BERKAY KEMAL ÖNOĞLU : Manda ve himaye edilmek isteyenler nasıl örgütleniyor ???
“İşbirlikçi bazen doğrudan maddi çıkarı olduğu için satar ülkesini ama bazen de sadece sevmediği için, insanlığa duyduğu nefretten satar.”
25.08.2024
***
Tarihte öyle gayrimeşru siyasi pozisyonlar vardır ki bunların bırakın örgütlenmeleri açıktan dile getirilebilmeleri bile ancak işgal gibi ağır koşullarda, çok derin çöküş ve parçalanma anlarında, büyük felaket zamanlarında mümkün olabilir. Manda ve himaye talebi onlardan biridir. Sonuçta bu sıralanan koşullar olmaksızın makul karşılanıp toplumsallaşabilmesinin imkanı olmayan bir siyasi pozisyonu ifade eder. Ne mutlu ki bizim toplumumuzda, kelime olarak da, manda ve himayeye karşı özel bir hassasiyet, ciddi bir alerji mevcut. Himaye edilmek, büyük bir güce ipleri teslim etme fikri son derece itici. Fakat bir zamanlar, şimdi tahayyül etmesi zor belki ama bu topraklarda samimi hislerle, memleketin iyiliği için Amerika’ya veya İngiltere’ye resmen tabi olmayı öneren ve bunu örgütleyen siyasal aktörler de mevcuttu. Yani Türkiye’de işbirlikçilik bir zamanlar, tabiri caizse, utanmadan örgütlenebileceği bir zemin bulabilmişti.
Bugün ülkemizin bir büyük güç tarafından himaye edilmesini ve bağımsızlığının resmen ortadan kalkmasını kimsenin açıktan ileri süremeyeceğini gayet net söyleyebiliyoruz. Özel bir çıkarı bulunmadığı takdirde hiç kimse de böyle bir fikrin peşinden samimi bir inançla yürümez. ‘Olağan zamanlarda’ Türkiye’de mandacılık ancak başka bir söylemin içine gizlenerek, toplumdaki bazı duygular istismar edilerek, tarihsel süreç maniple edilerek ve düzenli bir dezenformasyonla siyasal alanda kendine yer bulabilir ve maalesef bugün tam da bunu yaşıyoruz.
Liberalizm son yıllarda toplumsal algıda hızla değersizleşmiş, itibar kaybetmiş olabilir. Sümüklü vaizle ortak bir altın çağ yaşayıp yine bağlantılı bir sürecin sonunda tepetaklak geriye düşmüş görünebilir. Ama bilinmelidir ki kapitalist Türkiye’de liberalizm asla etkisiz bir aktör haline gelmez çünkü kapitalist bir ülkede işbirlikçi ruh da asla ölmez.
Peki ama yukarıda ifade edildiği türden bir çöküş ve dağılma hali söz konusu olmadığında emperyalizme dönük teslimiyetçi bir tutum nasıl örgütlenme sahası bulabilir?
Bozgunculukla, çaresizlik hissi kanıksatılarak, bu ülkenin mücadele etmeye değmeyeceği fikri yayılarak, teslim bayrağı erkenden çekilerek…
İşbirlikçiliğin olağanüstü zamanlarda nasıl açıktan örgütlenme zemini bulabildiğini söylemiştik. Çöküş ve dağılma psikolojisine ek, teslimiyetçi bir duygunun da yerleşip yayılması bunun için şart. Aslına bakarsanız olağan zamanlarda mandacılık yolunu tutanlar da bu ülkeye baktıklarında çöküş ve dağılmadan başka bir şey görmedikleri için bu yolu ar etmeden yürüyebiliyor. Ne de olsa çöp kadar değeri yok bu ülkenin onlar için. Kuruluş tarihsel bir gerileme, cumhuriyet gayrimeşru bir gelişme, geride kalan 100 yıl bütünüyle kan ve gözyaşından ibaret bir parantez… Onlara göre bu ülke sevilemez. Onun için de bu ülkeyi insanıyla, toprağıyla, madeniyle, fabrikasıyla, bilimiyle, sanatıyla paketleyip satmak en iyisi…
İşbirlikçi bazen doğrudan maddi çıkarı olduğu için satar ülkesini ama bazen de sadece sevmediği için, insanlığa duyduğu nefretten satar. Kendini alıkoyamaz. Türkiye’deki alışılmış liberal portresi işte böyledir. Tepeden baktığı, kendini parçası görmediği emekçi halka dair en ufak bir inanç beslemez. İnsanlığa dair umudunu koruyabileceği bir tarihsel formasyona ve bilince zaten sahip değildir. Ürettiklerimize, biriktirdiklerimize değil onların anlamsızlığına, insanın boşluktaki savruluşuna, tarihin tekerrür ettiği safsatasına sırtını verir. Ve kendi cahilliğini, kolaycılığını ve itaatkârlığını bu ülkenin milyonlarca emekçisine mâl edip görmezden gelir.
Bugün Türkiye’de her partiye yayılmış çeşit çeşit liberalin ne yazık ki en yoğun beslendiği zemin Türkiye toplumunun kendi ülkesinde deplasmanda olma duygusudur. Ümitsizlik “toplumu” götürüp “bireyi” getirmekte ve insanlığa değil sermayeye inanç beslenmesinin önü açılmaktadır. Üzerinde yaşayan insanlarıyla, doğası, kültürü, kaynaklarıyla bir ülkeye değil çok uluslu tekellere bağlılık, bunlar üzerinden bir kimlik inşası ve kurtuluş reçetesi işte bu deplasmandalık hissi ile ivme kazanabilmektedir.
12 Eylül’den bugüne kademe kademe ama özel olarak da AKP’li yıllarda bu “kendi ülkesinde deplasmanda hissetme” hali büyümüş; toplumun örgütlenme olanakları budandıkça, toplumsal dinamikler tasfiye edildikçe çok çeşitli kesimler için bu ülkeye aidiyet hissi de adım adım erozyona uğratılmıştır. Teslimiyetçilik toplumsal alanda bu olgudan beslenmekte, liberalizm yakın tarihi de bu bağlamda tahrif ederek kendi örgütlenmesine uygun bir okuma ortaya atmaktadır. HDP, DEVA ya da LDP fark etmeksizin bütün mecralardan liberallerin AKP’nin komünist olduğu iddiasını dile getirmeleri böyle bir tahrifatın ürünüdür. Üstelik ekonominin dümeninde AKP’li bir sömürge valisi varken bile bu iddialar varlığını koruyabilmektedir.
Yukarıda söyledik, kapitalist Türkiye’de koşulsuz piyasa egemenliğini yani Amerikan iktidarını savunanlar hiç bitmez. Türkiye gibi piramidin ortalarındaki bir ülkenin piyasa karşısında sıfır irade sergilediğinde koşulsuz Amerikan egemenliğine gireceğini dert etmezler. Bunun karşısında Türkiye’yi o kanlı piramidin üst katlarına taşıma hayali kuranlar, servetlerini katlamak için oynayacakları tehlikeli kumara Türkiye işçi sınıfını ortak etmeye çalışanlar da mevcuttur. İkisinin bir madalyonun iki yüzü olduklarını ve teknik olarak da temsil ettikleri eğilimlerin sonunda aynı kapıya çıkacağını başka bir yazıda işleyelim.
Ama bir de o piramidi sallayıp devirecek, zinciri zayıf halkasından kıracak olanlar var. Onların dünyasında kendi bacağından asılacak milyonlarca koyun yok, toplumu oluşturan insanlar var. Şirketlerin kutsal mal varlıkları da yok, bu ülkenin korunması gereken, kamuya ait kaynakları var.
Eşitlikçi, güçlü, kalkınmış bir ülkede bağımsızlığına düşkün ve onurlu yurttaşlar olarak yaşamak istiyoruz. Bunun için sosyalizmi hedefliyoruz. Bu ülkeyi de işte böyle, en gerçek duygularla seviyoruz!