Mustafa Armağan : Saraydaki Derviş : Kazasker
Mahmutpaşa çarşısının dik yokuşu o gün her zamanki gibi telâşa boğulmuştu. Yükünün altında iki büklüm olmuş hamallar, çığırtkan tezgâhtarlar, zarif müşterilerin kırık sesleri atların, merkeplerin nal sesleri ve hırıltılarıyla harman oluyorfdu. Hamamdan yükselen takunya, dükkânlardan çil çil para, imâlâthânelerden çekiç sesleri, cumbalı, eliböğründeli ahşap evlerin kafesleri arkasından bakan gözler Mahmutpaşa Câmii’nden Eminönü’ne doğru kıvrılarak inen bu yokuştan akan her çeşitten insanı görebilir, kalabalığı hem aşağı hem de yukarı doğru sürükleyen bu gürültülü sel arasındaki nice tipi ayırt edebilirdi. Ak sarıklar kırmızı feslere dolaşır, kara cübbeler lacivert redingotların madenî düğmelerine çarpardı. Zarif ferâceler beyazlar içindeki Levanten kadınların çemberli eteklerine sürtünür, nârin ellerde yükselen rengarenk şemsiyelerin uçları ikide bir tokuşur, esmer yüzlü çocuklar ağlaşır, Türkçe kelimeler Rumca konuşmalara çelme takar, köşe başlarında ak saçlı dervişler ile kara sakallı papazlar selâmsız sabahsız karşılaşırdı.
İsmi Bizans’tan beri “Şehirlerin kraliçesi”ne çıkmış olan pâyitaht İstanbul’un kalbiydi burası.
Mevsim dersen nevbahardı; aylardan Nisan Mayıs’a değiyordu.
Mahmutpaşa yokuşundan tırmanmakta olan 50 yaşlarında var yok biri soluklanmak üzere biçimsiz bir köşe taşına oturmuş, alnında biriken terleri işlemeli geniş çevresine siliyordu. Yalnız ara sıra etrafına kaçamak bakışlar attığı, bir polis geçtiğinde tanınmamak için başını önüne eğdiği, birilerinin yüzüne bakmaktan imtinâ ettiği dikkat çekiyordu.
“Yâ Allah!” deyip doğruldu yerinden; az ilerideki mermer çeşmenin önünde durdu, musluğu açtı, yeni kalaylanmış zincirli bakır tasını yuvasından aldı, itinâyla çalkaladı ve içine doldurduğu serin suyu yere çömelerek besmeleyle üç yudumda ağır ağır içti. Ardından derin bir “Elhamdülillah” çekip ayağa kalktı. Bir an başı döner gibi olmuştu ama hemen toparlandı. İyiydi çok şükür. Derken taşları incitmek istemeyen adımlarla yoluna devâm etti.
Mahmutpaşa Câmii’ne doğru gideceği zannedilirken yokuşu biraz daha tırmandıktan ve arkasını kolladıktan sonra aniden sağdaki bir sokağa sapıverdi. Asâsını yerde gölgesinin kucağında sürüye sürüye ilerledi ve iki katlı ahşap bir evin çift kanatlı yüksek kapısındaki tokmağı üç defa çalıp bıraktı. Kenara çekilip sessizce açılmasını bekledi. İçeriden beklediği davudî ses biraz gecikerek de olsa çıkageldi:
Hayırdır erenler?
Hayırdır, hayır. Derviş Mustafa’dır huu!
Tekkenin kapısı açıldığında karşısına çıkan cılız bevvabdan destur istedi. İçeriye bir sis gibi süzüldü ve doğru mescidin yolunu tuttu. Üstü açık şadırvanda abdest tâzeleyip âdâb ve erkânıyla ikindi namazını edâ etti. Uzun uzun dua etti. Ellerini yüzüne sürdüğünde içinin bir parça ferahladığını hissetti.
Ardından yemenilerini nâzikçe çıkararak bir arkadaşıyla berâber kaldıkları odaya girdi. Kimse yoktu. Bir müddet sessizce serin minderlere uzandı; dinlendi, serinledi, dudakları zikirle ıslandı, kalbi rikkatle. Yakınlara kadar geceleri ısınmak için yaktıkları ocağın is kokusunu ciğerlerine çekti. Gözlerini yumdu ve ardından o sıcağıyla Haziranları kıskandıran günde yaşadıklarını birer birer gözden geçirmeye koyuldu.
Ne gündü ama… O köşe başında çarpışırcasına karşılaştığı orta yaşlı zâbit biraz sert mi bakmıştı kendisine? Âdetâ tanır gibiydi… Yoksa hakîkaten tanımış mıydı? Kalbi o sırada küt kat atmış, yolunu nasıl değiştireceğini şaşırmış, hattâ belki tâkip edilirim endîşesiyle bir-iki sokağa amaçsız sapıp yolu uzatmış, bir tür şaşırtmaca yapmıştı kendince.
Peki neden köşe bucak kaçıyordu? Herkesten önce kendisi sormuştu kendine. Defalarca hem de. Her soruşunda olduğu gibi aklını bıçakla dürttü. Şakakları kırıştı. Midesine kramplar girdi. Kalbi o orta yaşlı zâbitle karşılaştığı andaki gibi küt küt atmaya başlamıştı. Elini kalbinin üzerine götürdü.
Yanan bir şey vardı… Sızlayan bir kor… İnleyen ney… Hey derviş Mustafa hey!…
Kapı çalınınca kendine geldi. Toparlandı. Oda arkadaşı gelmişti. İbrahim:
-Nicedir dikkatimi çekiyor. Senin bir sırrın var ama anlatmıyorsun. Derdinin farkındayım, demiş, mânâlı mânâlı yüzüne bakmış, “Artık âzâd et sırrını derviş” diye de eklemişti.
Derviş Mustafa bu çıkış üzerine “Yâ sabır” çekti. Yalan söyleyemezdi. Nasıl olsa bir gün ortaya çıkmayacak mıydı sır dediğin? Baktı gözlerine derviş İbrahim’in ve anlatmaya başladı:
*
-Kimseye söylemek yok ama… Söz mü? Tosyalıyız. Babamın vefâtı üzerine annem beni 7-8 yaşımda var yoktum tahsil görmem için Dersaadet’e gönderdi. Akrabâlarımızın desteğiyle Fatih’teki Başkurşunlu Medresesi’nde ilim tahsîline başladım. Bu arada devrin şöhretli mûsikîşinaslarından Kömürcüzâde Hâfız Mehmed Efendi’den mûsikî meşk ettim. Hat dersleri de aldım. Hem ney üfler, hem de hattatlığa çalışırdım ilim tahsîlini zinhar ihmâl etmeden.
Hocam Kömürcüzâde, Sultan Mahmûd-i sânînin musâhiplerindendi. 13 yaşımda Resûl-i Kibriyâ Efendimiz’in (sav) bir na’t-ı şerîfini okuyunca dünyâm değişti.
-Nasıl yâni? diye sormadan edemedi derviş İbrahim. Tâne tâne anlattı Mustafa İzzet:
-Hocam Kömürcüzâde Efendi, Padişah hazretlerinin Cuma günü selâmlık merâsimi için geldiği Bahçekapı’daki Hidayet Câmii’ne beni de götürmüştü. Bana önceden meşk ettiği nât-ı şerîfi okuttu o gün. Kendisi de bestekâr olan ve mûsikîden çok iyi anlayan sanatkâr ruhlu padişah beni dinleyince etkilenmiş, “Bu çocuğun ne tesirli, dâvûdî bir sesi ve güzel bir edâsı var” demiş. Beni çağırttı. Kalp çarpıntılarımın derecesini târif edemem. Sultan Efendimiz bu dervişe iltifat buyurdu ve derhal sarayın himâyesine alınıp yetiştirilmemi istedi.
İşte o günden itibâren hayâtım baştan sona değişti.
Sarayın gözbebeği olan Enderun Mektebi’ne katılmamı istemişti Sultan. Bu işlem biraz gecikti. Çünkü Padişah dahi emretse Enderun’a doğrudan girmek mümkün değilmiş. Öncesinde Galata Sarayı gibi hazırlık mekteplerinde eğitilmiş olmam gerekiyormuş. Bunun için önce Silahdar Ahmedpaşazâde Ali Paşa’nın dâiresinde yetiştirilmeme karar verildi. Burada devrin önde gelen hocalarından ders aldım, husûsî olarak yetiştirildim ve 19 yaşımda Enderûn-i Hümâyun’a kabûl edildim. Burada devrin en büyük mûsikî üstadlarından ders aldım ve ser (baş) müzezzinlik vazîfesiyle saraya intikal ettim.
Yeteneklerimin farkına vardıkça üzerime düştüler. Neyzenlikte epeyce ilerledim. Hânende ve sâzendeliğin yanı sıra kudretli bir hattat olarak da yetiştirildim. O kadar ki, namdaşım Yesarîzâde Mustafa İzzet Efendi’den talik dahi meşk ettim.
Derviş İbrahim’in gözleri faltaşı gibi açılmış, “aaa” ve “ooo” sesleri arasında o basık ve loş taş odada aylarca berâber kaldığı arkadaşını yeni keşfediyor, hayretler içerisinde dinliyordu anlattıklarını. İyi ki sormuş, cevher kazanını taşırmıştı. Bakalım daha neler anlatacaktı. Meraklı meraklı başını salladı.
Derviş Mustafa da arkadaşının gözlerindeki merak kıvılcımlarını fark edince devâm etti anlatmaya:
-Sarayda o kadar kıymetimi biliyorlardı ki, elim sıcak sudan soğuk suya girmiyor, ne istesem yapılıyor, çil çil altınlar keseler içinde takdim ediliyor, hattâ ecnebî misâfirler gelince ben çağrılıyordum. Beste ve icrâlarımla hem misâfirlerin hem de Sultan Mahmud efendimizin takdir ve ihsân-ı şahanelerine sık sık mazhar oluyordum.
Ne yalan söyleyeyim, nefsime hoş geliyordu bütün bunlar ama şatafattan, tekellüften, rahattan rûhum sıkılıyordu. Bunalıyordum. Burada bana yetmeyen, rûhumu kandırmayan bir şeyler vardı. Bu saray hayâtının olanca şaşaası altında huzursuzdum. Başkalarının girmek için bin türlü hîle çevireceği bir yerdeydim ama gelin görün ki hiç mutlu değildim.
İçimde bir yer sızlıyordu. Bir boşluğun nabzı atıyordu. Bir nefes kulağıma ‘senin yerin burası değil’ diyordu atlas yastıklara başımı koyduğumda. Derviş hasırını özlüyordum ipek halılar üzerinde, inan bana. Ben kürkler içinde gezecek, her gün kuş sütü eksik ziyâfetlerde ağırlanacak, su akarken destisini dolduracak cinsten biri değildim. Bu sebeple saraydan gitmek, hattâ mümkünse kaçmak hissi rûhumu bir testere gibi biçiyordu.
Ne yapıp etmeli ve bu diyardan kaçmalıydım. Ama nasıl?
İşte bir fırsat: Zâbitlik vazîfesiyle saraydan ayrılmak istedim. Güya askeriyeye geçecektim. Sen medresede oku, kitap yaz, Enderun’a girip hat ve mûsikî tahsili gör. Sonra asker olmak iste. Hem de Sultan hazretleri gözümün içine bakıyorken. Kime söylediysem bu dileğimi Padişah efendimize arz cesâretini gösteremedi. Bunun üzerine başka bir plan kurdum. Bütün cesâretimi toplayıp huzûr-i Şahaneye çıktım ve Hacca gitmek için müsaade-i şahanelerini istirhâm ettim. Sultan Mahmud Efendimiz elbette beni bırakmak istemiyordu ama bir farzı da engelleyemeyeceği için çâr nâçar izin verdi. Ben de Padişahın verdiği 100 kuruş maaşla o yıl Hac yolculuğuna çıktım.
Derviş İbrahim hâlâ oda arkadaşının bu debdebenin içinden şu taş odaya nasıl düştüğünü anlayamamıştı. “Allah kabûl eylesin Hacı Mustafa” dedi sakalını sıvazlarken. “Lâkin asıl merâk ettiğim şey, saraydan buralara nasıl geldiğin” dedi sonunda.
Derviş Mustafa bu yakıcı suali soracağını biliyormuş gibi başını salladı ve devâm etti:
-Hacc farizamı edâ ettikten sonra hemen dönmedim Dersaadet’e, Nakşibendî Şeyhi Mehmed Can Efendi’den feyz almak maksadıyla bir müddet Mekke’de kaldım. Sanki sarayın bütün kiri, pası orada kalbimden silkelendi. Feyizler taşkın hâlini alınca Mısır’a geçtim ve orada da yedi ay kaldım. Maksadım padişaha kendimi unutturmaktı. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur derler ya, tam öyle.
Aradan bir sene kadar vakit geçmişti. Yeterince unutulmuşumdur herhalde diye derviş kıyâfetinde İstanbul’a avdet ettim. Gözden ve saraydan uzak, şeyhimizle hasretini çektiğim mânevî hayâtı sürmeye niyet ettim.
İşte bütün hikâyem bu. Sakın ola ki kimseye söylemeyesin. Padişah efendimiz peşime adam salmış, beni aratıyormuş diye haber aldım zâten. Yakalanırsam yandığımın resmidir. Derviş İbrahim yarı inanarak yarı inanmayarak hikâyesini dinledi ve derviş Mustafa’ya teminat verdi. Kimseye söylemeyecekti. Lâkin sır bir kere ağzından çıkmıştı.
Kaderin cilvesine bakın ki, Ramazan ayı geldi. Bir ikindi vakti ihvanla berâber Beyazıt Câmii’ne yolu düştü derviş Mustafa’nın. Müezzin mahfiline çıktılar. Derviş İbrahim ve diğer arkadaşları sesinin güzelliğini bildikleri Mustafa’ya ısrâr ettiler kamet getirmesi için. Kulaklarının pası silinirmiş. Lâkin Mustafa Efendi padişahın zaman zaman bu câmiye geldiğini, sesini duyar duymaz tanıyacağını ve bunun kendisi için hiç iyi olmayacağını söylemesine rağmen ısrarlara dayanamayıp kamet getirmeyi kabûl etti ve olanlar oldu.
Meğer Divanyolu’ndan geçerken ezan okunduğunu duyan Sultan II. Mahmud namazı o anki konumuna en yakın mâbed olan Beyazıt Câmii’nde kılmak istemiş. İşe bakın ki derviş Mustafa tam kamet getirmeye başladığı esnâda Padişah hazretleri de kalabalık maiyetiyle içeri girmesin mi? Tabii bu âşinâ sesi anında tanıyan Sultan namazdan sonra kamet getirenin kim olduğunu sormuş. Bilmediklerini söylemişler. Ama bu sesi bir yerden tanımaktadır ve her kimse onun derdest edilip hünkâr mahfiline getirilmesini emreder.
Bir süre mahfilde saklansa da padişahın adamları Mustafa İzzet’i bulup getirir huzûra. Yetişmesi için nice emekler verilen Mustafa Efendi’nin saraydaki hizmeti terk edip dervişâne bir hayâtı tercîh etmesine çok içerlemiştir Padişah. Böyle bir pırlanta istidâdın körelmesinden korkmaktadır. “Bize bu zulmü niye yaptınız? Neden sesinizden ve sanatınızdan bizi mahrum bıraktınız? Ne eksiğiniz vardı da sarayımdan kaçtınız?” diye söylendi haklı olarak. Hattâ öfkesinden “Bir daha gözüme görünmesin” diye emir buyurduğu söylenir.
Araya Kömürcüzâde Hafız Efendi girer ve saraya dönmeye iknâ eder derviş Mustafa’yı. Öte yandan Padişahın huzûruna çıkar ve derviş Mustafa’nın nâdim olduğunu ve Sultan Efendimizi kırdığı için pişmanlık duyduğunu anlatır. Padişah da, “Benim ona dargınlığım yoktur, hüner ve kadrini zâyi etmek sevdâsındadır, ona canım sıkıldı” der. Yâni saraydan kaçmasına değil de bu ortamdan uzak kalırsa köreleceğinden ve emsalsiz sanatını kaybedeceğinden dolayı öfkelenmiştir. Dönmesi emir buyurulur.
Derviş Mustafa boynunu büküp saraya girer. Lâkin her kanunu veya kamış kalemi eline alışında yüreğindeki o dinmeyen ateşin bir volkan gibi taştığını hisseder, Mahmut Paşa’daki o basık taş odayı ve şeyhinin kelâmından yükselen ıtrı hatırlar. Onun nasîbine “saraydaki derviş” olmak düşmüştür.
***
Kaynak: Yenidünya Dergisi, Kasım 2024, sayfa : 52-57
Hasebi