iflas kanunu 9 Haziran 1932 de kabul edilen 2004 sayılı kanunla 4 Eylül 1932 tarihinde yürürlüğe girdi

Böylece bu alanlarda dini esaslara dayalı hukuk düzenine son verildi.  Çağdaşlaşmayı hedefleyen Laiklik konusunda en önemli adım atılmış oldu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin çok büyük çoğunluğu Müslümandı. Yâni İslam Dininin kurallarına bağlıydı. Devlet ise çıkardığı kanunları Laiklik prensibine dayanarak dini hassasiyetleri gözetmeden çıkarmaktaydı. Çıkarılan kanunlarda dine karşı hükümlerin olması halinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Müslümanlar nasıl hareket edeceklerdi?

Cumhuriyetin bekası (varlığı ve devamlılığı) için  çelişkilerin olmaması devlet-millet bütünlüğünün bozulmaması son derece önemliydi. Cumhuriyet, bu millet tarafından kurulmuştu. Devlet millet için vardı. Devletin, milletin kutsal değerlerine saygılı olması, milletin huzuru için şarttı. Bu birliktelik nasıl sağlanacaktı?

4.2.1.5 Devrim kanunları ve İslam’ın irdelenmesi:

Devrim kanunlarından en önemlileri olan Türk Medeni Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Borçlar Kanunu ve Ticaret Kanununun İslam dininin esaslarına göre değerlendirmesine geçmeden önce bazı tespitleri yapalım.

*Önce; Devrim kanunlarının amaçlarını hatırlayalım.

Hukuk alanında amaç: Çağın şartlarında devlet vatandaş ilişkilerinin düzenlenmesi, çağdaşlaşma.

Ekonomi alanında amaç: Dışa bağımlı olmayan, kendine yetebilen ekonomik düzen kurma.

Eğitim alanında amaç: Bilimsel gelişmeyi hedefleyen eğitim sistemi ile kültürel yapıyı koruma ve geliştirme.

Siyasi alanda amaç: Bağımsız ve her konuda özgür Türkiye Cumhuriyeti.

Özetle: Devlet bilimsel gelişmelere ağırlık vererek, maddi alanda güçlü, hukuki düzende ve genel yaşamda çağdaş bir ülke olmayı hedeflemekte, dini inançları İman ve İbadet olarak vicdanlara bırakmaktadır.

*Şimdi de İslam dininin temel özelliklerini hatırlayalım.

İslam dini İman, İbadet ve Ahlak (hukuk) bölümlerinden oluşur.

İman ve ibadet hükümleri değişmez. Ahlak hükümlerinin bir kısmı da değişmez. Bir kısmı ise çağın şartlarına göre icma-ı ümmet veya içtihat yapmak suretiyle değiştirilebilir. Hatta zaruri hallerde yapılması kesin olarak istenilenler (farzlar) veya yapılması kesin olarak yasaklananlar (haramlar) geçici olarak kaldırılabilir. Adalet Bakanının Medeni Kanun gerekçesinde söylediği gibi dinin ahlâk (hukuk) bölümü donmuş hükümlerden ibaret değildir.

Tanrı, Kuran’ın hükümlerini değiştirenleri veya hiçe sayanları ağır şekilde cezalandıracağını ısrarla uyarır. Müslüman yani mümin, Kuran’ın tümünü tam bir teslimiyetle kabul eden kişidir.

Türk Medeni Kanunu kadın hakları konusunda büyük değişiklikler gerçekleştirdi. Bu kanun kabul edilmeden önce kadın hukuku ve kadının sosyal durumu nasıldı? Önce bu bilgileri verelim.

*İslamiyet’ten önce Türklerdeki kadının durumu:

Eski Türk toplumlarında aile en önemli sosyal birlik olduğundan, ailenin temelini teşkil eden kadın, Türk destanlarında ve Türk felsefesinde yüce bir mertebeye oturtulmuştu. Kadın erkeğin tek eşi ve çocuklarının annesi olduğundan başka, önemli bir görev ile de görevlendirilmiş Türk Milleti’nin tek bereket kaynağı olarak değerlendirilmişti. Kadına, o kadar büyük değerler ve haklar verilmişti ki, Türk hanları ve hakanları eşlerine, otağlarında huzurlarına çıkarılan diplomat misafirlerinin karşısında bile, bir şeref abidesi gibi davranırlardı ve davranılmasını da teşvik edip muhataplarından isterlerdi. Öyle ki, sadakati, aile öğretmenliği, dokunulmazlığı, onur ve şeref kaynağı olması, onu her zaman ister aile, isterse toplum içinde yüksek değere sahip kılmıştı. Eski Türk inancına göre ”Han ile Hatun” gök ve yerin evlatlarıydılar. Kadının yeri yedinci kat göktü. Eski Türk destanlarında kadın, erkeğinin her daim yanındaydı.

Kadın erkeğinin güç ve ilham kaynağı kabul edilirdi. Eski bir Türk atasözü; ‘‘Birinci zenginlik sağlık, ikinci zenginlik iyi bir kadındır” der.  Savaşta kadınların düşman eline geçmesi büyük bir utanç sayılırdı. Öyle ki, kadını esir düşen bir erkek, kadınını esaretten kurtarmadan elinde ve obasında yaşayamazdı.

Oğuz Kağan destanından öğrendiğimize göre, kadına şiddet ve kadını zorlama çok büyük suç sayılmıştı.  Irza tecavüzün cezası ölüm veya gözlere mil çekilmeydi.

Arap gezgini olan İbn-i Batuta şöyle der; “Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türkler’in kadınlarına gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerinden daha üstündür.”

O dönemin bilinen coğrafyasında Türklerde kadın, idare eden, yöneten ve karar mekanizmasında son merci idi.

Eski Türk kadını tam bir birey gibi, Roma kadınından daha fazla haklara sahipti

Yine ilginçtir ki o dönemde bilinen dünyanın hiçbir bölgesinde kadın erkeğin önünde yürüyemez ve önünden geçemezken bile, Türklerde kadın erkeğinin yanındaydı.

Kağanın buyrukları yalnız “Kağan buyuruyor ki” ifadesiyle başlamışsa geçerli kabul edilmezdi. Yabancı devletlerin elçilerinin kabulünde hatun da hakanla beraber olurdu. Tören ve şölenlerde kadın, hakanın solunda oturur siyasi ve idari konumlardaki görüşlerini beyan ederdi. Kadının yüceliği ve zirveye yerleştirilmesi, Altay Dağları’nın en yüksek tepesine “Kadın başı” ismi verilerek yaşatılmıştı.

Eski Türklerde kadın, miras hakkına da sahipti. Kadının kendine ait mülkü mevcuttu. Kadının bunu istediği gibi kullanma hakkı vardı.  Eski Türklerde koca karısını boşayabildiği gibi, kadında kocasını boşayabilirdi.

İslamiyet’ten önce, Türk toplumlarında kadınsız bir iş görülmezdi. Kadın erkeğin tamamlayıcısı olurdu. O, sürekli erkeğinin yanında onunla omuz omuza mücadele ederdi.

Türk milletinin İslam öncesi kendi kadınına verdiği değer, diğer milletlerle aynı değildi. Türk kadınının böyle ihtişam içinde, saygı görerek yaşaması, Türk karakter ve kültürünün yüksek değerlere sahip olduğunun bariz örneğiydi.

Kadın insanlığın anasıdır. Ona değer vermek tüm toplum ve toplumların en öncelikli görevi ve borcudur
*İslamiyet’ten önce diğer bölgelerde ve Araplarda kadınların durumu:

Roma hukuk kurallarına göre kadın, kendi malı, mülkü üzerinde hüküm veya vasiyet yapamazdı. Roma kanunları kadını tam kabul etmiyordu. Onu noksan akıllı sayıyordu. Roma’da dul kadının evlenmesi suç sayılırdı.
Dünyanın diğer bölgelerinde kadına yaklaşım ise tamamen farklı ve acınacak haldeydi.

Çin’de yeni doğan bebek, oğlan olduğu takdirde pahalı parçalara, kız olunca ise bez parçalarına sarılırdı. Erkek ile kız çocuğu arasında ayrım vardı.

İran’da ise kanın değişmemesi için yakın akrabalarla evlilik uygun görülmüştü. Dolayısıyla zamanla anne ve kız kardeşleri ile evlenenler de ortaya çıkmıştı.

Cahiliye döneminde Araplarda, hür kadınların kocasının yanındaki değeri, alınıp satılan bir maldan farksızdı. Arap erkeği asla kadını ile bir arada oturmaz, onunla yiyip içmez ve kararları kabul etmezdi.  Baba kız evladının doğumundan utanır, bir ara kız evlatlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Erkek çocuklar analarına ev içinde bir hizmetçi kadından fazla değer vermezlerdi.

Bütün peygamberlerin indirildiği Arap yarımadasında savaşlarda esir alınan veya esir tüccarlarından satın alınan çok sayıda erkek köle ya da kadın köle (cariye) bulunmaktaydı. Cariye ve köleler alınıp satılırlardı. Cariyelerle evlenmek söz konusu değildi. Erkek köleler ekonomik çıkar sağlayan işlerde, kadın köleler ise ev işlerinde erkeklerin her türlü ihtiyaçlarını gidermek amacıyla kullanılırlardı.

*İslam’ın kadınlara getirdiği haklar:

 Tanrı tarafından peygamber Hazreti Muhammed’e (sav) 610-632 yılları arasında vahiy yoluyla indirilen ve İslam’ın temel kitabı olan Kur’an-ı Kerim, kadın haklarında çağının çok ötesinde yeni hükümler getirdi. İslam, yukarıda özetlendiği üzere ezilen ve hor görülen kadını insan olarak kabul etti ve ona büyük haklar sağladı. Bu haklar Kuran’da başta Bakara, Nisa, Nur ve Talak sureleri olmak üzere pek çok yerde ifade olundu. Şöyle ki;

*”Sizi bir erkek ve kadından yarattık” (Hucurat 13) ayeti ile kadın ve erkek insanlığın temeli sayıldı.

Evlenmede, kadının rızasının alınması, ona maddi teminat (mehir) verilmesi ve erkeğin boşanmasında mehrin kadında kalması şartı getirildi. Boşanan hamile kadınların ve doğan çocukların bakımları konusunda  erkeğin sorumluluğunu belirten hükümler getirildi. Kadına da boşama hakkı tanındı.

Tek eşlilik esas alındı. Ancak zaruri hallerde geçerli olmak üzere ve evli kadının rızası alınmak suretiyle erkeğin dört kadına kadar evlenebileceğine izin verildi

Zinanın kötü ve ağır bir suç olduğu vurgulanarak zina suçu için ağır ve aşağılayıcı hükümler getirildi.

Kadınlar için örtünme, esasları belirlendi. Erkekler için onları zinadan uzaklaştıracak uyarılar yapıldı.

Cariyelerle ilgili yeni hükümler getirildi. Köleliğin kaldırılması konusunda müminler teşvik edildi.

Yetim mallarının korunmasına önem verildi.

Mülkiyette ve miras bölüşümünde erkeğe 2 kadına 1 hak tanındı.

Mahkemede tanıklıkta 1 erkek ve unutursa diğerinin hatırlatması için 2 kadın tanıklığı şartı getirildi.

Kadınların okuma yazma ve tahsil görmelerine, gerektiğinde ticaret yapmalarına izin verildi.

* Osmanlı Devleti’nin son döneminde kadın hakları:

İslam’da kadın hakları, devrin şartlarına göre çok ileri idi.. Türkler tarihsel kültürleri dolayısıyla Kuran hükümlerine büyük oranda uyum sağladılar. Ancak Arapların İslam anlayışı, hoşgörü sahibi olan Türklerden daha farklıydı. Onlar daha katı, tutucu ve eski cahiliyet alışkanlıklarının devamı yönünde tavır sergilediler.

1517 yılında Hilafetin Osmanlılara geçmesinden sonra, o tarihe kadar Türk İslam anlayışının hâkim olduğu Osmanlı İslam anlayışı, giderek Arap İslam anlayışının etkisine girdi. Bu etki zaman içinde giderek koyulaştı. Bundan en çok kadın hakları etkilendi.

Osmanlı’nın son döneminde İslamiyet’in kadına verdiği pek çok haklar kadının elinden alınmıştı. Kırsal kesimde çalışma şartları nedeniyle kadınlar daha hürdüler. Ancak şehirlerde kadın kapalıydı ve cemiyet hayatından kopmuştu. İslam hukukuna rağmen özellikle evlenmelerde kadının hiçbir hakkı kalmamıştı. Kadın, alınır satılır bir mal haline gelmişti. Kadına verilmesi gereken ekonomik güvence (mihr), başlık parası adı altında elinden alındığı için kadının ekonomik bir güvencesi yoktu.  Kız çocuklarının mahalle mekteplerine gönderilmesi dışında kadın okula gönderilmezdi. Bu nedenle kadınların büyük çoğunluğu okuma yazma bilmezdi ve cahildi.

Erkek kadına sormadan ve Kuran’ın tek kadınla evliliği tavsiye etmesine rağmen dört kadına kadar evlenebilmekteydi. Erkeğin boş ol emri ile boşanma gerçekleşebiliyordu. Kadının erkeğini boşama hakkı (iftida), ekonomik gücü olmadığı için fiilen ortadan kalkmıştı. Kadın erkeğin elinde çocuk doğuran, onları besleyen, ev işlerini yerine getiren ve eşine hizmet eden bir kişiden farklı değildi.

4.2.1.5.1 Medeni kanun Türk kadınına neler kazandırdı?

Türk Medeni Kanunu 1924 anayasasının getirdiği demokratik ve liberal yapısının tabi bir sonucu ve onun tamamlayıcısı olmuştu. Türk Medeni Kanunu’nun en önemli özelliği laikçi oluşudur. Çünkü yeni kanun Şeriat hukukundan ve Mecelleden ayrı olarak aile hukukunda, miras bahsinde, malların idaresinde önemli değişiklikler yapmış, kadınlara önemli haklar kazandırmıştır. Bunları şöyle sıralayabiliriz.

*Evlenmede, boşanmada, mülkiyette, çocukların yönetiminde ve mahkemede tanıklıkta cinsiyet ayrımı ortadan kaldırılarak ailede kadın erkek eşitliği sağlandı.

*Evlilikte resmi nikah zorunluluğu getirildi.

*Çok eşlilik kaldırıldı. Tek eşli evlilik kabul edildi.

*Kadınların istedikleri mesleği seçme ve okuma hakkı verildi.

4.2.1.5.2 Medeni kanunun İslam açısından irdelenmesi

*Evlenmede resmi nikah zorunluluğu getirildi. İslam’da evlilik için nikâh şartı zorunluydu. Resmi nikâh evlilik süresince kadına yeni güvenceler sağladığı için kadının haklarını koruma açısından olumlu bir adımdı. İslam açısından uygundu. İsteyen bu nikâha ilave olarak dini nikâh da yapabilirdi. Dini nikâh yapan erkek kadına mehir vermek zorundaydı.

*Çok eşlilik kaldırıldı. Tek eşli evlilik kabul edildi. Bu kural da İslam’a uygundu. Tanrı Nisa suresinde müminlere tek eşliliği tavsiye etmekteydi. Birden fazla eşlilik ancak zaruri haller için geçerliydi. Harp nedeniyle kocasını kaybeden çocuklu dul kadınların veya anne ve babasını kaybetmiş yetim ve öksüz kızların korunması için çok eşliliğe izin verilmişti.  Cenab-ı Hak Kuran’da erkeklerden kadınların haklarında adil davranmalarını ısrarla istemektedir.

*Boşanmada, mahkeme kararı getirildi. Bu hüküm erkeğin boşama hakkını sınırladığı için İslam’a aykırı görünse de kadının haklarını koruduğu için İslam’a uygun görülebilir. Çünkü bir hadis-i şerifte ‘’ Tanrının istemediği tek meşru şey talaktır (boşanma)’’ denilmiştir. Çünkü Tanrı evliliğin kurulmasından ve korunmasından yanadır. Nitekim ilk insanlar Hazreti Adem (as) ile Hazreti Havva (ra) evliydiler. Evlilik müessesesinin hem ana babanın hem de çocukların ortak çıkarını sağladığı, bu nedenle gerekli bir müessese olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Bu nedenle evlilik kurumunun erkeğin keyfi boşama isteği ile bozulmasını önleyen bu kararın, İslam’a aykırı olmadığı rahatlıkla savunulabilir.

 *Çocukların yönetiminde kadın erkek eşitliği sağlandı: Evlilik döneminde çocukların sağlıklı yetiştirilmesi ancak kadın ile erkeğin uyumlu davranışları ile mümkündür. Dayanışma ve sulh İslam’ın benimsediği ilkelerdir. Kuran kadın ile erkeğin görevlerini genel ilkeleri ile belirlemiştir. Erkek ailenin ekonomik ihtiyaçlarını kadın ev işlerini görecek ve çocukların yetiştirilmesini sağlayacaktır.

İslam’da erkeğin boşaması halinde evlilik için kadına verilen mehir geri alınmaz. Mehir, kadının ekonomik güvencesidir. Cumhuriyet evlilikten önce mehir şartı getirmemiş, bu konuyu tarafların tercihine bırakmıştır. Bunun yerine boşanmada ekonomik yönden muhtaç olan kadına nafaka verilmesini sağlamak ve çocukların bakım masraflarını erkeğe yüklemekle mehir güvencesinden daha kalıcı bir güvence sağlamıştır. Kadına ve çocuklara sağlanan bu haklar, akli ve gerçekçi olduğu için İslami prensiplerle uyumludur.

* Mülkiyette eşitlik sağlandı: Evlilik öncesi mülkiyetler bu kapsama dahil değildir. Eşitlik evlilik esnasında ortak kazanılan mülkiyetler için geçerlidir.ve adildir. Tanrı Kuran’ın birçok yerinde insanlara her yerde ve her zaman adaleti, adil davranmayı emreder.

Mirasın nasıl bölüştürüleceği Kuran’ın Nisa suresinde açıkça anlatılmıştır. İslam, miras konusunda ekonomik yönden sorumlu olduğu için erkeğe 2 kadına 1 hak tanır. Kadın özgürlüğünün artmasını hedefleyen Cumhuriyet, mirasta kadın erkek eşitliğini getirmekle İslami hükümlere aykırı bir tutum sergilemiştir. Milletin çoğunluğunun inançlarına aykırı olan bu durum, Devlet ile toplum arasındaki dayanışmayı zedelemiştir. Bu karar erkeklerin hoşuna gitmediği gibi erkek egemenliğindeki kadın toplumu tarafından da tam olarak uygulanamamıştır. Aile düzeninin bozulmasını istemeyen kadın, kendisine tanınan bu hakka yeterince sahip çıkmamıştır.

Oysa Cumhuriyet kadınlara daha başka formüllerle, örneğin çocuk bakımı hizmetleri karşılığında kadına yeni ekonomik olanaklar sağlayabilir ve Kuran hükümlerine ters düşmeyebilirdi.  Vatandaşlar arasında eşitlik prensibini savunan Cumhuriyet, miras konusunda aldığı eşitlik kararıyla Kuran hükümlerine ters düşmüştür.

*Kadınların istedikleri mesleği seçme ve okuma hakkı verildi: Kadının toplumdaki görevi şartlara göre değişir. Gerektiğinde kadın ticaret yapabilir. Ev idaresinde daha etkin konuma gelebilir. İslam’da kadın evin dışına çıkamaz diye bir kural yoktur. Nitekim Anadolu’da köylü kadınlar ailenin en büyük ekonomik yükünü çekerler, tarlada, bağda, bahçede çalışır, üretim yaparlar.

İslam okumayı, yazmayı, ilim tahsili yapmayı bütün insanlara emretmiştir. Kadını eve hapsederek onu eğitimden uzaklaştırmanın İslam’da yeri yoktur. Hazreti Muhammed’in(sav) eşlerinden Hazreti Aişe(ra) ve Hazreti Hafsa(ra) okuma yazma bilirlerdi. Bu nedenle Kuran yazıldığında bir nüshası Hazreti Hafsa’ya (ra) emanet edilmişti.

Kadınların okuma haklarının kısıtlanması, Arap İslam anlayışının etkisinin artması ile Osmanlıda gelenekselleşti. Kız çocukları sadece mahalle mekteplerine gönderilirdi. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde dahi şehirdeki kız çocuklarının daha ileri eğitim görmesi, bu kötü alışkanlık nedeniyle engellendi. Köydeki kızların hiç okula gitmediklerini şehirdekilerin ise ilk okuldan daha ileriye gidemediklerini yakın çevremden biliyorum. Ancak okumanın değerini fark edenler açılan gece mektepleriyle en azından okur-yazar olabildiler.

Cumhuriyet’in, kadını topluma kazandırma konusunda yaptığı çalışmaların en önemlisi ona okuma, yazma ve mesleğini seçme özgürlüğünü sağlamasıdır. Bunun İslami hükümlere aykırı hiçbir yanı yoktur. Tam tersi kadının cahil bırakılmasının İslam’da yeri yoktur. 

Kız ve erkek öğrencilerin beraber okumasının da geleneksel Türk kültürüne ve İslami ahlâk kurallarına uyulması şartıyla İslam’a aykırı bir yanı yoktur.

Asırların yanlışları toplumda kolay düzeltilemiyor. Okumanın, eğitim görmenin fazileti ve topluma kazandırdığı faydalar, toplum tarafından yaşanılarak ancak 1-2 nesil sonra anlaşılabildi. Bugün herkesin kız, erkek ayrımı yapmadan çocuklarını okutmanın gayreti içinde olması Cumhuriyet’in faziletidir.

*Mahkemede tanıklıkta cinsiyet ayrımı ortadan kaldırılarak ailede kadın erkek eşitliği sağlandı: Kuranın Bakara suresinde (282.ayet) borçlanmada şahitlik için 2 erkek veya 1 erkek ile biri unutursa diğerinin hatırlatması için 2 kadın şahit gösterilebilir hükmü bulunmaktadır. 1 erkek yerine 2 kadının şahitlik yapabileceğinin ifade olunması görüldüğü üzere unutkanlık şartına bağlıdır. Kadın unutmayacak bir kültür düzeyinde ise iki kadının şahitlik şartı kalkabilir. Borçlanmadaki bu şart başka konulara teşmil edilmemeli, kadının durumuna göre karar verilmelidir.

Geçmişte olduğu gibi bugünün dünyasında pek çok ülkeyi kadınlar yönetmekte, pek çok kadın hemen her konuda başarı ile hizmet vermektedir. Bu nedenle Cumhuriyet’in koyduğu bu kural İslam’a uygun olarak uygulanabilir. Bunun için kadının eğitilmesi ve onun kabiliyetlerinin geliştirilmesi ve unutkanlık eksikliğinin ortadan kaldırılması şarttır. Cumhuriyet kadınlara eğitim olanağı tanımakla bu yolda önemli adımlar atmakta ve kadını toplumdaki gerçek yerine oturtmaya çalışmaktadır. Cumhuriyet kadına muhtaçtır. Toplum kadına muhtaçtır.

*Tesettürde kadının örtünmesini önleyen hükümler İslami hükümlere aykırı idi.

Tesettür konusu Kuran’ın muhtelif yerlerinde dile getirilmiştir. Kuran’da önce kadının ve erkeğin birbirleri ile olan ilişkilerinde ahlaklı, iffetli ve namuslu davranmaları emredilmiştir. Örneğin Müminun suresinin 5 no’lu ayetinde gecen firucium kelimesi iffetli olmak ve namuslarını korumak anlamında kullanılmıştır.

Emredilen şekilde ahlaklı davranmamak ve tesettüre (örtünmek) uymamak, İslam’ın kabul ettiği en büyük suçlardan olan zina suçunun kapısını araladığından bu suçla ilgili hükümleri içeren Nur suresinde geniş bir anlatımla açıklanmıştır.

Bu surenin 30. ayetinde’’ Mümin erkeklere söyle. Gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar.’’ ayeti ile önce erkekler uyarılmıştır. Erkeklere namuslu olun emri verilmiş, çağrısı yapılmış ve böylece cinsel yönden aktif olan erkek disipline edilmiştir.

Surenin 31 ayetinde ise ‘’Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar. İffetlerini korusunlar.’’ uyarısından sonra ‘’ Zinetlerini göstermesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar, örtsünler.’’ emirleri ile kadınlar da uyarılmıştır. Böylece yaradılışları gereği güzelliklerini sergileme eğiliminde olan kadınların nasıl davranmaları ve nasıl örtünmeleri gerektiği açıklanmıştır. Kadınların örtünmesi Ahzap Suresini 59. ayetinde de tekrar edilmiştir.

İslam güzel ahlakı egemen kılmayı amaçlar. Son peygamber ‘’ Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim.’’ diyerek bu amacı vurgulamıştır. Toplumun saadetinin kadın ile erkeğin beraber yaşamak zorunda olduğu bir dünyada bunların arasındaki ilişkilerin ahlaklı olma esası üzerine düzenlenmesi son derece tabiidir. Bu şart bozulursa, kadın erkek ilişkilerinde Tanrının hiç istemediği zina suçu artar. Toplum, bu suç altında bunalır, kimliğini kaybeder.

Cumhuriyet, kadın erkek arasındaki bu ahlaki ilişkiye özen göstermeli, kamuda çalışan kadınlar ve eğitim gören kız öğrenciler için tesettür şartına aykırı bir karar almamalıydı. Kamu alanı diye bir kavram oluşturularak buralarda hizmet gören kadınların ve kız öğrencilerin başları zoraki açılmamalı, bu konudaki tercih kadınlara bırakılmalıydı.

Cumhuriyet yönetiminin İslami hükümlere aykırı uygulamaları şu sonuçları doğurdu.

*Laiklik, dinleri ve din istismarını korur iddiası, inandırıcılığını kaybetti.

* O tarihe kadar dini istismar eden ve Cumhuriyet yönetimine karşı olanların eline ‘’ Bunlar din düşmanıdır.’’ kozunu verdi. Böylece din istismarının daha da artmasına sebep oldu.

* Müslümanları şu tercihe yöneltti. İslam mı? Cumhuriyet mi? İslam’a sahip olan geniş ama çoğunlukla cahil olan kesimlerin Cumhuriyet yönetimine bağlılığı azaldı. Devlet ile millet arasındaki dayanışma zayıfladı.

* Bilimi öne alan ve dini hassasiyetleri dikkate almayan Cumhuriyet yönetimi toplumda İslam ahlakının zayıflamasına sebep oldu. Bunun sonucun da başta zina suçu olmak üzere pek çok ahlaksızlık toplumda giderek artmaya başladı.  Zina bir suç olduğundan bu konu Türk Ceza Kanunu’nun değerlendirilmesi bölümünde yeniden ele alınacaktır.

Din, ilim, sanat ve felsefe kültürün dört ana elemanıdır. Din sosyolojik bir gerçektir. Din kuralları baskılanamaz. Din gerçeği insanla beraber vardır ve tarih dini prensiplerle dünyevi ihtirasların çarpışmasından meydana gelmiştir. Dünyevi yönetimler daima kendi kurallarını egemen kılmak isterler. Topluma egemen çevreler çıkarları gereği yeniliklere karşıdırlar. Dini istismar ederek çıkarlarını korurlar. Dini istismarın olmaması için de dinin doğru öğretilmesi ve doğru anlaşılması şarttır. İnsanlar dini kuralları doğru olarak öğrenirlerse toplum daha huzurlu bir yaşama kavuşur. Yönetim ile toplum arasındaki çelişkiler azalır.

Avrupa’da asırlarca egemen olan din hegemonyasını kırmak için 1536 yılında başlayan Reform hareketleri, kıtada yüzyıllar süren savaşlar sonucunda ancak 20. yüzyılda amacına ulaşabilmişti.

Böyle bir gerçek ortada iken Ülkemizde Cumhuriyetle başlayan reform çalışmaları, Devletin baskısı ile birkaç yıla sığdırılmaya çalışılmıştır. Ülke ekonomik yönden belli bir gelişme sağlamıştır ama ahlak açısından gerilemiştir. Ahlaki yönden gerileme toplumun büyük zararlara uğramasına sebep olmuştur ve de olmaktadır.

Dini hassasiyeti olan çevreler dini ihya edeceklerine, din ahlakını yücelteceklerine dini istismar ederek kendi iktidarlarının egemen olması için sürekli çalışmaktadırlar. 

Oysa olması gereken ahlaklı olmak ve Tanrıya dost olarak yaşamaya çalışmaktır.

Fransız düşünür Roger Garaudy  “Dinler içinde zamana yenilmeyen tek din İslam Dini olduğu için Müslüman oldum” der. Tanrı ile dost kalarak bilimsel gelişmelere sahip olmalıyız. Pek çok bilim adamının bulduğu gerçekler aslında Tanrının kâinatı yönetirken koyduğu kuralların formüle edilmesinden başka bir şey değildir. Yani bilimin kuralları aynı zamanda Tanrının kurallarıdır. Bilim ile din çatışmaz. Din ile çatışmak ise insana fayda getirmez.

Gelecek yazı:

4.2.1.5.3 Ceza kanununun İslam açısından irdelenmesi

4.2.1.5.4 Borçlar kanunu ve Ticaret kanununun İslam açısından incelenmesi

İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK-III / 9. BÖLÜM

1926 yılının diğer önemli olaylarını tarih sırasına göre hatırlayalım.

* 16 Mayıs 1926: Son Osmanlı padişahı VI Mehmed Vahdettin (1861- 1926) İtalya’nın San Remo kentinde öldü. Sultan Abdülmecid’in padişah olan dört oğlundan sonuncusu VI. Mehmed (1918- 1922) yılları arasında İngiliz işgalindeki bir başkentte dört yıl hüküm sürdü. Şehzadeliği döneminde yaptığı Almanya seyahatinde Mustafa Kemal, ona refakat etmişti. Mustafa Kemal’i iyi tanıyordu. Ondan yararlanabilirdi. Ama Abdülmecid’in oğullarında görünen dar kafalılık, içine kapalılık ve başkalarına güvenmeme hastalığı O’nda da vardı. Fransız İhtilalinin getirdiği özgürlük dünyasında bütün krallıklar birer birer ortadan kalkarken padişah Vahdettin halka hiç değer vermiyor, halkı köle gibi görüyordu. Bu düşüncesi ile çağın getirdiği akımların çok gerisinde kalmıştı. Çağa ayak uyduramadı.

30 Ekim 1918 Mondros Anlaşması ile I. Dünya Savaşı sona ermiş ve Osmanlı yenilmişti. Bu anlaşma gereği galip devletler Anadolu’nun muhtelif yerlerini işgale başladılar. İngilizlerin desteğiyle Yunan askerlerinin 15 Mayıs 1915 de İzmir’e çıkmaları ve Ege bölgesinde ilerlemeleri Millî Kurtuluş savaşının başlamasına sebep oldu.

Padişah, İngilizlerin önerileriyle Anadolu’da İngilizlere ve Rumlara karşı yapılan direnişleri önlemek için Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderir. Padişahın izni ve yanındaki erkan ile 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıkan Mustafa Kemal ve arkadaşları Millî Mücadeleyi fiilen başlatırlar.

 

Bugünün padişah yanlıları bu hareketiyle “Kurtuluş savaşını Vahdettin başlattı.” diyerek bu olayı Vahdettin’in hanesine olumlu yazmaya çalışırlar. Oysa padişahın niyeti 8-9 Temmuz 1919 tarihinde açık bir şekilde ortaya çıkar ve Mustafa Kemali İstanbul’a geri çağırır. Görevinden istifa eden ve geri dönmeyen Mustafa Kemal ve arkadaşlarını daha sonra idama mahkûm ettirir.

23 Nisan 1920 tarihinde açılan TBMM ile siyasi bir yapıya bürünen Millî Mücadele, padişah yönetimindeki taraflarca bu kere fetvalar savaşıyla halk nezdinde itibarsızlaştırılır. Yunan ile savaşmayın fetvaları verilir. Oysa daha 1. Dünya Harbinin Osmanlıyla hesaplaşacağı Sevr Anlaşması imzalanmamıştı. Padişah Mustafa Kemal’i destekleseydi Kurtuluş savaşı daha kısa sürede sonuçlanır, millet bu kadar sıkıntı çekmez, eza ve cefa yaşamazdı. Ancak padişahın kendi saltanatını devam ettirmekten başka bir derdi yoktu. Tercihini İngilizlerin yanında olma şeklinde yaptı.

10 Ağustos 1920 tarihinde ülkenin işgaline izin veren bu anlaşmayı imzalamaları Padişah Vahdettin’i ve onun yanındakilerini ebedi olarak mahkûm etmiştir. Bir insan, bir Müslüman ve Osman Gazinin torunu bir Osmanlı, böyle bir anlaşmayı nasıl imzalar ve uygulamasına yardımcı olur?

Kurtuluş savaşı Padişah Vahdettin yönetiminin karşı koymasına rağmen kazanıldı. 1 Kasım 1922 tarihinde hilafet ve saltanat ayrıldı. Saltanat kaldırıldı. Sultan Vahdettin 17 Kasım 1922 günü İngiliz zırhlısı Malaya’ya binerek Malta’ya gitti. Cenazesi Şam’a getirildi ve Sultan Selim camii kabristanına gömüldü.

Kalsaydı belki yargılanırdı. Belki mahkûm olurdu. Ama bu şekilde vatansız ölmezdi. 1299 yılında insanlık için bir umut olarak kurulan, İslam ahlakıyla insanlara yüzyıllarca adalet dağıtan bir devletin, koca Osmanlı İmparatorluğunun sonu böyle hazin olmamalıydı.

 

* 5 Haziran 1926 Musul meselesi: Osmanlı Mebusan Meclisinin son ama en önemli kararı 28 Ocak 1920 tarihinde ilan ettiği ve Ulusal sınırları belirleyen Misak-ı Milli (Milli Ant) kararıdır. Bu kararla Musul ve civarı vatan toprağı kabul edilmişti. 1. Dünya savaşında Irak cephesinde İngiliz kuvvetlerine karşı sağlanan üstünlük, askeri hatalar nedeniyle korunamadı ve Musul dahil Kuzey Irak İngilizlere teslim edildi.

Lozan konferansı başladığında Musul ve civarı fiilen İngiliz işgali altındaydı.  Yeni bulunan ve gelecekte 20. yüzyılın en büyük enerji kaynağı olacak petrolün bu bölgede bolca mevcut olması İngilizlerin iştahını kabarmaktaydı. Musul ve civarında Türk kayıtlarına göre 263 000 Kürt, 146 000 Türk, 43 000 Arap ve 31 000 Gayri Müslim bulunmaktaydı. İngilizlere göre Arap ve Kürt nüfuzu daha fazla, Türk nüfusu daha azdı (66 000).

Musul Meselesi, konferans süresince İngilizlerle yapılan ikili temaslara rağmen Lozan görüşmelerinin birinci safhasında İngiliz delegesi Lord Curzon’un burnundan kıl aldırmayan edasıyla pek görüşülememiş, bu oturumlarda hiçbir toprak sorunu çözülememişti. Bu nedenle 4 Şubat 1923 tarihinde dağılan konferans 23 Nisan 1923 tarihinde bu kere ekonomi ve hukuk konularını görüşmek üzere yeniden toplandı. Bu safhada Fransızların yürüttüğü toplantılar uzun müzakereler sonucu karara bağlandı. Her türlü kapitülasyonlar kaldırıldı. Musul Meselesi, Konferansın nihai metninde İngiltere ve Türkiye Cumhuriyeti arasında görüşülmek üzere ileri bir tarihe bırakıldı.

İki ülke heyetleri arasındaki ilk görüşmeler 19 Mayıs 1924 tarihinde başlayan Haliç Konferansı ile yapıldı. Türk önerisinde Süleymaniye, Kerkük ve Musul’un Türklere bırakılması istenmekte buna karşılık petrolde İngilizlere ortaklık teklif edilmekteydi. İngiliz temsilcisi Sir Percy Cox bu öneriyi kabul etmedi. Lozan’daki sözler aynen tekrar edildi. Türk heyeti başkanı Fethi Bey’in Musul meselesinin Türk- İngiliz ilişkilerini bozmaması gerektiği şeklindeki sözleri etkili olmadı. İngilizlerin Nastûri Hıristiyanlarının geleceği için Hakkâri ilinin Irak’a bağlanması önerisi konferansı bitirdi. Konferans 5 Haziran 1924 tarihinde karar alınamadan dağıldı.

İngilizler 6 Ağustos 1924 tarihinde Milletler Cemiyetine müracaat ederek Musul Meselesinin gündeme alınmasını istediler. 30 Ağustos’ta başlayan ilk oturumda İngiliz delegesi Lord Parmoor Musul meselesinin değil sadece Türk- Irak sınırının görüşüleceğini ileri sürerek görüşmeyi çıkmaza sürükledi. Milletler Cemiyeti 30 Eylül 1924 tarihinde konunun kurulacak bir komisyonda görüşülmesine karar verdi. Üç kişilik komisyon Macar Kont Teleki, Belçikalı eski başkan A. Paulis ve emekli albay İsveçli A.Wirsen’den oluşmakta, Türkiye’yi Cevat Paşa temsil etmekteydi. Komisyon konuyu bilirkişilere havale etti. Milletler Cemiyeti o tarihlerde dünyanın en güçlü devleti olan İngiltere’nin kontrolündeydi. Türkiye’nin haklı davasında destekçisi yoktu.

Türkiye’nin konuyu gerekirse silahlı çatışmaya dönüştürecek kararlılığına İngiltere cevap verecek durumda değildi. Bunu önlemek için İngilizler, içimizde öteden beri var olan iş birlikçilerini harekete geçirerek Şeyh Sait isyanını başlattılar.13 Şubat- 15 Nisan 1925 tarihleri arasındaki bu isyan, Türkjye’yi epey uğraştırdı.

Bilirkişilerin raporları çelişkiliydi ve Türkiye lehine değildi. Diğer ülkeler İngilizlerin yanında yer aldılar Son olarak bilirkişi olarak seçilen Estonyalı General Laidoner’in raporu olumsuz çıkınca Milletler Cemiyetinin aldığı karar Türkiye aleyhine çıktı.

5 Haziran 1926 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması ile Milletler Cemiyetinin 29 Ekim 1924 tarihinde çizdiği Türk- Irak sınırı kabul edildi. Türkiye petrol şirketinden %10 hisse alacaktı. Türkiye %10 hakkından bir defaya mahsus olmak üzere 500 000 sterlin karşısında vazgeçebilecekti. Bu anlaşma ile Musul Meselesi Türkiye’nin beklentileri dışında sona erdi.

 

Böylece emperyalizm Türkiye Cumhuriyeti karşısındaki yenilgisinin acısını çıkarmış oldu. Kuruluş amacı özgürlük olan ve o tarihlerde sömürge yaşamı süren mazlum milletlere örnek olan Türkiye Cumhuriyeti emperyalizm karşısında ne kadar direnecek ve Türk Milleti kuruluşundaki Cumhuriyet ilkelerine ne kadar sahip çıkacaktı? Bunu zaman gösterecekti.

 

*14 Haziran 1926 Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e suikast: Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal yurt gezisindeydi. Balıkesir’e gelmişti Ertesi gün İzmir’e gidecekti. Mustafa Kemal kendisine suikast yapılacağı haberini 14 Haziran 1926 günü Balıkesir’de aldı. O gün orada kaldı. Zanlılar tutuklanınca 16 Haziran’da İzmir’e geldi.

Planlanan suikast olayını eski millet vekili Ziya Hurşit gerçekleştirecekti. Ziya Hurşit 1919 yılında Erzurum vali vekili kadı Hurşit Efendi’nin oğluydu. Onun yaptığı hizmetlere karşı Mustafa Kemal yaşı küçük olan Ziya Hurşit’in yaşını büyüterek onu TBMM 1. Meclisinde Lazistan (Rize) mebusu olarak seçtirmişti. İkinci mecliste kendisine yer verilmeyince, haksızlığa uğradığı düşüncesine katılmış ve bu işi üstlenmişti.

Ziya Hurşit, Gülcemal vapuru ile İstanbul’dan İzmir’e gelmiş, suikasttan sonra kendisini Yunan adalarına kaçıracak motorcu Giritli Şevki tarafından ihbar edilmişti. Yapılan aramalarda Ziya Hurşit’in kaldığı otelde bol sayıda cephane bulundu. Diğer bir otelde yardakçıları üç kiralık katil Çopur İsmail, Laz İsmail ve Gürcü Yusuf yakalandı. Soruşturma genişletildiğinde eski ittihatçı olan Sarı Efe Edip, İzmir mebusu Şükrü Bey tutuklanınca olayın arkasında eski İttihatçı gurubun yer aldığı ortaya çıkarıldı. İttihat ve Terakki partisinin ileri gelenleri ve bu eyleme adı karışan  daha önce kapatılmış olan Terakki Perver Fırkasının ileri gelenleri tutuklandılar.  

Kazım Kara Bekir Paşa’nın tutuklanmasına tepki gösteren Başbakan İsmet Paşa, emniyet müdürüne telefon ederek Karabekir Paşayı serbest bıraktırınca İstiklal Mahkemesi, başbakanın tutuklanmasına karar verdi. Araya giren Mustafa Kemal, mahkeme savcısını dinledikten sonra İsmet Paşayı mahkeme üyeleri ile görüşmek için İzmir’e gönderdi. Bu görüşmelerden sonra İsmet Paşa hakkındaki tutukluluk kararı kaldırıldı.

İstiklal Mahkemesi 21 Haziran 1926 tarihinde suikast olayını görüşmeye başladı. İstiklal Mahkemeleri, devrimin hukuki güvencesi konumundaydılar. Gerek gördüklerinde başbakanı dahi tutuklayabiliyorlardı.  Görüşmeler kısa sürede tamamlanır ve kararlar kısa sürede verilirdi. Kararların temyizi yoktu ve kesindi.

İzmir İstiklal Mahkemesi Başkan Ali (Çetinkaya,) üye Ali (Kılıç), yedek üye Ali ve savcı Necip Ali’den teşekkül etmekteydi. Bu nedenle bu mahkeme halkoyunda Dört Aliler mahkemesi olarak anıldı.

Mahkeme duruşmaları açık olarak yapıldı. Zanlılar birbirleriyle yüzleştirildiler. Duruşmalar 13 Temmuz 1926 tarihinde sonuçlandı. Alınan kara gereğince:

 

*Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Albay Refet Bey, Cafer Tayyar Paşa, Mersinli Cemal Paşa, mebuslardan Faik, Sabit, Halet, Feridun Fikri, Kâmil Zeki, Bekir Sami, Besim Necati, Münir Hüsrev, Nafiz Bey, Ahmet ve eski Erzurum Mebusu Süleyman Necati Bey beraat ettiler.

** Komutanlara ömür boyu siyasi yasak getirildi.

*** Suçu sabit görülen eski Lazistan mebusu Ziya Hurşit, eski Trabzon mebusu Hafız Mehmet, İzmir mebusu Şükrü, Saruhan mebusu Halis Turgut, Erzurum mebusu Rüştü Paşa, mebus Albay Arif, Sarı Efe namıyla anılan Edip teğmenlikten emekli Çopur Hilmi, baytar albaylıktan emekli Rasim, Laz İsmail, Gürcü Yusuf eski Ankara valisi Abdülkerim (gıyaben) ve eski iaşe nazırı Kara Kemal(gıyaben) idama mahkûm edildiler.

İstanbul mebusu İsmail Canpolat 10 yıl hapse mahkûm edildi. Karara itiraz edince idamına karar verildi. Kara Kemal ve Abdülkerim dışındakiler hemen infaz edildiler.

Kara Kemal ve Abdülkerim önce Trakya’da bir çiftlikte saklandılar. Yakalanacağını anlayınca Kara Kemal 27 Temmuz günü intihar etti. Abdülkerim, Bulgaristan’a kaçarken yakalandı, yeniden yargılandı ve idam edildi.

 **** Eski Erzincan mebusu İhsan, eski Ardahan mebusu Hilmi, eski maliye nazırı Cavit Bey, eski Sivas mebusu Selahattin, eski İzmir valisi Rahmi Bey, İzmir Mebusu Hilmi, İttihat Terakki partisinin ileri gelenlerinden Dr. Nazım Bey, eski başbakan ve İstanbul mebusu Rauf Bey ve İstanbul mebusu Adnan Bey’in (Adıvar) dosyaları ayrılarak Ankara İstiklal mahkemesine gönderildi.

***** 2 Ağustos 1926 tarihinde Ankara İstiklal Mahkemesinde başlayan yeni dava 26 Ağustos’ta sonuçlandı. Mahkeme heyetindeki tek değişiklik üye Reşit Galipti. Verilen karara göre İttihatçı Dr. Nazım ve Cavit Bey, İttihatçı kâtip Nail ve mebus Hilmi Bey idama, oturumlara katılmayan Rauf Bey, İzmir valisi Rahmi Bey ve Adnan Bey gıyaplarında 10 yıl yurt dışında sürgüne mahkûm edildiler. Diğerleri beraat etti. Cumhuriyet aleyhine sürekli yazılar yazan gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın’ın gazetesi kapatıldı ve kendisi Çorum’a sürgüne gönderildi.

 

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e düzenlenen suikast, birkaç yıl önce bu ülkede iktidar olmuş, memleketi felakete sürüklemiş İttihat Terakki mensuplarının ne kadar muhteris ve ne kadar dengesiz kişiler olduklarını göstermekteydi. Onların sebep olduğu yıkıntıyı bin bir güçlüklere katlanarak yenmeye çalışan Mustafa Kemal ve arkadaşlarına saygı ve minnet duymaları gerekirken böyle bir davranışa yeltenmelerinin makul izahını yapmak mümkün değildi.

 

Bu olaydaki ikinci husus, Milli Kurtuluş hareketine destek veren komutanların takındığı tutumlarıdır. Anlaşılan bu kişilerin Kurtuluş Savaşında bulunma amaçları Mustafa Kemal’in amacından farklıydı. Cumhuriyet kurulunca bu farklılık, ayrılığa dönüştü. Terakkiperver Fırkası gibi bir partinin TBMM’de bulunması Ülke için çok önemliydi. Ama düşünce ayrılığının iktidar mücadelesine evrilmesi yanlıştı.

Ülke çok zayıftı. İçte ve dışta pek çok düşmanı vardı. İçte pek çok sorunu vardı. Millet Cumhurbaşkanı olarak Gazi Mustafa Kemal’i seçmiş ve O’nun etrafında birleşmişti. Ülkeyi düştüğü bu sıkıntılardan el birliği ile kurtarmak gerekirken iktidar mücadelesi yapmanın bir anlamı yoktu. Komutanlar bu davranışlarıyla hukuken aklanmışlardı ama millet gözünde çok büyük değer kaybetmişlerdi.

Mustafa Kemal kindar bir kişi değildi. Çocukluk arkadaş Ali Fut Cebesoy’un Siyasi Hatıralarım kitabında değindiği şu sözler çok önemlidir. “ Ali. Paşaları senin hatırın için affettim.

 

4.2.2 1927-1930 arasında yaşananlar

* 17 Şubat 1927 ABD ile siyasi ilişkilerin (Modus Viendi) başlaması: Osmanlı- ABD ilişkileri Başkan George Washington’la Cezayir Beylerbeyliği arasında 1780’li yıllarda imzalanan ve Karayip korsanlarına karşı ABD ticari gemilerinin korunmasını amaçlayan anlaşma ile başladı.

Protestan Amerikan misyonerleri bu İncil ülkesini (Anadolu) kafir Müslümanlardan geri almak amacıyla1820 yılında İzmir’e ayak bastılar ve ülkenin dört bir (Merzifon, Tarsus, Harput ve İstanbul) tarafında misyoner okulları kurdular. Müslümanları dinlerinden döndüremeyeceklerini anlayınca Ortodoks Hıristiyan olan Osmanlı Ermenilerine yöneldiler. Onlara ekonomik destek sağlayarak 60 bin Ermeni’yi ABD ye götürüp orada iş sahibi yaptılar. Böylece ABD’deki Ermeni Lobisini kurdular, Görüldüğü üzere ABD’nin Osmanlı üzerindeki düşünceleri Haçlı ruhunu ve sömürgecilik anlayışını taşımaktaydı.

I. Dünya savaşına ABD 1917 yılında Almanya’ya savaş ilan ederek girdi ama Osmanlı Devleti’ne savaş açmadı. Savaş tan sonra Ermeni sorununa eğilen ABD, manda meselesi Senato tarafından reddedilince bu konuda başarısız oldu.

ABD Lozan barış görüşmelerine taraf olmadı, gözlemci sıfatıyla görüşmeleri takip etti. Bu nedenle ABD’nin Lozan Anlaşmasında imzası bulunmaktadır.

Lozan görüşmeleri sürerken her iki ülke yetkilileri ekonomik ilişkiler konusunda görüşmeler yaptılar. Yeni Türkiye ile ilişki kurmak isteyen ABD, elçileri Amiral Bristol ile Grev’in gayretleriyle 6 Ağustos 1924 tarihinde ekonomik konuları içeren bir Dostluk ve Ticaret anlaşmasını (Lozan anlaşması) imzaladılar. Ancak bu anlaşma ABD’deki Ermeni lobisinin karşı çıkması nedeniyle uzun süre meclis gündemine getirilerek onaylanmadı. ABD kamuoyunda lehte ve aleyhte görüşler oluştu. Kamuoyunda Lozan anlaşması olarak bilinen bu anlaşma Türk tarafının iyimser beklentilerine rağmen 18 Ocak 1927 tarihinde ABD Senatosunca reddedildi. 84 kişilik Senatonun çoğunluğu evet oyu (50) vermişti ama kararın geçerli olması için gerekli 2/3 oy yani 56 oy sağlanamamıştı.

Bu olay üzerine Amiral Bristol ile Dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Bey (Aras) arasında Senatoyu devre dışı bırakacak geçici bir anlaşma (Modus Vivendi) yapılması için görüşmelere başlandı.  17 Şubat 1927 tarihinde karşılıklı imza altına alınan bu anlaşma ile Türkiye- ABD ilişkileri 10 yıl gecikmeyle resmen başlatılmış oldu.

Bu anlaşmaya göre taraflar, birbirlerine büyük elçi ve konsolos atayabileceklerdi. 24 Mayıs 1927 tarihinde Joseph C. Grew İlk ABD büyük elçisi olarak Ankara’ya, bir gün sonra Ahmet Muhtar Bey ilk Türk büyükelçisi olarak Washington’a atandılar.

Görüldüğü üzere Türkiye Cumhuriyeti ile ABD arasındaki siyasi ilişkiler Ermeniler yüzünden gecikerek ve sancılı başladı. ABD o tarihlerde Britanya İmparatorluğunun gölgesinde idi. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin önemi ABD yöneticileri tarafında kavranılmıştı. İki ülke ilişkileri zaman içinde gelişme gösterdi.

 II. Dünya savaşında ABD’nin Pasifik cephe komutanlığını yapacak olan ABD Genel Kurmay başkanı General Douglas Mac Arthur, 1932 yılında Ankara’ya gelerek Gazi’yi ziyaret etmiş ve O’nun “Yakın bir tarihte Avrupa’da yeni bir savaş çıkacak.” öngörüsünü dikkatle ve hayranlıkla not etmişti.

II. Dünya savaşından sonra emperyalizmin bayrağı ABD’nin eline geçti. Emperyalizm ile mücadele ederek kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile emperyal güç olan ABD arasındaki ilişkiler nasıl yürüyecekti? Türkiye bu emperyal güce karşı her alanda bağımsız olmayı amaçlayan Cumhuriyet ilkelerini ne ölçüde koruyabilecekti?  Bunu zaman gösterecekti.

 

* 7 Mart 1927 İstiklal mahkemelerinin kaldırılması: Eylül1920- Aralık1922 tarihleri arasında 14, Aralık 1923- Mart 1927 arasında 3 İstiklal Mahkemesi görev yaptı. TBMM’yi ve Cumhuriyeti korumak maksadıyla olağanüstü yetkilere sahip olan bu mahkemeler görevlerini tamamlayarak kaldırıldılar. Ülkenin ekonomi başta olmak üzere sağlık, eğitim gibi pek çok sorunu ancak sağlıklı işleyen bir hukuk düzeninde gerçekleşebilirdi. Ülkenin normal bir hukuk düzenine ihtiyacı vardı. İstiklal Mahkemelerinin kaldırılması ile normal hukuk düzenine dönüldü.

 

* 15- 20 Ekim 1927 Nutuk’un TBMM’de okunması: Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal tarafından Cumhuriyetin kuruluşunun 4. yılında TBMM ‘de okuduğu Nutuk (Söylev) 19 Mayıs 1919’dan başlayan Kurtuluş Savaşını belgeleriyle açıklayan bir siyasi metin niteliğindeydi. Gazi, kendi gözünden bu mücadeleyi anlatmakla Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk Milletine inanılmaz değerde bir belge armağan etmekteydi. Böyle bir olayın dünyada pek benzeri yoktu.

5 gün süren okuma işlevini yeni ABD büyük elçisi Mr. Grew başta olmak üzere pek çok yabancı elçi ve diplomat takip ettiler. Gazi Mustafa Kemal Cumhuriyeti, Türk Gençliğine emanet ediyor ve “Ne Mutlu Türküm diyene.” özdeyişiyle Ülkesine ve vatandaşlarına olan güvenini ifade ediyordu. Bu ifade tarihe düşülmüş en önemli nottu.

 

* 10 Nisan 1928 “Devletin dini İslam’dır.” ibaresinin Anayasadan çıkarılması: Cumhuriyet yönetiminde laikleşme yönündeki ilk adımlar 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen üç kanunlarla atılmıştı. Bu kanunlarla Hilafet kaldırılmış, medreseler kapatılarak eğitim birleştirilmiş, (Tevhid-i tedrisat) Şeriye ve Evkaf vekaleti kapatılarak yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuş, Şer’i mahkemelerin yerini Nizamiye mahkemeleri almıştı.

Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda din eğitimine yer verilmemiş, dini hizmetler konusunda Diyanet İşleri Başkanlığı görevlendirilmişti. Dini bilgiler açısından toplumda cehalet hâkimdi. Din hurafelere boğulmuştu. Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi Müslümanlar Kuran’dan bîhaberdiler (habersiz) ve ondan uzaktılar.

 

İslam Dininin doğru öğretilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığının yaptığı hizmetler yeterli değildi. Toplum edindiği eski alışkanlıklarını sürdürerek İslami Bilgileri kapatılan medreselerin yerini alan tekke ve zaviyelerden öğrenmek zorunda bırakılmıştı. Şeyh Sait İsyanından sonra tekke ve zaviyelerin kapatılması, bunların yer altına inmelerini sağlamış, bu kesimin Cumhuriyete karşı olan tutumları daha da artmıştı. Dini bilgilere sağlıklı ulaşamayan halkın Cumhuriyet’e karşı desteği giderek azalmaya başlamıştı.

 

Olması gereken doğru din eğitiminin okullarda verilmesiydi. Ancak yönetime hâkim laik düşünce yapısı buna izin vermiyordu. Bu uygulamadan halk memnun değildi.

 

Her ne kadar 1921 ve 1924 anayasalarında Devletin dini İslam’dır ibaresi yer almı8ş olsa  da bu hükme aykırı kanunlar çıkarılıyordu. 1926 yılında çıkarılan Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Borçlar ve Ticaret Kanunları, İslam’ın temel kitabı olan Kuran’la çelişen hükümler içermekteydi. Toplumdaki hoşnutsuzluk giderek artmaktaydı.

10 Nisan 1928 tarihinde yapılan Anayasa değişikliğiyle “Devletin dini İslam’dır.” ibaresi Anayasadan çıkarıldı. Böylece laikleşme konusunda hukuki bir adım daha atıldı. Laikliğin dinlere karşı tarafsız olduğunu ve laikliğin İslam’ı istismar edenlere karşı bir güvence olduğunu savunan çevreler, dini inançlarına sahip çıkan halkın Cumhuriyetten uzaklaştığını fark etmek istemediler.

Bu çevreler dini önemsemiyorlar, dinin toplum üzerindeki etkisini anlayamıyorlar ve Cumhuriyetin hedefinin bağımsızlık olduğunu, bunun için cehaletin ortadan kaldırılmasını ve ekonomik olarak kendine yeterli duruma gelinmesini yeterli görüyorlardı.

Oysa din inanç ve ibadet dışında toplumsal dayanışmayı hedefleyen, adalet duygusunu öne çıkaran, insanlara eşit haklar sağlayan ahlaki prensipler içermekteydi. Topluma insanlık anlayışı doğrultusunda bir ruh ve anlayış getirmekteydi. Cumhuriyetin kuruluş gayesi de esasen bu değil miydi?

O zaman din ile barışması gerekirken devletin ortaya koyduğu bu çekişmesinin ne manası vardı? İslam’la dost yaşamak dururken ona ters düşecek davranışlar Cumhuriyet’e hayır getirir miydi? Cumhuriyeti bu millet kurmuştu. Milletin en çok değer verdiği ve bu inançla kendini tanımladığı İslam Dinine aykırı adımların atılmış olması, toplumu yıllar süren bir açmazın içine sürükledi. Din istismarının önü açıldı.

 

Bu emperyalizmin sıkça kullandığı bir yöntemdi. Emperyalizmle mücadele ederek kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu tuzağa düşmemeliydi.

Demokrasiye geçildikten sonra dini duyguları istismar ederek işbaşına gelen iktidarlar, kendi çıkarlarını korudular. Bundan hem İslam Dini hem de Cumhuriyet zarar gördü.  Oysa Tanrı, Kuran-ı Kerim’in Bakara suresinin 234. ayetinde bu gerçeği veciz bir şekilde ifade etmişti. “ Dinde zorlama yoktur.”

 

*3 Kasım 1928 Harf devrimi. 28 Mayıs 1928 tarihinde Uluslararası rakamlar kabul edildi. 3 Kasım 1928 tarihinde ise Türk Harfleri hakkındaki kanun yürürlüğe konuldu. Böylece Osmanlıca okuma ve yazma eğitimi yerini, Lâtin harflerine bıraktı. Bu konu da toplumda çok tartışıldı. Ancak Lâtin harfleriyle okuma yazmanın daha kolay olması nedeniyle toplum bu yöntemi kısa sürede benimseyince Ülke beklenilmeyen kısa sürede yeni sisteme geçti.

 

Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda eğitim öğretim durumuna ait değerler şöyleydi:

Osmanlıca okuma yazma oranı: Erkeklerde %7, Kadınlarda % 0.4.

Okul sayısı: 4894 ilk okul, 72 ortaokul, 23 lise 1 üniversite.

Köy sayısı: 40 bin. 37 bin köyde okul yok, 30 bin köyde cami yok.

Medrese sayısı: 479.

 

Cumhuriyetin temel hedeflerinde ilki cehaleti ortadan kaldırmaktı. Böyle bir okur-yazar oranıyla düşünülen ekonomik kalkınma gerçekleştirilemezdi. Halk Türkçe konuşmakta, Osmanlıca yazmaktaydı.

Türklerin Müslüman olmadan önce kendilerine özgü alfabeleri vardı. Müslüman olduktan sonra temel kitap olan Kuran’ın Arapça olması nedeniyle Arap alfabesinin etkinliği arttı. Farsçanın da etkisiyle Türk alfabesi terk edildi ve ortaya Osmanlıca denilen bir alfabe çıktı. Osmanlıcada harfler, Arap harflerinden oluşmaktaydı. Ancak Kuran’da olduğu gibi sesleri, uzatma ve kısaltmaları belirleyen işaretler olmadığı için Osmanlıcanın yazılması da okunması da zordu. Bu nedenle herkes Osmanlıcayı okuyup yazamazdı. Esasen okuma -yazma oranı da acınacak kadar azdı.

Latin harflerine geçişin temel sebebi okuma ve yazmayı kolaylaştırmaktı. Yeni harflerin ve rakamların öğretilmesinde Gazi Mustafa Kemal baş öğretmenlik yaparak önder oldu. Yeni harfleri öğrenmek için okuma- yazma seferberliği başlatıldı. 1 Ocak 1929 tarihinde Millet Mektepleri adında kurslar açıldı. İş sahibi insanlar gece mekteplerine giderek okuma ve yazmayı öğrendiler. Şehirde yaşadığı halde ilkokula gidemeyen annem, köyde yaşayan teyzem ve onların kızları dayılarıma bakarak okuma yazmayı evde öğrendiler. Millet okuma yazmanın kendisine getirdiği katkının farkındaydı ve öğrenme özlemi içindeydi. O tarihlerde kız çocukları şehirlerde dahi ilkokula gönderilmezlerdi. Bu kadar bilgiden uzak bir toplum nasıl kalkınacaktı?

Ancak Cumhuriyet yönetimi cehaleti yenme konusunda kararlıydı. Bu konuda ısrar edildi. Büyük dirençler kırıldı. Toplum okuma, yazma, öğrenme ve bu yolla meslek sahibi olmanın değerini kavrayarak bu zinciri kırmayı başardı.

 

Cehaleti yenmek için başlatılan Harf Devrimi bu yönüyle devrimlerin içinde şüphesiz en faydalı olanıydı.

 

Bin yıllık tarih bir gece de çöpe gitti? Arşivlerdeki eserleri, yazma eserleri nasıl okuyacağız? Mezar taşlarındaki yazıları okuyamıyoruz, anlayamıyoruz gibi itirazların pek tutar tarafı yok. Çünkü o tarihlerde dahi onları okuyabilen de anlayabilen de pek yoktu.

Bugün arşivler, yazma eserler Üniversitelerden eğitim almış uzman kişilerce taranıyor, inceleniyor ve bilim dünyasına ve topluma kazandırılıyor.

Mezar taşlarına gelince; okuyabilirsen sadece kabirdeki kişinin adını öğrenebilirsin. Gerisi her taşta yazıldığı gibi aynı: El Fatiha.

 

*Osmanlı borçlarının ödenmesi: Lozan Anlaşmasında Osmanlıdan kalan borç miktarı 30 milyonu faiz olmak üzere 161,6 milyon lira ve bu borcun Türkiye’ye düşen miktar ise105.5 milyon lira olarak belirlendi.1923 yılındaki devlet bütçesi gelirinin 111.3 milyon lira olduğu göz önünde bulundurulursa giderayak Osmanlının, Türkiye Cumhuriyetine ne büyük bir borç miras bıraktığını anlayabiliriz. Lozan’dan sonraki ekonomik göstergeler şöyleydi.

 

Gümrük özgürlüğü: Gümrükler, 1929 yılından sonra özgür olacak.

Osmanlı’dan kalan borç miktarı:10 yılda ödenmek şartıyla 105,5 milyon lira.

Borcun büyüklüğü: Gayri safi milli hasılaya oranı % 65

Fert başına milli gelir: 45 ABD dolar.(Satın alma paritesine göre Avrupa ortalaması 6000 dolar, Türkiye 700 dolar)

Borç ödeme uygulaması:1923-1928 yılı arasında ödeme yapılamadığı için 13 Haziran 1928 tarihinde yapılan Paris Anlaşmasına göre borç miktarı (81 880 000 ana para, 25 648 461 faiz olmak üzere) toplam 107, 528 461 lira olarak hesaplandı. Ancak bu anlaşmaya göre Türkiye Cumhuriyeti 1929-1954 yılları arasında ödenmek kaydıyla % 37 oranında bir indirim yapılarak 68,2 milyon altın lira ödeyecekti.

Türkiye son derece zor ekonomik şartlara rağmen 1928 yılında 8,8 milyon dolar ve 1929 yılında 14,9 milyon dolar olmak üzere toplam 23,7 milyon dolar borç ödedi. Ancak 1929 Dünya ekonomik buhranı nedeniyle 1930 yılında bir ödeme yapmadı.

Bu kere 14 Aralık 1932 tarihli ilke anlaşmasına göre borç miktarı 8 578 343 altın liraya eşdeğerinde 79 778 590 TL olarak revize edildi. Bu borç miktarı için % 7,5 faizli 1933 Türk Borcu Tahvilleri çıkarıldı. Zaman içinde bazı küçük değişiklikler yapılmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti borçlarını tahvil satarak1954 yılına kadar ödedi.

Genç Cumhuriyetin yüklendiği borç miktarının gayri safi milli gelirin % 65 ine eşit olması bu borcun ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Günümüzdeki Osmanlı hayranları bu gerçeğe acaba ne söyleyecekler? Merak ediyorum.

 

1929 Dünya Ekonomik buhranı: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları, Dünya siyasi ve ekonomik hayatında büyük depremlerin ve çalkantıların olduğu çok talihsiz yıllardı. Rusya’da Çar imparatorluğu yıkılmış yerine dünyanın yabancısı olduğu komünist rejim kurulmuştu. Rusya’da iç savaş 1928 yılı sonuna kadar sürdü.

Avusturya- Macaristan imparatorluğu yıkılmış, 1. Dünya savaşını kaybeden Almanya’ya çok ağır şartları olan Versay anlaşması dayatılmıştı. Almaya siyasi ve ekonomik bunalıma girmiş ve 1930 yılı başlarında faşizme sürüklenmişti.

Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, kendisine dayatılan Sevr Anlaşmasını kabul etmeyen Türk milleti bir bağımsızlık mücadelesi yaparak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştu. Osmanlının diğer toprakları İngiliz ve Fransızların sömürgesi oldular. Bağımsız Türkjye Cumhuriyeti’nin ekonomik ve sosyal durumu ise, çok kötüydü.

1.Dünya Savaşını kazanan İngiltere, Fransa ve İtalya yorgundu. İtalya’da faşizm yükselmekte, İspanya iç savaşa sürüklenmekteydi. İngiltere ve Fransa savaşın getirdiği ekonomik sıkıntılarla boğuşmaktaydılar. Bu savaştan en karlı çıkan ülke ABD idi. ABD hesapsız bir ekonomik gelişme sergilemekteydi.

Ekonomik yönden en iyi konumda olan ABD’yi 3 Ekim1929 Perşembe günü New York borsasının çöküşü ile başlayan ekonomik buhran perişan etti. Hisseler dibe vurdu. Bir günde 4,2 milyar dolar yok oldu. 4 bin banka ve yüzlerce şirket battı. Milyonlarca insan işsiz kaldı.

ABD de başlayan ekonomik buhran dünyayı ve genç cumhuriyeti derinden etkiledi. O tarihe kadar liberal kalkınma modeli uygulayan Türkiye, dünya ekonomik şartlarının getirdiği zorunluklarla devletçi kalkınma politikalarını uygulamak zorunda kaldı. Dünya ekonomik buhranı etkilerini 10 yıl sürdürdü. Sonuçta dünya 2. Dünya Savaşı ile tarihin göreceği en büyük felakete sürüklendi.

 

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi ayakları üzerinde kalarak yapmaya çalıştığı özgürlük mücadelesinin ne zor şartlarda yapıldığını bu günkü nesil pek bilmez. Bu nedenle bugüne nasıl gelindiğini anlayamaz. Toplum Cumhuriyet’in değerini biraz kavrayabilseydi, Ülkenin bu günkünden çok daha iyi bir noktada olacağı muhakkaktı.

 

Gelecek yazı:

Demokrasi denemesi. Serbest Fırka (12 Ağustos- 17 Kasım 1930)

İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK-III – 10. BÖLÜM

Bir Demokrasi Denemesi Serbest Fırka (12 Ağustos-17 Kasım 1930): Cumhuriyet, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal yönetiminde Dünya gerçekleri ile mücadele ederek ayakta kalmaya çalışıyordu. İçte ve dışta pek çok düşmanı vardı. Genellikle Osmanlı hayranı olan içtekiler Cumhuriyetin, Osmanlıdan ne kadar viran bir vatan ve ne kadar perişan bir millet devraldığını görmek istemiyorlardı.

Koca Osmanlı bitmiş, tükenmişti.  Cumhuriyete bıraktığı bu miras bunun kanıtı değil miydi? Geçmişin şaşaalı dönemleri ile avunmak insanların karnını doyurmuyordu. Cumhuriyet gerçekçi davranmak zorundaydı. Çünkü millet hem cahildi hem de yoksuldu.

Yine bu çevreler Cumhuriyetin bir fazilet mücadelesi olduğunu, batı emperyalizmine karşı verilen Milli Mücadelenin özellikle sömürge durumundaki İslam alemi ile diğer mazlum milletler için bir ümit olduğunu neden anlamak istemiyorlardı?

Din elden gidiyor diyerek koca Osmanlının yıkılmasına sebep olan bu çevreler, gerçek anlamda İslam’ın özgürlük olmadan yaşanamayacağını, Hazreti Peygamberin (sav) bu nedenle yani özgür olmak için Mekke’den Medine’ye hicret etiğini neden anlayamıyorlardı?

Cumhuriyetin kurulduğu yıllardaki İslam anlayışının hurafelere boğulmuş, esasları kaybolmuş bir durumda olduğunu İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif ERSOY, bütün gücüyle haykırmıyor muydu? Ortada halkın gerçek din bilgilerini öğreneceği Türkçe bir Kuran veya hadis tercümesi mi vardı?

Bu insanlar neden Gazi’nin çevresinde toplanmadılar? Yoksa Gazilik unvanı onlar için bir anlam taşımıyor muydu?

Neyse. Şimdi bunları bir kenara bırakalım ve Gazinin, halkın kendisini yönetmesi için başlattığı bir girişimin hikayesine dönelim.

Cumhuriyet yönetimi millet iradesine dayanmaktaydı. Bunun için halk kendi yöneticilerini kendisi seçmeliydi. Yöneticilerin kontrol edilebilmesi için, TBMM de birden fazla siyasi parti olmalıydı Daha önce kurulan Terakkiperver Fırkası talihsiz bir olayın peşinden kapatılmıştı. TBMM de muhalif bir parti olmalı ve iktidarın yanlış yapması önlenmeliydi.

Gazi, bu maksatla çok güvendiği çocukluk ve gençlik arkadaşı Fethi OKYAR’dan bir parti kurmasını istedi ve kendisine bu partiyi koruyacağına dair güvence verdi.

Fethi Bey ve arkadaşları 12 Ağustos 1930 tarihinde Serbest Fırka’yı kurdular ve tüzüğünü halka açıkladılar. Bu parti ekonomide liberalizmi savunmaktaydı.

Gazi, yapılacak belediye seçimlerine bu partinin katılmasını istiyordu. Serbest Fırka yurt sathında kısa sürede ve beklenilenin çok ötesinde bir destekle örgütlendi. Halkın bu fırkaya (partiye) bu kadar yoğun teveccühünün altındaki sebep neydi? Yoksa halk, Gazi’den ve onun kurmak istediği yeni düzenden hoşnut değil miydi? Gazi, yurt gezilerinde gittiği yerlerde büyük coşku ile karşılanıyordu. Bu coşku yoksa samimi değil miydi?

Gazi, “Bu seyahatte bana hakaretler edecekler istihbaratını aldım.” diyerek Fethi Beyi uyarır. Bu ikaza rağmen İzmir şubesini açmak için bu şehre gelen Fethi Bey, Fatih tezahüratları ile karşılanır. Fethi Bey neyin fatihi olacaktır? Fethi Beyin İzmir’e vapurla gelmesi bir süre geciktirilir ve konuşma yapması engellenir. İzmir valisi, halkın bu coşkusu karşısında asayişe hâkim olamam gerekçesiyle yapılacak mitinge izin vermek istemez ve Ankara’dan yetki ister. Serbest Fırka kurucularından Ağaoğlu Ahmet, Ankara’ya yanlış bilgiler verildiğini ve Gazi’nin aldatıldığını söyler. İzmir’de olaylar çıkar. Gazi Mustafa Kemal’e hakaretler edilir.

Serbest Fırkanın Aydın şubesini kuran Adnan Menderes ise bu girişimi ile aktif siyasi hayata atılır. Bu olaylar başka şehirlerde de farklı dozlarda yaşanır. Belli ki CHP’nin 1930 yılında halk nezdinde itibarı azalmıştır.

Çıkan olayları bastırmak isteyen polisin açtığı ateşle 14 yaşında bir genç hayatını kaybeder. Baba oğlunun cesedini Fethi Beyin ayaklarına koyar ve “Bizi kurtar!” diye feryat eder. Fethi Bey ertesi gün konuşmasını yapar. Vali Kazım Dirik Paşa ortalıkta görünmez ve sürekli olarak Ankara’yı bilgilendirir.

Yurt çapında yaşanan bu ve benzeri olaylar üzerine CHP yanlısı basın Serbest Fırka’ya ver yansın ederler. Ankara’ya dönen Fethi Bey, Gazi’den beklediği ilgiyi göremez. Yapılan belediye seçimlerinde Serbest Fırka, Samsun dışında başarı kazanamaz. Parti, Gazi’nin karşısında bir konuma sürüklenmiştir.

Bu gidişten rahatsız olan Fethi Bey, 17 Kasım 1930 tarihinde TBMM kürsüsünde yaptığı bir konuşmayla partisini feshettiğini açıklar. Vakitsiz doğan ikinci demokrasi denemesi böylece kısa sürede sona erer.

Bu girişim Ülkenin geleceği için çok önemliydi. Ne yazık ki başarılı olamadı. Çünkü toplumda demokratik kültür, yani meşveret etme, birbirini anlamaya çalışma kültürü yoktu. Kendilerini Osmanlının ve İslam dininin temsilcileri sayan bu çevreler açıkça Cumhuriyetin karşısında olduklarını göstermişlerdi. Çünkü cumhuriyet bu çevrelerin çıkarlarını ellerinden almıştı. Cumhuriyete karşı olan bu çevreler, toplumun hem cahil hem de fakir oluşundan yararlanarak halkı, kolaylıkla aldatabiliyorlar ve kendilerine kolayca taraftar bulabiliyorlardı.

Batı Avrupa ülkelerinde uygulanan demokratik yönetimlere bakıldığında toplumların hem eğitim düzeylerinin yüksek hem de ekonomik yönden gelişmiş olduklarını görürüz. Yani o ülkelerde insanlar ekonomik zaruretler nedeniyle akli tercihlerini başkalarının güdümüne vermiyorlardı.

Demek ki toplumumuzda o tarihlerde demokratik yönetim için gerekli ortam henüz oluşmamıştı.

Cumhuriyet bu tür demokratik denemelerde daha dikkatli olmak zorundaydı. Çünkü demokratik yolla iş başına gelecek çevreler Cumhuriyetin siyasi, ekonomik ve kültürel bağımsızlık ilkelerine zarar verebilirlerdi.

23 Aralık 1930 Kubilay olayı: Ülke, Serbest Fırka denemesinin şokunu atlatamamışken Menemen ilçesinde yaşanan bir olayla derinden sarsıldı. 23 Aralık 1930 gün Derviş Mehmed adında bir Girit göçmeni Mehdi (Şii inancına göre kıyametten önce gelmesi beklenen kurtarıcı ) olduğunu ilan ederek ve yeşil bayrak açarak yanına aldığı Şamlı Mehmet, Sütçü Mehmet Emin, Nalıncı Hasan ve daha birkaç kişi ile birlikte İslam adına ortaya çıktı.

Yapılan devrimleri küfür olarak nitelendirip bu devrimlere uyanları kâfirlikle suçladı ve devlete karşı bir direniş başlattı.

Bu girişimi önlemeye çalışan 23 yaşındaki öğretmen yedek subay Mustafa Fehmi Kubilay ile Hasan ve Şevki isimlerindeki iki bekçi şehit edildiler. Asiler Kubilay’ın başını bir mızrak ucunda meydanlarda gezdirdiler. Devlet güçlerince olaya müdahale edildi ve isyan bastırıldı.

Tahkikat sonucunda olayın İstanbul’daki dini cemaatlere uzandığı tespit olundu. Sorumlular İstiklal mahkemesinde yargılandılar.

37 kişi idama 41 kişi çeşitli cezalara mahkûm edildiler. İdamlar süratle infaz edildi.

Cumhuriyetin en zayıf noktası, İslam dininin, çıkarlarını kaybedenler tarafından istismar edilmesiydi.

Devlet halkın ekonomik ve sosyal hayatında değişiklikler yaparak halka daha iyi bir yaşam düzeni sağlamaya çalışıyordu. Ama bu yeniliklerin İslam ile çelişmediğini halka anlatmak zorundaydı.

Devlet yeni nesillere Milli Eğitim ile gerçek İslam dinini öğretmeli ve İslam üzerinde Osmanlıdan miras kalan bu cehaleti yok etmeliydi.

Devlet bu konuda halk ile bütünleşemedi. Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile yer altına inen ve kendilerini İslam’ın temsilcileri sayan kişiler veya topluluklar daha Cumhuriyetin 7. yılında devlete kafa tutma cesaretini gösterdiklerine göre bunların arkasında “Ekonomik olarak çökmüş durumdasınız,10 yıl yaşayamazsınız.” diyerek Cumhuriyet’e süre biçen emperyalizmin parmağı olduğu muhakkaktı. Musul’daki haklarımızın kaybedilmesine sebep olan Şeyh Sait isyanı böyle bir komplo değil miydi?

Cumhuriyet halkını çağdaş dünya düzeyinde bir yaşam seviyesine ulaştırmak için çabalar sarfetmekteydi. Çünkü emperyalizmle savaş cephelerde kazanılmıştı ama ekonomik ve kültürel safhalarda savaş henüz kazanılmamıştı. Bu cephelerde mücadele devam ediyordu ve yıllarca devam edecekti.

Kültürel safhada bilimin yanında en önemli unsur dindi. Din cehaletle yaşayamazdı. Dinin istismarcısı çoktu. Toplum asırlardır sözde din adamları tarafından cahil bırakılmıştı. Toplumun süratle gerçek din bilgilerine kavuşturulması ve dinin zamanla siyasi bir güç

haline dönebilen bu istismarcıların elinden kurtarılması şarttı.

Devlet bunun için eski kurumları ortadan kaldırdı ve yerine yeni kurumlar kurdu. Din hizmetlerini yürütmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı adında bir teşkilat kurdu. Camilerin bakımına ve yönetimine devlet sahip oldu.

Kendilerini dinin temsilcileri sayan dini cemaatlerin Diyanet İşleri Başkanlığı ile istişare içinde olmaları gerekmez miydi? Kuran, Müslümanlara devamlı olarak “Birbiriniz arasında meşveret ediniz, danışınız,

görüşünüz, ayrılmayınız, birleşiniz.” emirlerini vermiyor muydu?

Devletin çıkardığı yasalar içinde dini hükümlere aykırı olanlar varsa ki vardı, bunlar Diyanet İşleri Başkanlığında görüşülür ve yanlışlıklar yasa değişiklikleri ile düzeltilebilirdi.

Devletin İslam dini ile bir sorunu olmadığı ortadaydı.

Din alanında halk ile devlet arasında olması gereken bu dayanışma ne yazık ki sağlanamadı. Din duygularının istismarı giderek arttı.

Çünkü emperyalizm yani tek dişi kalmış canavar, böyle istiyordu.

Hesaplaşma büyüktü ve devam etmekteydi.

Bu kargaşa içinde gerçekten İslam dinini yaşamak isteyenlerin haklı istekleri güme gitti. Devlet, bekası için emperyalizmin oyuncağı olan bu istismarcılara daha sert davranmak zorunda kalacak ve bundan gerek Cumhuriyet gerekse gerçek İslam büyük yaralar alacaktı.

4.2.3 1931-1938 arasında yaşananlar:

*1932 CHP’nin 6 ok ilkesine Laikliğin eklenmesi: Cumhuriyet, Kuvay-ı Milliye ilkelerine göre kurulmuştu. TBMM de sadece Cumhuriyet Halk fırkası bulunmaktaydı. Yapılan parti kongrelerinde Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, İnkılapçılık ve Devletçilik ilkeleri belirlenmişti.

Cumhuriyet kendisine batı Avrupa devletlerinde uygulanan yönetim sistemini esas almıştı. Devletin yapılanmasında Osmanlı’dan gelen alışkanlıkla Fransa örnek alındı. Fransa’da 1789 ihtilalinde kabul edilen insan hakları ve laiklik ilkeleri esastı. Onların laiklik anlayışında devlet dini kurallara göre değil dünya gerçeklerine göre yönetilmeliydi.

Avrupa’da kilise ile siyasi otorite arasında başlayan ve yüzyıllarca devam eden din kavgaları, Fransız ihtilalinin getirdiği ilkelerle sona erdi. Hıristiyan dünyası laiklik düşüncesini sahiplenmişti.

Türkiye Cumhuriyeti, laiklik düşüncesine çıkardığı kanunlar ve getirdiği yeni hukuki yapı ile adım adım geçmekteydi. Önce batı esaslı kanunlar kabul edildi. Sonra laiklik ilkesi Ekim 1927 CHP parti kongresinde benimsendi.1928 yılında  “Devletin dini İslam’dır.” ibaresi anayasadan çıkarıldı. Laiklik ilkesi Mayıs 1931 tarihinde yapılan parti kongresinde CHP’nin ilkelerine eklenerek 6 ok ilkesi tamamlandı.’’

14 Mayıs 1931 tarihinde Milli Eğitim bünyesinde o güne kadar uygulanan zorunlu din dersleri için “Din telakkisi vicdan işi olduğundan fırka din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin muasır telakkisinde başlıca muvaffakiyet görür.” ifadesi kabul olundu. Bu hüküm gereği din dersleri 1933 yılında okul programlarından çıkarıldı.

Sıra laiklik ilkesinin T.C. Anayasasına dahil edilmesine gelmişti.

Bunun için 1937 yılına kadar beklenilecekti.

* Üç temel kurum: T.C. Devleti kurulmuştu. Sıra Türk Milletinin oluşumuna ve toplumsal dayanışmanın geliştirilmesine gelmişti.

Tek parti olan CHP’nin 6 okla gösterilen ilkeleri arasında yer alan Milliyetçilik, kültürel yönden dil ve tarih olarak iki ana bileşene dayanmaktaydı. Halkta bu bilinçlerin oluşturulması ve geliştirilmesi gerekiyordu.

Bu doğrultuda yapılacak kültürel çalışmalar bilimsel nitelikte olmalıydı.

Milli dil ve tarih bilinci, daha önceleri Osmanlı’nın yıkılış döneminde toplum gündemine gelmiş, bu yönde çalışma yapmak üzere 03 Temmuz 1911 tarihinde Türk Ocakları Cemiyeti kurulmuştu. Mensupları arasında Hamdullah Suphi, Ruşen Eşref, Mehmet Emin, Ömer Seyfettin gibi kişilerin bulunduğu bu cemiyet milli vicdanı ateşleyici yayınlar yaparak 1.Dünya Savaşı ve akabinde Kurtuluş Savaşında önemli hizmetler ifa etmişti. Cumhuriyet kurulduktan sonra bu cemiyetin giderek durağanlaşan faaliyetleri Gazi tarafından yeterli görülmedi. Toplum için daha enerjik kurumlar gerekiyordu. Daha yaygın ve etkin kurumların kurulması için Türk Ocakları Cemiyeti 12 Nisan 1931 tarihinde yapılan olağanüstü genel kurulla bütün hakları ve mal varlığını CHP ye devretti.

*15 Nisan 1931 Türk Tarih Kurumu:

Önce milletin tarih bilinci geliştirilmeli ve gerçek Türk Tarihi ortaya çıkarılmalıydı. Türk Ocağı Cemiyeti bünyesinde başlayan tarihi araştırmalar, özerk bir kurum ile devam ettirilmeliydi. Gazi, bu yönde çalışmalar yapan heyeti topladı, onlara gerçek Türk Tarihini anlatan ders kitapları yazma talimatını verdi.

Kimseye bağlı olmayan (özerk) ve bilimsel çalışacak Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti 15 Nisan 1931 tarihinde kuruldu. Bu kurul Ekim 1935 tarihinde adını Türk Tarih Kurumu olarak değiştirdi

Gazi, Türk Tarih Kurumu’nun kurultaylarına katıldı ve bütün çalışmalarını takip etti, destek verdi. Bu çalışmalarda kendisine, yetişmesi için büyük özen gösterdiği Afet Hanım (İnan) yardımcı oldu. Yapılan çalışmalardan sonra o güne kadar bilinmeyen gerçek Türk tarihi belgelere dayanılarak ortaya konuldu. Türk Milletinin, Osmanlı tarafından horlanan bir millet olmadığı, tarihi yazan milletlerin başında geldiği ve medeniyete büyük katkılarda bulunduğu gerçeği ortaya çıkarıldı.

*19 Şubat 1932 Halk evleri:

Kurulan yeni devletin amaçları topluma anlatılmalı, unutulan kültür değerlerimiz ortaya çıkartılmalıydı. Bunun için yeni bir kuruma ve yeni heyecana ihtiyaç vardı. Gazi tarafından görevlendirilen Dr. Reşit Galip, gerekli çalışmaları yaptı. Her aşamada Gazi’ye bilgi verdi. Ankara halkeviyle birlikte 13 halkevi 19 Şubat 1932 Cuma günü törenlerle açıldı. Gazi törenleri radyodan takip etti. Törenlere başbakan, bakanlar ve mülki erkan katıldılar.

Dr. Reşit Galip açılış konuşmasında halkevlerinin amacını ve görevlerini şöyle tanımladı. “Davamız, uygarlık yarışında yitirilen zamanı en kısa sürede kazanmak, layık olduğumuz dereceye yani en ileriye varmaktır. Bugün 14 şehrimizde halkevleri halkın hizmetine giriyor. Bu sayı her yıl yeni açılışlarla binleri aşacak. Bu kültür ve eğitim kurumları bütün yurdu kaplayacaktır. Ara sıra devrimlerin bittiğini söyleyenlere rastlıyoruz. Bu görüş tembel, yorgun ve cesaretsiz ruhların görüşüdür. Bitmeyen bir özlem, yorgunluk tanımaz bir çalışma, gevşekliğe düşman bir irade ile ilerlemek, engelleri çatır, çatır kırmak, yol kesen olumsuz ruhu aşarak arayı ışık hızı ile kapatmak zorundayız.”

Yurdun her il ve ilçesinde açılan halk evlerinde; Dil ve edebiyat, Güzel sanatlar, Tiyatro, Spor, Sosyal yardımlar, Tarih ve müze, Halk dershaneleri ve kurslar, Kütüphane ve yayın, Köycülük olmak üzere 9 ayrı konuda hizmetler sunulacaktı

Doğduğum, büyüdüğüm, kültürünü aldığım Erzurum şehrinde de mükemmel bir Halk evi binası vardı. Orada kütüphaneye gider, kışın bedava verilen kayak ve patenlerle kayar, sinemasından yararlanır, şehre gelen tiyatro ve konserleri izler, konferansları orada takip eder ve ağaçlıklı bahçesinde çay içer, sohbet eder, dinlenirdik.

Halkevleri, yukarıda Reşit Galip Bey’in ifade ettiği ruhtan uzak kişiler tarafından 1952 yılında kapatıldı. Erzurum Halk evi ise hukuk eğitimi görmüş Erzurum Büyükşehir Belediyesi başkanı tarafından 2012 yılında yıkıldı. Yerine yenisi konulamadı. Çünkü şairin dediği gibi “Süleymaniye’yi yıkmak için iki ırgat, birkaç kazma, kürek yetişir. Ama yapmak için bir Süleyman bir de Sinan gerekir.”

*12 Temmuz 1932 Türk Dil Kurumu:

Sıra dilin sadeleştirilmesine gelmişti. Halk Türkçenin yanında Osmanlıca yazıp konuşuyordu. Osmanlıca Arapça, Farsça ve Türkçeden oluşmaktaydı. Osmanlıcanın yazılması ve anlaşılması zordu. Millet olabilmenin en önemli şartı dil birliğiydi. Türk Milletinin dili Türkçeydi ve konuşulan Türkçe’nin Osmanlıca’nın yerini alması gerekiyordu. Ama bu konu sanıldığından daha zordu. Zira dilde zaman içinde sadeleşme olur diyenlerle, derhal değiştirilmelidir düşüncesine sahip olanlar vardı.

Gazi bu konuya da önderlik etti. Samih Rıfat, Ruşen Eşref, Yakup Kadri ve Celal Sahir Beyler, Türk Tarih Kurumuna benzer bir tüzük hazırladılar. Bu tüzük doğrultusunda faaliyette bulunacak Türk Dilini Tetkik Kurulu12 Temmuz 1932 tarihinde kuruldu. Özerk olan kuruluşun ilk bakanı Samih Rıfat Bey idi.

Kurumun çalışmalarına Gazi nezaret etti. Kurum her yıl dil kurultayları düzenleyerek düşünenlerin bu konudaki görüşlerini aldı.

26 Eylül 1932 tarihinde toplanan 1.Türk Dili kurultayında konuşan Hasan Ali Yücel şunları söylemişti. “Araplar ve İranlılar ordularıyla yapamadıkları istilayı divan edebiyatında kelimeler ve mevhumlarla kavramlarla yapmışlardır. Osmanlıda Türklük ve Türkçe aşağılanırdı.”

Yapılan çalışmalarla önce okullardaki ders kitaplarının dilleri değiştirildi. Halkevleri bu konudaki çalı8şmalarını yoğunlaştırdı.

Türkçe’nin yaygınlaşmasında Cumhuriyet dönemini şair ve yazarların eserleri önemli rol oynadılar. Bugün Türkçe, halkın dili olarak konuşuluyor ve yazılıyor. Ancak bu kere batılı dillerin tehdidi ile karşı karşıya.

Türk dâhisi Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, vefat etmeden birkaç yıl önce verdiği bir konferansta şu sözleri söylemişti.

“İngilizler İrlandalıları silah zoruyla bir türlü yenemiyorlardı. Gönderdikleri yöneticilerle İrlandalılara ana dilleri olan Kelt dilini unutturdular. Onlardaki milli duyguları ortadan kaldırarak onlara hâkim oldular. Bugün Türkçemiz aynı tehlike altında. Yabancı dil eğitimi ile Türkçemiz yabancı dillerin saldırısında. Böyle devam ederse Türkçeye el sallarız.”        

Rahmetli Oktay Sinanoğlu (1935-2015) bu uyarılarını yazdığı kitaplarla da dile getirdi. Ancak emperyalizm bu konuda da epey başarı kazandı. Yabancı diller güzel Türkçemizi sarmaya ve sarsmaya devam ediyor.

* 18 Aralık 1932 T.C.nin Milletler Cemiyetine daveti ve katılması:

Emperyalizmle mücadele ederek bağımsızlığını kazanan Türkiye Cumhuriyeti, batı dünyası tarafından uzun süre dışlandı. Ancak zaman gerçekleri ortaya çıkarmaktaydı. Kurulan yeni Cumhuriyet saygın bir devlet olduğunu kısa sürede kanıtlamıştı. 1.Dünya Savaşının galip devletleri yeni bir dünya savaşı yaşamamak için bir taraftan 10 Ocak 1920 tarihinde Milletler Cemiyeti’ni kurdular. Diğer taraftan yaptıkları zoraki anlaşmalarla (Osmanlı ile Sevr ve Almanya ile Versay) mağlup ettikleri devletlere ağır şartlar dikte ettirdiler. Bu anlaşmalardan bilhassa Almanya çok rahatsızdı. Nazi rejimi Almanya’da iş başına gelmişti. Nazi Almanya’sı, geçmişin hesabını sormaya hazırlanmaktaydı. Avrupa’dan başlayacak yeni bir dünya savaşı kapıdaydı.

Gazi Mustafa Kemal, bu gerçeği kendisini 27 Eylül 1932 tarihinde ziyaret eden o zamanki ABD Genel Kurmay Başkanı General Douglas Mac Arthur’a Dolmabahçe Sarayında yapılan görüşmede söylemişti.

Milletler Cemiyetinin yaptırım gücü zayıftı. Savaşın galip devletleri savaşın yorgunluğunu üzerlerinden atamamışlardı Almanya kontrol edilemiyordu. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin kapısını çaldılar ve T.C. yi cemiyete üye yapmak istediler. Bu davet kabul edildi.

Milletler Cemiyeti’nin 43 üyesi 18 Aralık 1932 tarihinde yaptıkları oylama ile Türkiye Cumhuriyeti’nin üyeliğini oy birliği ile onayladılar.

Şu dünyanın işine bak! Daha 10 yıl önce bu ülkeler Türk Milleti ile ölüm kalım savaşı yapmamışlar mıydı?

*18 Temmuz 1932 Türkçe ezan:

Gazi Mustafa Kemal, İslam dininin Arapçadan kurtarılarak ibadetlerin Türkçe yapılması gerektiğini düşünüyordu. Arapça bilmeyen toplum namaz çağrısı olarak okunan ezanın ve namaz kılarken okunan Arapça Kuran ve duaların manasını gerektiği kadar bilmiyordu. Müslümanların ibadetlerini yaparken bilinçli hareket etmesi, okuduğu Kuran’ın ve yaptığı duanın manasını bilmesi, ibadetlerin ihlas içinde yapılmasının şartıydı. Çünkü Kuran, Müslümanlara okunması ve anlaşılması için gönderilmişti.

Hazreti Peygamber (sav) namaz içinde okunan Kuran’ın manasını bilmenin gereğini ifade ediyor. Hanefi mezhebinin kurucusu olan İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra), içtihat yaparak “İnsanlar namaz

kılarken Kuranı kendi dilleri ile okuyabilirler. Eksik olsa da Kuran’ın kendi dilinde anlaşılarak okunması daha önemli ve daha değerlidir.” fetvasını veriyordu.

Ülkemizdeki Müslümanların elinde Türkçe Kuran meali ve tefsiri olmadığı için toplum ibadetlerinde okuduğu Kuranın bilincine sahip değildi.

O güne kadar sanki bilinçli olarak yapılmayan Kuran tercümesi ve Kuran tefsiri süratle yapılmalıydı.

Gazi’nin emirleriyle Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi ile yardımcısı Ahmet Hamdi Akseki, Kuran tercümesinin şair Mehmet Akif Ersoy, Kuran tefsirinin ise din alimi Elmalılı Hamdi Yazır tarafından yapılmasını uygun gördüler ve o şahısları görevlendirdiler.

Gazi tefsirin nasıl yapılması gerektiğine yönelik görüşlerini ilgililere yazılı olarak iletti.

Kuran tercüme ve tefsir çalışmalarından sonra Hazreti Muhammed’in (sav) sağlam hadislerini muhtevi İmamı Buhari (ra) hadis kitaplarının da tercüme edilmesine başlandı.

Kuranın ve güvenilir Hadislerin tercüme edilerek Müslüman Türk milletine sunulması Cumhuriyet yönetiminin İslam’a ve Türk Müslümanlarına yaptığı en büyük hizmettir.

Bu çalışmalar uzun sürecekti. Gazi dinin Türkçeleştirilmesine uzun incelemeler, görüşler ve Diyanet İşleri Başkanlığının onayını aldıktan sonra namaz çağrısı olan ezan ile başladı. İlk Türkçe ezan 18 Temmuz 1932 sabah namazı öncesi okundu. Ezan, İslam’ın en önemli ibadetlerinden biri olan namaz ibadetine çağrıdır. Evrenseldir. Dünyanın her yerinde aynı Arapça cümlelerle insanlara duyurulur.

Ezanın manası İslam’ın özüdür. Kelime-i Şehadettir. Tanrının varlığı, birliği ve Hazreti Muhammed’in(sav) resul olduğu kâinata en veciz olarak ilan edilmektedir. Arapça okunması evrensel kabul görmüştür.

Türkçe ezan Arapça ezan ile beraber okunsaydı, hem maksat hasıl olacak hem de namazın evrenselliğine riayet edilmiş olunacaktı.

Türkçe ezanda asıl önemli husus Tanrı kelimesinin yanlış kullanılmasıydı. Şöyle ki; Arapça “Allah-ü ekber” ifadesi “Allah (cc) uludur.” anlamını taşır. “Tanrı uludur.” hitabının karşılığı değildir.

Türkçe Tanrı kelimesi Arapça İlah kelimesinin karşılığıdır ve bu kelime bir makamı, mertebeyi ifade eder.

Allah (cc) ismi şerifi ise ilahlık makamının sahibi olan varlığın en değerli ve en kapsamlı özel adıdır.

Türkçe ezan okunması, toplumda beklenen kabulü görmemiştir. Ezanın Türkçe okunması, dini çevrelerde hoşnutsuzluğa sebep olurken bunların emperyalizm ile bağlantılı olan ve Cumhuriyetle sürekli mücadele eden uçlarına yeni bir koz vermiştir.

*1933 Cumhuriyetin 10. Yılı:

Cumhuriyet içte ve dışta karşılaştığı bütün zorlukları aşarak 10. yaşına ulaşmıştı. 6 asrı aşkın hüküm süren, uzun süre dünyayı yöneten ve şanlı bir tarihe sahip olan Osmanlı İmparatorluğu, son birkaç asırda çağının gerçeklerine uyum sağlayamamış ve tarih sahnesinden silinmişti. Ve koca imparatorluk, bir kurtuluş savaşı verilerek kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne fakir, yoksul ve cahil bir toplum, yıkık ve viran bir vatan, oldukça yüklü dış borç bırakmıştı. Milletin Türklük şuuru yoktu.

Bu koşullar Cumhuriyeti kuran milli iradeyi yıldıramadı. Millet cehaletten, hastalıktan, sefaletten kurtarılmalı, Türklük şuuru altında birleştirilmeli ve kendi ayakları, üzerinde durabilmeyi başarmalıydı. Çünkü özgürlüğünün şartları bunlardı.

Osmanlı hayaliyle yaşayan bir kısım insanların özlemleri ve Cumhuriyete karşı tavırlarına rağmen halk Cumhuriyet yönetimine sahip çıkmıştı. Cumhuriyetin topluma sağladığı faydalar kısa süre içinde kendini göstermeye başlamış halk yılların ezikliğini üzerinden atmış Gazi’nin çevresinde kenetlenmişti, Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları Lozan görüşmeleri arasında İngiliz delegesi Lord Curzon’un şu sözlerini hiç unutmadılar. Toprak meseleleri görüşülürken İngilizlerin haksız ve aşağılayıcı taleplerini hayır diyen İsmet Paşa, muhatabının “Paşa. Paşa. Taleplerimi hep reddettin. Bunları yazıyor ve cebime koyuyorum. Savaşın zafer parıltıları bir süre sonra silinir. Gerçekle yüz yüze gelirsiniz. Halk sizden aş ve iş ister. Refahının artırılmasını ister. Nasıl yapacaksınız? Fakirsiniz. Yokluk içinde çırpınmaktasınız. Yapamayacaksınız. Bu şartlarda 10 yıl yaşayamazsınız. Kapımızı çalacaksınız ve bizden ekonomik yardım isteyeceksiniz. Bizde şimdi reddettiğiniz şeyleri cebimizden çıkarıp önünüze kayacağız. O zaman bunların hepsini teker teker kabul edeceksiniz.” sözlerini Gazi’ye iletti.

Bu sözler bağımsızlığın temel şartlarından biri olan ekonomik özgürlüğün, dışa bağımlı olmadan sağlanması gerektiğini ortaya koymaktaydı. Dış ekonomik yardım almadan ve dışa bağımlı olmadan büyüme istemi, Cumhuriyet yönetiminin temel ilkesi oldu. Cumhuriyet yönetimi 1950 yılına kadar emperyalizmle mücadele eden SSCB dışında hiçbir ülkeden dış yardım almadı.

Gazi Mustafa Kemal 10. Yıl kutlamalarına bu nedenle çok önem verdi.  Cumhuriyetin 10 yılı yurdun her tarafında coşkun törenlerle kutlandı. Sözlerini Behçet Kemal ve Fazıl Nafiz Beylerin yazdığı Cemal Reşit Beyin bestelediği 10. Yıl marşı dillerden düşmedi.

10. Yıl Marşı
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan;
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan;
Başta bütün dünyanın saydığı başkumandan,
Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan.

Türk’üz: Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi;
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!

Bir hızda kötülüğü, geriliği boğarız,
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.
Türk’üz, bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.

Türk’üz: Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi;
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!

Çizerek kanımızla öz yurdun hartasını,
Dindirdik memleketin yıllar süren yasını;
Bütünledik her yönden istiklâl kavgasını…
Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını!

Türk’üz: Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi;
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!

Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;
İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz:
Uyduk görüşte bilgi, gidişte ülküye biz.
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.

Türk’üz: Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi;
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!

29 Ekim 1933 tarihinde yapılan 10. yıl törenlerine Gazi Mustafa Kemal’in yaptığı konuşma damgasını vurdu.
 ‘Türk Milleti! 
Kurtuluş Savaşı’na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun! ‘
Şu anda, büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim. 
Yurttaşlarım! 
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bundaki muvaffakiyeti, Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak, azimkârane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz; çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. 
Yurdumuzu, dünyanın en mamur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi, en geniş, refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız, daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. 
Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin, yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî bir vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yakışan bu ülkü, onu, bütün beşeriyette, hakikî huzurun temini yolunda, kendine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır. 
Büyük Türk milleti! 
On beş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittiniz. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, millî ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medenî âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır. 
Türk milleti! 
Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. 
Ne mutlu Türküm diyene!
Bugün, Türkiye Cumhuriyeti’nin her vatandaşı, yukarıdaki söylevi düşünerek birkaç kere okumalı, anlamalı ve Cumhuriyeti yaşatmak gibi ne büyük bir sorumluluk altında olduğunun farkına varmalı, idrakine (bilincine) ulaşmalı.
Gelecek yazı: 1923-1933. Cumhuriyetin ilk 10 yılında din eğitimi:

İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK-III / 11. BÖLÜM

*Devlet tarafından Kuran-ı Kerim’in tercüme ve tefsiri ile Hadis-i Şeriflerin tercümesi:

Osmanlıdan Cumhuriyete intikal eden din kültürünün ne kadar zayıf ve yanlışlıklarla dolu olduğu daha önce ifade edilmişti. Bu gerçeği yâni toplumun o yıllarda yaşadığı İslam anlayışını ve İslam ahlâkını İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy 1908 yılında Sırat-ı Müstakim (Dosdoğru yol) adıyla yayına başlayan ve 1912 de Sebil-ür Reşad (Doğru yolda yürüyenlerin pınarı) dergisi olarak devam eden dergilerde topluma İslami mesajlar veren yazılarıyla ve Safahat adlı kitabında küçük hikayeciklerle en açık bir şekilde dile getirmişti.

İslam’ın temeli olan Kuran ve Hadisler Arapça olduğundan halk tarafından doğrudan anlaşılamıyordu, Osmanlı Devleti döneminde din ağırlıklı eğitim kurumları olan medreseler Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin Türkçeye tercüme edilmesine karşı çıkmış, “Kuran, ilahi hikmetin anlaşılamaz sözü olarak kalmalıdır. Kuran’ı ancak din adamları bilmeli ve halka onlar yorumlamalıdırlar.” düşüncesi egemen olmuştu. İslam anlayışı ve yorumu Arapça bilen din adamlarının inisiyatifine bırakılmıştı. Bu durum şu sakıncaları doğurdu.

*İnsanlar, inandıkları dinin temel ilkelerine yani Kuran ve Hadislere Türkçe tercüme olmadığı için doğrudan ulaşamıyorlardı. Birilerinin tercümesine muhtaçtılar.

Kişilerin yaptıkları nakiller ile Kuran ve Hadis gerçekleri ne derece doğru öğrenilebilirdi?

Çünkü; doğru nakil için doğru bilgiye sahip olmak, bunun için yeterli eğitim almak gerekiyordu. Özellikle medrese eğitiminden geçmemiş din hocalarının pek çoğunda yeterli eğitim ve din bilgilerini doğru olarak aktarma ehliyeti yoktu.

Bu bilgilerin yorum yapılmadan yani kişisel görüş katılmadan topluma doğrudan yansıtılması da çok önemliydi. Bu da yapılmıyor, din bilgileri genellikle kişisel yorumlar katılarak topluma aktarılıyordu. Bu durum, dinin saflığını bozmakta ve toplumu gerçek din bilgilerinden uzaklaştırmaktaydı.

*Din adamlarının toplumda erk ve üstünlük kazanma dürtüsü:

Kuran’ın birçok yerinde açık olarak ifade edildiği gibi “Biz Kuran’ı anlaşılmak için kolaylaştırdık ve onu kendi diliniz olan Arapça gönderdik” ayetlerine aykırı hareket eden din adamları “Kuran, İlahi hikmetin anlaşılamaz sözü olarak kalmalıdır.” gerekçesi ile Tanrı kelamını sınırlayan bir anlayış sergilediler, Kuran ve Hadislerin Türkçeye tercüme edilmesine karşı çıktılar.

Oysa Kuran insanlara anlaşılmak ve Kuran’ın fikirleri doğrultusunda yaşanmak için gönderilmişti. Dinin yanlış anlaşılması kaygısını duyan bir kısım din adamlarının hassasiyetlerini anlayabiliriz. Ancak Kuran’ın insanlar tarafından doğru anlaşılabilmesi için Hazreti Muhammed (sav) sözleriyle ve uygulamaları ile Kuran’ı insanlık için yeterince anlaşılır bir duruma getirmemiş miydi?

Din adamlarının bu düşüncelerinin altındaki gerçek neden neydi? Tarihi gerçekler bu durumu şöyle cevaplamaktadır. Tarih boyunca din hükümlerinin kendi uhdelerinde kalmasını isteyen bu din erbabı toplum ( rahipler, ruhban sınıfı), aslında toplumda kendilerine erk, yetki ve itibar kazanmak, bu itibarlarını devam ettirmek için özellikle dini bilgileri halkın doğrudan öğrenmesini sağlayacak tercümelerin yapılmasını önlediler.  İnsanların kendilerine bağlı ve muhtaç kalmasını istediler.

Böylece kazandıkları kültürel üstünlüklerini ekonomik ve siyasi üstünlüklerle güçlendirdiler.

Bunun sonucu İslam toplumunda olmaması gereken bir ruhban sınıfı doğdu. Bu sınıf kendi içinde parçalanarak hiziplere bölündü. Din anlayışı farklı yorumlarla parçalandı. Kuran ve Hadislerle verilmesi gereken doğru mesaj kayboldu. İnsanlar din adamlarının ağzına bakar hale geldiler. Toplumda dini cehalet giderek arttı, pekişti.

*Tasavvuf ruhunu yaşatmak isteyen tekke ve zaviyeler İslam anlayışına büyük darbeler vurdular:

Kuran ve Hadisin özü Şeriattı. İnsanlar en kolay hükümlerle yani Şeriatla mükellef kılınmışlardı. Dinde zorlamak yoktu. Dinde zorluk da yoktu.

Tarikat, bir hocanın yönetiminde dinde olgunlaşma- tasavvufi eğitimidir. Tarikata ancak şeriatta olgunlaşmak isteyen ve belli şartlara haiz kişiler girebilirler, girmelidirler. Bu uygulama bir bilim kurulunun rehberliğinde doktora yapmaya benzetilebilir. Nasıl ki herkes doktora yapamaz ise herkes tarikata giremez. Yani şeriatı bilmeyen ve şer’i kuralları yerine getiremeyen kişiler tarikata giremezler, girmemelidirler. Girerlerse zarar görürler

Gerçekte öyle olmadı. Bilen bilmeyen herkes tarikata akın etti. Hocasından el aldı. Hocasına, şeyhine bağlandı. Hocalar da bu kişileri kabul ettiler. Bir süre sonra “Şeyh uçmaz mürit uçurur.” yanlışı ortaya çıktı. Şeyhe aşırı bir tutku ile bağlanan bu kişiler, namaz ibadetinin her rekatında okunan Fatiha suresinin “Ancak sana ibadet ederiz. Ancak senden yardım isteriz.” mealindeki 4. ayetin şuurundan uzaklaştılar,

Tanrıdan değil şeyhlerinden medet ummaya başladılar. İbrahim Hakkı Hazretlerinin (ks) Marifetname kitabında belirttiği tarikat felaketi işte buydu. İnsanlar farkına varmadan Yaradan ile aralarına bir kişiyi soktular ve şirke düştüler. Tıpkı Hıristiyanların ve putperestlerin yaptığı gibi. Onlar da Yaradan ile kul arasına aracılar sokmuşlar ve onların yardımını istemişlerdi. Cahil müridin kendisine ve İslam anlayışına verdiği en büyük tahribat işte bu şirk (aracı koyma, ortak koşma) anlayışıdır. Bu anlayış nedeniyle günümüzde yaşandığı gibi din kisveli pek çok adam kutsallaştırıldı. Onlara dokunulamaz ve yaptıkları suçlar cezalandırılamaz, geçiştirilir, üzeri örtülmeye çalışılır.

*Osmanlı Devleti’nin Kuran’ın tercümesine yaklaşımı:

Osmanlı Devleti’nin başındaki beyler ve padişahlar Sünni Müslümandılar. 1517 yılında Hilafet Osmanlıya gelinceye kadar yönetimde Türk- İslam anlayışı hâkimdi. İnsanlara ve özellikle kadın haklarına daha hoşgörülü olan bu anlayış, Hilafetten sonra yerini daha katı Arap- İslam anlayışına bıraktı.

Kuruluş döneminde din yönetimi, Divanın dışında olan ve yönetim erkinin etkisinde olmayan şeyhülislam-müftüler tarafından yürütülürdü. Zamanla padişahın Hakâni kültürden gelen yetkileri arttı. Din adamları giderek devlet erkinin güdümüne girdiler, etki ve yetkileri daraldı.

Osmanlının kuruluş döneminde Anadolu’da tasavvuf kültürü hâkimdi. Devlet tarafından seçilen yetkili bir kurula yaptırılan ve herkes için başvuru kaynağı olacak Türkçe Kuran tercümesi veya tefsiri yoktu. Bu nedenle fıkıhta kişiler tarafından yapılmış olan Arapça tefsirlere göre hareket edilir ve karar verilirdi. Anadolu coğrafyasında kişiler tarafından değil devlet tarafından ilk Türkçe Kuran, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan (1453-1478) tarafından yaptırılmıştı.

Şu talihsizliğe ve öngörüsüzlüğe bakınız.

Sünni Müslüman Uzun Hasan’ın 1473 yılındaki Otlukbeli Savaşı ile bir başka Sünni Müslüman olan hem de Osmanlının en büyük hükümdarı olan Fatih Sultan Mehmet tarafından ortadan kaldırılması, hem Türkçe Kuran düşüncesine büyük darbe vurdu. Hem de İran’da Şii Safevi Devleti’nin kurulmasına ve İslam’da Sünni- Şii savaşlarının başlamasına neden oldu.

Bu açıklamalardan sonra İslam’da Kuran’ın anlaşılması ve Türkçe Kuran çalışmalarının takip ettiği seyri tarihçi yazar Sinan Meydan’ın yazısını esas alarak, düzelterek ve bazı ilaveler yaparak takip edelim.

I-Kuran’ın tercümeleri Kuran sayılabilir mi?

Kuran-ı Kerim’de İbrahim suresinin 4. ayeti, Yusuf suresinin 2. ayeti Şuara suresinin 193-195. ayetleri ve Duhan suresinin 58. ayeti Kuran’ın anlaşılması için kolaylaştırıldığını ve bu nedenle O’nun Arap halkına Arapça gönderildiğini ifade etmektedir. Bu ayetlerden Kuran’ın Müslümanlar tarafından anlaşılması gerektiği açıkça anlaşılmaktadır.

Arapça dilinin özelliği dolayısı ile tercüme metinler belki Kuran’ın ne demek istediğini tam olarak anlatamayabilirler. Ancak bu metinler Kuran’ın bir kısmını dahi ifade etmiş olsalar Kuran olarak değerlendirilebilir. Tercümeler Kuran’ın bir kısmını açıklamış olsa da Kuranı hiç anlamamaktan daha faydalıdır. Unutulmamalıdır ki İslam akıl dinidir ve akla çok değer verir.

Nitekim okuma yazma bilen birkaç kişiden biri olan ve Hendek savaşında şehrin müdafaası için hendek açılmasını öneren büyük sahabe İranlı Selman-ı Farisi (568 -656) namazda Fatiha suresinin Farsça tercümesini okuyup okuyamayacaklarını soran Fars kökenli Müslümanlara, Hazreti Muhammed’den(sav) onay aldığını söylemiş ve onlara Fatiha suresinin Farsça metnini göndermişti.

Sünni-Hanefi mezhebinin kurucusu en büyük fıkıh (İslam hukuku) alimi olan İmam-ı Azam Ebu Hanife (699 -767) Kuran’ın Arapçadan başka dile çevrilip namazda bile o dillerde okunmasının uygun olacağını söylemiş, Kuran çevirisi konusunda kendisinden sonra gelen imamlar bu konuda büyük kolaylık göstermişlerdi.

Bir kısım fıkıh ve kelam alimleri ise Şuara suresinin 196 ayetinin iki hususa açıklık getirdiği görüşündedirler.

1- Kuran Arapçadan başka bir dile tercüme edildiğinde o tercüme de aynen Kurandır.

2 -Kuran’ın örneğin Farsça çevirisi ile namaz kılınabilir.

Bu gerçekler ortada iken Osmanlı medreselerinin Kuran’ı Türkçeye tercüme etmeme konusundaki tutumunu akıl ile ve Türk- İslam anlayışıyla izah etmek mümkün değildir.

Bu yaklaşım İslam toplumunu Kuran gerçeklerinden uzaklaştırmış, toplum dini yönden cahil bırakılmıştır. İslam’a ve Müslümanlara yapılan en büyük kötülük budur. Çünkü Kuran İslam’ın temelidir.  Olmazsa olmazıdır.

II- Osmanlı döneminde Kuran tercümeleri yapıldı mı?

Osmanlı tarihinde yukarıda açıklanan nedenlerle 19. Yüzyıla kadar devlet tarafından Kuran ve Hadis tercümeleri yapılmadı. Bu çağa kadar kişisel tercümelere de rastlayamıyoruz.

Yeni Osmanlı aydınlarından gazeteci ve din alimi Ali Süavi (1839-1878) Kuran’ın Türkçeye çevrilebileceğini hatta Türkçe namaz kılınabileceğini ileri sürdü.

Tanzimat döneminde (1839-1876) Kuran çevirisi (Osmanlıca tercümesi) büyük tarihçi ve din adamı Cevdet Paşa tarafından pasajlar halinde yapıldı.

1841 yılında Tefsir-i Ayıntabi, 1865 yılında Tefsir-i Mevahip 1875 yılında Tefsir-i Züpdetül Ahtar adlarıyla Kuran tefsirleri yazıldı. Bunları 1908 yılında yazılan Tıbyan ve Mevakıp tefsiri izledi.

Jön Türk aydınlarından ve İttihat Terakki Partisinin kurucularından Arapgirli Dr. Ahmet Cevdet (1869- 1932) İçtihat dergisinde yayınlanan bir yazısında Kuranın Türkçeye çevrilmesinin önemini ve gerektiğini yazdı.

II. Meşrutiyet döneminde (1908-1918) Osmanlıda Kuran tercümelerinin sayısı arttı.

Mehmet Akif Ersoy (1873- 1936) 1912 yılından itibaren Sebil-ür Reşad dergisinde Tefsir-i Şerif başlığıyla Kuran tercümesini yayınladı. 1921 yılına kadar 38 sureye ait 138 ayet Türkçeye çevrilmiş oldu. Aynı dergide Milaslı, Manastırlı ve Bereket zade İsmail Hakkı Beylerle Mehmed Fahreddin ve Ahmed Hamdi Akseki gibi alim ve ehil kişiler Kurandan ayet ve surelerin tercüme ve tefsirlerini yayınlayarak, bu akıma destek sağladılar.

1914 yılında yayın hayatına başlayan İslam Mecmuasında da Kuran’ın Türkçe çevirisi yayınlandı.

Meşrutiyet yıllarında Nakşibendi Tarikatına mensup Tortumlu Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin (1858- 1920)

Saffet-ül Beyan adı altında Kuran tercümesini yapması, Cevdet Paşa’dan sonra ilk devlet görevlisi olması açısından önemliydi. Bu çalışmaları Bereket zade İsmail Hakkı Bey’in (1851-1918) Envar ül Kuran isimli tefsiri takip etti.

Dönemin İslam Kütüphanesi sahibi Tüccar zade İbrahim Hilmi tarafından 1914 yılında Kuran-ı Kerim’in Terceme ve Tefsiri kitabının Suriyeli bir Hıristiyan olan Zeki Megamiz tarafından hazırlandığı, içeriğinde pek çok yanlışlar bulunduğu, bu yanlışların Sebül-ür Reşad dergisinde sertçe tenkit edildiği ve bu tenkitler üzerine söz konusu tercüme ve tefsirin basım ve yayınının Evkaf ve Şeriye Vekaletince yasaklandığını not edelim.

1916 yılında Avrupalılaşmak felaketimizin sebebi adlı risalesinde Tüccar zade İbrahim Hilmi Bey şunları yazdı. ’’Bugün milyonlarca Müslüman, Allah’ın (cc) kendilerine ne emrettiğini, Kuran’da neler söylediğini bilmiyorlar. Hele biz Türkler Kuran’ı Kerim’in Türkçe tercümesi olmaması yüzünden dinimizin esasını bilmiyoruz.’’

Hilafetle Osmanlıya hâkim olan Arap- Selefi anlayışına göre hareket eden devlet ricalinin Kuran’ın tercüme ve tefsirine sahip çıkmaması, hatta karşı tavır alması, ulemanın pek çoğunun bu işe soğuk bakması yanında ortaya çıkan yanlış tefsir ve tercümeler, Kuran’ın anlaşılması gerekir düşüncesine sahip din adamlarını ve aydınları yıldırmadı.

1919 yılında Çağatay lehçesiyle Kuran tercümesi yayınlandı. Cumhuriyet döneminde de Kuran tercüme ve tefsir çalışmalarına devam edildi.

III- Kuran’ın anlaşılması ne demektir?

Cumhuriyet dönemindeki Kuran tercüme ve tefsir çalışmalarına geçmeden önce bu konuyu açıklığa kavuşturalım

Kuran nedir?

Kuran’ın ne olduğunu Kuran ayetlerinden öğrenelim. Bu konuda pek çok ayet var. Sadece birkaçını hatırlayalım.

’Elif. Lam mim! Bu kitapta şüphe yoktur. Muttakiler (kötülükten kurtulmak isteyenler) için bir hidayettir’’ (doğru yola erişme rehberi). Bakara 1-2

‘’Resulüm! Bu Kuran sana hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyi hakkıyla bilen Allah (cc) tarafından verilmektedir.’’ Neml-4

‘’Şüphesiz biz onu düşünüp anlayabilesiniz ve gerekli dersleri alabilesiniz diye Arapça bir Kuran olarak indirdik.’’ Zuhruf-3

“Andolsun! Biz bu Kuran’ı iyice anlaşılıp öğüt alınabilmesi için kolaylaştırdık. O halde düşünüp öğüt alacak kimse yok mu?”  Kamer 17-22-32-40

“Doğrusu bu pek şerefli Kuran’dır. Levh-i Mahfuz’dadır”  Bürüc- 21-22.

Ayetlerin ifadelerinde Levh-i Mahfuz dışında anlaşılamayacak bir husus yok.

Levh-i Mahfuz (Korunmuş levha): Kâinatta yaratılmış bütün varlıkların geçmişinin, bu gününün ve geleceğinin yazıldığı Kader kitabı. Elmalılı M. Hamdi Yazır’a göre; Yasin suresinin 12. ayetinden “Biz her şeyi apaçık bir kütükte saymışızdır.” ifadesi ile kütük (Levh-i Mahfuz) her şeyin yazıldığı varlık sahifesidir.

Tanrı’nın Zati sıfatlarından biri kelâm (söyleme) sıfatıdır. Tanrı Kuran’ı Kerim ile insanlara doğrudan (direct) hitap eder. Kâinat kitabı (varlık dünyası ve yaşanan olaylar) ile de söylemini ihsas (indirect) ettirir. Akıllı insan her iki kitaptan da ders almalıdır.

“Yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizlerde; ardından yedi deniz daha katılıp mürekkep olsa Allah’ın kelâmı (sözleri) yazmakla bitmez. Şüphesiz Allah (cc) çok güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir.” Lokman suresinin 27. ayetinden anlaşılacağı üzere Tanrının kelâmı sonsuzdur. Yani aklın sınırlarını aşar.

Levh-i Mahfuz’un bir özeti olan Kuran’ın anlamını ancak, Tanrı tarafından bilgilendirilen peygamberlerle peygamberlerin en yakını olan ve Kuran ifadesi ile (Al -i İmran 18-19) ilimde derinleşmiş kişiler, Tanrının izin verdiği ölçüde (İlm-i ledün- sırları anlayabilme ilmi) anlayabilirler. 

Büyük mutasavvıf Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (ks) Farsça yazdırdığı Mesnevi’nin bir Kuran tefsiri olduğunu söyler ve “Kuran’ın 7 batıni (gizli) ve 7 zahiri (açık) tefsiri vardır.” der.

Bu cümleler Kuran’ın anlaşılmasının zorluğunu ifade etmektedir. Ancak;

*Son peygamber Hazreti Muhammed (sav) Hadis-i şeriflerle insanların Kuran’ı yeterince anlayabilmesini kolaylaştırdı.

**Yemen’e vali olarak tayin ettiği Muaz bin Cebel’e (ra) içtihat (şartlara göre yeni kural koyma) yapma yetkisini verdi.

***Böylece dinin zaman içinde değişen ihtiyaçlara karşı cevap üretebilecek bir durumda olmasını sağladı ve dine hayatiyet kazandırdı.

Bu gerçek ortada iken yani Kuran’ın yeteri kadar anlaşılması gerekirken kendini ehil saymayan, ilimde derinleşmemiş kişiler, Kuran’ı eksik ifade etmekten çekinen ve bunun sorumluluğunu üzerine almayan Osmanlı din alimleri Kuran’ın tercümesine yanaşmadılar.

Tekrar etmekte fayda var. Osmanlıda medrese Kuran’ın Türkçeye çevrilmesine karşıydı. Medreseye göre Kuran ‘’İlahi hikmetin anlaşılamaz sözü olarak kalmalıydı. Kuran’ı ancak din adamları ve ulema bilmeli halka onlar yorumlamalıydı.’’

Tanzimat sonrasındaki Kuran çevirileri hep tepkiyle karşılandı. II. Meşrutiyet döneminde yapılan ilk geniş kapsamlı Kuran çevirisi, Şeyhülislamlık emriyle toplatıldı. Meşihat Dairesine bağlı Şeri Yayınları Teftiş heyeti, Türkçe Kuran yayınlanmasını yasakladı.

Millî Mücadele yıllarında Padişah Vahdettin, 19 Ekim 1921 tarihinde yayınladığı bir kararnameyle gazetelerde ayet ve hadis meallerinin yayınlanmasını yasakladı.

Medrese, Arapça Kuran’ın matbaada çoğaltılmasına da karşıydı.  Bu nedenle matbaada ilk Arapça Kuran basımı, matbaanın ülkeye gelişinden 146 yıl sonra 1873 yılında yapıldı.

Medresenin Kuran’ı adeta halktan gizlemesi, toplumu Kuran gerçeklerinden uzaklaştırdı. Dini gerçeklerin yerini hurafeler aldı. Toplumda geleceği öğrenme eğilimleri yani falcılık arttı. Kuran’ın kesinlikle yasakladığı şirk, sihir, büyü gibi eylemler ve düşünceler alabildiğine çoğaldı.

IV- Cumhuriyet döneminde Kuran tercüme ve tefsir çalışmaları:

A. Kişiler tarafından yapılan Kuran tercüme ve tefsirleri:

1924 yılında Cemil Said, Fransızca tercümeden Türkçeye Kuran tercümesi yaptı. Fransızların, Arapça Kuranı kendi dillerine Osmanlıdan önce çevirmiş olmaları gerçeği Müslümanlar için bir utanç sayılmaz mı?

1927 yılında Seyyid Süleyman Efendi’nin Terceme-i Şerife adlı meali ve İsmail Hakkı İzmirlinin Kuran tercümesi yayınlandı. Aynı yıl içinde Hüseyin Kâzım ve arkadaşları Nuru’l Beyan adlı bir tercüme hazırladılar.

Mehmet Vehbi Efendi Hülasat’ül beyan fi Tefsir’il Kuran adlı tefsirini hazırladı

B: Devlet tarafından yaptırılan Kuran tercüme ve tefsirleri: 

Cumhuriyetin dinde Türkçeleşme çalışmalarının fikir babası sosyolog Ziya Gökalp tır. Onun Türkçülüğün Esasları adlı kitabında yer alan düşünceleri ve şu şiirdeki özlemleri Mustafa Kemal’e ilham kaynağı olmuştur

“Bir ülke ki camisinde Türkçe ezan okunur, Köylü anlar manasını namazdaki duanın, Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur; Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ’nın. Ey Türkoğlu! İşte senin orasıdır vatanın.” Ziya Gökalp’ın Dini Türkçülük görüşlerini Cumhuriyetle birlikte Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal hayata geçirdi.

Gazi Mustafa Kemalin Kuranı Türkçeye tercüme ettirmesi kararına karşı çıkanlar oldu. Falih Rıfkı Atay’ın aktardığına göre Mustafa Kemal bu kişilere ‘’Kuran tercüme edilemez demek Kuran’ın manası yoktur demektir.’’ cevabını verdi. Kuran’ın tercüme ve tefsirinin yapılması konusunda Diyanet İşleri Başkanlığını görevlendirdi.

Kuranın tercüme ve tefsiri için 1925 yılının Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesine 20 bin liralık ek ödenek konuldu.

Kuran Tefsirinin Elmalılı M. Hamdi (Yazır), tercümesinin ise Mehmet Akif (Ersoy) tarafından yapılmasına karar verildi. Ve her iki kişiyle 26 Ekim 1925 tarihinde sözleşme imzalandı. Sözleşmeye göre tercüme ve tefsirin her birine 6000 TL ödenecekti. Görevlendirilen kişiler herkes tarafından kabul olunan konusunda uzman kişilerdi.

Gazi Mustafa Kemal, Kuran tefsirinin çağdaş yorumunu istedi ve dikkate alınması gereken hususları 11 madde olarak görevlilere verdi. Tefsir çalışması çok uzun sürdü. Mustafa Kemal bu çalışmaların seyrini yakından takip etti.

1926 yılında Mısırda Kuran tercümesine başlayan Mehmet Akif, Kuran’ı hakkıyla tercüme edemeyeceğini düşünerek çalışmalarını durdurdu. Bu sebeple tercüme işi de tefsirle beraber yürütüldü.

Elmalılı M. Hamdi Yazır (1878-1942) Kuran tefsir çalışmalarını Hak dini Kuran dili adıyla 1935 yılında tamamladı. 9 cilt ve 6433 sayfadan oluşan Türkçe Kuran tefsiri ve tercümesi,1935-1938 yılları arasında 15 000 adet basılarak bütün merkezlere gönderildi.

Bugün dahi yapılan en güzel Kuran tefsiri olarak değerlendirilen ve kaynak kitap olarak anılan bu Kuran tefsiri ve tercümesi, Cumhuriyetin Müslüman Türk halkına ve İslam alemine yaptığı en önemli hizmet olarak tarihteki yerini aldı

C: Devlet tarafından yaptırılan Hadis-i Şerif tercümeleri:

Hadis-i Şerifler, peygamber Hazreti Muhammed’in (sav) Kuran’ın ve İslam’ın doğru anlaşılabilmesi için söylediği sözleri, açıklamaları ve davranışlarıdır. Kuran’ı en iyi ve doğru anlayan ve yorumlayan peygamberdir. O’nun yorumu olmadan Kuran ve İslam doğru anlaşılamaz. Bu nedenle son zamanlarda gelişen Deizm (Dini peygamber olmadan anlamak ve yaşamak) düşüncesi İslam dışı bir yaklaşımdır.

Hazreti Peygamber, Kuran metinleri ile karışmaması için hadislerin yazımına izin vermemişti. Hadisler kulaktan kulağa nakledilirken yanlış anlamalarla özünden saptı. Yahudi din alimi Abdullah ibni Sebe, İslam’ın bu zaafını görünce uydurma hadisler üretti ve İslam fikri karmaşa içine sürüklendi. Bu karmaşa İslam’ın muhaddisleri tarafından önlendi, İslam’a uygun olmayan uydurulmuş hadisler elendi.

9. Asırda yapılan bu çalışmalar sonucunda güvenilir (sahih) hadisler, Kütüb-i Sitte diye adlandırılan 6 kitapta toplandı. Güvenilir hadisleri içeren bu kitaplar, imam olan Buhari, Müslim, Tırmizi, Nesai, İbn i Davud ve ibni Mace hadis kitaplarıdır. En önemlisi İmam-ı Buhari’nin hazırladığı kitaptır.

Cumhuriyet idaresi Hadis-i Şeriflerin tercümesi işine de önem verdi ve İmam -ı Buhari’nin hazırladığı hadis kitabının tercümesi için Ahmet Naim (1973-1934) ve Kâmil Miras (1874- 1957) Beyler görevlendirildi. 

12 ciltlik Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih tercümesinin ilk 4 cildi 1935-1938 yılları arasında son 8 cildi ise 1940’lı yıllarda basılarak yayınlandı.

Cumhuriyet, özgürlük üzerine kuruldu. Dinin yaşayabilmesi için de özgür olması gerekiyordu. Kuran-ı Kerim’in tefsir ve tercümesi yanında Hadis-i Şeriflerin Türkçeye tercüme edilmesiyle İslamiyet Türkiye’de özgürlüğüne kavuştu.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti kurmakla Türk Milletine sağladığı özgürlükten sonra gerçekleştirdiği en önemli inkılap, O’nun Kuran’ın Türkçe tercümesi ve tefsirini yaptırmak suretiyle Müslüman Türk milletine inanç özgürlüğünü kazandırmasıdır

Bugün onlarca tefsir ve tercümenin oluşu, yüzyıllarca yapılmayan bu çalışmanın ne kadar doğru olduğunun bir kanıtı. Artık ülkemizde ben Müslümanın diyen insan, Kuranı ve Hadis-i Şerifleri daha rahat anlayabiliyor. Bugünün Müslümanı böylece Tanrısını daha iyi tanıyor ve O’na daha yakın.

*1937 Laikliğin anayasaya girmesi (05 Şubat 1937)

 05 Şubat 1937 tarihinde TBMM tarafından kabul olunan 3135 sayılı kanunla Laiklik ilkesi anayasa hükmü olarak kabul edildi. 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanununun (anayasa) ikinci maddesi şu şekilde değiştirildi. ‘’Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır.’’

Böylece Tanzimat Fermanı ile başlayan, Cumhuriyetin kurulması ile somutlaşan ve hız kazanan laikleşme süreci Laikliğin anayasa hükmü olmasıyla sonuçlandı.

1924 anayasası 1960 yılında yapılan askeri müdahale ile ortadan kaldırıldı. Hazırlanan yeni anayasa 09 Temmuz 1961 tarihinde yapılan halk oylamasında % 61.74 evet oyu ile kabul edildi.1961 anayasası topluma fikir özgürlüğü alanında geniş ufuklar açtı. Ancak toplum bu kadar özgürlüğe hazır değildi. Bu özgürlüğün kıymetini bilemedi. Protesto eylemleri arttı ve zamanla kanuni çizgiler aşıldı. 1970 olayları sonucunda 12 Mart1971 askeri muhtırası yaşandı. 1961

Anayasanın ülkeye bol geldiği söylentileri yayıldı. Anarşik olayların artması üzerine Ülke 12 Eylül 1980 askeri müdahalesine maruz kaldı. Askeri yönetim tarafından hazırlanan 1982 anayasası 07 Kasım 1982 tarihinde yapılan halk oylamasında % 91.37 evet oyu ile kabul edildi

1982 anayasanın ilk 4 maddesi şöyleydi.

Madde 1-Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

Madde 2-Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.

Madde 3- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

Bayrağı şekli kanunda belirtilen, beyaz ay-yıldızlı al bayraktır.

Milli marşı İstiklal Marşıdır.

Başkenti Ankara’dır.

Madde 4- Anayasanın 1’ inci maddesindeki devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2’inci. Maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez.

1961 anayasa referandumu Yassıada Mahkemelerinin devam ettiği bir tarihte yapıldı. Bu mahkemelerde uygulanan bazı yöntemler halkı özellikle DP -Demokrat Parti mensuplarını rencide etmişti. Bu nedenle o tarihlerde DP’nin kaleleri olan Aydın, Bursa, İzmir, Sakarya, Samsun, Kütahya ve Zonguldak illerinde halk, anayasaya evet oyu vermedi. Buna rağmen dini hassasiyeti olan Konya, Erzurum, Adıyaman, Şanlıurfa, Bitlis gibi illerin halkı anayasaya evet oyu verdiler. Askerlerin gölgesi altında yapılan anayasa oylaması tepki oyları nedeniyle beklenilenin altında bir evet oyuyla (% 61.74) kabul edildi. Anayasanın kabul edilmesi, Müslüman Türk toplumunun Laiklik ilkesini benimsediğini göstermekteydi  

1982 anayasa referandumu daha farklı koşullarda yapıldı. Askerin baskısı daha fazlaydı. Okullara din derslerinin konulacağı maddesi, anayasaya evet oyunun artmasını sağladı. (%91.37).

Bu oy oranı Türk Milletinin laiklik ilkesine büyük çoğunlukla ve daha sıkı bağlı olduğunu kanıtladı.

*Hatay meselesi: 1921 yılından itibaren Fransızlar tarafından Otonom İskenderun Sancağı adı altında yönetilen Hatay’ın Türk toprağı olduğu 1936 yılında milli basında dile getirildi. Hatay’ın anavatana katılması Mustafa Kemal’in son rüyasıydı. Ancak bu katılım sulh yoluyla olmalıydı. Fransızlarla yapılan görüşmeler olumlu yürümüyordu. Yapılan müzakerelerin sonucunda konu Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Milletler Cemiyeti 1937 yılında bağımsız bir Hatay Devletinin kurulmasına karar verdi. Bağımsız Hatay Devleti 02 Eylül 1938 tarihinde kuruldu. Devletin başına Tayfur Sökmen getirildi. Hatay Devletinin 22 si Türk olan 40 üyeli bir meclisi vardı.

Gazi Mustafa Kemal ağır hastasıydı. Hatay Devletinin bağımsızlığını gördü ve mutlu oldu. Ancak Gazi, Hatay’ın anavatana katılışını göremeden hayata veda etti. Hatay meclisi 29 Haziran 1939 tarihinde Türkiye’ye katılmaya karar verdi. Böylece Lozan’dan sonra ilk toprak kazanılmış oldu.

*10 Kasım 1938. Mustafa Kemalin vefatı:

Türk Milletinin yetiştirdiği en değerli evladı Gazi Mustafa Kemal, hastalığı dolayısıyla 29 Ekim 1938 Cumhuriyet törenlerine katılamadı. 1911 Libya savaşı sırasında Mısırda yakalandığı zehirli sıtma hastalığının tedavisinde aldığı ilaçların karaciğerde yaptığı tahribat nedeniyle siroz hastalığına yakalanmıştı. Rahatsızlıklar başlangıçta pek önemsenmediğinden siroz teşhisi çok geç konuldu. Bu nedenle tedavide geç kalınmıştı. Hastalık boyunca vücudundan iki defa su alındı. İkinci su alımından sonra komaya girdi. Bir daha uyanamadı. 10 Kasım 1938 tasrihinde Dolmabahçe Sarayında hayata gözlerini yumdu. Son sözleri ‘’ ve Aleykümselam ‘’ oldu. Acaba kimin selamını almıştı? Tanrı bilir.

Kendisine Cenâb-ı Hak’tan sonsuz rahmet ve mağfiret dilerim.

Gelecek yazı: Gazi Mustafa Kemal ve 23. Yılın hikayesi.

İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK-III / 12. BÖLÜM

4.2.4 Mustafa Kemal’e göre Cumhuriyet, İslamiyet ve Laiklik:

Şimdiye kadar yazdığım 14 yazı ile Osmanlıdan başlayarak 10 Kasım 1938 tarihine kadar olan dönemde Ülkemizde İslam, Cumhuriyet ve Laiklik konularında yaşananları olabildiğince detaylı anlatmaya çalıştım. Bu yazı dizisinin en önemli aktörü şüphesiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK idi. Yanlış bir şey yazmamak için özen gösterdim ve Mustafa Kemal hakkında çok sayıda kitap, makale okudum. Tarafsız kalmaya çalışarak kendimce bazı değerlendirmeler yapmaya çalıştım.

Bu incelemelerim arasında bir gerçeği yakaladım. Öncelikle pek çok kimsenin fark etmediği bu gerçeği sizlerle paylaşmak istiyorum.

*23 yıl gerçeği

*-Mustafa Kemal 10 Ağustos 1915 tarihinde Çanakkale- Anafartalar Savaşında göğsünden şarapnel parçası ile yaralandı. Yaralandığını yanındaki subaylarına işaret ederek duyurmadı. Göğsündeki cep saati parçalanmış, parçalanan saat, onun hayatta kalmasını sağlamıştı.

Miralay Mustafa Kemal parçalanan saati Çanakkale grup komutanı olan Alman Liman Von Sanders Paşa’ya hediye eder. Bu jeste karşı Liman Paşa da Mustafa Kemal’e kendi kol saatini hediye olarak verir.

Bu olayla Mustafa Kemal, kazandığı üç gazilik şerefinden (diğerleri Sakarya ve Dumlupınar) ilkine ulaştı. Bu gerçek Mustafa Kemal’i küçümseyen çevrelerce hep gizlendi.

Liman Von Sanders Paşa bu olayı Türkiye’de 5 yıl adlı hatıratında geniş bir şekilde anlatıyor.

O tarihten sonra Gazi Mustafa Kemal, 23 yıl 3 ay yaşadı ve 10 Kasım 1938 yılında hayata gözlerini yumdu.

** İslam peygamberi Hazreti Muhammed (sav), Pakistanlı Prof. Muhammed Hamidullah’ın tespitlerine göre; 20 Nisan (12 Rebiülevvel) 570 tarihinde doğdu.

26 Ramazan 609 tarihinde 40 yaşı içinde (39 yıl 6 ay 14 gün) peygamber oldu.

08 Haziran (12 Rebiülevvel) 632 tarihinde vefat etti.

Peygamberlik süresi 23 yıl (22 yıl 7 ay 14 gün) sürdü

*** 23 yıl benzerliği size bir şey anlatıyor mu?

**** Tanrı, İslam’a büyük hizmetler veren Türk Milletinin kurtuluşu için Çanakkale Savaşlarında gösterdiği mücadeleyi ödüllendirerek Mustafa Kemal’i İslam inançlarını ve vatanı korumak amacıyla görevlendirmiş ve son peygambere verdiği peygamberlik süresi kadar bir süreyi yâni 23 yıllık ömrü, O’na ihsan etmiş olabilir mi?

Şüphesiz gerçeği sadece Tanrı bilir ve Tanrı’nın kader çizgisinde tesadüflere yer yoktur.

Bana DP döneminde büyük zulme uğramış bir ailenin oğlu olan ve çok değer verdiğim bir mühendis arkadaşım “Yahu sen dindar bir adamsın. Hacısın. İslam’ı özüyle yaşamaya çalışan bir kişisin. Sende bu Mustafa Kemal hayranlığı nereden geliyor?” Diye sordu. Kendisine, “Yaptığım araştırma ve incelemelerim sonunda Mustafa Kemal’in Hazreti Muhammed Mustafa’yı (sav) iyi tanıdığını ve O’nun hayatından dersler çıkardığını anladım. Peygamber ile Mustafa Kemal’in kişilikleri ve davranışları arasında önemli benzerliklerin olduğunu gördüm.” Dedim. Anlatayım

*Özgürlük anlayışları: 

Özgürlük, insanoğlunun davranışlarını herhangi bir baskı ve kısıtlama olmadan düşünebilmesi ve iradesini istediği doğrultuda kullanabilmesidir.

İnsan önce aklen özgür olmalıdır. Bunun için aklını sağlıklı kullanabilecek bir ergenliğe ulaşması, aklını kullanabilecek bir eğitimden geçmesi, bilgilerini geliştirebilmesi ve fikirlerini serbestçe ifade edebilmesi gerekir.

İkinci özgürlük bedeni özgürlüktür. İnsan hür olmalı, fikirlerini ve eylemlerini ifade ederken siyasi, ekonomik ve kültürel baskı altında olmamalıdır. Bu sebeplerle başkalarının güdümünde olmamalıdır.

Özgürlük, insanoğluna insanca yaşayabilmesi için hava ve su kadar gereklidir.

İslam, ancak aklını kullanabilen kişilere ve hür olan kişilere hitap eder. Kuran Dinde zorluk yoktur ayeti ile özgürlüğü en açık bir şekilde tarif etmiştir.  Kuran Aklınızı kullanın ayetleri ile insanı sürekli olarak uyarmıştır

İslam Peygamberi, İslam’ın ancak özgür ortamda anlaşılabileceğinin ve yaşanılabileceğinin idraki içindeydi.

Hazreti Muhammed (sav) doğduğu, büyüdüğü ve 53 yıl yaşadığı Mekke şehrini özgür olmadığı için terk etti ve Medine şehrine hicret etti. Orada devlet kurdu. İslam’ı ve Müslümanları siyasi ekonomik ve kültürel özgürlüğe kavuşturdu.

Mustafa Kemal de vatandaşı olduğu Osmanlı İmparatorluğunun tarihi görevini artık tamamladığını gördü. Türk Milletinin kurtuluşu ve insanca yaşayabilmesi için yeni ve özgür bir devletin kurulması gereğine inandı. Türk Milletinin özgürlüğü için Millî Mücadeleyi başlattı. Kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devletiyle Türk Milletini siyasi, ekonomik ve kültürel özgürlüğe kavuşturdu.

*Liderlik vasıfları:

Peygamber toplayıcı ve birleştiriciydi. Dünya işleri için yakın arkadaşları ile meşveret eder, onların fikirlerini alır ve bu fikirlere değer verirdi. Dini inancı ne olursa olsun her insana değer verir, insanlar arasında zayıf, düşkün, yoksul ve fakirleri korurdu.

Mustafa Kemal de aynı yolda yürüdü. Millî Mücadele yıllarında Erzurum ve Sivas kongrelerinde her kesimden gelen halkın temsilcilerinin fikirlerini alarak hareket etti. TBMM’ye hep saygı gösterdi. Talep edilmesine rağmen Sakarya Meydan Savaşı öncesindeki en zor zamanlarda dahi TBMM’nin çalışmasını sağladı. Kendisine TBMM tarafından verilen olağanüstü yetkiyi sınırlı kullandı. TBMM bünyesinde muhalif fikirlerin olmasını tercih etti ve onları tasfiye etmedi.

Cumhuriyet kurulduktan sonra bir kısım yakın arkadaşlarından ayrılmasına rağmen TBMM’nin çalışmalarına daima önem verdi, Mecliste bir muhalefet gurubunun olmasına çaba gösterdi. Mustafa Kemal’e göre TBMM milletin sesiydi.

Peygamber barışçıydı. Peygamber kendisine saldırılmadığı veya saldırı hazırlığında bulunulmadığı sürece kimse ile silahlı mücadeleye girişmedi. Peygamberin hayatı boyunca yaptığı savaşları ve seriyeleri (küçük birliklerle yapılan eylemler) daima müdafaa amacı taşımaktaydı.

Peygamber, en büyük düşmanları olan Mekkeli putperestlerle Hudeybiye Barış anlaşmasını yaptı. Kendisini peygamber olarak kabul etmeyen Mekkelilerin bu konudaki itirazları üzerine barış anlaşmasını kendi arkadaşlarının karşı çıkmalarına rağmen Abdullah oğlu Muhammed olarak imzalaması O’nun barışa verdiği değerin en açık ifadesiydi

Mustafa Kemal de barışçıydı. Meşru hakların savunması dışında savaşın bir cinayet olduğunu söylerdi. Cumhuriyet kurulduktan son başta Yunanistan olmak üzere yakın komşularımızla dostluk anlaşmaları yaptı. Barışçı bir dış politika yürüttü. Çünkü selamet ve mutluluk barıştaydı. Yurtta sulh cihanda sulh ilkesini benimsedi.  Esasen İslam bir barış dini değil miydi?

Peygamber teoriyi pratiğe çevirme becerisine sahipti.

Bu nedenle eylemleri ve sözleriyle Kuran’ın açıklamasını yaptı. Kuran hükümlerine uygun bir yaşam sürerek insanlara en güzel örnek oldu. Böylece dinin doğru olarak anlaşılmasını ve ‘’Zorlaştırmayınız. Kolaylaştırınız.’’ emriyle insanların dini hükümleri kolayca uygulamasını sağladı. Peygamber, kendisinden sonra yaşayanlara içtihat yapma yetkisini verdi. Böylece dine zamanın değişen şartlarına cevap veren bir hayatiyet kazandırdı.

Mustafa Kemal de teoriden ileri geçerek hedeflediği şeyleri gerçekleştirdi. Teorinin dar kalıplarına sıkışıp kalmadı. Türk Milletinin bir daha esaret altına düşmemesi için çağın gerçeklerine göre alınması gereken tedbirleri almaya çalıştı. Birinci hedef özgürlüktü. Onu kazandı. İkinci hedef bu özgürlüğün kalıcı olmasını sağlamaktı. Onun da siyasi, ekonomik ve sosyal temellerini attı. Toplumu cehalet ve fakirlik belalarından kurtarmaya çalıştı. Ne Mutlu Türküm diyene sözleriyle toplumu eziklikten kurtardı, topluma güven ve onur aşıladı.

*Peygamber akılcıydı, Gerçekçiydi.

 Toplumdaki iki büyük felaketin cehalet ve fakirliğin olduğunu gördü. Suffa Okulu ile dini hükümlerin insanlara doğru ulaştırılmasını sağladı. Faizi ortadan kaldırarak insanların birbirlerini sömürmesini önledi. Zekâtı çok önemsedi. Bu müesseseyi tam işleterek fakirlerin, düşkünlerin haklarını korudu. Bunları yaparken toplumun sosyal yapısını dikkate aldı. Gerçeklere göre hareket etti.

Örneğin; Müslümanların ‘’ Biz ziraat bilmiyoruz. Hurma bahçelerine tekrar Hayber Yahudileri baksınlar.’’ şeklindeki taleplerini makul  bularak bu işleri yapmak için Yahudileri görevlendirdi.

Örneğin; Yabancı ülkelere dil bilen, kültürlü ve temsil kabiliyeti yüksek olan kişileri elçi olarak gönderdi.

Örneğin; Mekke’nin fethinden sonra Arap yarımadasındaki kabilelere onların gönüllerini kazanacak mektuplar yazdı ve onları İslamiyet’e davet etti. Böylece iki sene gibi kısa bir zamanda İslamiyet’in barış yoluyla tüm Arabistan yarımadasına yayılmasını sağladı.

Mustafa Kemal de akılcı ve gerçekçiydi. Dünya gerçekleri ve Ülke gerçeklerine göre hareket etti. Hayalci olmadı. Birleştirici oldu. Eldeki imkânları en iyi nasıl kullanırım? hesabıyla hareket etti. Vatanın kurtarılması için birlik ve beraberliğe kesin ihtiyaç vardı. Anadolu halkının vatanseverliğine güvendi. Kimseyi dışlamadı. Herkesten yararlanmaya çalıştı. Cumhuriyet kurulduktan sonra iki büyük felaketin yani fakirliğin ve cehaletin üzerine yürüdü. Dünya gerçeklerini bilen, çalışkan, namuslu, fedakâr, aydın ve Aklı hür, vicdanı hür irfanı hür bir nesil yetiştirmeye çalıştı. Kalan kısa ömründe bu ülkenin mutluluğu için her türlü gayreti gösterdi.

*Dürüstlük:

Peygamber dürüsttü. Hak hukuk gözetirdi. Gençliğinde Muhammed ül Emin olarak anılırdı. Bu nedenle herkes ona güvenirdi. Kabe’nin yapımında Hacer ül Esved taşının konulmasında O’nun fikrine danışılmış O’da uygulaması ile puta tapan Arap kabileleri arasındaki sorunu çözmüştü. O’nun en önemli özelliği adaleti ve doğruluğu her zaman ve herkes için savunmasıydı. Peygamber doğruluğun önemini anlatan ‘’Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.’’ ayetinin (Hud suresi 112. Ayet) saçını ağarttığını söylemişti. Peygamber kişisel dünya menfaati peşinde koşmadı. Zaman zaman aç kaldı. Evinde sıcak aş pişmedi. Haram ve yanlış yollara sapmadı. Vefat etmeden önce herkesten helâllik almıştı. Vefat ettiğinde kimseye borcu yoktu. Evinde hasırdan yatağı, birkaç kap -kaçak ve meşin sandaletinden başka bir miras bırakmamıştı.

Mustafa Kemal de dürüsttü. İdealini gerçekleştirmek için her fedakârlığa katlandı. TBMM açılmadan önce parasızlık yüzünden yanındaki arkadaşları ile çok kere zeytin ekmekle karnını doyurmuştu. Kamu malının harcanmasına çok dikkat ederdi. Dünya malına ve şöhretine düşkün değildi. Maaşı ile pek çok çocuğu evlat edindi ve pek çok çocuğun eğitimini sağladı. Vefat etmeden önce tüm mal varlığını devlete bağışladı. Türk milletinin mutluluğu ile yetindi.

*Affedici olmak.

Peygamber affediciydi. Kendisine karşı çıkanlar için kimseye beddua etmedi. Taif dönüşünde halk, kendisini ve evlatlığını taşa tuttular ‘’En zor günümdü.’’ dediği o günde dahi bu insanlar için dua etti. Amcasını Uhud savaşında şehit ettiren ve cesedini parçalatıp ciğerini çiğneyen Ebu Süfyan’ın karısı Hind’i dahi affetti. O’nun ahlakında öfke, kin ve nefret yoktu. “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” diyerek insanlığa en güzel örnek oldu. O, yaratılan en güzel insandı.

Mustafa Kemal de affediciydi. Kendisine karşı çıkan hiç kimseyi cezalandırmadı. Kendisine suikast girişiminde bulunan kişilerle ilgileri bulunduğu mahkemece kanıtlanan yakın arkadaşlarını da affetti. O’nun bir hedefi vardı. Türk Milletini ve Türkiye Cumhuriyeti’ni muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak. Bu yolda kendisiyle yürümeyenlerle yollarını ayırdı ama hiçbirine kişisel bir tavır koymadı. O’nun insanlarla bir hesabı yoktu. Devlete karşı gelenlerle daima mücadele etti. O, Türk Milletinin yetiştirdiği en büyük evladıydı.

Özetle Mustafa Kemal, Hazreti Muhammed’i (sav) çok iyi tanıyordu. O’nun kişiliğinden hep yararlandı.

Maksadım Hazreti Muhammed (sav) ile Mustafa Kemal’i mukayese etmek değildir. Bu iki zat birbirleri ile mukayese edilemez. Çünkü Hazreti Muhammed (sav) bir peygamberdir. Tanrının yeryüzüne gönderdiği en büyük insandır. Mustafa Kemal ise peygambere inanan bir Müslümandır ve Hazreti Muhammed’in(sav) ümmetidir.

4.2.1 Mustafa Kemal’in özgürlük anlayışının etkenleri:

İsyan ahlâkı, kişinin veya toplumların haksızlıklara karşı direnme yeteneği ve kültürüdür. Kişi veya toplum kendisine yapılan haksızlıklara karşı direnip hakkını savunmaz ise güçlülerin veya haksızların esiri olurlar. Tarih bunları yazar. İslam’da şu hadis-i şerif çok önemlidir. “Haksızlıklar karşısında susan kişi dilsiz şeytandır.”

Kendisinden önce doğup hayatını kaybeden üç kardeşinden sonra Selanik’te doğam Mustafa, ailesinin yeni umudu olmuştu. Annesi O’nun mahalle mektebinde okumasını ve hafız olmasını istiyordu. Bir memur olan babası ise oğlunun yeni eğitim veren okullarda okuyup büyük adam olmasını.

Annesinin isteği ile din eğitimi almak için önce mahalle mektebine yazılan Mustafa’yı babası kısa bir süre sonra buradan alıp Şemsi Efendi ilkokuluna kaydettirdi. Okulda kendisine haksız muamele yapan hüsnü- hat (güzel yazı) hocası Çopur Hafız Emin Efendiye karşı geldi ve dediğini yaptırdı. Bu Mustafa’da doğuştan var olan dürüstlüğün ve güçlü iradenin ilk işaretiydi. 

Okulu çok sevmesine rağmen Mustafa babasının ölümü üzerine okulu bitiremeden ayrılmak zorunda kaldı. Annesi ve kız kardeşi Makbule ile birkaç yıl üvey dayısının Selanik yakınlarındaki çiftliğinde yaşadılar.

Selanik’e dönülünce Selanik Rüştiye mektebine yazılan Mustafa bu okulda bu kere hocalardan Kaymak Hafız’ın hışmına uğradı. O’nun kendisini acımasızca dövmesi üzerine ikinci kere isyan etti ve “Bu okula bir daha gitmeyeceğim.” diyerek annesine dayattı. Gitmedi.

Annesi O’nun asker olmasını istemiyordu. Selanik’teki subaylara özenen Mustafa, Askeri Rüştiye imtihanlarına girdi, kazandı ve asker oldu. Küçük Mustafa yolunu kendi iradesiyle çizmişti. Sonra Manastır’daki askeri idadi ve İstanbul’daki Harp akademisini bitiren Mustafa Kemal teğmen rütbesiyle orduda görev aldı.

Sultan II. Abdülhamit’in yönetim anlayışı yüzünden Osmanlı tükenmekteydi. Bu durumu genç teğmenler görüyorlardı ama Osmanlı sarayı görmüyordu. Sarayın yanlışlarının dile getirince önce Yıldız Sarayında birkaç ay hapsedildi. Sonra Suriye-Şam’a sürüldü. Özgürlüğü yok eden, baskıcı yönetim O’nu cezalandırmıştı. Bunu kabul edemezdi.

Vatan elden gitmekteydi. Osmanlı bir sömürge olmuştu. Topraklarını birer birer kaybediyordu. Bu durumu sadece genç subaylar fark ediyorlardı. Toplum; bilimde, teknolojide, sanayide, ekonomide, eğitimde çökmüştü. Asker siyasete girmiş, içinden parçalanmıştı. Askerlerin bir ihtilal ile Sultan Abdülhamit’i tahttan indirmeleri kötü gidişi durduramadı. Yanlış tercihlerle girilen 1. Dünya Savaşı Osmanlı’nın sonunu getirdi

Bu süreç içinde Mustafa Kemal cepheden cepheye koştu. Millî Mücadelenin başına geçti. Vatanı düşman işgalinden kurtardı. Cumhuriyeti kurdu ve Cumhuriyeti bağımsızlıkla özdeşleştirdi.

Cumhuriyetin ayakta kalabilmesinin olmazsa olmaz şartları siyasi, ekonomik ve kültürel yönlerden kesin bağımsızlıktı. Haksızlıklara karşı her zaman ve her yerde bıkmadan sonuna kadar mücadele etmekti.

Mustafa Kemal, özgür bir ruha sahipti. Bu nedenle özgür olmayan ruhlar Mustafa Kemal’i anlayamadılar.

İslam, sadece akıl ve beden yönünden özgür olanları mükellef kılar. İslam’da özgürlük; hiç bire şarta bağlı olmadan sadece sonsuz iyi olan Tanrıya kul ve teslim olmaktır. Bunun en özlü ifadesi ise Fatiha Suresinin 4. ayetindeki ‘’ Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz.’’ cümlesinde saklıdır.

4.2.2 Mustafa Kemal’in hayatındaki önemli anlar:

*Vatan sevgisi: 1911 Trablusgarp savaşında İstanbul’a çok uzak olan bu toprakları vatan sayıp İtalyanlarla çarpıştı. Bu dönemde yakalandığı zehirli sıtma hastalığının sıkıntılarını ömür boyu çekti.

Kendisine görev vermek istemeyen devrin Başkomutanı Enver Paşa’ya rağmen Çanakkale savaşlarında var olmadığını cepheye varınca anladığı 19 Tümen komutanlığı görevine atandı. Daha cepheye varır varmaz 24, 25 Nisan 1915 tarihlerindeki Anzak saldırılarında son neferine kadar şehit olan 57. Piyade alayının müdafaa savaşını yönetti. 

Çanakkale Cephesindeki ordular başkomutanı Alman Liman Von Sanders’in desteğini alarak 9-10 Ağustos1915 Anafartalar savaşlarını yönetti ve düşmanın bu cephede ilerlemesini durdurdu. Düşmanın son ümidini kırdı. Bu başarılarından dolayı adı bütün vatan sathında bir yıldız gibi dalgalandı.

Ordular başkomutanı Enver Paşa ile yıldızı hiç barışmadı. Askeri ve dünya görüşleri çok farklıydı. Biri hayalci, diğeri gerçekçiydi. Tuğgeneral Enver Paşa, Yarbay Mustafa Kemal’i hep pasif görevlere sürmeye çalıştı. Çanakkale savaşından sonra albaylık rütbesine dahi Sadrazam Talat Paşa’nın ısrarı ile terfi edebildi.

Mustafa Kemal Paşa, VII. Ordu Komutanı iken Filistin cephesinde yeni bir Süveyş Harekâtı düzenlemek isteyen IV, VII ve VIII. Ordulardan oluşan Yıldırım Orduları komutanı Alman Falkenhayn’ın bu düşüncesine karşı çıktı. Bu saldırının bir macera olacağını ve böyle bir teşebbüse girişilmemesi gerektiği konusunda üstlerini uyardı. Sözlü ikazlardan sonuç alamayınca bu kere 27 Eylül 1917 tarihinde bir rapor hazırladı ve bu raporu askeri hiyerarşiye uymayarak hem Sadrazam Talat Paşa’ya hem Ordular Başkomutanı Enver Paşa’ya gönderdi.

Bu rapor memleketin hakiki durumunu pek canlı tasvir eden ileride olacakları isabetli bir görüşle bildiren bir vesikaydı. Raporda mülki idarenin artık güvenilemeyecek bir hale geldiği, ticaretin ve iktisadi hayatın felce uğradığı, ordunun maddi ve manevi kuvvetinin zayıf düştüğü belirtilmekte ve Osmanlı Ordusunu en tehlikeli çatışmaların beklediği bir cephede (Sina cephesi) mukadderatının bir yabancıya verilmesinin mahzurları anlatılmaktaydı. Bazı tavsiyelerde bulunularak ileride vatanın geleceği için elde kuvvetli bir ordu tutmanın, devlet idare cihazını sağlam, halkın maneviyatının sarsılmamış bir halde bulundurmanın zarureti dile getirilmekte, gerekli tedbirler alınmaması halinde saltanat rejiminin ansızın çökebileceği ifade olunmaktaydı.

Rapor basit bir askeri raporun ötesinde askeri bilgilerin yan sıra uygulanacak stratejiyi, ileriyi görme ve kararlılığı ifade etmekteydi. Genel Kurmaya bir nevi ders niteliğinde olan bu rapor Mustafa Kemal Paşa’nın askeri dehasının ve özgür ruhunun bir ifadesiydi.  Bu raporla Başkomutan Enver Paşa ile Mustafa Kemal’in arası iyice açıldı. Sakarya Savaşının yapıldığı günlerde tamamen koptu.

4.2.2.1 19 Mayıs 1919 sonrası: Millî Mücadele yıllarında yaşananlar

*Erzurum Kongresi öncesi ve sonrası:

Mustafa Kemal Paşa, padişahın atamasıyla beraberindeki heyetle 19 Mayıs 1919 tarihinde Anadolu toprağına ayak bastıktan sonra 22 Haziran 1919 günü Amasya tamimini yayınladı ve Doğu Anadolu Müdafaa Cemiyetinin yapacağı kongreye katılmak için 3 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum’a ulaştı.

Söz konusu kongre yapılmadan önce Erzurum’da önemli olaylar yaşandı. Saray tarafından geri çağrılan Mustafa Kemal Paşa 7-8 Temmuz gecesi yaptığı telgraflaşmadan sonra İstanbul’a geri dönmeyeceğini bildirerek askerlik görevinden ayrıldı. Müdafaasızdı ve yapayalnızdı.

15. Kolordu komutanı Kazım Paşa (Karabekir) ertesi gün Mustafa Kemal’e “Bütün kuvvetlerimle emrindeyiz Paşam.” diyerek Millî Mücadelenin başlangıcında en etkin davranışı gerçekleştirdi. Mustafa Kemal’e hayat veren bu davranış her türlü takdirin üzerindeydi.

Erzurum Kongresi; Mustafa Kemal ve sonradan Erzurum’a gelen Hüseyin Rauf Bey (Orbay) katılımı ile 23 Temmuz 1919 tarihinde toplandı. Kongreye Erzurum (20), Trabzon (18), Sivas (13), Bitlis (4), Van (2) ve Erzincan (6) vilayetlerinden gelen toplam 63 delege katıldı. Trabzon delegeleri bir süre sonra kongreden çekildiler

8 Ağustos 1919 tarihlerinde yayınlanan bildiri ile çalışmalarını tamamlayan Erzurum Kongresi “Vatan bir bütündür, parçalanamaz. Manda ve himaye kabul edilemez.” ilkeleriyle kurulacak yeni devletin temellerini attı.

Erzurum Kongresinin öncesini ve sonrasını Kongrenin sekreterliğini yapan, Albayrak Gazetesini yayınlayan Erzurum Delegesi Süleyman Necati Bey, Not Defteri adlı anılarında anlatıyor. O anılarda Mustafa Kemal ile Kazım (Karabekir) Paşa arasında geçen bir olay toplumda hiç gündeme getirilmedi.

Kitapta olay şöyle anlatılmış: Mustafa Kemal’e Erzurum’dan ayrılmadan önce bir sohbet toplantısında Sivas yolunda kendisinin önünün kesileceğinin haberi verilmiş.Toplantıdakilerden Ebul Hindili Cafer “Paşam benim emrimde 200 atlı var. Emir verirseniz ben bunları sindiririm.” demiş. Mustafa Kemal onay vermiş.

Bu durumu öğrenen Kazım (Karabekir) Paşa gecenin geç saatinde Mustafa Kemal’in odasına hışımla girmiş ve “Daha şimdiden kimseye danışmadan bizi yönetmeye kalkıyorsun. Bavulunu topla. Çek git.” demiş. Rauf Bey ve Süleyman Necati araya girmişler. Önce müfrezeyi geri çağırmışlar. Sonra Kazım Paşa’yı (Karabekir) “Böyle bir durum yok. Sana yanlış bilgiler vermişler.” diyerek O’nu ikna etmişler ve olayı kapatmaya çalışmışlar. Mustafa Kemal ile Kazım Karabekir arasında ileriki yıllarda yaşanacak olayların ve ayrılığın başlangıcı bu olay olabilir mi?

Erzurum’dan Temsil Heyeti başkanı olarak Rauf Beyle birlikte ayrılan Mustafa Kemal’e heyet üyeleri çeşitli bahaneler ileri sürerek katılmadılar. Bu durum karşısında Rauf Bey’e “Yine yalnızız. Paşam.” demesi ne kadar manidar değil mi? Evet. Mustafa Kemal hep yalnızdı. Rauf Bey dahil en yakın arkadaşları zamanla ondan ayrıldılar.

*Sivas Kongresinde yaşadıkları:

4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında yapılan bu kongrede Rauf Bey ve arkadaşları ABD mandacılığını ısrarla savunurlar.  Mustafa Kemal, Erzurum Kongresinde kabul olunan ‘’Manda ve himaye kabul edilemez.’’ İlkesinin taraftarı olan Rauf Beyin bu fikri dönüşümüne çok şaşırdığını ifade eder. Kongre başkanlığını yürüten ve Mustafa Kemal’in okuldan hocalığını yapmış olan İsmail Fazıl Paşanın da mandacıların tarafını tutması sonucu kongre ABD Başkanlığına manda talebinin yapılmasını kabul eder. Mustafa Kemal yalnız kalmıştır. Ülkenin bağımsızlığını kazanacağına Mustafa Kemal’den başka hiç kimse inanmamaktadır. ABD Başkanlığına manda talebini içeren mektup yazılır. ABD Başkanı Wilson ölünce mektup ABD arşivlerinde kaybolur. Cevap verilmez. Bu konu bir daha gündeme gelmez.

Görüldüğü üzere bağımsızlık konusunda Sivas kongre kararları Erzurum Kongresi kararlarının çok gerisindedir. Ama bu gerçeği göremeyen tarihçiler Sivas Kongre kararlarının daha önemli olduğunu savunurlar.

Mustafa Kemal kendini “Bağımsızlık benim karakterimdir.” Cümlesiyle tarif eder. Lakin O’nun bu karakterini ve ülkeyi bağımsızlığa kavuşturma arzusunu pek çok kişi anlayamaz, kavrayamaz ve kabullenemez.

Rauf Beyle fikri ayrılık başlamıştır. Mustafa Kemal’in Meclisi Mebusan üyesi olan Rauf Bey’e “İstanbul’a gitme.” uyarısını dinlemeyen Rauf Bey İstanbul’a gider. 22 Mart 1920 tarihinde İstanbul’u işgal eden İngilizler tarafından tutuklanıp Malta adasına sürülür. Rauf Orbay 20 ay sonra Lord Curzon’un yeğeni Binbaşı Rawlinson’la esir takası yapılarak 15 Kasım 1921 tarihinde Ankara’ya getirilir.  Böylece Millî mücadele saflarına yeniden katılan Rauf Bey, TBMM Hükümetinde önce bakan sonra başbakan olarak görev üstlenir.

Sivas Kongresinden sonra Mustafa Kemal, Ankara yollarında yine yalnızdır.

*TBMM Meclisinde yaşadıkları:

Meclis başkanlığı: Osmanlı Mebusan Meclisi İngilizler tarafından 11 Nisan 1920 tarihinde kapatıldıktan sonra mebusların bir kısmı Ankara’ya geldiler ve açılacak TBMM bünyesinde görev üstlendiler. Osmanlıyı devam ettirmek isteyen bir kısım mebus, TBMM  Başkanlığına kısa bir süre Meclis-i Mebusan başkanlığı görevini yürüten Celaleddin Arif’i getirmek istediler. Mustafa Kemal buna fırsat vermedi ve TBMM’ni ve hükümetinin ilk başkanı oldu.

TBMM’ye verdiği önem: Mustafa Kemal bütün çalışmalarını TBMM’nin onayını alarak yürüttü. O’nun en çok değer verdiği kurum TBMM idi. Mecliste bulunan muhalif gurup her safhada itiraz ederek Mustafa Kemal başkanlığındaki hükümetin çalışmalarını tenkit etti. Mustafa Kemal, meclisin sağlıklı çalışması için böyle bir muhalefetin olması taraftarıydı. Bu nedenle bu muhaliflerle meclis kürsüsünden tartıştı ve onları zafer kazanılıncaya kadar tasfiye yoluna gitmedi. Zaferden sonra Osmanlının devamını isteyince Cumhuriyete sıcak bakmayan Gazi Meclis tasfiye edildi. Cumhuriyeti seçimlerle yenilenen yeni meclis ilan etti.

Başkomutanlık yetkileri: Yunan kuvvetleri 10-24 Temmuz 1921 tarihlerinde yapılan Kütahya- Aslantaş muharebelerinde Albay İsmet Bey (İnönü) komutasındaki Batı cephemizi yıktılar. Ordumuz dağıldı ve geri çekilmek zorunda kaldı. Cepheye gelen Mustafa Kemal Paşa ordunun Kütahya, Afyon ve Eskişehir’i terk ederek Sakarya Nehrinin doğusuna çekilmesini emretti. Mustafa Kemal Paşa, önemli büyüklükte vatan toprağının kaybedilmesi pahasına bu sorumluluğu üstlendi. Kendisine “Her şey bitti. Ordu darmadağın oldu.” diyen İsmet Bey’i “Telaş etme. Henüz kaybettiğimiz bir şey yok. Daha yeni başlıyoruz.” diyerek teselli eden Mustafa Kemal Paşadaki şu güven duygusuna bakınız. O’ndan başka herkes panik içindeydi. TBMM’de “Nereye sürükleniyoruz?” diyen muhalif sesler çoğaldı. Mustafa Kemal Paşa’ya “Ordunun başına geç.” Çağrıları yapıldı. Mustafa Kemal TBMM kürsüsünde yaptığı konuşmayla durumu açıkladı ve TBMM’den yetkilerini üç aylığına kendisine devretmesini istedi. Bu olağan üstü bir sorumluluk yüklenmek demekti. O’na göre “Sorumluluk ölümden de ağırdı.”

TBMM bu yetkiyi Mustafa Kemal Paşaya verdi. Başkomutan Mustafa Kemal 22-23 Ağustos 1921 tarihinde Sakarya Nehri boyunca başlayan Yunan saldırısına kadar 1 ay dan az kısa bir süre içinde orduyu toparladı. Savunma mevzilerini güçlendirdi. 22 gün süren Sakarya Meydan savaşını kazanarak hem Yunan saldırılarını durdurdu. Hem de Yunanlıların geri çekilmesini sağladı.

Bu zaferden sonra TBMM O’na Gazi unvanı ile mareşal rütbesini verdi. Mustafa Kemal Paşa bu çok zor günlerde dahi milletin temsilcisi olan TBMM’ye hep güvendi. TBMM yani millet O’nun en büyük güç kaynağıydı

İstanbul’un yeniden fethi: Büyük zafer kazanılmış Anadolu düşman işgalinden kurtarılmış ve 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanan Mudanya Anlaşmasıyla Türk- Yunan savaşı sona erdirilmişti. Ancak İstanbul ve Trakya hâlâ işgal altındaydı. Mustafa Kemal barışçı ve kararlı bir harekâtla önce Çanakkale Boğazına hâkim oldu. Sonra Yunanlıların işgali altında bulunan Meriç Nehrinin doğusundaki Trakya bölgesini işgalden kurtardı.

Doğudan İstanbul Boğazına kadar ilerleyerek boğaza hâkim oldu. Sıra İstanbul’un kurtuluşuna daha doğrusu yeniden fethine gelmişti. İngiliz, Fransız ve İtalyanların işgalinde bulunan İstanbul’u kurtarmak için bu konuda diplomatik dehasına inandığı Albay Refet Beyi görevlendirdi. Refet Bey (Bele) kararlı ve dikkatli bir siyaset uyguladı. Tek kurşun atmadan 06 Ekim 1922 tarihinde İstanbul’u yeniden fethetti.

Mustafa Kemal’in boğazdaki işgal gemilerini gördüğünde Kasım 1918 tarihinde söylediği “Geldikleri gibi giderler.” sözü gerçekleşmiş ve işgalciler arkalarına bakmadan geldikleri gibi gitmişlerdi.

İslam peygamberi Hazreti Muhammed’in (sav) “İstanbul bir gün fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne büyük komutan asker ne büyük asker.’’ sözü bir kere daha yaşandı. İstanbul’u bir Osmanlı padişahı fethetmişti.  Ancak Osmanlı Devleti onun düşman tarafından işgalini önleyememişti.

Bu şehir bu kere Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığını yaptığı TBMM Hükümeti’ne bağlı kuvvetler tarafından yeniden fethedilmişti.

Fatih Sultan Mehmet için sıkça dile getirilen peygamber methiyesi (övgüsü), Mustafa Kemal Paşa için neden hiç söylenmez? Mustafa Kemal Paşa’yı aşağılamayı kendilerine görev sayan dini guruplar, İstanbul’un yeniden İslam ve Türk yurdu olmasını sağlayan bu yeni fetih karşısında neden suskun kalırlar? Gazi Mustafa Kemal’in hakkını teslim edecek dürüstlüğü neden göstermezler?

Yoksa İstanbul 1. Dünya savaşı sonrası düşmanlar tarafından işgal edilmedi mi? Yoksa, onların üzerine toz kondurmadığı “halife” padişah VI. Mehmet Vahdettin kendi saltanatını devam ettirmek için İstanbul’u işgalcilere peşkeş çekmedi mi?

Milletvekili seçimi kanununun değiştirilmesi teklifi: 01 Kasım 1922 tarihinde TBMM aldığı bir kararla Osmanlı saltanatını kaldırdı. Böylece 1299 yılında kurulan Osmanlı Beyliği, imparatorluk haline geldikten ve insanlı8k tarihine önemli izler bıraktıktan sonra tarihe kavuştu. Onun yerini TBMM Hükümeti aldı.

02 Aralık 1922 tarihinde TBMM Başkanlığına Erzurum milletvekili Süleyman Necati ve 2 arkadaşı tarafından sunulan ve milletvekili seçimlerini düzenleyen kanun teklifi ise mecliste büyük tartışmalara sebep oldu.

Bu kanun tasarısında milletvekili olmak için Ülke sınırları içinde 5 yıl ikamet etme şartı getirilmekteydi. Mustafa Kemal bu şartı sağlamadığından millet vekili seçilemeyecekti. Mustafa Kemal muhalifleri O’nun yükselişini böylece önlemek istemekteydiler. Muhalif gurup içinde dini hassasiyeti olanlar, Osmanlıcılar ve İttihatçılar ve bir kısım askerler bulunmaktaydı.  Sivas kongresinde dile getirilen mandacılığın taraftarı olan Meclis 2. Başkanı Dr. Adnan Adıvar, siyaseten bu kanun tasarısını ilgililerle görüşerek geri çektirebilirdi. Bunu yapmadı ve meclisin gündemine alarak görüşülmesini sağladı. Tartışmalar heyecanlı geçmekteydi. Uzun bir dinleyiş ve bekleyişten sonra Mustafa Kemal Paşa söz aldı. Bu kanun teklifinin kendisini, hedef aldığını söyledi. Milletvekillerine Sakarya Savaşı öncesinde yaşananları hatırlattı ve “TBMM’nin bütün yetkilerini bana sizler vermediniz mi? Sadece üç aylık geçici bir süre için istememe rağmen bu yetkiyi bugüne kadar sizler uzatmadınız mı? Ben bu kanun teklifinin Meclisten geçmeyeceğine inanıyorum.” Dedi. Meclis bu kanun teklifini reddetti.

Süleyman Necati, bir öğretmendi. Mutedil İttihatçıydı. Erzurum Kongresi süresince Mustafa Kemal’e yardımcı olmuştu. Erzurum Milletvekiliydi. Bu hareketinin manasını anlamak çok güçtü. İttihatçıların mı yoksa tutucu Erzurumluların mı etkisinde kalmıştı? Bilinmez.

Süleyman Necati yenilenen meclise seçilmedi. Ancak Mustafa Kemal kin tutmazdı. Herkesi değerlendirmek isterdi. Süleyman Necati 1932 seçimlerinde Zonguldak Milletvekili olarak yeniden meclise girdi ve bu görevde iken vefat etti.

Rauf Bey’in TBMM Hükümeti başkanlığından ayrılışı: 1881 yılında İstanbul’da doğan Hüseyin Rauf Bey Bahriyeden güverte subayı olarak mezun oldu ve ordu saflarına katıldı. Trablusgarp ve özellikle I. Balkan savaşında Hamidiye zırhlısıyla gösterdiği başarılarıyla Hamidiye kahramanı olarak ün kazandı.

Sadrazam Talat Paşanın Ermenistan’ın kurulmasına müsaade etmeyin.” uyarısına rağmen Mayıs-Haziran 1918 tarihlerinde yapılan ve Ermenistan Devletinin kuruluşunu sağlayan Batum Barış görüşmelerinde bulundu. İttihatçıların çekilmesiyle kurulan Osmanlı hükümetinde Bahriye Nazırlığı görevini yürüttü. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Antlaşmasını Osmanlı Devleti adına imzaladı İyi bir askerdi ama iyi bir diplomat değildi.

Malta Sürgününden kurtarıldıktan sonra TBMM Hükümetinde önce bakan olarak görev aldı.

12 Temmuz 1922-4 Ağustos 1923 tarihleri arasında TBMM Hükümetinde Başbakan olarak görev yaptı.

Lozan Barış görüşmelerinde heyet başkanı olmak istiyordu. Bu isteği kabul edilmedi Lozan’a İsmet Paşa gönderildi. Lozan görüşmelerinde İsmet Paşa, Hükümetten gerekli desteği alamadığını Gazi Mustafa Kemal’e şikâyet edince İsmet Paşa ile araları iyice açıldı. Lozan anlaşması imzalandıktan kısa bir süre sonra hükümet başkanlığından ayrıldı,

Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi ve sonrasında kendisine verdiği destek dolayısıyla Rauf Beye olan minnet duygusunu hiç unutmadı ve Rauf Beyle çalışmak istedi. Ancak Rauf Beyin Beni Osmanlı yetiştirdi. Osmanlının ekmeğini yedim. Bu nedenle Osmanlı’ya karşı tavır alamam. düşüncesi O’nu cumhuriyeti kurmaya kararlı Mustafa Kemal’den uzaklaştırdı. Bu durum Cumhuriyet için çok ciddi bir talihsizlikti.

Rauf (Orbay) Bey, 1924-25 yıllarında İsmet Paşa’nın en yakın arkadaşı Kazım (Karabekir) Paşa, Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ve Albay Refet (Bele) ile birlikte TBMM’de muhalif Terakki Perver Partisini kurdu. Ancak bu parti 3 Haziran 1925 tarihinde kapatıldı.

Ardından İzmir suikastı ile ilişkilendirilen bu kişilerin 13 Temmuz 1926 tarihinde İzmir İstiklal Mahkemesi kararı ile siyasetten uzaklaştırılması ve Rauf Bey’in 10 yıl hapse mahkûm edilmesi Cumhuriyetin yaşadığı en büyük siyasi travma (sarsıntı) olarak tarihe geçti.

Kurtuluş savaşına omuz veren bu şahsiyetlerin Cumhuriyet yönetiminden uzaklaşmasını  anlamak mümkün değildi. Cumhuriyet, kolay kurulmamıştı ama Cumhuriyeti yaşatmak sanki daha zordu.

Gelecek yazı: Mustafa Kemal’in hayatındaki önemli anlar:

4.2.2.2 Cumhuriyet Kurulduktan sonra yaşananlar:

İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK-III / 13. BÖLÜM

4.2.2.2 Cumhuriyet Kurulduktan sonra yaşananlar:
Askerlerin siyasetten uzaklaştırılmaları: İlk TBMM olağan dışı bir meclisti. Mecliste asker kökenli milletvekilleri vardı. Meclisin normalleşmesi için TBMM’de bulunan askerlerin siyasetten uzaklaştırılması gerekiyordu. Askerlere siyaseti mi askerliği mi tercih edersiniz? sorusu soruldu. Siyaseti tercih edenler askeri üniformalarını çıkararak sivil oldular ve milletvekili görevlerini sürdürdüler. Askerliği tercih edenlerin milletvekilliği düşürüldü. Onlar görevlerine yâni kışlalarına döndüler.
Bu değişim Millî Mücadelede görev yapan bir kısım komutanları rahatsız etti. Onlar kendilerini dışlanmış, bir kenara itilmiş hissediyorlardı. Bu nedenle siyasete atıldılar. Böylece TBMM’de ilk defa Terakki Perver Fırkası adı altında muhalif bir parti kuruldu. Bu gelişme demokratikleşme yolunda şüphesiz önemli bir adımdı.

Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası: 17 Kasım 1924 tarihinde Rauf Bey (Orbay), Kazım Bey (Karabekir) Ali Fuat Bey (Cebesoy) ve Refet Bey (Bele) tarafından kurulan ekonomik olarak liberal bir çizgide bulunan bu parti ne yazık ki uzun ömürlü olmadı. Cumhuriyet Hükümetinin aldığı devrim niteliğindeki kararlara itiraz ettiler. 1925 yılında çıkan Şeyh Sait isyanı ile ilişkilendirilen parti 05 Haziran 1925 tarihinde İstiklal Mahkemeleri tarafından kapatıldı.

Terakki Perver Cumhuriyet fırkasının kapatılması Cumhuriyet için talihsiz bir olaydı. Ancak bu durum siyasette etkin konumda olan birçok kişinin Cumhuriyet ile barışık olmadığının da bir işareti idi. Cumhuriyetin özü özgürlüktü. Anlaşılan Cumhuriyetin yaşatılması çok zor olacaktı.

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e suikast girişimi: İttihatçıların hazırladığı suikast girişimi ihbar üzerine öğrenildi. Failler tutuklandı. Gazi’nin İzmir İstiklal mahkemesinde yargılanan komutanlardan çocukluk ve okul arkadaşı Ali Fuat Paşa’ya söylediği şu sözler, O’nun kin tutmadığının en güzel örneğiydi. “ Arkadaşım! Sen olmasaydın yargılanan bütün paşalar asılırlardı. Sen olduğun için onları da affettim.”
13 Temmuz 1926 tarihindeki mahkeme kararı ile komutanlar beraat ettiler. Ancak Kazım Paşa (Karabekir), Ali Fuat (Cebesoy) Paşalar dahil diğer bir kısım zevat siyasetten menedildiler. İttihatçıların bir kısmı idama mahkûm edildi.  Bir kısmı çeşitli cezalara çarptırıldı. Hüseyin Rauf Bey (Orbay), yurt dışındaydı. Gıyabında yapılan yargılamayla 10 yıl hapse mahkûm edildi.
Ankara İstiklal Mahkemesinin 26 Ağustos 1926 tarihinde verdiği kararıyla İttihat ve Terakki Partisinin ileri gelenlerinden Dr. Nazım Bey ve Maliye Bakanı Cavit Bey idama mahkûm edildiler. Daha önce idama mahkûm edilen eski İaşe Nazırı Kara Kemal Bey Trakya’daki bir çiftlikte kıstırılınca intihar etti. Böylece İttihatçılık ve taraftarlarının eylemleri tamamen ortadan kaldırıldı.

Cumhuriyet daha 3 yaşını tamamlamamıştı. Millî Mücadele kahramanlarından bir kısmının mahkûm edilmesi, bir kısmına siyasi yasak getirilmesi genç Cumhuriyet için gerçekten büyük talihsizlikti. Ancak iktidar ve iktidara sahip olma hırsı işte böyle bir şeydi.

Bir demokrasi denemesi. Serbest Fırka: TBMM’de ikinci partinin mutlaka olmasını isteyen Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, yakın arkadaşlarından Fethi (Okyar) Bey’e bir parti kurmasını önerdi ve bu partiyi koruyacağı konusunda kendisine güvence verdi. Fethi Bey, ekonomi ağırlıklı bir programa sahip Serbest Fırkayı 12 Ağustos 1930 tarihinde kurdu. Serbest Fırka yurt sathında kısa sürede örgütlendi. İzmir Kongresinde halkın mevcut yönetim aleyhindeki taşkınlığı partinin sonunu getirdi Serbest Fırka kısa bir süre sonra 17 Kasım 1930 tarihinde kapatıldı. İkinci demokrasi denemesi de başarısızlıkla sonuçlanmıştı. 

Bugünün dünyasında demokrasi ile yönetilen ülkelerde eğitim seviyesinin ve ekonomik gelişmişliğin yüksekliği demokratik sistemin vazgeçilmez iki etkeni olarak ortaya çıkmakta. Bu ülkelerden İngiltere, Hollanda, Belçika, İsveç gibi bir kısmı krallık. Ama demokratik sistemle yani halkın serbest seçimleri ile yönetiliyorlar. Zaman zaman ortaya çıkan siyasi krizler yaşansa da bunlar ekonomik güç ve kültürel uzlaşmayla nedeniyle bertaraf edilebiliyor

Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğunda demokrasi için bu iki ana etkenden mahrumdu. Birincisi ülkenin eğitim düzeyi çok düşüktü. İkincisi ülke çok fakirdi. Bu iki zayıflığı önlemek için yapılan devrimlerin sonuçlarının henüz alınamadığı ve köklü değişimin toplumca yeterince benimsenmediği bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik yöntemle yönetilmesi olanaksızdı. Çünkü Ülkede Cumhuriyeti koruyacak demokratik kültür gelişmemişti. 
Sinmiş olsalar bile Osmanlı hayalini sürdürenler, dini yetkileri elinden alınanlarla birleşerek halkı kolayca Cumhuriyete karşı yönlendirebilmekteydiler.  Cumhuriyetin yaşatılması gerçekten çok güçtü. Halk Cumhuriyetin kıymetini ve faziletini ne zaman anlayacaktı?
Milletlerin köklü değişimleri kabullenmeleri kolay olmuyordu. Fransızlar 1789 yılındaki ihtilalleriyle krallığı devirerek I792 yılında I. Cumhuriyete (1792-1804) geçtiler. Ancak Ülke 15 yıl sonra İmparator Napolyon’un esaretine düştü. Fransa’da II. Cumhuriyet (1848-1852), III. Cumhuriyet (1870- 1940) ancak Sedan yenilgisinden yani yaklaşık bir asır sonra kurulabildi.
İngiltere’de 1215 yılında imzalanan Magna Carta anlaşmasıyla kralın bir kısım yetkileri elinden alındıysa da krallığın direnci dört asır sonra ancak 1653 yılında Cromwell tarafından kırılabildi. İngiltere’de yönetim tarzı bu tarihte parlamenter sisteme dönüştürüldü.
Yıkılan bir imparatorluğun enkazı üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde 1946 yılında başlayan demokratikleşme hareketi, 100. Yılına ulaşan Cumhuriyeti ve onun temel ilkelerini ne kadar korudu? 
Diğer bir ifadeyle Türk Milleti kendisine özgürlük veren Türkiye Cumhuriyeti’ne ne kadar sahip çıktı?

Dört Halife döneminin (632-661) İslam Dünyasında uygulanan ilk Cumhuriyet yönetimi olması bu yönetimin önemini yeterince açıklıyor. Ancak bu sürenin çok kısa olması da bu tür yönetimi devam ettirmenin zorluğunu ortaya koyuyor. Çünkü cumhuriyet fazilet istiyor. Çıkar istemiyor. Ne var ki daima çıkarını ön plana alan insan, faziletli davranışlarda süreklilik sergileyemiyor. Bu nedenle insanlara özgürlük sağlayan Cumhuriyeti korumak, onun faziletlerini yaşamak gerçekten çok güç.

Rauf Beyin söyledikleri: 1926 yılında İzmir İstiklal Mahkemesince gıyabında 10 yıl hapse mahkûm edilen Rauf Bey, bu mahkûmiyeti kabullenmedi. 1933 yılında çıkarılan affa rağmen yurda dönmedi. Akrabalarının ısrarı ile 1935 yılında yurda döndü. 1939 yılında Kastamonu Milletvekili olarak TBMM’ye girdi. 1940 yılında mahkumiyetin temyizini yaparak suçlu olmadığını tescil ettirdi. 1942-44 yıllarında TC Londra Büyükelçiliği görevini yürüttü. Yurda döndükten sonra devlet görevi üstlenmedi. Anılarını yazmadı. Ancak gazetecilerle yaptığı söyleşileri Yakın Tarihimiz dergisinde yayınlandı.
MP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı ile aralarında şöyle bir konuşma geçmiş.  Osman Bölükbaşı 1960’lı yıllarda Beyoğlu. İstiklâl Caddesinde gezinirken Rauf Orbay Beye rastlamış. Yakınlarındaki Elegant Pastanesine gitmişler. Osman Bölükbaşı “Rauf Bey, Cumhuriyet sana çok haksızlık etti. Bunları niye yazmıyorsun? Niye siyasete atılıp bunun hesabını sormuyorsun?’’ deyince Rauf Bey Bölükbaşı’nın sözünü keserek şunları söylemiş.

“Osman Bey! Mustafa Kemal aleyhinde, konuşmamı mı istiyorsun? İki nedenden dolayı bunu benden isteme.
İlki O, şimdi bir fani. Müslüman faninin arkasından konuşulmaz. İkincisi, bence daha önemli olanı, bizler, yani Mustafa Kemal dışındaki diğer kişiler, O’nun ufku, basireti ve azmi karşısında birer hiçtik. O olmasaydı Kurtuluş Savaşı kazanılamazdı. Türkiye Cumhuriyeti de kurulamazdı. Bugünleri O’nun vatanseverliğine ve üstün kişiliğine borçluyuz. Bunu böyle bil.”

Önce Rauf Orbay Beyin sergilediği şu asalete bakınız. Sonra, bugün ben Müslümanım diyenlerin Gazi Mustafa Kemal aleyhinde atıp tuttuklarına, verip veriştirmelerine. 
Cenâb-ı Hak, Kuran-ı Kerim’in, Bakara suresi 152. ayetinde Müslümanları “Şükrediniz. Nankör olmayınız.” diye uyarmıyor mu? Sizler hiç Kurandan ders almaz mısınız?
Hüseyin Rauf Orbay Bey 1964 yılında kalp krizi sonucu aramızdan ayrıldı. Kadıköy-Sahrayı Cedit mezarlığında yatıyor. Nur içinde yatsın. Cenâb-ı Hak rahmet eylesin.
Buraya kadar Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK hakkında pek çok şey yazıldı, söylendi. Şimdi O’nun en önemli üç özelliğine ve yaşadığı önemli olaylara biraz değinelim 

4.2.2.3 Mustafa Kemalin askerliği:
Mustafa Kemal, iyi bir askerdi. Görevini özenerek, layıkıyla yapardı. Tanrı, görevlerini özenle ve layıkıyla yapanları (muhsin olanları) sevdiğini ve Onların üzülmeyeceklerini Kuran-ı Kerimde müjdelemişti. (Al-i İmran. 148.ayet) Mustafa Kemal, Hazreti Muhammed’in (sav) Uhud Savaşında uyguladığı harp planı hakkında fikrini soranlara planın askerlik kurallarına son derece uygun olduğunu vurgulayarak “Müslümanlar Hazreti Peygamberin bu planına uysalardı savaşı değil kaybetmek kesin olarak kazanırlardı.” demişti.

*Çanakkale cephesi: Yarbay Mustafa Kemal, daha cepheye yeni intikal etmişti. Düşman çıkarması karşısında “Mermimiz yok.” diyerek kaçan askerleri görünce “Süngünüz var ya!” diyerek durdurmuş. “ Süngü tak!” komutuyla Mehmetçikleri mevziye sokmuş, bu hareketle düşman saldırısını durdurarak 57. Alayın cepheye yetişmesini sağlamıştı.
Yarbay Mustafa Kemal’in 25 Nisan 1915 günü Anzak kuvvetlerinin saldırısına karşı 57. Piyade alayına verdiği şu emir askerlik tarihine geçmişti. “Size ben taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimizi başka kuvvetler ve başka kumandanlar alabilir.”

Gerçek kumandan işte böyle hayati bir anda bu emri verebilen kişidir. Tarihte benzerini göremezsiniz. 
İslam’da Tanrı uğruna ve O’nun kutsal saydığı din, vatan, bayrak ve namus uğruna hayatını verenler şehit olarak anılırlar. Tanrı bu insanların aslında ölmediklerini “Onlar diridirler. Ama siz bilmezsiniz.” Ayeti ile (Bakara 154) müjdelemiş ve şereflendirmiştir. Yarbay Mustafa Kemal, kutsal değerler uğruna askerlerine verilmesi gereken en son emri verebilecek kadar vatansever ve muhsin (görevini en iyi yapan) bir askerdi.

Yarbay Mustafa Kemal’in bu harekatta Mehmetçik için yaptığı şu değerlendirme ise Tanrıya ulaşmanın inanılmaz hazzını ve duygusunu ne güzel anlatıyor.
“Size Bomba sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasında mesafeniz sekiz metre. Yani ölüm kaçınılmaz. Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulmamacasına tamamen şehit oluyor. İkinci siperdekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar özenilecek büyük bir sükûnet ve inançla biliyor musunuz? Öleni görüyor. Üç dakikaya kadar öleceğini biliyor. En ufak bir korku yok. Sarsılma yok. Okuma bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, Cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şehadet çekerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayran olunacak ve tebrik edilecek bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.”

Bu olayı bizzat yaşayan ve bu değerlendirmeyi yapacak imana sahip olan Yarbay Mustafa Kemal’e dil uzatanlar, bu sözler karşısında utanma duyguları varsa acaba biraz utanırlar mı?

*Sakarya Meydan savaşı: Temmuz 1921 Kütahya- Aslantaş bozgunundan sonra Ordumuz dağılmış ve Sakarya Nehrinin doğusuna çekilmişti. Yunanlılar ilerlemeye devam ettiler ve Sakarya Nehrinin güneyinde-batısında mevzilendiler. Güçlerini artırdılar. Son bir harekâtla Ankara’yı ele geçirerek istiyorlardı.
TBMM olağanüstü toplantıda Mustafa Kemal Paşa’ya Meclis yetkisini verdi ve O’nu başkomutanlığa getirdi. Çıkarılan Tekalif-i Milliye kanunu ile ordunun zaruri ihtiyaçları için halktan borçlanıldı. Dağılan ordu toparlandı. Cephe güçlendirilmeye çalışıldı. Cephe hattı Çal Dağı, Dua Tepe ve Mangal Tepeden geçmekteydi. Bu üç tepe mutlaka elde tutulmalıydı.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa cepheyi teftiş ederken atın ürkmesi sonucu attan düştü ve üç kaburga kemiği kırıldı. Doktorlar O’na kesin yatak istirahati verdiler ve “Ayağa kalkarsan ölürsün.” dediler. Mustafa Kemal Paşa bu zor zamanda yatakta yatamazdı. Çünkü O muhsindi. Birkaç gün içinde ayağa kalktı. Cepheye geldi. Savaşı oradan yönetti.

Yunan ordusunun saldırısı 23 Ağustos 1921 günü cephe hattını teşkil eden güneydeki bu üç tepe üzerinden başladı. Savaşın ilk haftasında bu üç tepe birer birer düşman eline geçti. O güne kadar genel kabul gören cephe stratejisi başarısızlığa uğramış ve cephe çökmüştü. Düşmanın Haymana ovasına inerek Ankara’ya ulaşmasının yolu açılmıştı. 

Bu durum üzerine başkomutan Mustafa Kemal Paşa, harp stratejilerini altüst eden “Hattı müdafaa yoktur. Sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır.” emrini verdi.  O, askeri yönden bir dahi idi. Kutsal bir mücadele içindeydi ve muhsindi. Artık her tümsek, her kaya parçası, her çalı arkası bir siper ve cepheydi. Kanımızın son damlasına kadar müdafaa edilecekti. Düşman bu yeni cepheyi ve direnişi aşmaya çalıştı ama aşamadı. 

Diğer taraftan düşman Sakarya Nehrini batıdan geçerek ordumuzun arkasına sarkmaya çalıştı. Buna müsaade edilmedi ve bu nedenle başlangıçta 50-60 km. olan cephe hattı 150 km. ye kadar uzadı. Bu durum taarruz eden düşmanın olması gereken en az üç kat üstünlüğünü ortadan kaldırdı, Düşmanın gücü ikinci haftanın sonuna doğru etkinliğini yitirdi. Ama ordumuzda da cephane tükenmiş ve direnecek takat kalmamıştı. Çoğu yerde düşman saldırıları göğüs göğse yapılan süngü savaşları ile durdurulmaya çalışılmaktaydı. Savaş kaybedilmek üzereydi.

Başkomutan Mustafa Kemal Savaşın artık kaybedildiğini anlamıştı. Son emrini vermeden önce Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşayı cephenin ileri hatlarına gönderdi. Cephe içinden durum değerlendirmesi yapan Fevzi Paşa, Başkomutana düşmanın gücünün tükendiğini, bir iki gün beklemesini ve geri çekilme emrini vermemesini rapor etti.
İşte bu iki gün mukaddes değerler uğruna çarpışan Türk Milletinin kaderinin yazıldığı günlerdi. Savaşı kazanmak veya kaybetmek birbirine kıl kadar yakındı.

General Papulas ile İngiltere Kraliçesi II, Elizabeth’in eşinin dayısı olan Prens Andre komutasındaki Yunan kuvvetleri geri çekilmeye başladılar. Bu durum üzerine ordumuza saldırı emri verildi ve düşman savaşın son günlerinde Afyona kadar çekilmeye mecbur edildi. Bir mucize gerçekleşmiş ve Tanrının muhsin olanlar için vadettiği “Onlar mahzun olmayacaklar. ” hükmü yerine gelmişti.

22 gün süren Sakarya Savaşı 13 Eylül 1921 tarihinde mucizevi bir sonuçla kazanıldı. Böylece 13 Eylül 1683 yılında II. Viyana yenilgisinden sonra başlayan geri çekilme tam 238 yıl sonra durdurulabildi. Tanrı, O’nun için çarpışan Türk milletini yok olmaktan kurtarmış ve bu millete yeni bir vatan hediye etmişti.

Bugün kuruldukları rahat koltuklarında Gazi Mustafa Kemal Paşa aleyhinde konuşmaya devam edenler Sakarya Meydan Savaşını okusunlar. O günlerde yaşananları biraz anlamaya çalışsınlar. Ve Cenab-ı Hakkın Mustafa Kemal Paşa’ya nasip kıldığı bu şerefe biraz saygılı olmaya çalışsınlar.

*26 Ağustos1922 sabahı: Sakarya Mucizesinden sonra sıra Yurdun düşman işgalinden tamamen kurtarılmasına gelmişi. Geçen süre zarfında. Ordumuz ağır toplarla güçlendirildi. Toplar gizlice mevzilerine sokuldu. Düşman yaptığı tahkimattan çok emindi. Bu tahkimat altı ayda aşılamaz diyordu. Düşman baş komutanı Yorgo Hacı Anesti cepheden uzak İzmir’de keyif sürüyordu. Stratejik hat Tınaztepe, Belentepe, Kalecik Sivrisi ve Çiğiltepe idi. 
Saldırıda sıklet merkezi prensibi kullanılacak ve düşmanın en güçlü olduğu noktalara hücum edilerek bu noktalar çökertilecekti. Taarruz öncesi komutanlarla yapılan toplantıda bu harekât planının çok riskli olduğunu ve başarısızlık halinde ordunun mahvolacağını ileri süren ve okuldan Gazi Mustafa Kemalin hocası olan Yakup Şevki (Subaşı) Paşaya başkomutan şu cevabı vermişti. “Paşam. Endişe etmeyiniz. Bu ordu düşmanı yenecekse ancak böyle yenecek. Yenemeyecekse zaten orduya ihtiyaç yok.”

Başkomutan askerlikte yerinde risk almanın ne kadar önemli olduğuna müdrikti ve bu riski alacaktı. Çünkü O, görevini iyi yapan, hesapla hareket eden gerçek bir askerdi, Muhsindi.

Başkomutan erkânıyla birlikte bu tepelerin karşısında yer alan Kocatepe’ye çıktı. 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı saat 4.30 da başlayan topçu ateşi ile düşman hatları darmadağın edildi.1 saat sonra Genel Kurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa Gazi başkomutandan hücum emrinin verilmesini istedi. Gazi işaretle “Bekle.” dedi. Düşmanın toparlanacağı endişesini taşıyan Fevzi Paşa bir süre sonra isteğini yeniledi. Gazi yine “Bekle:” derken Yunan cephesinde çok büyük patlamaların olduğu görüldü. Topçu ateşimiz Yunan mühimmat depolarını berhava etmişti. Bu durumu gören Gazi başkomutan, Fevzi Paşa dönerek  “Şimdi hücum emrini verebilirsiniz Paşam.”

Başkomutan Gazi Mustafa Kemal kendisinden daha tecrübeli asker olan Fevzi Paşa’nın düşünemediği iradeyi ve sabrı göstererek hücumu bekleyen Türk askerlerini düşman mühimmat depolarının infilâkı nedeniyle doğacak tehlikeden korumuştu. Bu olay üzerine Fevzi Paşanın söyledikleri şu sözler Mustafa Kemal düşmanlarının kulaklarına küpe olsun.  “Paşam. Sen Cenab-ı Hakkın (cc) Türk Milletine bir lütfusun.”

Tepeler kısa sürede sırasıyla ele geçirildi. Çiğiltepe direniyordu. Komutan Albay Reşat Bey söz verdiği saatte tepeyi ele geçiremediğinden intihar etmiş, tepe O’nun şehadetinden yarım saat sonra zapt edilmişti. Sorumluluk duygusu işte böyle bir şeydi. Şair boşuna söylememiş. “Bir hilal uğruna Yarab! Ne güneşler batıyor?”du.

Dağılan Yunan Ordusu Türk süvari kuvvetlerimizin çevirmesiyle 30 Ağustos 1922 Dumlupınar Meydan savaşında tamamen imha edildi. Hayatta kalan Yunan kuvvetleri yeni başkomutan Nikolas Trikopis ve kurmay heyeti esir edildi. Tıpkı 26 Ağustos 1071 Malazgirt Savaşından sonra Sultan Alpaslan’a esir düşen Bizans imparatoru Romanos Diogenis gibi. Mustafa Kemal General Trikopis’i Sultan Alpaslan’ın esirine yaptığı gibi bir misafir olarak ağırladı. Çünkü yaşayan kadim Türk geleneği düşmana da merhameti gerektiriyordu.

26 Ağustos günü şüphesiz Türk tarihinin en önemli günlerinden biridir.26 Ağustos 1071 tarihinde kazanılan Malazgirt Savaşı ile Anadolu’nun kapıları, Türklere ikinci yurt olarak açıldı. 26 Ağustos 1922 tarihinde başlayan Büyük Taarruz ile ise, Anadolu düşman işgalinden kurtarılarak Türklerin ebedi yurdu oldu ve Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
Bu nedenle 26 Ağustos 1922 tarihi, mensubu bulunduğumuz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bizler ve Cumhuriyeti özünden benimseyen kişiler için çok daha anlamlıdır, değerlidir ve öyle olmalıdır.
Tarihimizin şanlı bir sayfası olan Malazgirt Savaşını gerektiği ölçüde anmak elbette ki görevimizdir. Ama 26 Ağustos 1922 günü başlayan Büyük Taarruzu göz ardı ederek ve onu önemsizleştirerek değil. 
26 Ağustos 1922 tarihini önemsemeyen ve bugünü itibarsızlaştırmaya çalışanlar aslında Gazi Mustafa Kemal’e karşı duydukları ezikliği bir nevi dışa vurmuş olmuyorlar mı?

4.2.2.4 Mustafa Kemalin devlet adamlığı:

*Binbaşı Rawlinson’la Erzurum’da yapılan konuşma: Lozan görüşmelerinde İngiliz delegesi olarak burnundan kıl aldırmayan Lord Curzon’un yeğeni olan Binbaşı Rawlinson, Mondros Anlaşmasının ilgili hükümlerine göre Türk ordusunun elindeki silahları toplamak için Erzurum’daydı. Doğudaki bütün askeri birliklerin silahları toplanmıştı. Kazım (Karabekir) Paşa’nın komutasındaki 15. Kolordu silahını teslim etmeyen tek askeri birlikti.
9 Temmuz 1919 günü Rawlinson Mustafa Kemal Paşayı ziyaret etti. Bir önceki gece Mustafa Kemal Osmanlı ordusundan istifa etmişti ama Rawlinson bu durumu bilmiyordu. Mustafa Kemal, başka elbisesi olmadığı için Rawlinson’u askeri üniformasıyla karşıladı. Kahve ikram etti. Rawlinson çok laubali bire ağızla 

“Paşam, Duydum ki Erzurum’da bir kongre toplayacakmışsınız. Sakın bu işe tevessül etmeyiniz. Çünkü toplantıyı dağıtırım ve katılanları tutuklatırım.”  diyerek Mustafa Kemal’i tehdit etti. Kazım Paşa’nın Mustafa Kemal’i destekleyip desteklemediği henüz belli değildi.

Mustafa Kemal en zayıf olduğu bu anda dahi boyun eğmedi ve İngiliz komutana “Bu ne laubalilik. Karşında bir Osmanlı Paşası var. Sen ne biçim askersin. Ayağa kalk. Selam ver ve odayı derhal terk et.” Binbaşı Rawlinson bu çıkış karşısında şaşırdı. Denileni yaptı ve odayı terk etti.
Bu kadar zor durumda dahi Mustafa Kemal Paşa’nın gösterdiği bu vakur davranış, O’nun özgürlük temelli kişiliğinden ileri gelmekteydi. Kimse O’nun özgürlüğünü kısıtlayamazdı.

Bayrak çiğnenmez: Ordularımız İzmir’i kurtarmışlardı. Gazi Paşa bir toplantının yapılacağı ahşap köşke girerken merdivenlere serilmiş Yunan bayrağını görünce “Bu bayrağı kaldırın. Sizin bayrağınızı çiğnemiş olabilirler. Ancak medeni milletler ve insanlar böyle davranmazlar.’’ diyerek bayrağı kaldırtmıştı.

Lozan barış görüşmeleri: 20 Kasım 1922-31 Ocak 1923 tarihleri arasında yapılan görüşmelerde daha çok toprak meseleleri ele alındı. İngiliz delegesi Lord Curzon’un uzlaşmaz tutumu nedeniyle görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı. Konferans dağıldı. 24 Nisan1923- 24 Temmuz 1923 tarihleri arasında yapılan görüşmelerde daha çok ekonomik ve hukuki sorunlar görüşüldü. Fransızlar tarafından yönetilen bu bölümde şiddetli tartışmalar sonunda adli ve ekonomik kapitülasyonların kaldırılması kabul edildi. Anlaşma, taraflarca 24 Temmuz 1924 tarihinde imzalandı.

Lozan Görüşmelerinde 6 asır süren Osmanlı İmparatorluğunun hesabı görüldü. Zafer kazanılmış ama barış tesis edilememişti. Gazi bir an önce barış yapılmasını istiyordu. Bu nedenle görüşme safahatını yakından takip etti.  Gerekli talimatları verdi. Anlaşma 23 Ağustos 1923 tarihinde TBMM tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunun önünde hiçbir engel kalmadı.

Bugün Lozan Antlaşmasını tenkit eden ve küçümseyenler; Osmanlıdan harap bir vatan ile yoksul ve cahil bir milletin miras kaldığını niçin hiç dile getirmezler? 

Mehmet Akif’i isyana sürükleyen Osmanlının son günlerinde yaşananları neden hiç hatırlamazlar?

Ya-Rab bu uğursuz gecenin yok mu sabahı? 
Mahşerde mi biçarelerin yoksa felahı? 
Nur istiyoruz. Sen bize yangın veriyorsun. 
Yandık diyoruz. Boğmaya kan gönderiyorsun. 
İslam ayak altında sürünsün mü nihayet?
Ya Rab bu ne hüsrandır? İlahi bu ne zillet? 
Mazlumu nedir ezmede ezdirmede mana? 
Zalimleri adlin hani öldürmedi hala?
Cani geziyor dipdiri. Can vermede masum. 
Suç başkasının da niçin başkası mahkûm.?
Dul kaldı kadınlar babasız kaldı çocuklar,
Bir giryede bin ailenin matemi çağlar. 
İslam’ı elinden tutacak kaldıracak yok
Nâ-hak yere feryat ediyor. Acize hak yok.
Yetmez mi musab olduğumuz bunca devâhi? 
Ağzım kurusun. Yok musun ey adl-i İlahi?

İslam’ın tek özgür devletinin Lozan Anlaşmasıyla hayat bulduğunu niçin düşünmek istemezler?

Uzun söze gerek yok. Sadece Kuran- Kerim’e kulak verelim
“İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi de helâk eder misin Allah’ım? (cc)” Araf-185

*Barış, O’nun özlemiydi, Ülke savaşmaktan yorulmuş, yaşama umudunu yitirmişti. Gazi, aralıksız 10 yıl savaşan Ülkeye özlediği barışı getirdi. Esasen İslam bir barış dini değil miydi? Bu nedenle Gazi Mustafa Kemal düşmanlarıyla hemen barıştı. Komşularıyla dostluk paktları kurdu. Barışın devamı ve egemen olması için “Yurtta sulh cihanda sulh.” ilkesini yayınladı. 

*Yeni dünya düzeni ve gerçekler: Türkiye Cumhuriyeti İmparatorlukların yıkıldığı bir dünya üzerinde kuruldu.
Türkiye Cumhuriyeti bu düzen içinde saygın yerini almalı ve bir daha savaşa sürüklenmemeliydi. 1. Dünya Savaşı sonrasında Rus Çarlığı, Avusturya ve Osmanlı İmparatorlukları yıkılmıştı. Dünya düzenini altüst eden bu depremin artçı sarsıntıları devam etmekteydi. Almanya boğulmak istenmekteydi. Almanya rahatsızdı.
10 yıl içinde Avrupa’da yeni bir dünya savaşının başlayacağını Gazi, kendisini ziyaret eden ABD Genel Kurmay Başkanı General Mac Arthur’a söyledi. Çok geçmeden bu öngörü gerçekleşti ve 2. Dünya savaşı patladı. Türkiye Cumhuriyeti, dahi insan, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in çizdiği yolda ilerledi ve 2. Dünya savaşının dışında kalmayı başardı.  

4.2.2.4 Mustafa Kemal’in devrimciliği: Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Başbakan İsmet Paşa’ya memleketin ahvalini (durumunu) anlatan bir mektup gönderdi ve “Savaşı kazandık ama bundan sonra işimiz daha zor.” diyerek durumu özetledi. Osmanlı’dan geriye sömürgelikten ve savaştan kurtulan fakir, cahil, hasta bir millet ve yıkık bir vatan kalmıştı. Bu millet kurtuluşa ve özgürlüğe kavuştuğu için mutluydu ama acaba muasır (çağdaş) medeni bir devlet ve millet haline gelebilecek miydi? Bunun için millet yeterli güce ve inanca sahip miydi?

Genç Cumhuriyetin önünde üç önemli problem vardı.

İlki toplumun büyük bölümünün fakirliği ve yoksulluğuydu. Ülkenin işgalden kurtarılan birçok yeri haraptı. Ekonomik yönden millet tek kelimeyle perişandı.
Lozan Barış görüşmelerinde İngiliz delegesi Lord Curzon’un söyledikleri kulaklara küpe olmuştu. Bu nedenle kazanılmış olan siyasi bağımsızlığın korunması için dışarıdan borç alınamazdı. Millet çalışıp üretmek, tasarruf yapmak ve kendi ayakları üzerine ayağa kalkmak,  ekonomik olarak yükselmek zorundaydı. Bu nasıl sağlanacaktı?

İkincisi cehaletti. Okuma yazma oranı çok düşüktü. Bu oran erkeklerde %10 kadınlarda % 0,4 idi. Kadınlar, eğitim dahil İslam’ın kendisine tanıdığı bütün haklardan menedilmişlerdi. Toplumun ekonomik olarak gelişebilmesi için çağın gerçekleri doğrultusunda bilimsel eğitimle yetişen bir kadroya, yeni bir nesle ve eğitilmiş kadın iş gücüne ihtiyaç vardı. Mevcut eğitim imkanları yetersizdi. Bu nesil nasıl yetiştirilecek ve bilimsel gelişme nasıl sağlanacaktı?

Üçüncüsü belki de en önemlisiydi. O’da Osmanlı’nın yıkılmasına neden olan bir hastalık, yenileşme düşmanlığı ve taassuptu. Halk gerçek İslami bilgilerden uzaklaştırılmış, İslam dini hurafelere boğulmuştu. İslam ahlakı zedelenmiş, din softaların elinde kalmıştı. Bu nedenle toplum gerçek İslam’ı yaşayamamaktaydı. Toplum din istismarcılarının elinden kurtarılmadıkça ve taassup yenilmedikçe gelişme sağlanamazdı. İslam dininin, din hükümlerini çarpıtan din adamlarının elinden kurtarılması yani İslam Dininin özgürleştirilmesi gerekiyordu. Galiba en zor olanı da buydu. 
Gazi, bu problemlerin ancak köklü devrimlerle yenilebileceğini düşünüyordu ama O’nun kaybedecek zamanı yoktu. Yeni devlet yepyeni bir anlayışla inşa edilmeli ve ölmeden önce bu devrimler gerçekleştirilmeliydi.

Dünya tarihine bakıldığında devrimlerin uzun soluklu halk hareketleri olduğu görülür. Örneğin İngiltere, Fransa ve Rus devrimleri böyle gerçekleşmiş, halk yönetime egemen olmuştu. Türkiye’de ise bunun tam tersi bir durum söz konusuydu. Devrimler tepeden başlayarak halka intikal ettirilmek zorundaydı. Ancak bu yöntemin bir açmazı vardı. Bu köklü değişimleri halk ne zaman ve ne ölçüde benimseyecekti?

Gazi Cumhurbaşkanı 15 yıllık iktidarında düşündüğü devrimlerin tamamını gerçekleştirdi ve Türkiye Cumhuriyeti’ni özlediği çağdaş bir devlet haline getirmeyi başardı. Sadece Laiklik anlayışında toplumsal bütünlüğü sağlayamadı. 

İslam Dinini özgürleştirme çabaları O’nun gerçekleştirdiği en büyük devrimdi. Ama İslami cehaleti ve taassubu yenemedi. Uygulamadaki yanlışlıklar yüzünden Laikliğin İslam’ı korumaktan çok dine ve ahlâka zarar verdiği düşüncesi toplumda yaşamaya ve ağırlığını korumaya bugün dahi devam ediyor.

Bu devrimleri yapan Gazi Mustafa Kemal’in din anlayışı neydi? Şimdi biraz bu konuyu anlamaya çalışalım.

4.3 Mustafa Kemal’in iç dünyası ve din anlayışı:

*Mustafa Kemalin din konusundaki düşünceleri: Bu konudaki düşüncelerini söylemlerinden anlayabilmekteyiz.
Saltanatın kaldırıldığı ve daha Cumhuriyetin ilan edilmediği 7 Şubat 1923 tarihinde Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde minbere çıkarak söylediği hutbede “Allah (cc) birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selameti ve sevgisi üzerinize olsun. Peygamber Efendimiz hazretleri Allah (cc) tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur bir elçi seçilmiştir. Bunun temel esası hepimizce bilinmektedir ki Yüce Kurandaki anlamı açık olan ayetlerdir.
İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer İlahi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü maddi ve manevi tüm evren kanunlarını yapan Tanrıdır.
Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete sahiptir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.” 
 derken bir başka söyleşide şunları ifade ediyor.

“Dinime bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam ona da öyle inanıyorum. Bilince ters, ilerlemeye engel hiçbir şey kapsamıyor.  Halbuki Türkiye’ye bağımsızlığını veren bu Asya milleti içinde daha karışık, suni ve boş inançlardan oluşan bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu güçsüzler (zavallılar) sırası gelince aydınlanacaklardır. Onlar aydınlığa yaklaşmazlarsa kendilerini yok ve mahkûm etmiş demektirler. Onları da kurtaracağız.
Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi. Fakat bina yüzyıllardır ihmal edilmiş. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine birçok yabancı unsur ve yorumlar, boş inançlar binayı fazla hırpalamış.”

Mustafa Kemal İslam dini, çalışma ve çağdaşlaşma konusunda ise şöyle söylüyor.  “Allah’ın (cc) emri çok çalışmaktır. Çalışmak demek boşuna yorulmak, terlemek demek değildir. Zamanın gereklerine göre ilim, fen ve her türlü medeni buluşlardan azami derecede yararlanmak zorunludur.
Bizim dinimiz milletimize hakîr 
(değersiz, aşağılık), miskin (zavallı) ve rezil (alçak, adi) olmayı tavsiye etmez. Aksine Allah da (cc) Peygamber de (sav) insanların ve milletlerin yücelik ve şereflerini muhafaza etmelerini emrediyor.
Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler çağdaş olmayı inançsız olmak sayıyor. Asıl inançsızlık onların bu inanışıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı İslam dinini benimseyenlerin inançsızlara esir olmasını istemek değil de nedir?
Türk Milletinin büyük çoğunluğu İslam dinini seçmiştir. İslam dinini inanarak seçen ailenin çocuklarını bu yönde eğitmesi ve terbiye etmesi beklenir. Medeni Kanunumuz aile içinde bu görevi ana ve babaya vermiştir. 
Müslümanların toplumsal hayatında hiç kimsenin özel bir sınıf olarak varlığını korumaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler, dini hükümlere göre hareket etmiş olmazlar. Biz de ruhbanlık
 (özel din adamları sınıfı) yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her kişi dinini, din işlerini ve imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur.”

“Bizi yanlış yola sevk eden kötü yaradılışlar, bilirsiniz ki çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep dini kural sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz ve öğreniniz. Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden kötülükler hep din perdesi arkasındaki dinsizlik ve kötülükten gelmiştir.”

“Nasıl ki her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek gerekli ise, dinimizin gerçek felsefesini inceleyecek, araştıracak, bilimsel ve teknik olarak telkin kudretine sahip olacak seçkin ve gerçek din adamlarını da yetiştirecek yükseköğrenim kurumlarına sahip olmalıyız.”

“Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Hiç kimse hiçbir kimseyi ne din ne bir mezhebi kabul etmeye zorlayamaz Her yetişkin dinini seçmekte serbesttir. Türk devleti Laiktir.”

“Cumhuriyet Hükümetimizin bir Diyanet İşleri Başkanlığı ve bu makama bağlı müftü, hatip, imam gibi birçok görevli memuru vardır. Bu vazifeli kişilerin ilim dereceleri, görev sorumlulukları ve kıyafetleri bilinmektedir.
 Bu teşkilatın dışında vazifeli olmayan pek çok insanlar görüyorum ki bunlar da aynı kıyafeti giymeye devam ediyorlar. Bu gibiler içinde çok cahil, hatta okuma yazması olmayanlara rastladım. Özellikle bu gibi bilgisizler, bazı yerlerde halkın temsilcileri imiş gibi onların önüne düşüyorlar. Halkla doğrudan doğruya ilişki kurmaya adeta engel olma sevdasında bulunuyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum. Bu tutum ve yetkileri kimden ve nereden almışlardır? Millete hatırlatmak isterim ki bu laubaliliğe müsaade etmek asla doğru değildir.

Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve hakiki yol medeniyet yoludur.”
Yukarıdaki sözlerden anlaşılacağı üzere Gazi Mustafa Kemal Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumumuzda hâkim olan din anlayışını doğru teşhis etmişti. Gerçek İslam’ın önündeki en büyük engel cehaletti. Bu cehaleti istismar eden etkin bir gurup vardı. Mustafa Kemal toplumda var olan bu dini cehaleti yenebilecek miydi? Dini istismar eden bu çevreleri bertaraf edebilecek miydi?  Şimdi O’nun din anlayışını anlamaya çalışalım.

*Mustafa Kemal dindar mıydı? Mustafa Kemal bir Müslümandı. İslam inancının özü olan Kelime-i Şehadete inanırdı. İslam’ın çok önemsediği aklını kullanarak gerçeklere göre hareket etme, dürüst ve adil olma, her koşulda sadece halka hizmet etme, kişisel hırs ve mevki peşinde koşmama, affedici olma, birleştirici olma, kul hakkı yememe ve görevini özenle yapmaya çalışma açılarından değerlendirdiğimizde Mustafa Kemal dindar bir kişiydi.
Kişisel ibadet açısından değerlendirildiğinde Mustafa Kemal’in eksikleri vardı. Tanrıya olan görevlerden namaz ibadetini yeteri kadar yapmaz, Ramazan orucunu tam tutmazdı. Zamanın şartları nedeniyle hac ibadetini de yapamadı. Ama insanlarla ilişkin olan zekât ve sadaka ibadetini eksiksiz yerine getirirdi. Zayıf ve yoksullara yardım eder, yoksul çocukları evlatlık edinir ve pek çok çocuğun eğitimini üstlenirdi. Yaptıkları iyilikleri daima gizlerdi. 170 civarında camiyi kendi cebinden harcadığı parayla onartıp ibadete açtırmıştı. Bunu da kimse bilmezdi.

Mustafa Kemal mensubu olmakla onur duyduğu Müslüman Türk milletini hürriyete kavuşturmayı, O’nu eziklikten kurtarmayı ve O’na mutlu bir gelecek sağlamayı, böylece bütün mazlum milletlere ve insanlığa umut aşılamayı kendisine vaz geçilmez görev saymıştı. 

O, 34 yaşındayken Çanakkale’de Müslüman Türk askeri Mehmetçiğin büyük bir inançla şehadete koşuşunun yakın şahidi olmuş ve Tanrıya ulaşmanın bu sonsuz hazzını bütün benliğiyle yaşamış bir kişiydi. Bu sonsuz şerefi acaba kaç kişi veya asker yaşadı? Bu saadete kaç kişi nail oldu? Şehitlikle eş değer gazi rütbesine kaç kişi ulaşabildi?

O, “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ilkesi ile kurtuluş için yola çıkmıştı. Halife padişah halkı koyun gibi görürdü. O halka padişahın baktığı gibi bakmaz halka değer verirdi. Müslüman Türk milletinin yurdu düşmandan kurtaracağından emindi. Çünkü İslamiyet bunu emrediyordu. Bu nedenle Anadolu’daki din adamları ile İngiliz işbirlikçisi olan halife padişah ve onun din adamı geçinen şeyhülislamları ile fetva savaşına girdi. Kazandı ve toplumu Kuvayı Milliye saflarında birleştirmeyi başardı.
Halkın gerçek temsilcisi olan TBMM’ni bir cuma günü, Hacı Bayram Camiinde kılınan Cuma namazdan sonra dualarla ve niyazlarla açtı. Halkla beraber yürüttüğü kurtuluş mücadelesini kazandı ve İslam’a en uygun yönetim tarzı olan Cumhuriyeti milletine hediye etti. Çünkü “Halka hizmet, Hakka hizmet etmek.” demekti.

Ülkesinin özgürlüğü kadar önemsediği ikinci şey İslam’ın ve Müslümanların özgürleşmesiydi. Ülkemizde Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler o güne kadar Türkçeye çevrilmediğinden Türkler İslam’ı öz kaynaklarından öğrenme imkanına sahip değillerdi. İslami bilgiler topluma birilerinin ağzından çoğu kere yanlış ve çarpıtılarak aktarılırdı. Bu nedenle Ülkemizde İslam özgür değildi. Bunun için önce Kuran-ı Kerimin ve Hadis-i şeriflerin Türkçeye çevrilmesinin emrini verdi.
“1932 yılı Ramazanının 4.gün iftarında Gazi, Hafız Yaşar Beye verdiği talimat üzerine Hafız Sadettin Kaynak Sultan Selim’li Rıza, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Süleymaniye Camii baş müezzini Kemal. Beylerbeyli Fahri, Darüttalim-i Musiki üyesi Zeki, Muallim Nuri ve Hafız Burhandan oluşan bir heyeti Dolmabahçe Sarayında kabul eder.
İftardan sonra Cemil Sait Beyin yaptığı Kuran tercümesini getirtir. Ayağa kalkıp ceketinin önünü ilikledikten sonra onlara Fatiha suresinin tercümesini okur.
Sonra her birine hangi camilerde mukabele okuduklarını sorar ve onlara şu tavsiyede bulunur. Arkadaşlar. Hepinizden ayrı ayrı memnun kaldım. Bu mübarek ay vesilesiyle camilerde okuduğunuz mukabelenin son sayfalarını Türkçe olarak cemaate izah ediniz. Halkın, dinlediği Kuran’ın manasını anlamasında çok fayda vardır.

Mustafa Kemal ilk uygulamayı da bizzat Hafız Yaşar’a yaptırır. “Yaşar Bey, siz öbür gün Yere Batan Camiinde Yasin suresini ve tercümesini okuyacaksınız.’’ Ertesi gün gazeteler bu durumu yayınlarlar.

Hafız Yaşar Bey anlatıyor:

“Bu haber İstanbul’da bomba etkisi yaptı ve taassubu gıcıkladı. Kuran’ın Arapça nazil olduğu, tek kelimesine dahi dokunulamayacağı gibi fısıltılar kulaktan kulağa dolaşıyordu. Nitekim aynı gün tramvayda da böyle bir konuşmaya şahit oldum. Nasıl olur? Kuran nasıl Türkçe okunurmuş? Oysa gazeteler konuyu yanlış aksettirmişlerdi. Ben Yasin suresini Arapça okuyacak ardından Cemil Sait Beyin yaptığı surenin Türkçe tercümesini cemaate aktaracaktım.
Cuma günü Karaköy’deki Yere Batan Camiine gittiğim zaman kalabalık camiden taşmış, sokakları sarmış, trafik durmuştu. Halkı aşmama imkân yoktu. Başkomiserin yardımıyla güçlükle camiye girebildim. Cemaatin arasından kürsüye doğru ilerlerken dışarıdan kuvvetli bir korna sesi geldi. Cemaat şöyle bir dalgalandı. Gazi geliyor! dediler. Ama gelenler Maarif vekili Rüştü Galip ile Kılıç Ali Bey idi. Kürsüye çıktım. Arapça Besmele çektim ve Yasin Suresini önce Arapça olarak okudum. Sonra onun Türkçe tercümesini, ayet ayet açıkladım.”

“Müşfik ve rahim olan Allah’ın (cc) adıyla başlarım.  Hâkim olan Kuran hakkı için kasem ederim ki ya Muhammed (sav) sen, tarik-i müstakime (doğru yola) sevk eden bir Resulsün. Kuran sana aziz ve rahim olan Tanrı tarafından nazil olmuştur (indirilmiştir) ………………………………
Böylece surenin tamamının manasını okudum. Son 83. ayetin Türkçe manasını “Her şeyin hükümdarı ve hâkim-i mutlak olan Tanrı’ya hamdolsun. Hepiniz ona rücu edeceksiniz (döneceksiniz)” diye açıkladım ve Sadakallahül azim (Şüphesiz azim olan Allah(cc) doğruyu söyler.) diyerek okumamı tamamladım. 

Akabinde Türkçe olarak şu duayı yaptım. 
“Ulu Tanrım! Bu okuduğum Yasin-i Şeriften hasıl olan sevabı Cenab-ı Muhammed Efendimiz hazretlerinin rûh-ı saadetlerine ulaştır. Tanrım! Hak ve adalet üzerine hareket edenleri payidâr (sonsuza kadar kalıcı) eyle. 
Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet payidar kıl. Türk Milletini muhafaza eyle. Şanlı Türk ordusunu, onun değerli komutan, kumandan ve erlerini karada, denizde, havada her veçhile muzaffer kıl. 
Yarabbi! Vatan uğrunda fedayı can ederek şehit olan kardeşlerimizin ruhlarını şad eyle. Vatanımıza kem gözle bakan düşmanlarımızı perişan eyle. Topraklarımıza bol bereket ihsan eyle. Memleketin ve milletin refahına çalışan büyüklerimizin umurlarında muvaffak bil hayır (hayırlı) eyle. Amin!’’

Bu merasimden ve halkın rağbetinden çok memnun olan Gazi Mustafa Kemal aynı merasimin Cuma günü Sultan Ahmet Camiinde tekrarlanmasını ister. Sultan Ahmet Camii içinde ve dışında on binlerce kişi toplanır. Fatih Camii hatibi Hafız Şevket Efendinin okuduğu hutbe ve kıldırdığı Cuma namazından sonra tekbirler getirilir. Kuran-ı Kerimin bazı sureleri okunur ve Türkçe manaları verilir. Arkasından Süleyman Çelebinin yazdığı Mevlid okunur.

Bu törenden de çok mutlu olan Gazi Mustafa Kemal, bu defa aynı merasimin Kadir Gecesinde Ayasofya Camisinde yapılmasını ve merasimin radyo ile yayınlanmasını ister.1932 yılı Ramazan ayının 26. Kadir gecesinde okunan bu Mevlidi Hafız Yaşar Efendi şöyle anlatıyor.

“Akşam namazından sonra kapılar kapatıldı. İçeride ve dışarıda benzerine az rastlanan bir kalabalık vardı. Ancak polisin yardımı ile müezzin mahfeline gidebildik. Teravih namazını Hacı Faik Efendi kıldırdı. Namaz aralarında ilahiler ve ayin-i şerif okundu. Hoparlörler caminin her tarafına konulmuştu. Bu dini merasim Türkiye’de ilk defa radyo ile dünyaya yayılıyordu. Sıra Mevlide geldi. Yirmi hafız tarafından okunan Mevlid pek muhteşem ve ulvi oldu. Perde perde yükselen bu İlahi nağmeler Ayasofya Camiinin cidarlarından Türkiye sathına ve bütün dünyaya yayılıyordu. Cemaat sanki büyülenmiş ve gayş (manevi coşku) olmuştu. Hele muazzam cemaatin de iştirak ettiği o tekbir sedaları, insana havalanacak kadar bir hafiflik hissi veriyordu. 

Ertesi gün huzuruna çıktığımda Gazi Paşa bana “Dini merasimi radyodan takip ettim. Çok memnun ve mütehassis oldum. Arkadaşlarınız Hafız Beyleri yarın akşam saraya iftara davet ediyorum.” dedi. Ertesi gün Gazi bizimle beraber iftar etti. İftardan sonra hafızlara okuttuğu Kuran’ı dinledi ve kendilerine iltifat etti. Çıkışta hafızlar memurlar tarafından verilen 200 TL bahşiş ile ödüllendirildiler.

Gazi Mustafa Kemal dostlarına ve arkadaşlarına vefalıydı. Onların vefatlarında Kuran okuturdu. Ama hiç unutmadığı vefalı arkadaşları Çanakkale’de şehit olan 57. Alayın subay ve erleriydi. Her yıl muntazam olarak Çanakkale Şehitleri için Kuran ve Mevlid okuturdu. 1932 yılındaki merasim Çanakkale’de Şehit Mehmet Çavuş abidesi önünde yapıldı. İstanbul’dan getirtilen seçkin hafızlar açık havada Kuran ve Mevlid okuyarak şehitleri andılar ve ruhlarına bağışladılar.

Gazi tercümeler yapılırken ezanın Türkçe okunmasını emretti. Yasin suresinin, Türkçe mealini Ayasofya camiinde radyolardan dinlenecek şekilde okuttu. Türkçe ezan toplum tarafından pek benimsenmedi. Ama Kuran’ın Türkçe anlamı toplumu çok etkiledi ve bu işlem radyolardan birkaç kere tekrar edildi. İnsanlar Kuran okuyorlardı ama anlamını bilmiyorlardı. Müslümanlar Kuran’a hasretti.
Mustafa Kemal Müslümanların bu hasretini giderdi. O’nun emir ve yönlendirmesiyle Elmalılı Hamdi Yazır Hocanın hazırladığı 9 ciltlik Hak dini ve Kuran dili adlı meali ve tefsiri 15 bin cilt olarak 1935- 38 yılları arasında ve Ahmet Naim ile Prof. Dr. Kâmil Miras tarafından hazırlanan 12 ciltlik Sahih-i Buhari Muhtasarı tercümesi 1935-1940 yılları arasında yayınlandı. Bugün dahi İslam’ın kaynak kitapları konumunu taşıyan bu çalışmalarla Türk Müslümanlığı özgürlüğüne kavuştu. İnsanlar aracısız Kuran hükümlerini okumak ve Peygamberin uygulamalarını öğrenmek olanağına kavuştular.
Mustafa Kemal yeni bir millet, yeni bir toplum ve çağdaş bir yapı kurmaya çalıştı. 6 Okla simgelenen devrimleri gerçekleştirdi. Ancak Gazi Mustafa Kemal’in yaptığı en önemli devrim İslam’ın iki temeli olan Kuran-ı Kerim’i ve Hadis-i Şerifleri Türkçeye tercüme ettirerek Türkiye’de İslam’ı özgürlüğe kavuşturmasıydı. 

*Gazi Mustafa Kemal barışçı bir liderdi. İslamiyet de insanların barış içinde yaşamasını emretmekteydi. O’nun barış konusundaki adımlarından biri Ayasofya’nın 1934 yılında müzeye çevrilmesiydi.

Bilindiği gibi Aya Sofya Bizans İmparatoru Jüstinyen tarafından MS 532-537 yılları arasında kilise olarak inşa ettirilmişti. Görkemi dolayısıyla doğu Hıristiyanlarının gururu olmuş ve Jüstinyen bu yapı ile Mescid-i Aksa’yı kıyaslayarak “Ey Muhteşem Süleyman(as). Seni bile geçtim.” diye öğünmüştü.

İslam; Bakara suresinin 256. ayetindeki “Dinde zorlama yoktur.” ifadesi ile diğer inançlara saygı gösterilmesini ister.
Hac suresinin 40 ayetindeki “……….Eğer Allah (cc) insanların bir kısmının kötülüğünü savmasaydı içinde Allah’ın (cc) adının çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi………….” sözlerle mabetlerin korunması gerektiği,
Al-i İmran suresinin199. Ayetindeki “Ehli kitap içinde öyleleri vardır ki onlar Allah’a(cc) size indirilenlere ve kendilerine indirilenlere iman ederler. Tam bir teslimiyet, büyük bir saygı ve gönül ürpertisi içinde. Allah’a(cc) teslim olmuşlardır. Allah’ın(cc) ayetlerini değersiz dünya menfaati karşılığında satmazlar.”  ifadesiyle kiliselerde ve manastırlarda inançlı insanların varlığı ve,
Maide suresinin 82. ayetindeki “İman edenlere düşmanlık etmede insanların en şiddetlisinin Yahudiler ve Allah’a (cc)ortak koşanlar olduğunu görürsün. Yine onların iman edenlere sevgi bakımından en yakınının da Biz Hıristiyanlarız diyenler olduğunu mutlaka görürsün. Çünkü; onların içinde rahipler vardır. Onlar büyüklük taslamazlar.’’ ifadelerle Hıristiyan rahiplerin İslam’a en yakın kişiler oldukları vurgulanır.

Bu ayetlerin ışığında Hazreti Peygamber (sav)mecbur olmadıkça başka dinlerin mabetlerine dokunulmamasını emretmiş, Halife Hazreti Ömer (ra) 637 yılında Kudüs şehrini teslim aldığında Mescid-i Aksa’yı ziyaret ederken “Kamame Kilisesinde namaz kılabilirsiniz” diyen başpiskoposun teklifini “Müslümanlara örnek olmasın” diyerek geri çevirmiş, namazını başka yerde eda ederek İslami bir tavır sergilemişti. 

Fatih Sultan Mehmet ise bir büyüklük ve gösteriş içinde Ayasofya Kilisesini camiye çevirdi. O’nun bu hareketi İslami değerlere uygun değildi. Buna gerek te yoktu. Çünkü İslam’ın gösterişli camilere ihtiyacı yoktu. Ve o tarihlerde İstanbul’da birkaç küçük cami de vardı. Esasen yeryüzünün her karış toprağı Tanrı tarafından Müslümanlara mescit olarak hediye olunduğundan atalarımız ibadetlerini namazgah denilen mütevazi mescitlerde yerine getirmeyi tercih etmişlerdi.
Fatih Sultan Mehmed’in bu davranışı Ortodoks Hıristiyan dünyasında düşmanlık duygularını artırdı. Bu nedenle Osmanlı Kırım’dan, Kafkasya’dan ve Balkanlardan geri çekilirken pek çok cami ve mescit ağır hakaretlere maruz kaldı. Bazıları yıkıldı. Bazılar meyhane yapıldı. Bazıları domuz ahırına çevrildi.
Gazi Mustafa Kemal İslam’da esas olan barışın taraftarıydı. Yurtta ve dünyada barış ilkesiyle hareket etti. Herkesle ve Hıristiyan dünyası ile dost geçinmek istiyordu. Bu nedenle Hıristiyanlığın onur abidesi olan Ayasofya’yı 1934 yılında müzeye çevirdi. Böylece Fatih Sultan Mehmed’in yaptığı hatayı düzeltti.
Hazreti peygamber (sav) Müslümanlara “Aşırı gitmeyiniz. Mutedil olunuz, orta yolda bulununuz.’’ tavsiyesinde bulunmaktaydı. Aya Sofya için orta yol onu müze yapmakla bulunmuştu.

Çocukluğundan beri şiddetli böbrek ağrısı çekerdi. Bu nedenle çok kere kaplıca tedavisi görmüştü. Ağrılarından dolayı uyuyamıyordu. Acılarını dindirmek maksadıyla sohbet toplantılarında içtiği bir kadeh içki, O’na karşıt olanlar tarafından daima istismar edildi.
Birgün çocukluk arkadaşı ve yakın koruması Salih Bozok kendisine “İçki içtiğimiz için bizi sarhoş olarak aşağılıyorlar.” deyince “Salih kardeşim! Bizi hırsızlıkla, sahtekarlıkla, milletin parasını cebimize doldurmakla, halka haksızl8k yapmakla, emanete hıyanet etmekle suçlamıyorlar ya müsterih ol. Takma kafana. Biz kul hakkı yemedik. Tanrıya olan hesabımız da sadece bizi ilgilendirir.”  cevabını vermişti.

Evet. İslam’a göre kişi kul hakkı yemedikçe ibadet eksikliğinden veya kişisel günahlarından sadece Tanrı’ya karşı sorumludur. Tanrının geniş rahmeti vardır. Dilediğini affeder ya da affetmez. Hüküm onundur.
Sürekli kul hakkı yemeyi kendilerine meslek edinen din istismarcı kişiler, hakkını yedikleri kullar tarafından belki bu dünyada, olmazsa kıyamet günü mutlaka sorgulanacaklarını hiç düşünmezler mi? Düşünmüyorlarsa onların vay haline! Çünkü insanlar, Tanrı kadar merhametli değillerdir. Çünkü insanlar, affetmezler.

Gazi Mustafa Kemal Hafız Yaşar Efendiye sık sık Kuran okutur ve huşu ile dinlerdi. Bir gün Yaşar Bey’e açıldı. Gözleri yaşlı ve sesi titreyerek şunu sordu. “Hafız Bey. Bana dinsiz diyorlarmış. Ben dinsiz miyim?”

Hafız, “Estağfurullah efendim! Sen ki Müslüman Türk Milletini esaretten kurtardın. Müslümanları özgürlüğe kavuşturdun. Onlara İslam dinini en saf şekliyle öğretmeye çalıştın. İslam’a ve Müslümanlara bundan daha büyük hizmet olur mu? Bu şeref kimseye nasip olmaz. Rabbim bilir. Sen bu necip millete Tanrının bir armağanısın. Sana bu isnadı yapanlar menfaatleri elinden alınan dini duyguları çıkarları için kullanan kişilerdir. Onların sözüne kulak asma. Bugün herkes dinini istediği gibi yaşayabiliyor, istediği kadar ibadet edebiliyor. Milletin büyük çoğunluğu senden çok memnun. Yaptıkların için sana gönülden şükran borçlular ve senin için dua ediyorlar. Bu sana yeter. Şüphesiz Tanrı halka hizmet edenleri sever.” sözleriyle O’nu avutur.

Evet. Bugün dahi Gazi Mustafa Kemal, bazı çevrelerce Laiklikle ve din konusunda yanlışlıklar yapmakla suçlanmakta. Gazi Mustafa Kemalin vefatından bu yana 85 yıl geçti. Gazi’yi suçlayan kişilerin desteklediği siyasi güçler1950 yılından beri siyasette iktidar oldular.
Bu iktidarlar bir kere dahi olsun iddia ettikleri yanlışlıkları düzeltme yoluna gitmediler. Hatta daha da ileri giderek İslamiyet’e aykırı eylemlerde bulundular. Ülkeye İslam’ın kesin olarak yasakladığı israf hastalığını getirdiler. Ülkeyi dış borç batağına sürüklediler. Ülkenin ekonomik yönden geleceğini riske attılar. 

Bugün millet mer’i kanunlar çerçevesinde dini yaşamını özgürce sürdürüyor. Ülkenin kendilerine sağladığı haklardan alabildiğince yararlanan, kişisel çıkarlarını kaybettikleri için sadece itham eden, İslam için köklü hiçbir şey yapmayan, bu ağızlara ise Milletin büyük çoğunluğu itibar etmiyor.

Bu insanlara Kurandan bazı ayetleri hatırlatmak istiyorum. Kuran-ı Kerim’in. Ankebut suresindeki 45. ayet şöyle buyuruyor.  “Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı özenle kıl. Şüphesiz namaz hayasızlıktan ve kötülükten meneder Allah’ı (cc) anmak elbette en büyük ibadettir. Şüphesiz Allah(cc) yaptıklarınızı bilir.”

Dikkatinizi çekerim. Ayet “Şüphesiz namaz hayasızlıktan ve kötülükten meneder.” diyor. Namaz kılan ancak; kul hakkı yemeye devam eden, hayasızlık ve kötülüklerden uzaklaşmayan çevreler dikkat ediniz. Bu eylemlere devam ettiğinize göre, kıldığınız namaz size bir fayda sağlamıyor demektir. 

İnsanları aldatabilirsiniz. Ama Tanrıyı asla aldatamazsınız Tanrı bu kişileri Maun Suresi 4-7. ayetlerinde bakınız nasıl şiddetle uyarıyor.  “Vay o namaz kılanların haline! Ki onlar namazlarının özünden uzaktırlar. Onlar halka gösteriş yaparlar. Hayırlara da engel olurlar.”  Namaz kıldığı için büyüklenen, insanları dinsizlikle suçlayan ve başkasından hesap sorma gafletine düşen kişiler! Bu ayetleri hatırınızdan hiç ama hiç çıkarmayın.
Gelecek yazı: Gazi Mustafa Kemal’i Laik uygulamaya götüren sebepler:

İSLAM, CUMHURİYET VE LÂİKLİK-III / 14. BÖLÜM

* Gazi Mustafa Kemal’i Laik uygulamaya götüren sebepler:

Önce şu tespiti yapalım. Ben Müslümanım diyen herkes Kuran’ı yani onun hükümleri olan Şeriatı kabullenmiş demektir. Devletini şeriat hukukuna göre kurmak ve yaşamını şeriat ilkelerine göre düzenlemek zorundadır. Bu ne derece mümkündür? Tarih boyunca Şeriata dayalı devlet yönetimi kurulabilmiş midir? Şimdi mensubu bulunduğumuz İslam’ın Cumhuriyet kurulana kadar geçirdiği tarihi evreleri bu açıdan yeniden özetleyelim.

*Hazreti Muhammed (sav) dönemi: 622-632 yılları arasında 10 yıl sürmüştür. İdeal Şeriat devleti dönemidir.

*Dört Halife Dönemi: İdeal Şeriat yönetimi 632-650 yılları arasında sadece 18 sene uygulanabilmiştir. 650-661 yılları arası kargaşa yıllarıdır. Bu dönemde İslam’da olmaması gereken şeyler yaşanmış Müslümanlar birbiriyle savaşmışlardır

*Emeviler dönemi: 661-750 yılları arasındaki bu dönemde Şeriat devleti düzeni kaldırılmış, yerine saltanat devleti kurulmuştur. İslam Hukuku padişahın emrine girmiş, onun keyfi isteklerine göre uygulanmıştır. Bu dönemde bedevi Arap anlayışının hakimiyeti nedeniyle İslam alemindeki birlik tamamen bozulmuştur. 

*Abbasiler dönemi: 750- 1155 yılları arasında saltanat yönetimi devam etmiştir. Bu dönemde Kuran’ı tartışan yeni düşünceler ortaya atılmış ve İslam mezheplere bölünmüştür. Bilimsel gelişmelerin yaşandığı bu dönemde İslam alemi cihanı yönetir konuma gelmiştir. Hâkim görüş olan Sünni düşüncenin karşısında pek çok mezhep yer almıştır.

* Selçuklular Dönemi: 1155-1299 yılları arası siyasi karışıklıklarla geçmesine rağmen Sünni düşüncenin gelişmesiyle sonuçlanmıştır. Müslümanların uğradığı Haçlı istilaları ve Moğol belası yüzünden çok zor günler geçiren İslam aleminde bu kere yeni bir parçalanmaya neden olan Tarikatçılık gelişmiştir.

*Osmanlılar dönemi: Bu dönemi şu bölümlerde incelemek yaralı olacaktır.

+Kuruluş dönemi: 1299-1517 yılları arasında Osmanlıda saltanat hâkimdir. Tarikatçılığın arttığı Türk İslam anlayışının egemen olduğu bu dönemde İslam hukuku padişahı çoğunlukla dizginleyebilmiştir. Bu dönem Şeriatın tam olmasa da olabildiğince uygulanabildiği bir dönemdir.

+Hilafetten sonraki dönem: 1517-1839 yılları arasındaki bu dönemde önce Türk İslam anlayışı terkedilmiş yerine Arap İslam anlayışı almıştır. Bilimsel gelişmeler önlendiğinden devlet siyasi ve ekonomik yönden gerilemeye başlamıştır. Tekke, zaviye ve dergâh kültürü toplumu atalete sürüklemiş, İslam zaman içinde hurafelere boğulmuştur.

+Osmanlının son yılları: 1839-1923 arası Osmanlının yıkılışını önleme gayretleriyle geçmiş, bilime sırt çeviren Osmanlı güçlü devletlere yenilmiş ve 1. Dünya Savaşı ile tarihten silinmiştir. Osmanlının son dönemlerinde tarikatçılıkla beslenen taassup had safhadadır. Müslüman Türk milleti Tanrının lütfu ile inanılmazı başararak Kurtuluş Savaşını kazanmış ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmuştur. 

Yukarıdaki kısa özetten anlaşılacağı üzere İslami anlamda gerçek Şeriat devleti, sadece 622-661 yılları arasında yaşayabilmiştir. Bu zamanların dışında kurulan İslam devletleri Şeriat hükümlerini kendi istekleri doğrultusunda az veya çok kısmış ve öyle uygulamışlardır. Osmanlı İmparatorluğu da bir şeriat devleti değildir. Padişahın özel hakları onu dini hükümlerin üzerine taşımıştır.

*Çağın gerçekleri: Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılı dünyasını hatırlayalım. Bu yıllar da dünyanın olumsuz ortamını biraz olsun anlamaya ve kavramaya çalışalım. Cumhuriyetin ne büyük güçlükler içinde olduğunu anlayabilmemiz için buna ihtiyacımız var. O tarihlerde dünyanın siyasi ve ekonomik durumu şöyleydi.

*Dünyanın durumu:
İslam dünyasının tamamı sömürge durumundaydı. Pakistan, Hindistan, Malezya, İran, Irak, Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, Mısır ve Sudan İngilizlerin yönetimi altındaydı. Suriye ve Mağrip ülkeleri Fransızların, Libya, Somali ve Habeşistan İtalya’nın, Endonezya Hollanda’nın yönetimi ya da kontrolu altındaydılar. Orta Asya ve Rusya’daki Müslümanların hiçbiri bağımsız değillerdi. Çin veya SSCB’nin, egemenliği altındaydılar. Tek bağımsız Müslüman devlet olan Afganistan ise İngilizlerin gözetimi altındaydı.

Afrika’da bağımsız tek devlet yoktu. Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda İngiliz Milletler topluluğuna bağlıydı.
1.Dünya savaşının galipleri olan İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar dünyayı böyle bölüşmüşlerdi. 

ABD dünya siyasetinde İngilizleri gerisinde yer almaktaydı. Güney ve Orta Amerika’da bağımsızlık mücadeleleri sürmekteydi. Meksika, ABD etkisinden kurtulmaya çalışıyordu. Çin uykudaydı. Japonya ekonomik gelişimini tamamlamış ve sömürgeci bir anlayış belirleyerek gözünü Filipinler ve Hindi Çini yarımadasına dikmişti.
Savaşın mağlubu olan Almanya ağır bir anlaşma ile adeta esir edilmiş ve büyük bir bunalıma itilmişti. Her an patlayabilirdi. 
Savaşın sonuna doğru Rusya’da işçi-köylü ayaklanması ile ihtilal olmuş, Çar devrilmiş, Bolşevikler iktidara gelmişlerdi. Dünya ekonomisine egemen olan batılı kapitalist dünyasının karşısına, tarihte ilk defa olarak komünist-kollektivist anlayış dikilmişti.
1.Dünya Savaşı dünyada pek çok sıkıntıları doğurmuştu. Dünya çok rahatsızdı. Siyasi yapı, sancılıydı. Ekonomik yapı bunalım içindeydi. Yeni bir dünya savaşı kapıdaydı.

İşte Türkiye Cumhuriyeti rahatsızlıklarla dolu bu dünyada doğdu. Türk milleti özgürlüğü seçmişti ama bu dünya düzeninde özgürlüğünü nasıl koruyacaktı?
Ekonomik yardım alabileceği İngiliz ve Fransızlardan yardım istenilemezdi. Çünkü kurtuluş savaşı bu devlere karşı yapılmıştı. Sömürgeci zihniyete sahip bu devletlere elini versen kolunu kurtaramazdın.
Kapitalizmle mücadele ettiği için bizimle aynı safta görünen SSCB’ye hiç güvenilemezdi. Çünkü onların topraklarımızda gözü vardı. Tarihsel olgu buydu.
Yükselen yeni güç ABD ise hiç Türk dostu görünmüyordu. Lozan Anlaşmasını dahi parlamentosunda onaylamamıştı.

Özetle ekonomik yardım alınacak bir yer yoktu. Türk Milleti kendi yağı ile kavrulmak ve kendi kendine ayağa kalkmak zorundaydı. Bu nasıl sağlanacaktı? Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in başbakan İsmet Bey’e (İnönü) gönderdiği Ülkenin ekonomik ve sosyal durumunu anlatan mektuptaki gerçeklere göre kalkınma pek kolay olmayacaktı. 

*Türkiye’nin durumu:
Cumhuriyet kurulmuş sıra bu milleti muasır medeniyetler seviyesine ulaştırmaya gelmişti ama büyük engeller vardı. Vatan tahrip edilmişti ve millet çok fakirdi. Millet okuma-yazma yönünden de. İslami kültür yönünden de çok cahildi. En önemlisi topluma taassup hâkimdi.

İslam’daki en büyük tehlike: Taassup
Taassup kelimesinin anlamı Ord. Prof. Ali Fuat Başgil tarafından bu yazı dizisinin III- 1 bölümünde şu ifadelerle verilmişti. Din ancak özgür ortamlarda yaşayabilir. Dinin tek düşmanı vardır. Taassup, Taassup, bir kimsenin kendi inancından ve kendince hakikat kabul ettiği görüş ve kanaatten başka olan inanç, görüş ve kanaatlere ve bunları taşıyanlara düşmanlık beslemesi ve onları boğup susturmaya kalkmasıdır. İşte yalnız din hürriyetinin değil umumiyetle vicdan ve tefekkür (düşünce) hürriyetinin amansız düşmanı budur. Taassup kelimesi ile ifade edilen bu düşmanlık sabit fikirli olmak gibi kötü bir ruhi hastalıktır. Dini olduğu gibi siyasi ve felsefi de olabilir.

Gazi Mustafa Kemal’in taassup konusundaki düşüncelerini ise onun el yazılı notlarından okuyalım. 

“Hürriyet, ihtimal ki zorla tesis olunur. Fakat herkese karşı taassupsuzluk (hoşgörü) göstermekle ve aldırmamazlıkla muhafaza edilir. Hürriyet, vicdan ve din hürriyetlerinin ne olduğunu biliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Allah’a (cc) istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Türkiye’de bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur. Ve buna müsaade edilmez. Artık samimi mutekitler (inançlı kişiler), derin iman sahipleri, hürriyetin icaplarını öğrenmiş görünüyorlar. 

Bütün bunlarla beraber din hürriyetine, umumiyetle vicdan hürriyetine karşı taassup, kökünden kurumuş mudur? Bunu anlayabilmek için, taassupsuzluğun (hoşgörü-tolerans) ne olduğunu tetkik edelim. Çünkü; bu kelimenin delâlet ettiği manayı, zihniyeti herkes kendisine göre anlamaya çok meyillidir. Vicdan hürriyetini, insan ruhunun Allah’ın (cc) âli hüküm ve nüfuzu altında dini hayatı idare için malik olduğu haktan ibaret olduğunu bellemiş olanlar, acaba bugün nasıl düşünmektedirler. Bu gibiler kendisi gibi düşünmeyenlere içlerinden olsun kızmıyorlar mı? Bu saydığımız zihniyette bulunduğuna ihtimal verilen kimselere hür mütefekkirlerimiz (düşünürlerimiz) acaba bir tessür hissiyle, bir esefle bakmıyorlar mı? Bu saydığımız gibi muhtelif inanışlı kimseler birbirlerine kin, nefret besliyorlarsa, birbirlerini hor görüyorlarsa ve hatta sadece birbirlerine acıyorlarsa bu gibi kimselerde taassupsuzluk yoktur. Bunlar mutaassıptırlar. 

Taassupsuzluk o kimsede vardır ki vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdani inanışlarına karşı hiç kin duymaz., bilakis hürmet eder. Hiç olmazsa başkalarının kendininkine uymayan inanışlarını bilmemezlikten, duymamazlıktan gelir. Tassupsuzluk (hoşgörü) budur. Fakat hakikati söylemek lazım gelirse diyebiliriz ki hürriyeti hürriyet için sevenler, taassupsuzluk kelimesinin ne demek olduğunu anlayanlar, bütün dünyada pek azdır. Her yerde umumi olarak cari olan taassuptur. Her yerde görülebilen sulh manzarasının temeli taassup ile hür fikrin birbirine karşı kin ve nefretin üstündedir. Temelin devrilmemesi, kin ve nefret zeminindeki muvazeneyi tutan fazla kuvvet sayesindedir. Bu söylediklerimizden şu netice çıkar ki aramızda hürriyet hallerinin zâil (yok) olduğuna, bizim gibi düşünen ve hissedenlerle birlikte yaşadığımıza hüküm vermek müşküldür. O halde görülen taassupsuzluk (hoşgörü) değil zaafın dermansız bıraktığı taassuptur. 

Şüphesiz fikirlerin, itikatların başka olmasından şikâyet etmemek lazımdır. Çünkü; bütün fikirler ve itikatlar bir noktada birleştiği takdirde bu hareketsizlik alâmetidir, ölüm işaretidir. Böyle bir hal elbette arzu edilmez. Bunun içindir ki hakiki hürriyetçiler, taassupsuzluğun (hoşgörünün)umumi bir haslet olmasını temenni ederler. Fakat hatta hüsnüniyetle dahi olsa taassup hatalarına karşı dikkatli olmaktan vaz geçemiyorlar. Çünkü hüsnüniyetler hiçbir zaman hiçbir şeyi tamir edememişlerdir. İnsanların ruhun selameti için yakıldıklarını biliyoruz. Herhalde bunu yapan Engizisyon papazları, hüsnüniyetlerinden ve iyi bir şey yaptıklarından bahsederlerdi. Belki de cidden bu sözlerinde samimi idiler. Fakat bir hamakatı (ahmaklığı) yahut bir hıyaneti iyi bir iş kalıbına uydurmak güç değildir. En nihayet bu bir isim değiştirmek meselesidir. İşte bu sebepledir ki, aldırmazlığı kayıtsızlık derecesine kadar götürmemek mühimdir. Gerçi hür olmak herkesin hakkıdır ve bunun için hakiki hürriyetçiler, hürriyetçi olmayanlara karşı da geniş davranılmasını isterler. Fakat bunların hiçbir zaman elleri ve ayakları bağlı olduğu halde kurbanlık koyun vaziyetine razı olacakları asla kabul olunmamalıdır.

Unutulmamalıdır ki bazı insanlar istikbal (geleceği) mazinin (geçmişin) arasından görmekte musırdırlar (ısrarlı). Bunlar alâkamızı kestiğimiz ananelere behemehal sadakatin iadesini isterler. Bu gibi insanlar, kendi itikat ettiği gibi itikat etmeyen kimseleri istedikleri gibi ezemezlerse kendilerini cenderede hissederler. Herhalde taassupsuzluğun (hoşgörünün) arzu edildiği gibi umumileşmesi ve huy haline gelmesi fikri terbiyenin yüksek olmasına bağlıdır.

Gazi Mustafa Kemal Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumumuzda hâkim olan düşünce yapısını doğru teşhis etmişti.  Toplumda her konuda taassup hâkimdi. Gerçek İslam’ın önündeki en büyük engel de taassup ve cehaletti. Topluma egemen olan dini cehaleti istismar eden etkin bir gurup vardı. Mustafa Kemal toplumda var olan bu dini cehaleti yenebilecek miydi? Dini istismar eden bu çevreleri bertaraf edebilecek miydi? Dini, olması gereken özgürlüğe kavuşturabilecek miydi?  Şimdi bu soruyu cevaplamaya çalışalım ve şu gerçekleri ortaya koyalım

*İslam Dininin durumu: Osmanlının kuruluşu ve yükselişinde etkin olan bilim müesseseleri medreseler; Hilafetin Osmanlıya geçişinden sonra süratle Arap- İslam anlayışına evrildi.
Osmanlıyı kuran Türk İslam anlayışı hoşgörülüydü. Hayme Ana ile simgelenen kadın, devletin ve toplumun direğiydi. ‘İlim Çin’de dahi olsa bulunuz, öğreniniz.’  bir peygamber emriydi. Bu nedenle dini anlayış, Tanrının kâinatı yönetmek için koyduğu bilim kanunlarını bulma çalışmalarına karşı çıkmazdı.
İlk insan bilgi sahibiydi. Bilgide önde olan dünyaya egemen olurdu. İslam’ın özgür olmasının tek şartı bilgi ve bilimde üstün olmaktan geçmekteydi. Çünkü bilgi güçtü.
Arap İslam anlayışı çöl kültüründen beslendiği için tutucuydu. Özgürlüğe ve bilime önem vermezdi. Bu anlayışta kadın, ikinci plandaydı ve değersizdi.
Hilafetin gelmesiyle Osmanlıya egemen olan bu düşünce yapısı, Osmanlının yükselişini sağlayan cami ve medrese kültürünü yok etti. Osmanlının bilimsel gelişmesi durduruldu. Bu durum zamanla devletin zayıflamasına, sürekli yenilgilere ve çöküşe yol açtı.
Camilerin görevlerini ne olduğu belli olmayan tekke ve zaviye kültürü aldı. İslam mezheplerle yaşadığı parçalanmanın daha büyüğünü bu defa tarikat bölünmesi ile yaşadı.
Hoşgörü kültürü azaldı. Taassup arttı. İslam’ın kadına tanıdığı bütün haklar elinden alındı. Kadın cahil ve ekonomik yönden yoksul hale getirildi. Kafes arkasına hapsedildi.
Her toplumda kadın toplumun yarı nüfusunu teşkil eder. Tanrı insan vücudunu neden sağ ve sol olarak iki yanlı yarattı?  Bundan çıkarılacak ders şuydu. Bir tarafı hasta olan vücut nasıl sağlıklı sayılmazsa kadını yok sayan toplum da sağlıklı olamaz, böyle bir toplumda huzur tesis olunamazdı. Toplumun dengeli olabilmesi için kadın haklarının geliştirilmesi şarttı, hatta zorunluydu.

**Dini kurumların siyasileşmesi: Cami kültürünün yerini alan tarikatlar ve bir kısım medreseler toplumun kendilerine verdiği itibarlarına dayanarak çıkarlarını koruma yoluna girdiler ve süratle siyasileştiler. Bunlar Osmanlı’da’’ İstemezük.’’ nidalarıyla pek çok yeniliğe karşı çıktılar, pek çok padişahı tahttan indirdiler ve pek çok kişinin kanının dökülmesine sebep oldular.
Oysa Tanrı Kuran’ın pek çok yerinde bilginleri şiddetle uyararak indirilen din ayetlerinin insanlara değiştirilmeden, dosdoğru olarak anlatılmasını istemiş Onun çıkar amaçlı kullanılmasını ve saptırılmasını şiddetle yasaklamıştı.
Hatta insanların inanmadıklarını görüp üzülen peygambere ‘Sen ancak sana emredilenleri dosdoğru söylemekle sorumlusun. Onların iman edip etmemelerinden sorumlu değilsin.’  diyerek din adamlarının görevini açıkça tarif etmişti. Din adamı kisvesindeki kişiler siyaset yapamazlardı. Çünkü İslam onlara bu yetkiyi vermiyordu.

Osmanlı bu mücadeleler içinde tarih sayfalarına gömüldü ama tarikat kültürü ve din adamlarının siyasi hareketleri azalmadan Cumhuriyete intikal etti. Osmanlının son şeyhülislamlarının başlattığı bu siyasi tavır, Cumhuriyet kurulduktan sonra da devam etti. 

Osmanlının son padişahı ve şeyhülislamları İngilizlerin yönetimindeki ülkelere kaçtılar. 1925 yılında din elden gidiyor iddiasıyla ortaya çıkan ve Musul Meselesinin kaybedilmesine sebebiyet veren Şeyh Sait isyanının arkasından da İngilizler çıkmıştı. Dünya Müslümanlığını esir alan İngilizler yeni Cumhuriyete de nefes aldırmak niyetinde değillerdi. Cumhuriyetin bekası için din ağırlıklı bu siyasi yapının ve tavrın bertaraf edilmesi gerekmekteydi.

***İslam Din ve Kültürünün durumu: Tanrı Kuranın anlaşılmasını istiyordu ama elde Türkçe Kuran tercümesi yoktu. Kuran tercüme edilemez diye düşünen Osmanlı, dinin temel kitabı olan Kuran’ı Kerimi halkın anlayabileceği dilde Türkçeye çevirmemişti. Müslümanlar dinlerini ancak Arapça bilen din adamlarından öğrenebiliyorlardı. Onların dini bilgileri doğru anlatmadıkları ortadaydı. İslam dini hurafelerle doluydu. Dinin yasakladığı pek çok şey din diye yaşanmaktaydı. İnsanlar peygamberlerini dahi bilmiyorlardı. Dinin özü kaybolmuştu.
Dindarlığın sağladığı bütün moral değerler yok olmuş, toplumu derin bir karamsarlık kaplamıştı. Cumhuriyetin ilanı bu karamsarlığı bir nebze olsun hafifletmişti ama bu yetmezdi. Cumhuriyet İslam’a sahip çıkmalıydı. Toplumdaki bu karamsarlık dini ve bilimsel eğitimle mutlaka yenilmeli, insanlar geleceğe umutla bakabilmeliydiler. Bu durumun olmazsa olmaz şartı toplumun ekonomik kalkınmasının sağlanmasıydı. Ekonomik kalkınma içinde buna gerek vardı
Cumhuriyet, topluma doğru din eğitimini ve çağdaş bilimsel eğitimi vermek zorundaydı.

 **** Örnek alınacak bir dünya yoktu: 20. yüzyıl başlarında İslam Dünyası tarihinin en kötü durumunu yaşamaktaydı Siyasi, ekonomi ve kültürel yönden İslam alemi yerlerde sürünmekteydi. İslam Dininin asırlarca yanlış uygulanması ve bilimsel gerçeklere ihanet edilmesi nedeniyle Müslüman alemi köle durumuna sürüklenmişti
Dünyayı yöneten İngilizler, Fransızlar (son dönemde ABD) birkaç asır önce dinde reform yaparak kiliseyi siyasetten uzaklaştırmış, aydınlanma çağı ile düşünce devrimini gerçekleştirmiş, sömürgelerden sağladığı kaynaklarla bilimsel ve sanayii (teknoloji) devrimini tamamlamış, şimdi de özgür düşünceye değer veren cumhuriyet ve demokrasiyle dünyaya örnek olma konumuna gelmişlerdi. Rönesans ve reform aşamalarını geçmelerine rağmen Almanya ve İtalya, faşist yapılanma içindeydi. SSCB kendi iç kavgalarıyla boğuşmaktaydı.

Cumhuriyet için ne yazık ki örnek alınacak devletler kurt postuna bürünen kuzu misali İngiltere ve Fransaydı.  Devletlerin bekası için gereklik bilimsel düşünce, ekonomik kalkınma gücü ve demokratik yönetim anlayışı sadece bu iki ülkede vardı. Kurtuluş Savaşında amansız mücadele ettiğimiz bu iki devlet yine karşımızdaydı. Örnek alınacak başka bir ülke yoktu. Ancak Cumhuriyet çağın gerçeklerine göre yapılanmak zorundaydı.

İşte bu ana sebepler Cumhuriyet yöneticilerinin yolunu belirledi.  İslam Dininin özüyle doğru yaşanması, bilimsel eğitimin gerçekleşmesi, ekonomik kalkınmanın sağlıklı yapılabilmesi ve Cumhuriyetin bekası için Laiklik zorunlu bir tercih oldu. 

4.4 Laiklik uygulamalarının kritiği: 
Bu konuda atılan adımları tarih sırasına göre değerlendirelim.

*429 no’lu kanun: Bu kanunla Şeriye ve Evkaf Vekaleti ile Erkanı Harbiye Umumiye vekaletleri kaldırıldı. Din işlerini yürütmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu. Şer’i Mahkemeler görevlerini diğer mahkemelere devrettiler. Mecelle hukuku, Türk Medeni Kanunu’nun kabulüne kadar (1926), yürürlükte kaldı.
Cumhuriyet yönetimi Osmanlının eskimiş ve âtıl hale gelmiş yapısı ile devam etmek istemedi. Yeni bir yapılanmayı tercih etti. Bunun dine aykırı bir yanı yoktu.

*430 no’lu kanun: Eğitimin birleştirilmesini amaçlayan Tevhid -i Tedrisat kanunu ile medreseler kapatıldı. Eğitim hizmetleri Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde toplandı. Fatih ve Süleymaniye medreseleri gibi Osmanlının yükselişini sağlayan medreseler zamanla bilimsel eğitimden uzaklaşmış, yenileşme hareketlerine karşıt bir konuma gelmişlerdi. Tanzimat’ın ilanından sonra açılan ve bilimsel eğitim veren müesseselerin yanında medreseler sadece din eğitimi vermekte ve Şeri Mahkemelerde görev alacak elemanları yetiştirmekteydiler. Şeri Mahkemelerin devam ettiği geçici dönemde kapatılan medreselerin görevi, açılacak yüksek öğrenim kurumlarıyla karşılanacaktı. Ancak bu tam yapılamadı. 

Eğitimin tek elde toplanmasının dince bir sakıncası yoktu. 

Din, insanları iyiliğe götürecek bilimsel eğitime ve çalışmalara karşı değildi.
Din, insanlara tek Tanrı inancını, ona ibadeti ve ahlak kurallarıyla onun iyiliklere yönelmesini emretmekteydi.
Bilimsel gelişmeler toplumlara güç kazandırıyordu. Bilimin sağladığı bu gücün insanlara faydalı olacak şekilde kullanılması için toplumların ahlaklı olması şarttı. Toplumsal ahlak ise en etkin olarak din eğitimi ile kazanılabilirdi. Bu nedenle ilk ve orta okullarda öğrencilere yeteri düzeyde din eğitimi verilmeliydi. Ne var ki zorunlu olmadığı için bu eğitim orta öğretimde yeterince verilemedi. Gençlik din ve ahlak eğitiminden yoksun kaldı.

 *431 no’lu kanun: Hilafetin kaldırılmasını sağlayan bu kanunun İslam’a aykırı bir yanı yoktu. Zira Hilafet dönemi Hazreti Peygamberin (sav) bir hadisinde belirttiği gibi 661 yılında Emeviler’in iktidara gelmeleriyle zaten sona ermiş ve hilafet makamı bu tarihten sonra padişahın emri altına girmişti.
Halife unvanı, sadece padişahların dini duyguları kullanarak kendilerine güç sağlama amacı oldu. Öyle kullanılageldi. İslam’ı temsil etme gücü ve yetkisi olmayan bir makamın varlığına gerek yoktu. Bu nedenle TBMM, Hilafeti kaldırdı.

*Tekke zaviyelerin kapatılması: Hilafet kaldırıldıktan ve medreseler kapatıldıktan sonra tarikatlara ve onların mahalleri olan tekke ve zaviyelere dokunulmadı. Çünkü tekke ve zaviyeler camiden sonra bu toplumun manevi hayatının yaşandığı önemli yerlerdi. Toplumun huzura ihtiyacı vardı. Toplumun bir kesimi bu yerlerde gördüğü eğitim ve ayinlerle huzur bulmaktaydı. 

İngilizlerin kışkırtması ile 13 Şubat 1925 tarihinde başlayan Şeyh Said isyanı ve 25 Kasım 1925 tarihinde kabul olunan kıyafet kanunundan önce yurdun birçok yöresinde yaşanan yeniliklere karşı direnen taassup zihniyetinin çıkardığı şapka olaylarından sonra; kurunun yanında yaş yanar misali siyasete bulaşmayan ve sadece kültürel faaliyetlerde bulunan tarikatlar dahil bütün tekke ve zaviyeler 30 Kasım 1925 tarihinde yürürlüğe giren 677 sayılı kanunla kapatıldı. Vakıf mallarına el konuldu. 

Tarikatlar yok olmadılar. Yer altına indiler ve faaliyetlerine devam ettiler. Çünkü toplumun buna ihtiyacı vardı. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla, toplumda manevi kültür açısından önemli bir boşluk oluştu. Camiler din eğitimi yönünden bu boşluğu dolduramadılar. Sonradan açılan Halkevlerinde dini ve manevi eğitim yeteri ölçüde yer almadı. İnsanlar dinlerini nerede öğreneceklerdi?  Elde Türkçe Kuran’ın olmayışı toplumu dini yönden pek çok sakıncaları bünyesinde barındıran tarikat kültürüne mecbur ve mahkûm etti. 

Tarikat kültürünün faydaları ve zararları vardı. Tekke, zaviye ve dergâhlarda yaşanan Tasavvuf kültürü dinde üstün nitelikli bir düşünce sistemiydi. Özü sevgiye dayanırdı. Hedefi İlahi aşktı.

En önemli faydası verilen eğitimle insan ruhunun manen yücelebilmesini sağlamasıydı. En büyük zararı insanları miskinliğe teşvik etmesiydi. Tarikatlar nefis terbiye yerleriydi. Buralarda insanlara tevekkül ve sabır tavsiye edilirdi. Ancak üzerine düşen görevi yapmadan Tanrı’ya tevekkül etmek, tembellik ve miskinlikti. Topluma egemen olan bu tembellik duygusu onun maddi sahada gelişmesinin önündeki en büyük engeldi.

Cumhuriyet böyle bir miskinliğe müsaade edemezdi. Siyasetle ilişkileri olan tarikatların kapatılması, düzenin selameti için devletin hakkıydı. Bu eylem İslam’a aykırı değildi.

*1926 yılı Türk Medeni kanunu: Kanun teklifini TBMM Genel Kuruluna sunan Hukuk Komisyonunun başında ünlü din hukuku bilgini eski Şeriye vekili Mustafa Fevzi Efendi bulunmaktaydı. Demek ki Türk Medeni kanunu tasarısı din hukuku açısından incelenmiş ve gerçekçi bulunmuştu.743 sayılı Türk Medeni Kanunu, 17 Şubat 1926 yılında kabul edildi. 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi.

Kabul olunan Türk Medeni kanunu özellikle kadın hakları konusunda kadına yeni haklar tanımaktaydı. Kadın İslam öncesi çok değersiz bir durumdaydı. Meta olarak alınır satılırdı. İslam kadına büyük haklar tanıdı. Ancak Müslüman erkekler zaman içinde İslam’ın kadına sağladığı bütün hakları onun elinden aldılar. Kadını cahil, ekonomik yönden güçsüz bırakarak onu eve hapsettiler. 

Cumhuriyetin geleceği için dengeli bir toplumun inşası, bunun içinde kadın haklarının geliştirilmesi gerekiyordu. Ülkenin her konuda yükselebilmesi için kadınların toplumda olması gereken yere getirilmesi zaruriydi. İşte Türk Medeni kanunu İslam’ın kadına sağladığı hakların ötesine geçerek kadına yeni haklar tanıdı ve yapılan yanlışlıkları düzeltti. Şöyle ki: 

* İslam’da kadın yaşam hakkı olarak erkekle eşit haklara sahipti. Ancak evlilikte ve evin geçimini sağlamada yani sosyal hayatta erkek üstün sayılmıştı. Cumhuriyet ilkelerine göre vatandaş olan kadın, erkek herkes eşit olmalı ve kanunlar önünde eşit sayılmalıydı. Bu doğrultuda Kuranda şarta bağlı olan kadın şahitliği erkekle eşit sayıldı. Miras bölüşümünde kadın erkekle eşit hakka sahip kılındı. Eşitlik konusunda Medeni Kanun ile getirilen hükümler İslam hukukuna aykırıydı.

*İslam evliliği nikah akdine bağlamıştı. İmam nikahı ile kurulan evlilikler erkek tarafından Boş Ol demekle kolayca sonlandırılabiliyordu. Medeni Kanun resmi nikah şartı getirerek ve boşanmayı mahkeme kararına bağlayarak kadını güvence altına aldı. Bu yaklaşım boşanmayı sevmeyen, Tanrının istemine uygundu.

*İslam kadına evlilik karşılığı mihr denilen ekonomik bir güvence sağlamaktaydı. Zamanla bu güvence başlık parasına döndürülerek amacından saptırıldı. Medeni Kanun boşanma sonrası kadına nafaka ödenmesini getirerek bu güvenceyi yeniden sağladı. Bu hüküm İslam hukukuna uygundu. 

*İslam çok kadınla evliliğe karşıydı. Erkeğin dört kana kadar evlenmesi ancak zaruri ve istisnai haller için geçerliydi. Genel kural tek eşlilikti. Medeni kanun tek eşliliği getirerek İslam’a uygun bir adım atmış oldu.

*İslam kadının eğitim görmesini yasaklamamıştı. Ancak kadını kısıtlayan Arap İslam anlayışı nedeniyle Osmanlıda kadının eğitim yapması ve okuması önlendi. Cumhuriyet kurulduğunda kadınlarda okuma yazma oranı % 0,4 idi. Toplum çok cahildi. Medeni kanun kadınlara okuma hakkı tanıyarak İslam’a uygun bir tavır sergiledi.

Mecelle Hukuku, Türk Medeni Kanunu’na ek olarak çıkarılan 864 sayılı Tatbikat kanununun 43. maddesiyle 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlükten kaldırıldı. Böylece dine dayalı hukuk sistemi, sona erdi. 

*1926 yılı Türk Ceza Kanunu: 01 Mart 1926 tarihinde TBMM’de görüşülerek yasalaştı. 13 Mart 1926 Tarihinde yürürlüğe girdi. Kanunla İslam ceza sisteminden tamamen uzaklaşıldı. 

Ölüm ve yaralama olaylarında uygulanan kısas sistemi kaldırıldı. Yerine hapis cezası getirildi. Kısas uygulamasını hafifleten ve zarar görene maddi tazminat olarak verilen diyet kaldırıldı. Oysa Tanrı, Kuran-ı Kerim’de; “Kısasta sizin için hayat vardır.’’ demekle bu uygulamanın ne kadar gerekli olduğunu açıkça ifade etmekteydi. Kısasın kaldırılması ondan beklenen bütün faydaları yok etti. Suç işlemede caydırıcılığı azalttı. Türk Ceza kanununda yapılan bu düzenleme İslam hukukuna aykırıydı. 

İslam hukukunda hırsızlık yapanın cezası bileği kesilerek verilirdi. Caydırıcı niteliği olan bu ceza kaldırıldı ve yerine hapis cezası getirildi. Bu değişiklik de İslam hukukuna aykırıydı.

İslam’da zina yapmak büyük suçtu. Ancak bu suçun tespiti çok zor olduğundan en az 4 şahidin ifadesi ile suç kesinleşebiliyordu. Cezalandırma, örnek alınsın diye toplum huzurunda değnek cezası ile verilirdi. Türk Ceza kanununda yapılan değişikliklerle 4 şahidin yerini cürm-ü meşhut (suç üstü) kavramı aldı. Zina cezası kaldırıldı yerine hapis cezası getirildi. Bu değişiklikler de İslam hukukuna aykırıydı.

Türk Ceza kanununda yapılan bu değişiklikler sonucu bütün suçlar arttı. Tanrı insanı devamlı uyarmaktaydı. Ama insanoğlu Tanrıya karşı bir direnç içindeydi. Buna Müslümanlar da dahildi.

*Yeni ekonomik düzenin kurulması: Dünyaya egemen ekonomik sitem batının uyguladığı özel teşebbüse dayalı liberal-kapitalist sistemdi. Kendisine Batı dünyası ile yaşamayı hedef alan Cumhuriyet, ekonomi alanında batı tipi bir uygulamaya geçti. Bu doğrultuda kara ve deniz ticaret kanunları, borçlar kanunu, icra iflas kanunu, bankalar kanunu ve bu gibi kanunlar yürürlüğe konuldu.

Yeni ekonomik düzende faiz esastı. Dünyada egemen olan faiz oranından kaçınılamayacağına göre bu orandaki faiz İslam’da mazur ve meşru görülebilirdi. Bu orandan daha fazla olan faiz İslam hukukunda kesin olarak yasaktı. Yeni düzende bu sınıra dikkat edilmediğinden İslam’ın koyduğu faiz yasağı fiilen ortadan kalktı. Faiz esaslı yeni ekonomi sistemi İslam hukukuna aykırıydı. 

Peşin alışveriş yerini vadeli ticarete bıraktı. İslam’da alışveriş peşin ödeme esasına dayanmaktaydı. Bir nevi gizli faiz olan vadeli ticaret sistemi de İslam’a aykırıydı.

Kapitalist ekonomi tüketime dayanmaktaydı. Oysa Tanrı “Yiyiniz. İçiniz. Ama israf etmeyiniz. Allah (cc) israf edenleri sevmez.” Kuran ayeti ile (Araf-31) aşırı tüketimi, israfı yasaklamıştı. İsrafa dayanan kapitalizm İslam’a tümüyle aykırıydı.

Devlet, yapacağı hizmetlerin karşılığı olarak halka vergiler koydu. İslam özellikle fakirler, yoksullar ve miskinler için zekâtı namazla birlikte Müslümanlara farz kılmıştı. Toplumdaki fakirliği yok edecek, en azından muhtaç kişilere insanca yaşama hakkı sağlayacak olan zekât uygulaması, namaz ibadeti kadar önemli ve zorunlu bir ibadetti. Servet üzerinden hesaplanan zekât, fakirlerin hakkıydı. Verilmemesi fakirin hakkını çalmakla eşdeğerdi.  

Zekât, zaman içinde toprak, hayvan vs. gibi çeşitli vergilere dönüştü. Osmanlının son dönemlerinde belediyeler masraflar çıktıktan sonra kalan paranın bir kısmını zekât olarak fakirlere dağıtmaktaydılar.

Cumhuriyet, köylüye ekonomik destek olmak üzere zekât karşılığı olarak topraktan alınan aşar vergisini kaldırdı. Toplumda fakirlik had safhadaydı. Olması gereken zekât sisteminin yeniden ihya edilmesi ve yoksulun ihtiyaçlarının karşılanmasıydı. 

Devlet, İslam Dininin yönetimi için Diyanet İşleri Başkanlığı kurmuştu. Bu kurum, Kuran ve hadisleri tercüme ettirerek İslam dinini öz kaynaklarına kavuşturmuş, halkı cehaletten kurtarmıştı. İlk okullarda zorunlu din dersleri veriliyordu., İmam hatip okulları açılmıştı. Ve bütün bunlar laikliğin bir görevi olarak yapılmaktaydı. 

Bu doğrultuda yine laiklik kapsamında zekât müessesesi yeniden düzenlenebilirdi. Vergi herkesten alındığı için adil değildi. Bu haksızlık zekât yoluyla giderilebilirdi. Bu yola, gidilemedi. Çünkü zekât vermek istemeyen ve zekâttan daha az miktarda vergi veren kapitalistler böyle istediler. Dünya, kervanını dağdan aşıracak kişilerin egemenliğinde yaşamaktaydı. Özetle, Cumhuriyetin kurduğu yeni ekonomik sistem pek çok yönü ile İslam’a aykırıydı. 

Şu hususa dikkatinizi çekmek isterim. Günümüzdeki İslami çevreler ve onların sözcüleri cami, ezan ve türban konularında Cumhuriyet karşıtı söylemlerde bulunurlarken; Müslümanlara namaz kadar farz olan zekâttan neden pek bahsetmezler? Bu suskunluklarıyla fakirin hakkını korumamış ve zenginin haksızlığını da bir nevi onaylamış olmuyorlar mı? Onların anladığı İslam bu mu acaba? Yoksa Tanrı onlara İslam’ı keyfinize göre ya da işinize geldiği gibi uygulayabilirsiniz diye bir yetki mi verdi? 

*Yeni harfler ve rakamlar: İslam peygamberi “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.” diye nasihat ediyordu. Halk Arapça bilmiyordu. Arapça okuma ve yazmayı öğrenmede zorlanıyordu. Halk çok cahildi. Bu cehaletin önlenebilmesi için öğrenilmesi daha kolay olan Latin harflerine geçmek İslam’a aykırı değildi.

*İslam kelimesinin Anayasadan çıkarılması: 1924 anayasasındaki “Devletin dini İslam’dır.” İbaresi 1928 yılında anayasadan çıkarıldı. Bir devletin hukuku dini esaslara göre düzenlenmişse o devlete din devleti denilir. Bir başka ifadeyle bir din devletinde hukuk eksiksiz dini esaslara göre düzenlenir. Günümüz dünyasında Şeriat devleti gibi görünen devletlerden hiçbiri, din hukukundan az veya çok ayrılmış olduklarından tam anlamıyla bir din devleti sayılamazlar. 

Gerçek İslam devleti sadece 622-661 yılları arasında yaşayabilmiş, o tarihten günümüze kadar hiçbir devlet İslam hukukunu tam olarak uygulayamamıştı. Günümüzde din devletini bütün vasıflarıyla yaşatmak ise neredeyse olanaksızdı. Ülkemizde Cumhuriyet döneminde yapılan kanuni düzenlemelerle yer yer dini hukukundan uzaklaşılmış olması bu dünya gerçeğinin kabulünden ibaretti.  

Günümüz dünyasında din devleti gibi görülen devletler ile TC’nin farkı, o devletlerin özellikle kadın hakları ve ekonomik uygulamalarda dini hükümlerden uzaklaştıkları halde bu durumu gizlemelerinden başka bir şey değildir. 

* CHP ve 6 Ok: Devleti kuran parti olan CHP, 1932 yılında 6 okla belirlenen ilkeleri kabul etti. Bunlar Cumhuriyetçilik,, Milliyetçilik, Devletçilik, Halkçılık, Devrimcilik ve Laiklik ilkeleriydi.

*Cumhuriyetçilik: İslam insanların özgür olmasını ister. Çünkü din öz olarak ancak özgür ortamlarda yaşanır. İnsanlara özgürlük sağlayan, halkın kendi kendisini yönetmesi esasına dayalı ve Dört Halife döneminde uygulanmış olan bu ilke İslam’a aykırı değildir.

*Milliyetçilik: Kuran-ı Kerimin Rum Suresi 22. ayetindeki “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da Allah’ın (cc) ayetlerindendir Bunda bilenler için ibretler vardır.” ifadesi insanların mili benliğini korumalarının bağlı olduğu ümmet (milleti) fikrine aykırı olmadığını göstermektedir. 

Bugün İslam alemindeki en yaygın milliyetçilik Arap milliyetçiliğidir. Günümüzde Araplar, İranlılar, siyah Afrikalılar, sarı Çinliler ve beyaz Türkler, Hazreti Muhammed’i (sav) peygamber olarak tanırlar ve bunların içinde Müslüman olanların tamamı Muhammed ümmetidirler. 

Günümüzdeki bazı çevrelerin ümmet fikrini ileri sürerek kendi milliyetlerini ve benliklerini inkâr yoluna sapmaları, hem Tanrının yaradılış kurallarına bir isyandır. Hem de gerçek dışı kuru bir gürültüden başka bir şey değildir. Çünkü; Milliyetçilik ilkesi ve duygusu, İslam’ın özüne aykırı değildir.

*Devletçilik: Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan ve liberal- kapitalizm, 1929 Dünya ekonomik buhranı ile başarısız olmuştu. SSCB’de uygulanan 5 yıllık planlı kalkınma modeli başarılı olunca 1933 yılından itibaren bu model uygulanmaya başladı. Bu modelle Ülkenin ekonomik kalkınması için gerekli altyapı, devlet tarafından gerçekleştirilecekti. Devletçilik adını alam bu sistem israfı ve haksız kazancı amaçlayan kapitalizmi frenlediği için İslam’a uygundu.

*Halkçılık: Cumhuriyetin temel ilkesi; halkın kendi kendini yönetmesi, ekonomik ve sosyal hakların toplumca adil bölüşülmesiydi. Uygulanan ekonomik modelde ekonomik kaynaklar genelde zengin çevrelerce kullanılmakta, ancak halk kendi payına düşen geliri yeterince alamamaktaydı. Halkın gerek eğitim gerek sosyal ve gerekse ekonomik kalkınması için devlet halkçılık ilkesini uygulamaya başladı. Halk yararına olan bu ilke İslam’a uygundu.

Bu ilkenin başarısı için zorunlu olarak uygulanması gereken zekât sisteminin hayata geçirilememesi büyük eksiklik ve talihsizlik oldu. Ülkenin özelliklerini dikkate alarak uygulanan laik yönetimde zekât sistemi pekâlâ uygulanabilirdi. Uygulanamadı. Çünkü zengin Müslümanlar farz olan zekâtı yeterince vermiyorlardı. İnsan oğlu doymaz bir iştaha sahipti. Mevki sahibi olarak hükmetmek, para ve mülk sahibi olarak üstün olmak insanoğlunun en büyük zaaflarıydı. İslam, Müslümanların dünyaya olan bu düşkünlüğünü yenemedi. 

Sormak gerek. Maddi çıkar olunca İslami hükümleri dışlayan bu tür Müslümanlık nasıl bir Müslümanlıktır? İslam’ı sadece namaz kılmak, oruç tutmak çizgisine taşıyan, salih ameller (faydalı işler, iyilikler) işlemeyen, yoksulun hakkını korumayan ve kadına hakkını vermeyen bu anlayış ortamında gerçek İslam nasıl yaşayabilir?

Bu nedenle sosyal devlet anlayışı ile hareket eden halkçılık ilkesi, çoğunluğu işte böyle Müslüman olan bu toplumda ne kadar yaşayacaktı? Çünkü aç kurtlar pusudaydı.

*Devrimcilik: İslam’ın değişmeyen ve çağın şartlarına göre değişen hükümleri vardı. Hazreti Peygamber (sav)çağın şartlarına uyulabilmek için Müslümanlara içtihat yapma iznini vermişti. İslam’da İçtihat yapmak (yeni kanun ve kural koymak), ancak İslam’ın temel ilkelerine aykırı olmamak kaydıyla mümkündü.

Tek adam tarafından yönetilen toplumlarda sürdürülen keyfi yönetime karşı tavır almak istemeyen ve bu nedenle sorumluluk yüklenmeyen sözde din alimleri içtihat kapısının kapanmasına sebep oldular. İslam dinamizmini kaybetti, donuk (statik) bir duruma girdi. Çağın gerisinde kalan İslam ülkeleri sömürge konumuna düştüler.

Bu durumdan kurtulmanın ve toplumu çağdaş ülkeler düzeyine çıkarmanın tek yolu, yeni kuraların konulması ve bu kuralların uygulanmasından geçmekteydi. Devrimcilik ilkesi işte bu ihtiyaçtan doğdu. Devrimcilik, halka rağmen yukarıdan aşağıya doğru yapılır ve halkın kabul etmesi beklenmez.

Ülkemizde yapılan devrimci hamleler çok kısa zamanda ve pek çok alanda yapıldığı için halkın bu devrimleri kabul etmesi pek kolay olmadı. Yapılan devrimler İslami hassasiyetler dikkate alınarak yapılabilseydi belki daha başarılı olurdu. Ama toplumda zaten İslam dışı bir İslam anlayışı hakimdi. Bu nedenle yapılan devrimler çoğu yerde tepkilerle karşılandı. Devrimcilik ilkesi akla ve gerçeklere uygun olduğundan genel olarak İslam anlayışına uygundu.

*Laiklik: Genel olarak din ile devlet işlerinin ayrılması olarak anlaşılan bu kavram Ülkeye batıdan intikal etmişti. 1789 Fransız Devriminde kabul olunan özgürlük ilkesi, laiklik anlamını da belirlemiş ve devlet yönetiminde egemen olan kilisenin hakimiyetine son verilmişti. Hıristiyan dünyasına mahsus olan bu kavram nasıl doğmuştu.? Bu soruyu cevaplayabilmek için İlahi dinlerin yapısını, amaçlarını ve dinin nasıl yozlaştığını hatırlamamız gerekiyor.

Tanrı, insanı iyilikler için cennette yarattı. Onun yaratılışı kötülüğün temsilcisi olan şeytanın (mephisto) gerçek yüzünü ortaya çıkardı. Görünmez bir varlık olan ve insanın en büyük düşmanı olan şeytan, insanı kandırdı. İnsanoğlu şeytanın verdiği vesvese ile Tanrının uyarısını dinlemeyerek Tanrıya asi oldu. Bu olay üzerine Tanrı, pişman olan insanı affetti ama O’nu ve eşini bu dünyaya gönderdi. 

Yeryüzünde Tanrının bir temsilcisi olarak ve onun verdiği kurallar doğrultusunda yaşamakla görevlendirilen insanın dünya hayatı işte böyle başladı. Tanrı, insanoğlunun dünyadaki yaşamı boyunca uyması gereken yaşam kurallarını peygamberler vasıtasıyla sürekli yeniledi. İlahi din adı verilen bu kurallar dizisinin amacı, insanların doğru yolda (sırat- ı müstakim) yürümelerini ve mutluluğa kavuşabilmelerini sağlamaktı. 

İlahi dinin üç temel esası vardı. Tanrının varlığına ve birliğine inanmak (iman etmek), Tanrıya olan görevleri yerine getirmek (ibadet etmek) ve Tanrının koyduğu kurallar (hukuk-ahlâk) doğrultusunda yaşamak.

Tanrı insana özgürlük vermiş ve kendisiyle insan arasına aracı koymayı yasaklamıştı. Hıristiyan dünyası başlangıçtan beri çeşitli yanlışlıklar içine düştü. Tanrının kesin yasağına rağmen Tanrı ile insan arasına giren bir ruhban sınıfı türedi. Bunlar giderek maddi ve siyasi güç kazanarak kilise haline dönüştüler. Kilise din kurallarını kendi çıkarları için kullandı. Dini, ilkelerinden saptırdılar ve insanlara haksız eylemlerde bulundular. Dini yaşam konusunda Hıristiyanlar adeta esir konumuna düştüler.

Bu duruma ilk isyan 16 yüzyılda Almanya’da bir rahip olan Martin Luther’den geldi. O’nun başlattığı fikri direniş kısa sürede Avrupa’ya yayıldı. Hıristiyanlık dünyasında yeni mezhepler ortaya çıktı. Kilisenin gücü sarsıldı. 1789 Fransız ihtilali bu gidişe son noktayı koydu. Laiklik ilkesi kabul edilerek kilise ve temsil ettiği din hukuku devlet işlerinden uzaklaştırıldı.

Müslümanlıkta ise Tanrı ile kul arasına kimse giremezdi. İnsan inanç konusunda özgürdü. Peygamber, Tanrıdan gelen kuralları insanlara bildirmek, söz ve yaşam tarzı ile insanlara örnek olmakla görevlendirilmişti. Peygamberin varisleri olan din-ilim adamlarının görevi ise insanları sadece bilgilendirmek ve eğitmekti. 

Din hükümlerinin toplumdaki coşkun etkisi, din adamlarını zamanla başka noktalara sürükledi. Gördükleri itibar, özellikle din istismarcılarını Hıristiyan dünyasında olduğu gibi giderek ruhban konumuna taşıdı. Bunlar insanın inanç ve ibadet özgürlüğünü kısıtladılar. Cennet vadederek şirk yolunu açtılar. Muska ve benzeri uygulamalarla dini hurafelere boğdular. Toplumu cahil bırakan bu zihniyet dinin özünü de yok etti.

İslam, özüyle sadece 622-661 yılları arasında yaşayabildi. Fıkhi ve akli mezheplerin çıkışıyla İslam’ın birliği parçalandı. Tasavvuf kültürü ile bu parçalanma daha da arttı. Peygamber “Hiç ölmeyecek gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için yaşa.” sözleriyle insanları uyarmıştı. Ama tasavvuf kültürü ‘’Bir lokma, bir hırka.’’ düsturu ile insanı miskinleştirdi. Mensuplarını dünya hayatından uzaklaştırdı. 

Oysa İslam, her iyi şeyde en üstün olmayı bu nedenle bilgi-fen peşinde koşulmasını emir ve tavsiye etmekteydi. Bu doğrultuda hareket eden ve bilgi dünyasında en ileri noktaya ulaşan İslam alemi, 9-17 yüzyıllar arasında aralıksız 8 asır dünyaya hâkim olmuştu. 

Ancak Nasreddin Hocanın fıkralarında anlatıldığı gibi toplumda adalet duygusu giderek kaybolunca, Şair Fuzuli’nin “Selam verdim. Rüşvet değildir deyû almadılar.” Sözleri ile ifade ettiği ahlaksızlık artınca bu devran sona erdi. Yeniliklere karşı olan ve genelde taassup kaynaklı olan zihniyet toplum hayatına giderek egemen olunca her alanda gerileme başladı. Sürekli yenilgilerle İslam alemi sömürge oldu. İslam’ı özüyle yaşayamayan Müslümanlar kaybetti. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllarda İslam aleminin ve İslam din anlayışının ne durumda olduğunu hiç unutmamalıyız. Bu gerçeği bilmezsek Cumhuriyetin bize kazandırdığı değerleri anlayamayız. 

Cumhuriyet, Tanrının Türklere yardım, ikram ve ihsanı ile çok çetin mücadeleler sonucunda mucizevi bir şekilde kurulmuştu. Cumhuriyet önce siyasi bağımsızlığını korumak zorundaydı. Bu da ancak ekonomik ve kültürel kalkınmayla sağlanabilirdi. 

Ekonomik kalkınma ancak çağın bilgi düzeyine ulaşmakla, kültürel kalkınma ise din alanında İslam’ı özgürleştirmekle, topluma doğru dini bilgileri kazandırmakla ve kaybolan milli varlığımıza, dilimize, tarihimize, geleneklerimize sahip çıkmakla sağlanabilirdi. 

Din ancak özgür ortamlarda yaşayabilirdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin görevlerinden biri İslami anlayışa özgürlük kazandırmaktı. 

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının çok büyük çoğunluğu Müslümandı. Yâni İslam Dininin kurallarına bağlıydı. Devlet bu ortamda hem ekonomik kalkınmayı hem kültürel kalkınmayı nasıl başaracaktı? Her iki konuda çalışmalara beraber başlandı. Önce dini kurumlar yeni bir anlayış ve yapılanmayla yenilendi. Kuran ve Hadisler tercüme edildi.  Aynı anda bilimsel eğitim yaygınlaştırıldı. İlk okullarda din eğitimi verildi. Ekonomik kalkınma yolunda çağın gerçeklerine göre hareket edildi

Dinin iman ve ibadet bölümleri kişisel vicdanlara bırakıldı. Dinin hukuk bölümlerinde ise İslami esaslara aykırı kararlar alındı. Bu kararlar, ancak laik düşünce ile alınabilirdi. 

Laik düşünce ile hem İslam olabildiğince korunmaya hem de ekonomik kalkınmaya çalışıldı. Olağanüstü bir dönemden geçiliyordu. Öncelik devletin varlığını korumaya verildi. Esasen dini bütün esasları ile uygulamak mümkün değildi ve bunu başarmak çok uzun yıllar birkaç nesle ihtiyaç vardı. Esasen Müslümanlar tarih boyunca İslam’ı tam olarak yaşamaya muvaffak olamamışlardı. 

Cumhuriyeti kuranların öncelikli görevi Cumhuriyeti ve özgürlüğü korumaktı. Gelişen ve yükselen Türkiye Cumhuriyeti’nde din, zaman içinde eğitimle özlenen seviyesine ulaşabilirdi. Yeni nesillerin görevi ise Cumhuriyeti ve İslam’ı muasır medeniyetin üzerine çıkarmaktı.

Laiklik, dinde özgürlüğü sağladığı için İslam hukukuna uygundu. Yeni bir hukuk ve ekonomi sistemini uyguladığı ve İslami ahlâkı korumasız bıraktığı için İslam’a aykırıydı.

* Anayasaya Laiklik prensibinin konulması: 5 Şubat 1937 tarihinde yapılan bir değişiklikle Laiklik ilkesi, TC Anayasasına dahil edildi. Böylece bu alanlarda dini esaslara dayalı hukuk düzenine son verildi. Çağdaşlaşmayı hedefleyen Laiklik konusunda en önemli adım atılmış oldu.

4.5 1923-1938 yılları arasında Devlet yönetimi: Gazi Mustafa Kemal Atatürk yönetiminde Cumhuriyet geçen 15 yılda ne noktaya gelebildi. 

*Cumhuriyetin korunması: Dış destekli ve genelde din ağırlıklı iç isyanlar İstiklal Mahkemeleri kararlarıyla şiddetle astırıldı. Devletin güvenliği konusunda taviz verilmedi. 

* Hukuk sistemi ve vatandaşlık hakları: Devletin geleceği açısından çok önemli olan Hukuk sistemi, yeniden örgütlendi ve bağımsız hale getirildi. Adalete çok önem verildi. Ayrımcılık önlendi. Toplum, tebaa (tabi olan) durumundan vatandaş konumuna getirildi. Herkese kanunlar önünde eşit muamele yapıldı.

*Eğitim, öğretim ve sağlık: Çağın gerçeklerine uygun eğitim- öğretim yapıldı. Eğitim maksadıyla pek çok kişi yurt dışına gönderildi ve bilgi transferi yapıldı. İmam hatip okulları açıldı. İlk okullarda zorunlu din eğitimi verildi. Gece kurslarıyla okuma-yazma seferberliği gerçekleştirildi. 

Yeni sağlık ocakları, hastaneler açıldı. Aşı üretildi. Toplumda yaygın olan sıtma, kızamık, trahom gibi hastalıklar yenildi. Verem kontrol altına alındı.

* Bürokrasi: Bilgiye ve liyakata (işinde ehil olmak) önem verildi. Devletin yetkili noktalarına bilgili, dürüst ve fedakâr kişiler getirildi. Doğru kararlar alındı. Yanlışlıklar azaltıldı. Rüşvet ve iltimasla yoğun mücadele edildi. 

* Ekonomi: Dış borcun getireceği riskler ve yüksek faiz nedeniyle dış borç alınmadı. Devletçilik ilkesi doğrultusunda ekonomik kaynakların en verimli şekilde kullanılmasına özen gösterildi. İsraf önlendi. Faydalı yatırımlar yapıldı. Yerli malı üretimine ve kullanımına önem verildi. Halkçılık ilkesiyle gelirin halka yayılmasına çalışıldı.1939 yılına kadar ortalama % 6.5 oranında kalkınma hızı sağlandı ve Satın Alma Paritesine göre kişi başı milli gelir, 800 Dolardan 1725 Dolar düzeyine getirildi.

* Kültürel hayat: Millet kavramının gelişmesi için Türk Dil ve Tarih Kurumları kuruldu. Halk kültürü ve toplumsal dayanışmanın geliştirilmesi için halk evleri açıldı. Kuran ve Hadisler Türkçeye çevrildi. Böylece Müslümanların gerçek İslami değerlere ulaşması sağlandı.

* Dış politika: Dünya gerçeklerine göre hareket edildi. “Yurtta sulh. Cihanda sulh.” ilkesine göre barışçı bir politika takip olundu. Böylece yakın bir gelecekte olası 2. Dünya Savaşının dışında kalma başarısı gösterildi.

Bu çalışmaların tamamı İslam anlayışına uygundu. Çünkü İslam barış, adalet ve iyilikler diniydi. Dünyanın kaos içinde olduğu bir dönemde, 15 yıl gibi kısa bir sürede yükselen Türkiye Cumhuriyeti başta İslam alemi olmak üzere tüm esir milletlerin umudu ve parlayan yıldızı olmuştu. Bu bir mucizeydi.

*Bu başarılara rağmen Laik yönetim iki büyük yanlış yaptı:

*Din eğitiminin yetersizliği: Toplum hukuk alanında yapılan ve İslam’a aykırı olan yapılanmaya pek önem vermedi. Toplumun büyük kesiminin en büyük derdi geçim meselesi ve çocuklarına iyi bir gelecek sağlamaktı. Cumhuriyet halkın bu ihtiyaçlarını karşıladığından halkın hukuki yönden yapılan düzenlemelere tepkisi sınırlı oldu. Asıl tepki, eski Osmanlıcılar ve çıkarları elinden alınan kapatılan dini cemaatler idi.

Devlet din eğitiminde yeterli olamadı. Açılan imam hatip okulları öğrenci yokluğundan kapatıldı. Camiler toplumu yeterince aydınlatamadı. Bu nedenle yer altına inerek faaliyetlerine devam eden din ağırlıklı kültürün etkisi kırılamadı. 

Kuran ve Hadislerin tercüme edildiği bu ortamda din eğitimi, özellikle orta öğretimde isteğe bağlı olarak verilseydi, din eğitimi konusunda Diyanet İşleri Başkanlığı eğitim ve öğretim seferberliği başlatsaydı ve bu konuda halk evlerinden yararlanılmış olunsaydı, İslam’ın üzerine asırların biriktirdiği hurafe ve cehalet bir nebze giderilebilir, hoşgörüye dayalı Türk İslam anlayışı ile gerçek İslam, toplum hayatına hâkim kılınabilirdi.

Taassuba saplanan, siyasete bulaşan ve dini gerçekleri çıkarları doğrultusunda saptıran tekke, zaviye ve dergahlarla güç bulan din yapılanmasıyla birlikte verdiği din-ahlâk öğretisinin yanında sadece Tanrı aşkı ve insan sevgisini amaçlayan bir kısım tarikatların da kapatılmış olması; toplumun kültüründe büyük boşluklara sebep oldu. Mütedeyyin (samimi dindar) görüşe sahip halka; edebiyat, musiki ve bu gibi sanatlarla, felsefi görüş ve yorumlarıyla yeni ufuklar açan tarikat kültürünün boşluğu doldurulamadı Cumhuriyetin geleceği için kesinlikle yapılması gereken bu Türk tasavvuf aydınlanması ne yazık ki yapılmadı veya yapılamadı. 

* Din karşıtı uygulamalar: Laikliğin dine yaptığı en büyük zarar, dine karşı yapılan saldırılarda dini korumasız bırakmasıydı. Dine içeriden veya dışarıdan yapılacak saldırılara karşı din, birtakım eylemlerle kendisini koruyabilmekteydi. Dine karşı içeriden yapılan saldırılar; önce eğitim ve irşat çalışmalarıyla, sonra tembih ve ikaz ile sonunda cezalandırmayla önlenirdi. Dışarıdan dine yapılan saldırılar ise ikaz, uyarı, tekdir ve tehditten sonra sözlü, yazılı ve fiili cihad (mücadele) ile önlenmeye çalışılırdı

Laikliğin verdiği düşünce ve vicdan özgürlüğü, esasen yaradılışından bu yana dine isyan halinde davranışlara eğilimli olan insanların dine karşı saldırılarının artırdı. Bu saldırılara karşı devletin tarafsız kalması dine karşı düşüncelerin ve eylemlerin gelişmesine sebep oldu. İnsanlar zamanla dinden uzaklaştılar. Laikliğin çok uzun zamandan beri uygulandığı Hıristiyan toplumlarda kiliselerin kapanması bunun en somut örneğiydi.

Tanrı tarafından insanlara gönderilen ve onlara dünyadaki yaşamlarında uyacakları kuralları bildiren din, insanlık için mutluluk anahtarıydı. İnsan ve toplumlar dinsiz yaşayamazlardı. Laiklik ilkesi din duygusunu azalttığı gibi dinin korunmasını da zayıflattı. 

Bu durumun Ülkemizdeki en önemli örneği kamuda uzun süre uygulanan baş örtüsü yasağıydı. Devlet çıkardığı yasa ve talimatlarla okullarda ve kamuda çalışan memurlar için baş örtüsü yasağı koydu. Kız öğrenciler ve bayan öğretmenler, memurlar görev anında başlarını örtemezlerdi. 

Bu durum Kuran ı Kerimdeki örtünme emirlerine aykırıydı. Kuran Müminûn, Nur ve Ahzab surelerindeki ayetlerle mümin kadınların iffetlerini korumalarını istemekte ve onların nasıl örtüneceklerini tarif etmekteydi. Yapılan uygulama din ve vicdan özgürlüğünü belirleyen Laiklik ilkesine dolayısıyla TC anayasasına da aykırıydı. Ama baş örtüsü yasağı vicdanları sızlatarak sürdürüldü. Bu uygulamanın somut iki olumsuz sonucu oldu.

İlki, kız öğrenciler bu nedenle zorunlu ilk okul dışında okula gönderilmediler. Osmanlıdan kalan kız çocuklarını okutmama hastalığı yenilemedi. Kadınlar üzerindeki cehalet giderilemedi. Cumhuriyetin kadının özgürlüğü ve onun cehaletinin ortadan kaldırılması için yaptığı çabalar bu nedenle başarıya ulaşamadı. Oysa laiklik ilkesiyle bu duruma hoşgörüyle bakılabilirdi.

İkincisi daha önemliydi. Kamuda uygulanan baş örtüsü yasağı topluma örnek oldu. Yaradılışları gereği güzelliklerini sergileme eğiliminde olan kadınlar örtünmemeye başladılar. Modacılar bu eğilimi beslediler. Kılık kıyafetler değişti. Geleneksel ve toplumsal ahlak ölçüleri aşıldı. Kadın-erkek ilişkilerindeki hassas denge bozuldu.

Kuran kadın-erkek ilişkilerini belli esaslara bağlamıştı. Bu esasların bozulması sonucu toplumda zina olayları arttı. Zinanın önlenmesinin ilk adımı kadınların örtünmeleri, kadın ve erkeklerin gözlerini harama bakmamaları, ırzlarını korumalarıydı. (Nur suresi 30 ve 31. ayetler). Bu ayetlerin gereğini yapmayan toplum İslam’ın en çirkin eylem olarak tariflediği zina suçunun içine sürüklendi. 

Dini ahlaktan uzaklaşan insan ve toplum, mutlu olma yolunu kaybedecekti. Sadece maddi dünyaya önem veren insan, güzelliklerden uzaklaşarak bocalamaya başladı ve gerçek mutluluğu kaybetti.

4.6 Son sözler:
Arkadaşım!
Gazi Mustafa Kemal’e öfke ile değil saygı ile ve muhabbetle yaklaşmamın nedenlerini bir nebze olsa da sanırım açıkladım. Dinimiz bir Müslümanın ardından kötü konuşulmasını istemiyor. “Ya iyi konuş ya da sus.” diyor.
Ben bir Cumhuriyet çocuğuyum. Aslıma, neslime kötü söz söylemem, söyleyene ve söylenene değer vermem ve bu tür söylemleri yapanları uyarırım. Bir yanlışlık yapıldıysa onu düzeltmeyi kendime görev sayar ve bu yolda çalışırım. Benim dinim bana böyle emrediyor. Bu nedenle yaptıklarından dolayı Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarını şükranla saygıyla ve rahmetle anıyorum.

*Mustafa Kemal Atatürk’ün din anlayışı ve yaptıkları hakkında bugün öfke kusanlara söyleyeceklerim var.

Arkadaş! Kabahati başkalarında değil önce kendinde ara. Karşındakinin gözündeki çöpü göreceğine önce kendi gözündeki merteği gör. Bir yanlış yapıldıysa 1950 yılından buyana iktidardasın, bu Ülkeyi yönetiyorsun. Yanlış saydığın şeyleri niye düzeltmedin? Niye düzeltmiyorsun? Bu konuda samimi misin? Yoksa böyle davranmak işine mi geliyor?
Ha! Sahi. Sen İslam için, Müslümanlık için bugüne kadar ne yaptın? Sen ne kadar Müslümansın?
Hazreti peygamberin (sav) “Mümin olmadıkça cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de mümin olamazsınız.” sözünden haberin var mı? Bu sözler senin için bir kıymet ifade ediyor mu? Mümin olabildinse unutma! Müminler böyle konuşmaz, konuşamaz.
Eğer biraz İslami hassasiyetin varsa sana tavsiyem Bakara suresinin 134 ve 141.ayetlerini iyice oku. “Onlar bir milletti. Geldi geçti. Onlarınki onlara sizinki size.” gerçeği üzerinde biraz değil çokça düşün. Faniler hakkında böyle konuşmana hakkım var mı? diye kendini biraz sorgula. Faninin arkasından atıp tutmak kolay. Ama sen de bir gün ölüp bu dünyadan göçeceksin. Unutma! Ne ekersen onu biçeceksin. 

**Laiklik taraftarı olan Müslümanları da uyarmak istiyorum.
“Şeriatçı değilim.” demeyiniz. Kurana aykırı düşen beyanlarda bulunmayınız. Kuran hükümlerini reddederseniz, Kuranı kabul etmemiş ve farkında olmadan İslam Dininden çıkmış olursunuz.
Müslüman yaşamak istiyorsanız Kuran gerçeğini iyice öğreniniz. Ölüm kapınızı çalmadan Tanrının size bahşettiği Müslümanlığın kıymetinin farkına varmaya çalışınız. Bu konularda sözlerinizde ve davranışlarınıza çok dikkatli olunuz. Çünkü bir Müslümanın başına gelebilecek en büyük felaket onun bilerek veya bilmeyerek İslam’dan çıkması, Tanrının af ve merhametini kaybetmesidir. 

***Ülkemizde lise, üniversite ve bunların üzerinde eğitim gören ve Müslüman olan kişilere çağrım şudur.

Cumhuriyetin en fazla emek verdiği ve en fazla umut bağladığı nesil sendin. Cumhuriyetin öğretmenleri seni ve senin neslini “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür.” bir nesil olarak yetiştirdiler.
Sen, bu ilkelere bağlı olarak Cumhuriyete ne kadar sahip çıktın? Özgürlük konusunda hangi çabayı gösterdin? Mensup olduğun İslam Dinini, milli kültürünü ne kadar sahiplendin ve ona ne kadar hizmet ettin? Bu soruları samimi bir şekilde cevapla.
Eğer Dinine biraz sahip çıkmış olsaydın; Ülkemizde İslam Dini ve inancı bu kadar kolay istismar edilebilir miydi?
Eğer kültürüne, diline, geleneklerine biraz sahip çıkmış olsaydın, eğer Ata’nın “Türk! Öğün. Güven. Çalış.” ilkesine göre hareket etseydin; Ülkeyi pençesine alan bu batı hayranlığı, bu kendinden vazgeçiş, bu kendini aşağı görme duygusu oluşur muydu?
Eğer Ülke ekonomisine biraz sahip çıkmış olsaydın; yabancı paralara değil TL ye, yabancı mala değil yerli mala değer verirdin. Ata’nın yaptığı gibi el aleme avuç açmazdın. Ülkenin siyasi geleceğini riske sokan ve süreklilik kazanan ekonomik bunalımları yaşamazdın.

Daha önce ifade etmiştim. Bir kere daha yeniliyorum. Şu sözlerimi aklında çıkarma! 
Müslüman Türk Milletinin adı Mustafa (seçkin) olan iki lideri var.
İlki Muhammed Mustafa(sav) bize yürüyeceğimiz ahlâk yolunu yani doğru yolu gösteriyor. Bu yoldan hiç ayrılma. İkincisi Mustafa Kemal, bu yolda aklımızı kullanarak çağdaş bilim ve çağdaş dünya gerçeklerine göre yürümemizi öneriyor. Bu gerçeklere göre hareket et.
Böyle yaparsan hem Cumhuriyeti ve başta özgürlük olmak üzere onun getirdiği erdemleri korumuş olursun. Hem de İslam Dinine sahip çıkarak insan olmanın faziletlerini ve en önemlisi Tanrının hoşnutluğunu kazanırsın.
İslam Dini ve Cumhuriyet senden bu görevleri yapmanı bekliyor.

Tanrıya, Kuran’a ve Peygambere gönülden bağlı bir Müslümanın İslam, Cumhuriyet ve Laiklik konusundaki düşünceleri şimdilik bu kadar. Bunlar, Atatürk Barajındaki beton su alma yapısına “Ne mutlu Türküm diyene.” yazısını yazdıracak kadar Cumhuriyete bağlı, 80 yaşında emekli bir inşaat mühendisinin görüşleridir. Müslüman Türk Milletine yararlı olması dileğiyle yazıldı. Dilerim faydalı olur.
Gayret kuldan Takdir gerçek dost Yaradan.