Emekli Tümamiral Soner Polat, değerli gazeteciler
Saygı Öztürk ve Sebahattin Önkibar’la birlikte Kıbrıs’a yaptığımız ziyarette
üst düzeydeki siyasetçiler ve uzmanlarla görüştük. Kıbrıs konusunda yürütülen
müzakerelerin ulaştığı aşama hakkında maalesef kaygı verici bilgiler
aldık.
Kıbrıs Türkleri için çok olumsuz sonuçlar
verebilecek olan Kofi Annan Planı 2004 yılındaki referandumda AKP Hükümetinin
telkiniyle Kıbrıs Türkleri tarafından onaylanmış ancak Rumların reddetmesi
nedeniyle yürürlüğe girmemişti. O zaman BM Genel Sekreteri olan Kofi Annan,
taraflardan biri reddederse bu planın geçersiz olacağını açıklamıştı. Plan
Rumlar tarafından reddedildiğine göre artık gündemden çıkması gerekiyordu.
Ancak, anlaşıldığına göre böyle olmamış, Türk tarafı büyük bir fırsat kaçırmış
ve daha sonraki görüşmeler gene Annan Planı üzerinden yürütülmüş, üstelik Plan
Rum tarafı lehine, Türk tarafı aleyhine önemli değişikliklere uğratılmıştır.
Bize verilen bilgilerden anlaşıldığına göre KKTC’nin
elindeki bazı topraklar Rum tarafına bırakılacak, bu topraklara yüz bine yakın
Rum yerleştirilecektir. Orada yaşayan Türklerin göç etmeleri gerekecektir.
Ayrıca on binlerce Rum’a da Türk tarafına yerleşme hakkı tanınacaktır.
1974 Barış Harekatı sırasında 10 yaşının üzerinde olan Rumlara,
“duygusal bağ” diye adlandırılan bir gerekçeyle aileleriyle birlikte Kuzeydeki
eski evlerine yerleşme hakkı tanınacaktır. Yani on binlerce Rum da bu olanaktan
yararlanarak Kuzeye yerleşecektir.
Ayrıca AB’de geçerli olan seyahat, yerleşme ve iş kurma hakkı
Kıbrıs’ta da geçerli olacak ve Rumlar bu haktan yararlanarak da Kuzeye
yerleşebileceklerdir. Görüşmeler sırasında BM Temsilcisinin “Yakında Kuzeydeki
Rumların Türklerin sayısını aşacağını” söylediği ifade edilmektedir. Böylece
Denktaş’ın Makarios’la imzaladığı anlaşmadan beri temel ilke sayılan “iki
kesimlilik” fiilen ortadan kaldırılacaktır.
Türklerin nüfusunun Rumların dörtte biri olması da ilke olarak
kabul edilmiş ve 803.000 kişilik Rum nüfusuna karşılık 220.000 kişilik Türk
nüfusuna razı olunmuştur. Bize söylendiğine göre, bu sayı şu anda Adada bulunan
Türkler ile yurt dışında yaşayan KKTC vatandaşlarının toplam sayısının yaklaşık
üçte biri kadardır. Kaldı ki, nüfus artışının sınırlandırıldığı bir anlaşmanın
yapılması akla ve sağduyuya aykırı olacaktır. Dünyada böyle bir örneğin
varlığını işitmedik.
Mülkiyet konusunda ciddi sorunlar çıkacağı ve Adada çok önemli
toprak varlığı olan Türk vakıflarının, İngiliz sömürge yönetimi zamanında
hileli yollardan Rum Kilisesine bırakılan topraklarının geri alınamayacağı anlaşılmaktadır.
Türk tarafının görüşmelerde razı olduğu bu ve benzeri tavizler karşılığında Rum
tarafının hala 1960 Antlaşmalarıyla tesis edilen Türkiye’nin garantörlüğüne
karşı çıktığı, dönüşümlü başkanlığı henüz kabul etmediği, aynı antlaşmalarla
sağlanan Türklerin veto hakkını sulandırmaya çalıştığı görülmektedir.
Bütün bunlardan daha önemlisi Kıbrıslı Türklerin güvenliğinin
teminatı olan Türk askerlerinin büyük çoğunluğunun Adadan ayrılmasıyla ciddi
bir güvenlik boşluğu doğacak olmasıdır. Kofi Annan Planına göre Adada sadece
650 Türk askeri kalacak, onlar da zaman içinde Kıbrıs’ı terk edecekti. Bugün
bütün Orta Doğu bir ateş yumağı haline dönüşmüşken barışın ve güvenliğin tam
olarak sağlandığı tek bölge Kıbrıs’tır. Türk askerleri giderse Adada yaşayan
Türkler bugünkü güvenlik koşullarından mahrum kalacaktır. Bu durum Türkiye
açısından da ciddi güvenlik sorunları doğuracaktır.
Türkler aleyhinde ortaya çıkan ve şimdiye kadar Türk kamuoyuna
yeterince duyurulmayan bütün bu gelişmelerin bazı büyük devletlerin baskı ve
yönlendirmeleriyle şekillendiği anlaşılmaktadır. Geçen hafta Adayı ziyaret eden
İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson ile birkaç gün önce Adaya gelen
Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Jonathan Cohen’in temaslarının, ABD Başkan
Yardımcısı Biden’in telefon Kıbrıslı liderlerle yaptığı telefon görüşmelerinin
bu son gelişmelerde etkili olduğu ifade edilmektedir. Başkan Obama’nın görevden
ayrılmadan önce Kıbrıs konusunda bir başarı elde etme arzusunda olduğu
anlaşılıyor.
Bazı AB ülkelerinin Kıbrıs’taki Büyükelçilerinin de sanki anlaşma sonuçlanmış
gibi, Türk tarafındaki bazı toplantılara katılarak referandumda olumlu oy
kullanılması için şimdiden propagandaya başlamaları Kıbrıs’taki önemli
siyasetçilerin tepkisini çekmiştir.
9-11 Ocak tarihlerinde Cenevre’de yapılacak müzakerelerin ve 12
Ocakta Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin iki toplum liderleriyle birlikte
katılacakları beşli müzakerelerin çözümü, daha doğrusu Türkler açısından
“çözülmeyi” sonuca bağlamayı hedeflediği görülmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 29 Kasım’da “O kadar şehit kanı var
neyi veriyorsun?” sözleri Kıbrıs’taki bazı siyasetçileri ümitlendirmişse de
yukarıda sözü edilen olumsuz gelişmelerin ve verilen tek taraflı tavizlerin
Ankara’nın rızası olmadan gerçekleştiğini düşünmek zordur.
Başarısızlığı halka başarı gibi göstermekte öteden beri etkili
olan iç ve dış siyasi çevrelerin ve basının bu son derecede sakıncalı ve
tehlikeli gelişmeleri sonunda halkımıza zafer gibi takdim etmeleri şaşırtıcı
olmayacaktır. Şimdiden Türk basınında bu yolda yazılara rastlanmaktadır.
Evvelce Kofi Annan Planına destek olan AKP iktidarının şimdi de
aynı çizgiyi sürdürmesi şaşırtıcı sayılmayabilir. Ancak halkımız Kıbrıs
harekatının mimarı olan Bülent Ecevit’in o zamanki partisi CHP’den bu milli
davaya güçlü biçimde sahip çıkmasını beklemektedir. 16 Ağustos’ta kendisini
ziyaret eden KKTC Cumhurbaşkanı ve Baş müzakereci Mustafa Akıncı’dan bilgi
aldıktan sonra yaptığı açıklamada Sayın CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu
Kıbrıs’ın bizim milli davamızdır, partiler üstü bir politika güdülmesi
gerektiğini biliyoruz dedikten sonra “Sayın Akıncı’ya da bunu ifade ettim. Son
derece başarılı bir süreç götürüyor” demiştir. Bu sözlerden CHP’nin son
gelişmeler hakkında yeterince bilgilendirilmediği izlenimi alınmaktadır.
Daha fazla gecikmeden konunun Türkiye Büyük Millet Meclisinde
ele alınması, evvelce TBMM’nin Kıbrıs konusunda oy birliğiyle aldığı kararların
hatırlatılması ve halkımıza Kıbrıs’ta nelerin feda edildiğinin bir an önce
açıklanması ertelenemeyecek bir ödev olmuştur.
Cumhuriyet tarihimizde dış baskılar ve ambargolar
altında taviz verdiğimizin örneğini bulmak mümkün değildir. Son olarak 1975
yılında ABD Kongresinin, daha sonra 1993 yılında Almanya’nın uyguladığı silah
ambargosu Türkiye’nin sert tepkisiyle karşılaşmış ve sonuç vermemiştir. Şimdi
maalesef bir yandan KKTC’ye uygulanan ambargolar, bir yandan da Kıbrıs Rum
Yönetiminin Türkiye’nin AB müzakere başlıklarından altısına koyduğu
ambargoların altında yürütülen müzakerelerin sonunda Rum tarafının taleplerine
boyun eğilecek midir? Kıbrıs Türklerinin ve Türkiye’nin kahramanı Rauf
Denktaş’ın kemiklerini sızlatacak ve Kıbrıs’ın Girit gibi elde çıkmasına yol
açacak bir sonuca Türk milleti razı olacak mıdır? Kıbrıs’ın Girit gibi elden
gitmesine seyirci kalanlar tarih karşısında sorumluluk taşıyacaklardır.Şimdi
baskılara direnmenin zamanıdır.
Saygılar, sevgiler…
Onur Öymen