KISA ÖYKÜLER /// Cüneyt Arkın’ın 1956 Yılında Yayımlanan Öyküsü : “İkisi de Hastaydı”

Cüneyt Arkın’ın 1956 Yılında Yayımlanan Öyküsü : “İkisi de Hastaydı”

Cüneyt Arkın’ın 1956 senesinde H. Fahrettin Cüreklibatır imzasıyla yayımlan “İkisi de Hastaydı” öyküsü sizlerle.

Eda Aydın

30 Mart 2024

***

Cüneyt Arkın Türk sinema tarihinin en önemli isimlerinden birisi. Bununla birlikte kendisinin az bilinen, ancak en az oyunculuğu kadar kıymetli bir yönü daha var: Öykü yazarlığı. 50 Kuşağı öykücülerini aratmayan diliyle öne çıkan Arkın; döneminde dergilerde basılan eserleriyle saklı bir cevher gibi okurları bekliyor.

Bu içerikte 1956 yılında Eskişehir Yüksek Talebe Derneği tarafından hazırlanan Başbaşa dergisinin ilk sayısında H. Fahrettin Cüreklibatır imzasıyla yayımlanan İkisi de Hastaydı öyküsünü sizlerle buluşturuyoruz.

Güneş odadan içeri girince yataktan kalktı ve bir zaman orada, yüzünü avuçları arasına alarak oturdu. Titriyordu. Kendi kendine: «Geç yatmaktan» dedi, «Hep geç yatmaktan..» Ve morarmış parmaklarını aralayarak etrafa baktı: Yerde kitapları dağılmış duruyordu. Biri de açılmıştı. Orta sahifeleri görünüyordu. Bir resim vardı yanda. Simsiyah bir resim… Genç, onun altındaki yazıyı hatırladı. «Einstein’in kanununu izah eden deney» diyordu. Sonra daha daha öteki satırlar da geldi aklına. Okur gibi söylendi kendi kendine. «İyi olmuş» dedi. Gitti, onları yerden aldı. İyi olduğuna seviniyordu. İyi oldu mu sınıfı geçerdi çünkü.

Pencereye vardı. Nemli bir kurşunilik uzun, sarı yüzüne düşünce, gözlerini kıstı. Gözleri tutuktu. Küçülmüştü hep satırlara bakmaktan. Güneş dedi. Parmaklarını alnına götürdü. Kum fırtınalarının vurduğu bir evin dışı gibiydi. Sıkılıyor, yanıyordu. «Geç yatmaktan» dedi. «Hep geç yatmaktan. Geç yattı mı oluyor insan böyle. Hep oluyor..»

Dolaba gitti. Elbiselerini çıkardı. Aniden boğuk boğuk, kesik, takıla takıla, kopa kopa gelen bir öksürük içini tırmaladı. «Gece de öksürdüm» dedi. «Gece de öksürdüm vallahi.»

Ama geç yatmıştı. Geç yattı mı oluyordu böyle hep.. «İmtihanlar» diye düşündü. «Bitti mi dinlenirim. Gezmeye giderim, plâjlara giderim, dinlenirim.»

Dinlenmeyi çok istiyordu. «Öylesine» dedi. «Öylesine gezmek istiyor canım.» Gözleri kitaplarına takıldı. Kalın kalındılar. «Ö’sun» dedi, «İnsan çalıştı mı yapıyor». Pervazları çekti. Cam ılık, tatlı bir sıcaklıkla eline değdi. Baktı; güneş göğün yarısına gelmişti. Dışarı çıktı. Sokak kalabalıktı, gürültülüydü. Uğultu vardı, uzaklardan taşıp geliyordu. Ama bir şey anlaşılmıyordu. Niçin anlaşılmıyordu acaba? Fizik kitabının altıyüz yirmi beşinci sahifesinde vardı, cevabı. Akustik diyordu. Ama değildi. İnsanlar mahsus böyle konuşuyorlardı, biliyordu. «Olsun» dedi. «Nasıl konuşurlarsa konuşsunlar.» Yürüdü.. Sokağın sonuna doğru bir kız gördü, Bakkaldan geliyordu. Saçları dağınıktı. Sıhhatliydi dudakları. Dudaklarının üzerinde çapkın bir rüyanın hazzı vardı. Başını eğerek geçti. Yürüyüşünde baharın bütün arzuları titriyordu. Ve kendisi de bunu biliyordu, ona bakan genç te bunu bilmekteydi. Bunun için geçince dönüp baktı. Mavi gözlerinde buruk bir tutku vardı. Birden, genç sokağa ilk gelişini hatırladı. O zaman bu mavi gözlü kızın evlerinin karşısında bir oda tutmuştu. Ve bir gece onu soyunurken görmüştü. Küçücük, titrek memeleri vardı, sütyen takmamıştı. Sonra da oturmuş uzun uzun kendini aynada seyretmişti. Güldü. Ne de çabuk geçmişlerdi, o günler. O zaman da sarıydı yüzü ama kuvvetliydi. Küçük kafasında türlü hayâllerle aşmıştı bu yolları. Uğultu halinde annesinin sesi vardı kulaklarında. Annesi incecikti. Esmer mi esmerdi. Ama Anadoluydu sanki; sabırla, sevgiyle, aşkla doluydu. Oğlundan ayrılırken ağlamamak için nasıl dudaklarını ısırmıştı. Ama sonra ağlamıştı. Tren uzaklaşırken görmüştü onu. Başını önüne eğmişti, yüzünü gizliyordu ama görmüştü çocuk. Sonra babası aklına geldi. Hep paradan bahsediyordu: «Çok harcama» diyordu. «Ben kıskanmam» diyordu. «Ama ablan sıtmadan ölüyor. Onu baktırmam, ilâç almam lâzım.»

Trende bir tuhaf oturmuş, hep susmuştu Büyüdüğü, bildiği kırları geçerken hep susmuştu. Ağlamak gelmişti içinden ama hep susmuş, düşünmüştü. Burslu okuyacaktı, burs alacaktı. Onun için babasına «Korkma» diyordu içinden, «Korkma. Sıtmalı ablamı baktır, ilaç al. Bana gönderme. Ben burs alacağım.» Fakat olmamış, burs parası yetmemişti. İlk aylarda borçlanmıştı zaten. Yalnız oturduğu eve 35 Iira veriyordu. Geldiğinde yurtlarda yer yoktu, bulamamıştı. Nasıl olsa razıydı ama, bulamamıştı işte.. Daha inceliklerini bilmiyordu meselelerin. Sonra da hastalanmıştı. Bir senedir devam ediyordu ama bir dinlendi mi geçecekti. Plâjlara gitti mi, gezmelere çıktı mı geçecekti. Ondan sonra öksürmivecek, mendiline tükürmiyecekti artık. Hele imtihanlar bir bitsindi. Öksürmiyecekti sonra. Avuçlarındaki ter de kuruyacaktı. «Yanaklarım kızaracak» diye düşündü. Hanı elmalar vardı köylerinde, onlar gibi kızaracaktı yüzü..

Cadde kalabalıktı. Tıklım tıklım… Önünden geçen dolu kamyonun üzerinde bir adam vardı. Kollarını sıvamıştı. Yeşil gözlü, çekik burunlu biriydi. Hep karşıya bakıyordu. «Anadoluludur» dedi, «Anadolulu bakar böyle yeşil gözleriyle, uzaklara. Yeşil hasretiyle… Ancak onlar öğrenmişlerdir böyle bakmasını.»

Üniversitenin önünde bir arkadaşını gördü. Ona yaklaştı. Küçük siyah gözleri vardı arkadaşının. Arkadaşı pek sevmezdi onu. İstanbulluydu. Sebebini bilmiyordu ama bir gün söylemişti, «Sevmiyorum seni» demişti.

«Ayhan!» «Ne var» dedi öteki. «Liste?» Karşısındaki kuru bir sesle: «Çakmışız» dedi. «Bütün grup çakmış». Cevap vermedi.

İmtihanı kazanamamıştı, fakat üzülmüyordu. Çalışmıştı, biliyordu. Gecelerle, gündüzlerle çalışmıştı. Ve bunu biliyordu. Bir sene daha kalırdı burada. Yazları çalışırdı, para biriktirirdi. Yazık!.. Gezemiyecekti. Plâjlara gidemiyecekti. Olsundu. Ona para lâzımdı. Bir dahaki sene gezerdi… Yürüdü. Siyah gözler bakakaldı arkasından. Postahaneye gelince durdu. Girdi içeri. Kırmızı, küçük kâğıdı uzattı. Kadın ona baktı; «Sen misin» dedi. Onun da gözleri siyahtı. Çıktı. Güneşin altında yürüdü. Bahar gelmişti. Göğe baktı; bulutlar asılı kalmıştı, «Köyüm» dedi. Köyü bunların altındaydı muhakkak. Ve içi ezildi birden. Böyle bir günde ablasının ölüm haberini almıştı. Çöküvermişti yere. Ağlayamamıştı. Biliyordu; O yaşayacaktı, yaşamalıydı. Ama bakılmamıştı. Mahsul kötü gitmişti. Karı koca sapan izlerine eğilekalmışlardı. Zavallı ablası bir dünya görmeden gitmişti. Yürekler dayanmazdı. Biliyordu; bakılmamıştı ablası.

Avuçlarını araladı. Demin aldığı paralar oradaydı. Annesinin gönderdiği, ablasını öldüren paralar oradaydı. Kara, kemikleşen, sapana sarılmaktan şeklini kaybeden parmakların izleri vardı üzerinde. Ter, iş, öküz, tezek kokuyordu.

«Abla» dedi. Tıkandı. Bir tramvay geçti önünden. Gençliğinin asıla kaldığı tramvay…

Köşeye gelince o kızı tekrar gördü. Ve genç yanından geçerken dönüp baktı. Saçlarını yeni taramıştı. Aldırmadı ona, geçti gitti..

Eve geldiği zaman öksürüğü tekrar tuttu. Yorulmuştu. «Bir gün geçecek» diye mırıldandı. Odasına geçti. Güneş çekilmiş, içerisi gölgelenmişti. Pencereleri kapattı. Şehrin gürültüsü, kurşuni göğü ile ondan uzakta kaldı. Fakat aşağıda o kız yine vardı. Kendisine bakıyordu. Geri geldi. Masaya oturdu. Kitapları oradaydı. Kalın kalın, sıra sıra… Einstein’in kanununun olduğu kitap yine açıktı, o resim yine vardı. Hızla kapattı. Bir kâğıt aldı. Cama, elbiselerine, odaya baktı ve sonra:

«Beni affet anneciğim» diye başlayan bir mektup yazdı…

Başbaşa – Neşriyat No. 1, Eskişehir Yüksek Talebe Derneği (1956)

İlginizi çekebilir: Cüneyt Arkın’dan Bir Başka Öykü – “İnsan Çiti”

Not: Öykü dergideki imlalar korunarak Ezgi Akyıldız’ın arşivinden nakledilmiştir.

Cüneyt Arkın’ın İkisi de Hastaydı isimli öyküsü hakkındaki görüşlerinizi Kayıp Rıhtım Forum’da paylaşabilir, daha fazlası için bizleri Google News’ten takibe alabilirsiniz.